AYDINLIK-Perşembe, 21 Haziran 2012
Osman Selim Kocahanoğlu’nun “Atatürk’ün Üç Muhalifi, 1. Kâzım Karabekir” (Temel Yayınları) adlı kitabını okurken 548. sayfada hiç beklemediğim bir bölümle karşılaştım: “Necip Fazıl’ın Atatürk Hayranlığı...”. Hayret ki ne hayret!
Necip Fazıl’ın “Bâbıâli”sini (Büyük Doğu Yayınları) okurken de, onun Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının 1924 yılında devrim yasalarının çıkmasıyla başladığını sanmıştım. Yanılmışım. Aslında beni Necip Fazıl yanıltmış. 1975 yılında Bâbâli anılarını yazarken düşünsel ve duygusal bir kronolojik sıra izlememiş, 1975 yılındaki duygu ve düşüncelerini 20’li, 30’lu yıllarına da yansıtıp yamamış. Geçmişi güncelleştirmiş.
O.S.Kocahanoğlu, “Necip Fazıl henüz Abdülhakim Arvasî’nin manevi halkasına girip iman tazelememiş...” diyor. Bu durumda, Necip Fazıl’ın, Abdülhakim Arvasî’nin müridi olması, Atatürk’ün ölümünden, 1938’den sonra olmalı. Ama değil.
Ancak, Vikipedi’de şöyle bir bilgi var: “Necip Fazıl için 1934 yılı hayatının dönüm noktası oldu. Çünkü hayat felsefesinin değişmesine neden olan ve Beyoğlu Ağa Camii’nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasî ile bu dönemde tanıştı. Ve bu kişiden bir daha kopmadı. Necip Fazıl’ın, üstün bir ahlak felsefesini savunduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar (Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak).”
Demek ki, şair, kendi dediği gibi “Efendi”sine bağlandıktan dört yıl sonra bile Atatürk sevgisini (?) sürdürüyormuş. Bu da nasıl bir sevgi ise...
Şimdi alıntısını yapacağım yazıların kaynakları, Kocahanoğlu’nun kitabının 548, 549 ve 550. sayfalarındaki dipnotlarında gösteriliyor:
Kubilay olayından sonra yazdığı yazı
“...Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğer inkılâbı zayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin... Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar...” (Ankara Türkocağı’nda Kubilay’ı anma toplantısında yaptığı konuşmadan.”Hakimiyeti Milliye”, No: 3406, 5 Ocak 1931)
1934 yılına kadar Oscar Wilde hayranı bir züppe (bir “snop”, bir “dandy”) olan ve Arvasî müridi olduktan sonra “Mustafa Kemal vatanı kurtardıktan sonra ırzına geçti” (O. S. Kocahanoğlu, s.548) diyen Necip Fazıl’ın hayatını ve bir gecede Kafka’nın hamamböceğine dönüşmesini çok merak ediyorum. Çevrede onu tanıyan pek insan kalmadı. Bu yıl 90. yaşını idrak eden ve Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisinde de öyküler yayınlamış olan Oktay Akbal’ın bu ayın başlarında bana söylediği bir cümleyi çok iyi anımsıyorum: “Bizimle sohbet ederken içeri bir dinci yandaşı girerse hemen tavır ve ağız değiştirir, namaz ve niyazdan söz etmeye başlardı.”
Oktay Akbal, keşke tanıdığı Necip Fazıl’ı anlatan bir yazı yazsa...
Softa kimdir?
“...Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (...) Softanın en bariz vasfı kafasının sertliğidir. (...) Zamanın akışını zorlayan, kendi iddiasından başka hiçbir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey karşısında ‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün putperestler softaydı. Asırlardır ilim ve cemiyetin terakkisi karşısında da İslamlık softadır.” (Necip Fazıl, “Bir Hikaye Birkaç Tahlil”, 1933. s.75-76)
Necip Fazıl bu yazıyı, Nakşibendi tarikatının Halidî kolunun şeyhlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasî’nin müritliğine yazılmadan kısa bir süre önce kaleme almış, 1933 yılında yayınlamış. Şimdi ben “İslam dini demokrasiyle bağdaşmaz, Müslüman toplumlar laikleşmeden bunlardan demokrasi çıkmaz” diye yazıyorum, Necip Fazıl’ın günümüzdeki müridleri “Vay İslam düşmanı!” diye beni parmakla gösteriyorlar. Yazının alıntıladığım bölümünün altına adımı yazıp yayınlasam vay başıma gelecek olanlar!
Atatürk’ün ölümünün ardından yazdığı yazı
“...Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer... Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti... İnkilâbcı Atatürk’e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi iki Atatürk’ten her biri ayrı isim taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk... İnkilâbcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi... Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti...” (Cumhuriyet Gazetesi, 26.10.1938,S.2)
Necip Fazıl Kısakürek’in, okuduğunuz bu yazıyı M. K. Atatürk’ün ölümünden 16 gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yayınlamış olması, iki müridi Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ı ne ölçüde şaşırtır acaba?
Beni şaşırtıyor! Ne oldu da bu adam Komünizmle Mücadele Derneği’nin öncülerinden oldu ve Cumhuriyet karşıtı Büyük Doğu ideolojisinin kurucusuna dönüştü?
İflah olmaz bir Kemalist ve “Kökten Laikçi” olarak vaftiz edilip kurşuna dizilen ben, Atatürk için şiirler yazıp 10 Kasımlarda dergilerde, gazetelerde yayınlamadım ve yukarıdaki metin benzeri bir yazının altına imzamı atmadım.
Bir “züppe”den Cumhuriyet düşmanı fanatik bir İslamcı militana dönüşen bu insan birkaç on yıldır iktidardadır ve onun müridleri, şu anda, bu ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakan ve milletvekili olarak, onun 1938 yılında hâlâ fanatik hayranı olduğu cumhuriyeti yıkma operasyonuna devam etmektedirler. (Yarın bir başka Kısakürek).