Nilüfer Göle’ye iyi bakın. Başımıza gelen felaketin ete kemiğe bürünmüş ilk hali badem bıyıklı diktatör portresiyse ikinci hali işte bu kadının görüntüsüdür. Her bakımdan Avrupalı, laikçi teyzelerin o tozlu modernliğinin ötesine geçmiş, gerçek bir çağdaş. Bakışlar, jestler, konuşurkenki o kararlı tavırlar.. Nasıl kararlı olmasın, Türkiye’nin gerçek iktidarı Nilüfer Göle’dir.
Siz bilmiyor musunuz Türkiye’de batılıların istediklerini öne çıkardıklarını, canları kimi isterse onu iktidar vitrinine taşıdıklarını? Ülkemizde hayli uzun bir süredir ABD’nin ve AB’nin artık “iç siyasi amil” sayıldığını?
Peki düşündünüz mü hiç, nasıl çalışır bu iç siyasi amiller diye? Valilere, kaymakamlara genelge göndererek değil herhalde. Batılılar, üç yüz yıldır bundan biraz daha karmaşık fakat çok daha etkili bir yöntem kullanırlar: kendi adamlarını yetiştirirler. Genelge, tamim falan göndermeden kendi başına harekete geçip görevini layıkıyla yerine getirecek aparatlar yaratırlar. Batı siyasetinin ileri uçlarıdır bunlar. Batının zihinsel kalıplarına sonuna kadar imanlı, onun yönelimlerine gecikmeksizin uyum gösteren, yerel (ya da ulusal) “önyargılarından” tamamen arınmış zinde hücreler.
Hücre dediysem sakın şu IŞİD’in uyuyan hücreleriyle falan karıştırmayın. Onlar gibi boşgezerlikten yamyamlığa terfi eden çapsız ibrikçi takımı değildir bunlar. Aksine, her biri mesleğinde en yukarılara çıkmış, her sözü dokuz batman çeken insanlardır.
Bürokrat olurlar, sanatçı olurlar, gazeteci olurlar, iş adamı olurlar, mebus olurlar ve hatta parti başkanı bile olurlar. Ama en bol bulundukları yer, tabii ki basın ve akademidir. Zaten bu ikisi birbirine geçmiş gibidir. Akademide parlattıklarına mutlaka basında bir yer açarlar, nadiren görülmekle birlikte, tersi de olur, pek sivrilttikleri, önünü açtıkları gazetecilere akademiden de küçük bir iki ünvan ayarlayıverirler.
Sömürge tipi “aydının” yetiştirilişi
Dikkat ederseniz, satın alırlar demiyorum, “yetiştirirler” diyorum. Çünkü satın almak, en evvel, kaba bir yöntemdir, kulağa hoş gelmez. İkincisi, satın alma riskli bir iştir, her an sizden daha yüksek fiyat ödeyen bir rakibiniz piyonunuzu elinizden alabilir. Oysa yetiştirilmiş adam sadıktır, maliyeti düşüktür, uzun erimde faydası saymakla bitmez. Şüphesiz, batılıların satın aldıkları ya da kiraladıkları adamları da vardır, ancak bunlar genellikle daha çapsız olanlardır, altın kadro her zaman “yetiştirilmiş” olanlardan kurulur.
Bunun için Batı, bu yetiştirme işini çok ciddiye alır. Şimdilerde modası geçmiş olsa da “oryantalizm” diye koskoca bir disiplin kurmuştur bu iş için. Bugünse o eski açıktan sömürgecilik dönemi kapandığı için, çok çeşitli yetiştirme yerleri geliştirilmiştir. Mesela, sosyal bilimler alanında dünyanın belli başlı okullarının tamamında bunları yetiştiren kuluçka mekanizmalar vardır. Herkesin kapısından kolay kolay giremediği, sadece öğrencisi olabilmek için bile üstün başarı göstermeniz gereken bu bölümlerin belki de en önemli işlevi doğunun en iyi yetişmiş, en parlak çocuklarını devşirmektir. Öylesine titiz bir seçim sürecidir ki bu, işe daha lise yıllarından eleme yaparak başlarlar. Sizin ülkenizde açılmış yabancı mekteplerin asıl varlık sebebi de budur: müstemleke aydını yetiştirmek.
Bu eleme işi, bazen gerçekten karikatür gibi bir şeydir. Lise veya üniversite sıralarında normal bir şey yapıyormuş gibi burs ya da değişim programı başvuru formlarını dolduran gençler kendilerine sorulan ahret suallerine birazcık salim bir kafayla bakacak olsalar “hayvan mı seçiyorsunuz be” diye isyan ederler. Ama bakmazlar, bakamazlar. Çünkü o formları önlerine yine o yollardan geçmiş “saygın” öğretmenleri koymuştur.
Batılılar bu elemeleri menbaında yapacak yeter miktarda “yerli” yetiştirmişlerdir. Abiler, ablalar yeni gelenlere hocalık yaparlar. Kimler burs alacak, kimler hangi programa seçilecek, kimlerin önü nerelere kadar açılacak son derece doğal bir sürecin parçası olarak belirlenir. O denli sağlam bir seçici mekanizma kurulmuştur ki gerçekten de çoğu durumda akademik başarının önüne hiçbir şey geçemez ve bu özellik sistemin bir erdemi olarak sunulur. Akademik başarının en önemli kriterinin “Batının orta/uzun erimli siyasetine su taşımak” olduğu ise görülmez. Oysa buradaki asıl başarı tüm sistemin bu biricik ilkeye uygun biçimde çalışıyor olmasıdır. Batının yetiştirdiği aydınlar, Batı düşüncesinin ali menfaatlerini kendi kişisel çıkarlarının bile üstünde tutmaktadırlar. Düşünsenize karşınızda yüksek bir ideale imanla bağlı, varlığını onun varlığına adamış bir “irfan ordusu” var. O muhteşem “elit” görüntüyü azıcık kazısanız altından bizim şu “paralel yapıya” rahmet okutacak bir cemaat örgütlenmesi çıkar.
Akademiyi örnek olarak sundum. Bu sistem basında, sanatta, siyasette, hatta iş dünyasında bile üç aşağı beş yukarı aynı biçimde çalışır. Ünlü gazetecilerimiz arasında Avrupa ülkelerinden burs, yardım, destek, özel gezi vs. almayan insan yok gibidir. En kıytırık Avrupa ülkelerinin konsoloslukları bile resepsiyonların davetli listelerini bu amaçlarla hazırlar. Düşünün bakalım Hollanda konsolosunun bizim henüz adını sanını duymadığımız sinemacılarımızla, şairlerimizle falan ne işi olabilir? ABD elçisi neden Türkiye’deki sivil toplum gönüllülerine “başarı ve takdir” ödülü verir? Alman konsolosluğu neden adı sanı duyulmadık bir ressamın sergisine sponsor olur?
Önce mesleki kariyer, sonra paneller, TV programları, röportajlar, resepsiyonlar, köşe yazıları falan.. Tamamı o işlevsel aydının yetiştirilmesi içindir.
Devşirme zombilerin geri dönüşü
İşte Nilüfer Göle, bu yetiştirilmiş aydın kitlesinin en tipik örneklerinden biridir. Türkiye’deki İslamcı rejimin kurulmasında (batının bir aparatı olarak) katkısı azımsanamaz. İslamcılığı övmeye, kendi ifadesiyle”AKP iktidarından çok önce başlamıştır”, yani o yollarda emeği çoktur. Sosyologdur, sosyoloji dersine Marx’ın, Weber’in ve Durkheim’ın üstünü çizerek başlar. Sosyo ekonomik teoriler artık bir çöp olmuştur, onun yerine kimlik, din, etnisite, kültür ıvır zıvır gelmelidir. Avrupa kendi toplumsal düzenini böyle kurmaz, ama Göle gibiler vasıtasıyla tüm doğuya bu çer çöpü pazarlar. Yıllar sonra o çer çöp boğazımıza takılıp ciğerlerimizi parçalamaya başlayınca aynı adamlar, Göleler, İnseller, Belgeler falan yeniden piyasaya çıkıp “aaa nerede hata yaptık acaba” diyerek, bu sefer aynı pisliğin lacivertini önümüze sürerler.
Göle’nin tekrar piyasaya sunulması asla bir tesadüf değildir. Paris’te bir panel, “alternatif” ve solcu etiketli bir gazeteciyle röportaj ve hemen T24’te, CNN’de, Hürriyet’te çarşaf çarşaf haberler!
Hmmm… peki panelde başka kimler varmış bakalım. Göle’nin yanında tüm bilimsel tezini “ceberrut Kemalizm” üzerine kurmuş ve Avrupa entelijansiyasından dayak yiye yiye sonunda PKK’ye “demokratik” deme noktasına gelmiş ultra-Avrupacı bir başka akademisyenimiz, bay Hamit Bozarslan yer alıyor. Güzel. Onun yanında yine bir yerli akademisyenimiz, çok kültürcülüğün yılmaz savunucularından bayan Riva Kastoryano. Bu da güzel.
Ama hepsinden daha güzeli masada “Alevilerin siyasi yönelimleri” üzerine araştırmalarıyla tanınan bir Fransızın da yer alması. Evet yanlış duymadınız, Alevi uzmanı bir Fransız. Tuhaf mı geldi kulağınıza, şaşırmayın, Batılının gözünde Alevi, Amazon ormanlarında yaşayan bir böcek türü gibi incelenmesi gereken bir şeydir, bu işi kendi devşirmelerine yaptıramazsa bizzat içinden uzman yetiştirir. Alevilere de gidip aleviliği bir Fransızdan dinlemek düşer! İsterseniz itiraz edin, en iyi Alevi uzmanı Fransız bu konuda o kadar iyidir ki Türkiye’nin en saygın yayınevi (diğer üç katılımcı gibi onun da) kitabını basıp yayınlamıştır bile!
Panel katılımcıları nasıl? Mahşerin dört atlısı gibiler değil mi? Evet, gerçekten öyleler, gelin görün ki bu mahşeri biz yaşıyoruz. Bu akademik devşirmelere de bizim yaşadığımız felaketlerin üzerinden ahkam kesmek düşüyor.
Konuşulanlar -her zaman olduğu gibi- Batı’nın yeni Türkiye’den beklentileriyle inanılmaz bir uyum içinde. O kadar ki ABD ya da Fransız elçiliği bir arzuhal yazıp hükümete verse ancak bu kadar olabilirdi! Başlıklar belli, AKP islamcılıkta ne kadar ileri gitmeli, Kürtler konusunda ne yapmalı, Alevileri ne etmeli, Kürt aydınları nasıl davranmalı, Aleviler devlete ne kadar mesafe koymalı… Maşallah en çok ihtiyaç duyduğumuz bir anda hepimize bol bol yetecek akıl yine aynı kafalardan yine aynı panellerden, demeçlerden, makalelerden geliyor, eksik olmasınlar.
Nilüfer hanım korkuyor, peki biz ne edelim?
Bayan Göle, o kadar umursamaz, o denli pişkin ki hiçbir pişmanlık emaresi taşımıyor. “1980 sonrası laik/müslüman kavgası başladı. Ben AKP’nin iktidara gelmesinden çok önce Modern Mahrem kitabını yazdım. AKP iktidara geldiğinde AB üyeliği, Türkiye’nin önemli sorunlarıyla yüzleşme gibi önemli adımlar atıldı. Kemalist/İslamist kırılması arasında, toplumun sorunlarının çözülebilmesi için medyatör/aracı olmaya çalıştık. Bugün olsa yine aynı şeyi yapardım.” diyerek islamcı rejimin kurulmasına nasıl da ta en başlardan destek verdiğini itiraf ediyor.
Bütün bu tantananın neden koparıldığını ise hemen arkasından söylediklerine bakarak anlıyoruz : “Ama AKP bugün geldiği noktada, bütün bu aracı sesleri yok etti. Entellektüel, seküler, Avrupa yanlısı bütün aracı sesleri ortadan kaldırmak istiyorlar. Türkiye için de tehlikeli olan budur.” Hanımefendinin meramı ne kadar açık değil mi? Aslında bütün mevzu artık kendisini eskisi kadar dinlemeyen AKP’ye içerlemiş olması!
Ancak bunun sadece Göle’nin kişisel muradı olduğunu sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Avrupalılar, 1 Kasım sonrası çıkan tabloyla “En Yeni”-Yeni Türkiye’nin kurulmaya başlandığını biliyorlar. AKP’nin seçim zaferinin sarhoşluğuyla kendilerine kulak tıkamasından endişe ediyorlar. Bu “en yeni”-yeni rejimin oluşumunda kendi payları es geçilmesin istiyorlar.
Bunun için Nilüfer hanım ilk kez “korkuyorum” diyor. Biz ucunu Göle gibilerin tuttuğu islamcılık tezgahının ortasında onca yıldır hapislerde çürüyoruz, sokaklarda meydanlarda öldürülüyoruz, Nilüfer hanım, bir zahmet bugün korkmaya başlıyor!
Göle’nin Ruşen Çakır röportajındaki dilinin ise her yanından çirkinlik, her yanından sefalet akıyor. Söylediklerine bakılırsa İslamcılar Paris’teki yaşam tarzına, Nilüfer hanımın Saint Germen’de şarap içmesine falan saldırmışlar, bütün mevzu bundan ibaretmiş. Hadi Charles Hebdo neyse, o anlaşılabilir birşeymiş, sonuçta peygamberin karikatürünü çizmişlermiş, öldürülebilirlermiş… Ama öyle dans eden, şarap içen “masum” insanlara saldırmak, aman tanrım! Ah pardon, “oh mon diyö”!
E hanımefendinin korkması doğal tabi. “Böyle giderse Burka’yı savunduğuma falan bakmaz benim de başıma bir iş getirirler” diyor olabilir. Peki biz ne yapalım? Sanırım bizim payımıza da korkmak düşüyor, bu denli sığ yaklaşımları olan biri sırf adının önüne nal gibi “Prof” yazıldı diye hayatımıza, geleceğimize dair böylesi pervasız laflar edebildiğine göre, korkmayalım da ne edelim!
Deli Gaffar- 18.11.2015