Güvendiğim bir sosyalist arkadaşım televizyonda “dikkatlice” izlediği Temel Karamollaoğlu’nun “felsefi olarak bir çok solcu arkadaştan daha donanımlı olduğu” kanaatine varmış. Yanı sıra çok önemli bir keşifte bulunmuş, “Millet İttifakı’nın diyalektik bir zorunluluk olduğu”nu anlamış.
Birincisine söyleyecek bir şey bulamıyorum. Madımak Oteli’nde ülkemizin değerli şair, ozan ve yazarlarının pencereleri açmadıkları için öldüklerini iddia eden bu sevimli şeriatçıyı neden şu sırada öne sürdüklerini anlatacak değilim.
Fakat kabul etmek durumundayız ki biz sosyalistler, belki de gençliğimizde döne döne okuduğumuz George Politzer kitapları yüzünden felsefe ve mantıkta biraz zayıf ve şematik kaldık. Bu yüzden durum muhakemesi yapmakta genellikle zorlanırız. “Somut durumun somut tahlili” sözü bize gayet anlaşılır gelse de, somut olanı anlayamadığımız zaman mevcut durumun tahlilini yapamayız ve bize orijinal, kulağımıza âşina gelen her görüşte bir hikmet bulur, arkasını fazla sorgulamayız. Somutun karşısında ideolojik tutumumuzu bir yana bırakabiliriz ya da ideolojik tutumumuza sıkıca sarılıp somutu görmezden gelebiliriz.
Fakat ikincisi doğru. CHP’nin ittifak sisteminde ve seçim listelerinde gerçekten de diyalektik bir zorunluluk var. Sistem, gerek iktidarda gerekse muhalefette mutlaka bir etnik Kürt ve siyasî İslam bileşeninin bulunmasını istiyor. Aynı diyalektik zorunluluk CHP listelerinde Kemalistlere, gerçek halkçılara, hatta ulusçuluğun sadece yanından geçmiş olanlara bile neden yer verilmediğini de açıklıyor. CHP “hak hukuk gak guguk” yürüyüşünde olduğu gibi etnik ayrılıkçıların, liberal görünümlü işbirlikçi yobazların ve solcu gibi duran liberallerin bileşkesini oluşturmaya mecbur edilmiş bir partidir. CHP’nin dönüşümü tamamlanmıştır. Kılıçdaroğlu Partisi’nin hâlâ CHP olduğunu sananlar Sekiz Köşeli Muharrem’de demokratik bir diyalektik bulmaya devam edebilirler.
Küresel sistemin (“emperyalizm” sözcüğü bazı arkadaşlara banal ve “çağdışı” geldiği için bu kavramı kullanıyorum) Türkiye’den istediği şey Saray’ın kendisi için kurduğu anayasal yapının üzerine, aynı neo-liberal iktisat politikalarını sürdürecek, yerel yönetimlere özerklik verecek, ana dilde eğitimi sağlayacak bir siyasî yapıyı oturtmaktan ve bunu “demokrasi ve özgürlük” diye yutturmaktan ibarettir.
Elbette bu programın ayrıntıları da var. Türk Ordusu’nun NATO emir ve komutası altında yeniden tertiplenmesini; Türkiye’nin Batı’ya dönerek İran-Rusya-Çin’e karşı mevzilenmesini, “Çözüm Süreci”ni yenileyerek “Koridor”u kesme girişimlerinden vazgeçmesini içeriyor.
HDP’nin parlatılmasını da bu bağlamda açıklayabiliriz. Henry Barkey, Selocan’ı “en çetin lider ve potansiyel Kürt Mandelası” olarak tarif etti. Pervin Buldan, Türkiye’nin batısında yaptıkları görüşmeler sonucunda çok geniş bir ittifak kurduklarını söyledi. “Türkiye’nin batısında yaşayan tüm kimliklerin el ele vererek... bu sürecin başarıya evrilmesi yönünde kararlar aldık” diyor. Böylece, başa dönmüş oluyoruz.
HDP’yi yöneten feodal Kürt sosyetesi İmralı-MİT-Kandil üçgeninde nasıl dağıldıklarını, kendi belediyelerinde KCK’nin talimatıyla nasıl özerklik ilan ettiklerini, Demirtaş’ı aşağılayan savaş ağalarının “evleri tünellerle birleştirin” talimatı karşısında nasıl sessiz kaldıklarını, hendek kazan çocukları nasıl gaza getirdiklerini ve yüzlerce Kürt gencinin ölümüne neden olduklarını, seçimlerden önce barış ve demokrasi nutukları atarken, seçimlerden sonra halkın karşısına çıkıp “biz sırtımızı YPG’ye dayıyoruz” diye nasıl tehditler savurduklarını, eşbaşkanları tutuklandığı zaman Diyarbakır parkında yaptıkları oturma eyleminde nasıl yapayalnız kaldıklarını unutturmaya çalışacaklar. Biz de sürekli hatırlatacağız.
Sistem kırgın ve kaçgın Kürtlerin oylarını bu partiye yöneltmek için elinden geleni yapacak. Bu arada, Kemalist Aydınlanma’yı, tam bağımsız ulus-devlet anlayışını, üretim ekonomisini, kamulaştırmayı, bilimsel ve laik eğitimi savunanların sesi kısılacak. Gerçekten, çok diyalektik bir durum!
Bütün kimlikler, tarikatlar ve cemaatler, Sünni, Alevi ve Kürt partileri el ele vermiş büyük bir demokrasi şölenine doğru gidiyorlar. İlk kez 1912 yılında denildiği gibi, “memleket hufre-i inkıraz ve pençe-i izmihlaldir” (uçurumun kıyısında ve yıkımın pençesinde).
Yavuz ALOGAN
29.05.2018