Kılıçdaroğlu CHP’ye katıldığında ilerlemiş yaşına karşın o güne dek kamuoyunca pek tanınan bir şahsiyet değildi. Bürokratik geçmişinde, politikada bilinen, akılda kalan bir başarısı yoktu. Bırakın kamuoyunu CHP örgütü dahi Kılıçdaroğlu’nun ideolojik-politik çizgisi, dünya görüşü hakkında bir fikir sahibi değildi.
Sonra O’nu birden televizyonlarda sık sık, Melih Gökçek gibi CHP kitlesinin son derece nahoş duygular beslediği sağcı politikacılarla tartışırken bulduk. Doğrusu, muarızları karşısında sükûnetini koruyan ama hiç de alttan almayan, hatta baskın çıkan duruşuyla büyük beğeni toplamıştı. Hırsızlara yolsuzlara meydan okuyan, demagojilerine prim vermeyip onlara haddini bildiren dürüst adam imajıyla kısa sürede ünlendikçe ünlendi.
Kamuoyu özellikle CHP kitlesi Kılıçdaroğlu üzerinde yoğunlaşmışken 2010 Mayıs’ında bir gün Deniz Baykal’ın skandal görüntüleri kamuoyunun gündemine bir bomba gibi düştü. O andan itibaren her şey inanılmaz bir hızla gelişti. Baykal’ın istifası, istifadan öte partisindeki inisiyatifini tümüyle yitirişi, partide otorite konumundaki diğer anlı şanlı şahsiyetlerin peşi sıra silinip gitmesi, yoğun bir propaganda bombardımanı eşliğinde Kılıçdaroğlu’nun kurtarıcı olarak sahneye çıkışı ve nihayet partinin başına geçmesi; bütün bunlar çar çabuk olupbitti.
Tam da, emperyalist operasyonlara ilham veren Şok Doktrin’e uygun gelişmişti olaylar; elbette doktrinin mütevazı bir uygulaması olarak…
Şok Doktrin’i (Bkz. Noami Klein), kitlelerin şaşkınlık, korku ya da çaresizlik duyguları içindeyken kendilerine dışarıdan dayatılan normal koşullarda asla kabule yanaşmayacakları seçeneklere kolaylıkla ikna olduklarını anlatır. Burada önemli olan kitlelerde sözünü ettiğimiz duyguları yaratacak, onların bilincini körleştirip, iradesini kıracak şartların oluşmasıdır. Buna doğal bir afet yol açabileceği gibi, kurgulanmış bir olay da aynı sonucu verebilir. Örneğin kamuoyunu sarsan bir terör eylemi, ani gelişen olağanüstü şiddet içeren askeri bir saldırı, hatta bir skandal duruma göre aynı işi görür. Yeter ki, meydana gelen olay yapılacak operasyonun çapıyla orantılı bir etkiye sahip olsun.
Nitekim, Ergenekon operasyonlarında anlı şanlı isimlerin kolayca tasfiye edilmeleri, üst üste işlenmiş birkaç sansasyonel cinayetin, tarlalarda bulunan mühimmatın, “camiyi bombalayacaklardı” manşetlerinin yarattığı şaşkınlık içinde mümkün olmuştu. CHP örgütünü ise aynı duygular içine itmek için Baykal’ın skandal kaseti yeterli oldu.
Skandal patlar patlamaz üzüntü ve umutsuzluğa boğulan, ne yapacağını bilemez vaziyette şaşkınlık içinde debelenen CHP örgütünün, önceden yıldızı parlatılmış eldeki hazır seçeneğe, Kılıçdaroğlu’na razı edilmesi bu koşullarda fazla zaman almadı. Hatta, CHP’liler neredeyse skandala sevinecek hale getirildiler. Baykal’dan böylece kurtulduklarını, CHP’yi içine düştüğü bu durumdan çekip çıkarmakla kalmayıp belki de iktidara taşıyacak yeni bir lidere kavuştuklarını düşünerek KIlıçdaroğlu’nu minnetle sahiplendiler.
CHP’ye Operasyonun Nedenleri…
Soruya tatmin edici bir yanıt vermek, hatta Türkiye’yi sarsan diğer büyük gelişmelerle bağlantısını doğru biçimde kurmak için gözlerimizi biraz geriye, soğuk savaş yıllarının son dönemlerine çevirmemiz gerekiyor. Yaklaşık bu tarihlerde, neo-liberalizm adı verilen burjuva yaklaşım, diğer burjuva alternatiflerini geri plana iterek emperyalistlerin tutum ve davranışlarını önemli ölçüde belirler hale gelmişti.
Reel sosyalist rejimlerin çöküşü bu üstünlüğü daha da perçinledi. Sosyalizmle birlikte, kamu kavramına şu veya bu ölçüde önem veren, dünyanın doğal kaynaklarının talanına, insan emeğinin sömürüsüne sınırlama getiren burjuva ekolleri de gözden düşüp etkisizleştiler.
Sosyalist Bloğun yenilgisi bir başka açıdan da neo-liberal ihtirasları ateşledi. İleri teknolojiye dayalı üretimi, finans merkezlerini, üstün savaş aygıtlarını sınırlı sayıda Batı’lı emperyalist devletin (ABD; AB ya da tek bir Dünya devleti) elinde toplayıp dünyanın geri kalanını güçlü devletlerden arındırma, küçük devletlerden hatta şehirlerden oluşmuş ortaçağ benzeri bir politik haritaya dönüştürme fikri, bu kadim ütopya, böylece bir ölçüde uygulanma imkânı buldu. İki blok arasındaki keskin mücadele sürerken emperyalizmin, kendi safındaki devletleri özellikle de Sosyalist Blokla sınır hattını oluşturan müttefik devletleri güçlü tutma zorunluluğu vardı. Soğuk savaş sona erince bu ihtiyaç ortadan kalktı ve yalnızca sosyalist devletler değil bu müttefik devletler de emperyalizmin dağıtma, parçalama yönündeki politikalarının hedefi haline geldiler.
Sosyalist Bloktan çözülen kimi ülkelerin emperyalist kapitalist sistem tarafından yutulup hazmedilmesi tamamlandıktan sonra gözler zengin doğal kaynaklara ve bunların çıkış yollarına sahip içinde bulunduğumuz Büyük Ortadoğu coğrafyasına çevrildi. Öncelikle emperyalizme diş gösteren, kendi kaynakları üzerinde tedbir ve tasarrufa yönelmiş devletler hedef alındılar.
Bu ülkelerden başlamak üzere sırasıyla bütün bir coğrafya doğrudan saldırılar yoluyla ya da iç savaşa sürüklenerek dağılmaya zorlandı. Neo liberalizmin dogma ve öngörülerini kendine düstur edinmiş başta ABD, Batılı emperyalist devletlerin art arda gelişen askeri, politik, iktisadi atakları neticesinde içinde bulunduğumuz coğrafya bugün, merkezi siyasi birliğini yitirmiş, etnik, dini, kültürel fay hatları ekseninde iç savaşa sürüklenmiş; insan kaynakları ve doğal zenginlikleri talan edilmiş ülkelerin enkazıyla dolup taşmakta.
Kuşkusuz ülkemiz de bütün bu gelişmelerden nasibini aldı. Belki Türkiye’yi diğerlerinden farklı kılan, sonuçta onlarla aynı kaderi paylaşacak olsa da bütün bu ülkelerin mahvedilmesinde emperyalizm adına baş taşeron (Eşbaşkan) işlevi görmesiydi. Bunun dışında, Türkiye tıpkı diğer ülkeler gibi neo liberal iktisadın deney tahtası haline getirildi. Doğrusu ne iktidarlardan ne de muhalefetten buna dönük gerçek bir itiraz yükselmedi. Ancak emperyalist zorlamaların diğer boyutu Türkiye’nin merkezi politik birliğinin dağıtılması gündeme geldiğinde durumun biraz değiştiğini söyleyebiliriz. Bu yönde talepler az çok bir dirençle karşılaştı.
İtirazların nispeten daha cılız olanı egemen sınıf yapıları içinden gelenlerdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını sürdürmesi Hatta SSCB’ye karşı diri tutulması bir Batı politikasıyken şimdi bundan vazgeçilip tasfiyeye yönelinmesi ülkemizde Soğuk Savaşa göre şekillenmiş kimi ittifakları çözülmeye uğrattı, egemen sınıf yapıları içinde yer alan kimi ittifak unsurları emperyalizmin bu yeni yönelimine karşı çıktılar. İşte, 28 Şubat ve Ergenekon operasyonları esas olarak bu direnci kırmak için kotarıldılar.
Sonuçta başarılı da oldular. Baskı, tasfiye ve ödüllendirme mekanizmalarını eşgüdümlü biçimde kullanan emperyalizm, sınırlı birkaç operasyonun ardından egemen sınıf yapılarını ve bunları politik düzlemde temsil eden Türkiye sağının parti ve örgütlerini neredeyse bir bütün halinde kendi beklenti ve öngörüleri doğrultusunda hizalandırdı.
Bunda da bir gariplik yok aslında. Emperyalizmin Türkiye’den talep ve beklentilerinin ana taşıyıcısı her zaman Türkiye sağı olmuştur. Bu durum, Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir ülke haline geldiği soğuk savaş döneminden bugüne dek geçerlidir. Kuşkusuz sol cenah özellikle merkez sol liderler eliyle zaman zaman bu çizgiye çekildi ancak, emperyalizm hem bunda süreklilik sağlayamadı hem de soldan Türkiye sağından aldığı verimi alamadı.
Nitekim, bütün bu süreç boyunca Türkiye sağının bünyesinde gözlemlediğimiz köklü değişiklikler de esasında bu bağımlılıkla yakından ilgilidir. Özellikle farklı bir konjonktüre evrildiğimiz, emperyalizmin tutum ve davranışlarında keskin dönüşümlerin yaşadığı kritik tarihsel eşiklerde Türkiye sağı buna uygun yeniden yapılanma baskısına maruz kalmıştır. Yeni politikalara ayak sürüyen, kendinden yeterli verim alınamayan kadroların yerlerini daha işlevsel olacaklara bırakarak ikinci plana çekildikleri, bazen da sahneyi ebediyen terk ettikleri yeniden yapılanma süreçleridir bunlar.
AKP’nin kuruluşu, sağın ana gövde partisi haline getirilişi, iktidara uzanması ve burada tutunması aslında daha önce defalarca izlediğimiz filmin bir tekrarı gibidir. AKP’nin bugün yürütmekte olduğu neo liberal iktisadi uygulamalar ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesine dönük çabalar esasen emperyalizmin soğuk savaş sonrasına ilişkin özlü tercihleridir ve AKP zaten bunları yerine getirmeye memur edilmiştir.
Söz konusu politikalara en büyük direnç ne Türkiye sağının milliyetçi, muhafazakâr, dindar vb. sıfatlarla anılan tabanından ne de -işte bu şaşırtıcıdır- devrimci, sosyalist sıfatını üstlenmiş örgüt ve partilerin kadro ve tabanından geldi. Asıl direnen CHP kitlesi oldu. Hatta, CHP kitlesi, çoğu kez kendi parti örgütünden daha enerjik biçimde ve zaman zaman onu da aşıp geçerek emperyalist odakları şaşırtan bir direnç ortaya koydu.
Bu direncin daha azı neo liberal iktisadi uygulamalara daha fazlası ise Türkiye’nin merkezi politik birliğinin dağıtılmasına yönelikti. Bu direnç kendini solun itici bulup uzak durduğu Bayrak Cumhuriyet Mitinglerinde güçlü biçimde açığa vurdu. Daha sonra aynı direnci, Referandum’da ve Gezi’de, bu kez Sola yakın gelen bambaşka formlara bürünmüş halde gözlemleyecektik.
Türkiye’de BOP nizamını yerleştirmeye çalışan emperyalist mihrakların ve işbirlikçilerinin bu dirence ve dinamizmine bigâne kalması düşünülemez. Nitekim, kitlelerde biriken tepkisel enerjinin kendiliğinden sönümlenmesini beklemek gibi, belirsizliği uzun vadeye yayan risklerden uzak durdular. İlk yaptıkları, söz konusu kitleleri en fazla içinde barındıran ve onlar üzerinde hegemonik bir etkiye sahip CHP’yi ele geçirmek üzere harekete geçmek oldu.
Baykal’ın Gönderilmesi…
Burada en tepedeki ismin, Baykal’ın, CHP tabanının direncini emperyalistler lehine neden çözemediği ya da çözmek istemediği sorgulanabilir. Öyle ya, Baykal Üçüncü Yol teranesiyle partiyi neo liberal dalgaya açan adamdı. Kılıçdaroğlu’nun daha sonra kolayca yerine geçmesinden anlaşılacağı üzere partinin içini boşaltan, kof, vursan dağılacak hale sokan adamdı. Yine Baykal merkez solun en sağındaki adamdı. Bunların hepsi doğru ama sıra Türkiye cumhuriyetini tasfiyeye dönük adımlar atmaya gelince Baykal’ın bunda yavaş kaldığını, emperyalist gündeme uyum sağlamada güçlük çektiğini görüyoruz. Hatta Baykal emperyalist taleplerin diğer bazı başlıklarına da, örneğin Irak’ın işgali günlerinde olduğu gibi, kimi zaman bizi de şaşırtan bir direnç ortaya koyabildi. İster kendi duygu ve düşünceleri nedeniyle olsun isterse CHP tabanının basıncı nedeniyle takındığı bütün bu tutum ve davranışları onu sürecin belli bir aşamasında emperyalistler açısından işlevsel olmaktan çıkardı.
Alaşağı edilmesinin yegâne nedeni de budur. Bunu artık, yakın zamanda Onur Öymen tarafından ifşa edilen, ABD derin devletine yakın Slikroad Enstitüsü’nün 2008 yılında hazırladığı ve içinde Baykal’ın istifa ettirilip yerine Kılıçdaroğlu’nun getirileceğine dair ibareler yer alan rapordan da biliyoruz. Aynı şekilde, ABD Büyükelçisi ile ABD Dışişleri Bakanı’nın yazışmalarını içeren Baykal’ın gitmesi gerektiğinden bahsederken yerine Kılıçdaroğlu’nun geçip geçmeyeceğini sorgulayan Wikileaks belgelerinden de…
Baykal muhtemelen Irak’ın işgali günlerinde yaptığı çıkışlarla gözden düşmüştü. Yola gelmesi için beklenmesi, olmayınca tasfiyesine karar verilmesi bunun için CHP’de az çok bir yığınağın yapılması, işleri emperyalizm adına hızlandıracak karakterde ve yetenekte bir alternatifin bulunması zaman aldı, şartlar oluşunca da düğmeye basıldı.
Baykal’ın ardından pek ağlayanı yoktu, doğrusu… Operasyon yapılırken kimileri doğrudan işin içinde oldukları için süreci desteklediler, kimileri ise böylece Baykal’dan kurtuldukları için olan biteni görmezden geldiler. Bunların hiç biri savunulacak tutumlar değil elbette; ama, operasyonu apaçık gören ve tepki duyan CHP kadrolarının bile aslında Baykal’ın gidişini engellemek gibi bir zorunlulukları yoktu. Kamuoyu nezdinde büyük itibar kaybına uğrayan Baykal’ı her ne olursa olsun yerinde tutarak partiye zarar vermektense O’nun yanlışlarından uzak duracak ama aynı zamanda emperyalist dayatmalara direnecek uygun bir aday belirleyip partinin başına geçirmeleri operasyonu püskürtmek için yeterli olacaktı. Sol da sürece bu yönde destek verebilirdi.
Bu başarılamadı, başarılamayacağı operasyonu yapanlar tarafından muhtemelen daha baştan biliniyordu. Kimseye zaman tanımadan, Kılçıdaroğlu’nu sanki böylece bir adaymış gibi sunmada son derece mahir davrandılar. Öyle ki, Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi sola açacağı algısını bile kamuoyunda yarattılar.
Kılıçdaroğlu’nun peşi sıra partiye doluşanlara bir bakın, emperyalist programları pazarlamakla meşgul, bunları uygulayacak kadroları yetiştirip işlevsel olacakları kurumlara ve konumlara taşıyan TESEV ve benzeri misyon örgütlerinin tornasından geçmiş kadrolardı bunlar. Ilımlı İslamcısı da böyleydi, liberali de, solcusu da…
Gariptir, bunlar partiye doluştukça CHP’nin sola açıldığı yargısı kamuoyunda daha da yerleşiyordu. Kılıçdaroğlu’nun TESEV’ci olduğunun, en yakın adamlarından birinin numaralı ajan olduğunun açığa çıkması, etrafa saçılan Wikileaks belgeleri bizzat Kılıçdaroğu’nun kendi pratiği dahi bunların hiçbiri bu algıyı kıramadı.
Burada bir parantez açarsak, bunun artık olup biteni kavrayamamakla ilgili değil, solculuğa ilişkin kriterlerin köklü biçimde değişmesiyle ilgili bir sorun olduğunu görmek durumundayız. Türkiye’nin solcuları, sosyalistleri uzun süredir önemli oranda emperyalist hegemonyanın etkisi altına girerek emperyalizmin öngördüğü hedeflere ve uygun bulduğu mücadele biçimlerine bağlı hale geldiler. Sınıf temelli kavrayışın, emperyalizme karşı bağımsızlıkçı duruşun yitirildiği; etnik, kültürel, dinsel yapıların hak ve hukukuna indirgenmiş bir tarzın ise devrimciliğin ana konusu haline geldiği bu bozulma süreci bir türlü aşılamadı. Kılıçdaroğlu ve avanesi bu tarz solculuk için doğrusu biçilmiş kaftandı, sol kamuoyunda bu yüzden hayırhah duygularla karşılandı.
Kılıçdaroğlu’nun Misyonu…
Kılıçdaroğlu’ndan öncelikle beklenen AKP tarafından yürütülmekte olan emperyalist programı CHP tabanından gizlemesi, perdelemenin artık mümkün olmadığı noktada da tabanın gidişata sert tepki vermesini engelleyerek pasif izleyici konumunda kalmasını sağlamasıydı.
Orta vadede yapması gereken ise CHP örgütünü emperyalist siyasaya uygun kadrolarla donatmasıdır. Daha sonra, uzun vadede, bu yenilenmiş örgüt (Yeni CHP) bir manivela gibi kullanılarak CHP tabanı dönüştürülecektir.
Kılıçdaroğlu bu üç aşamalı görevler silsilesinin ilk aşamasını başarıyla tamamladı. İkinci aşamada, yani CHP örgütünü dönüştürmede önemli mesafe katetti. Her iki gündem ilerledikçe doğal olarak CHP kitlesinin de yavaş yavaş dönüşmeye başladığını söyleyebiliriz.
Erdoğan’la girişilen Hacivat Karagöz polemiklerinin, kimi zaman “bu da mı ulusalcı oldu” dedirtecek keskin söylemlerin, günlük çekişmelerin hay huyun içinde ihanet süreci başarıyla gizlendi. Kılıçdaroğlu, CHP kitlesini, AKP’yle mücadele ediyorum, gerekeni yapıyorum görüntüsü vererek oyalayıp pasifize ederken her kritik eşikte emperyalist programın önünü açacak hamleler yapmaktan geri durmadı.
Özellikle Referandum’da ve bu son Cumhurbaşkanlığı seçiminde oynadığı rol tarihsel önemdedir.
Referandumdan başlayalım… Kılıçdaroğlu’nun lider olarak girdiği ilk sınavdı Referandum. Baykal’ın aksine, meydan meydan dolaşan, bitmez tükenmez bir enerjiyle kampanyaya asılan görüntüsüyle ilk başta kendisine kuşkuyla yaklaşan çevrelerin bile sempatisini kazandı. Bu koşuşturma içinde hataları olmadı değil, insanlara saçmalık gibi gelen, hayırcı cephenin kafasını karıştıran, tereddüte düşüren söylemlerine, tutarsız davranışlarına sıkça tanık olduk. Yine de kamuoyu bunlarda art niyet aramadı, tutarsızlıkları Kılıçdaroğlu’nun acemiliğine, sakarlığına yordu.
Bu türden yorumların abartılı bir iyimserlik taşıdığını öğrenmemiz için biraz daha beklememiz gerekiyordu. CHP’ye yapılan operasyonun önemli oyuncularından Gürsel Tekin Referandumdan yaklaşık iki yıl sonra (21 Mayıs 2012) Cihan Haber Ajansı’na verdiği röportajda şunları söyleyecekti: “İki sene önceki CHP ile bugün arasında çok farklar var… 12 Eylül Referandumunda CHP’nin bugünkü yönetimi olmuş olsaydı tasarrufu çok daha farklı olurdu.”
İşte bu kadar! Gürsel Tekin’in kastettiği yeni yönetim Kılıçdaroğlu’nun ipleri ele aldıktan sonra oluşturduğu yönetimdir. Eğer referanduma biraz zaman olsaydı ve şimdiki yönetimi daha önce oluşturabilseydik, diyor Gürsel Tekin, referandumda Hayır demezdik.
İnsan düşünmeden edemiyor, verilmiş sadakamız varmış gerçekten. AKP’nin gücünü sonuna kadar kullanarak, ABD’nin kendi büyükelçisini kapı kapı dolaştırarak, milliyetçi Kürt hareketinin batı illerinde doğrudan doğuda ise boykotla dolaylı biçimde destek vererek, soldan devşirmelerin yetmez ama evet diyerek oluşturdukları bu geniş şer cephesi karşısında Türkiye halkı kendi liderlerinin ihanetine rağmen %42’yi aşan oranda hayır diyebildi.
Yalnızca bu bile gelecek için hepimize umut veriyor ama o günün koşullarında evetçilerin aldığı %58 oy otoriter eğilimleri zaten bilinen gerici bir iktidara totaliter bir yayılma için ve gözü dönmüş bir yağmaya girişmek için olağanüstü cesaret verdi. Referandum, Türkiye’de emperyalizmin talep ve önerileri doğrultusunda şekillenen yeni statükonun hegemonik gücünü pekiştiren kırılma anlarından biri olarak tarihteki yerini şimdiden aldı.
Şimdi anlıyoruz ki, Kılıçdaroğlu’nun bize tutarsız gelen davranış ve söylemleri ne onun politikadaki acemiliğinden ne de dar görüşlülüğünden kaynaklanıyordu. O, net fikirlere sahip, bir stratejisi olan ve bunu sonuna kadar götürecek kararlılıkta “seçilmiş” bir liderdi. Gel gitleri ve tutarsızlıkları CHP tabanının talep ettiklerini söylemek ve yapmakla bunlara taban tabana zıt kendi gerçek gündeminin gereğini yapmak arasındaki zorunlu çelişkiden kaynaklanıyordu. Kılıçdaroğlu hep bu çelişkiyle yaşadı ancak parti içindeki konumu pekiştikçe tabanın gönlünü hoş tutmada pek eskisi kadar heveskâr davranmadığını görüyoruz. Nitekim, Türkiye’nin kaderini belirlemeye aday bir diğer kırılma anında, bu son Cumhurbaşkanlığı seçiminde işi “tıpış tıpış gideceksiniz” pervazsızlığına kadar götürmekten çekinmedi.
Kılıçdaroğlu belli ki referandumdaki maskesini çıkarmış ve bu kez açıktan oynamıştır. Ortaya sürülen adaylara bir bakın: Bir tarafta iki büyük emperyalist projenin (70’li yılların Yeşil Kuşak Projesi ve 2000’li yılların Büyük Ortadoğu Projesi) her ikisinde de rol üstlenmiş iki sağcı aday, Erdoğan ve İhsanoğlu, diğer tarafta ise yalnız Türkiye’de değil bütün bir bölgede emperyalizmin vurucu gücü olmaya doğru dört nala giden PKK merkezli Kürt siyasasının gözde bir ismi, solcu (!) Demirtaş.
Abartılı gelecek ama Kılıçdaroğlu’nun gerçek adayının İhsanoğlu mu Demirtaş mı olduğu konusunda derin kuşkularım var. En akla yatkını her ikisini birden koltukluyor olması. Kılıçdaroğlu tipik CHP kitlesini İhsanoğlu’nun peşine takarken, buna asla yanaşmayacak sol, sosyalist kesimleri Demirtaş’ın kucağına itti. Böylece, emperyalizmin başat aktörlerinden biri olduğu Yeni Statüko’ya itiraz eden toplumsal kesimler ki, ezici çoğunluğu CHP saflarında veya daha solundaki parti ve örgütlerde kümelenmişlerdir, bu hamle sayesinde statükonun en sadık temsilcilerine mecbur bırakıldılar.
Kılıçdaroğlu’na biçtiğimiz zekâ ve yeteneğin çok ötesinde ancak kurumsal bir aklın organize edeceği bir hamle ile karşı karşıya kaldık. Belki de emperyalizmin güdümündeki mevzilenmeye karşı topyekün meydan okumaya dönüştürülecek bir seçim süreci bu hamle sayesinde emperyalist hegemonyayı güçlendiren ama daha önemlisi muhalefeti darmadağın eden ağır bir yenilgi ile nihayetlendi.
Burada, statükonun sadık temsilcileri derken, İhsanoğlu’nun sadakati konusunda herhalde kuşkuya yer yok, kendi sözleri zaten bunun kanıtı olarak ortada duruyor. Demirtaş’a gelince, kamuoyunda tam tersi yönde bir kanaat oluşmuş durumda, sistemin adamı olmaktan ziyade radikal bir muhalifiymiş gibi kabul görüyor. Bu nedenle burada bir parantez açıp Demirtaş üzerinde biraz durmak istiyorum.
Lazkiye’nin bedavacı fatihi …
Kendini devrimci bir muhalif gibi kabul ettirmede gösterdiği beceriye hayran olsak da, Demirtaş’ın yeni nizamın sadık bir temsilcisi olduğundan kuşku duymuyoruz. Onun bu muhalif imajında sistemin dört bir koldan yürüttüğü yıldızını parlatma çabalarının önemli bir rolü var; yine de, zaman zaman, çevresini saran yapay ışık perdesinin aralanıp gerçek yüzünün açığa çıktığına da tanık oluyoruz.
Bu yarılma anlarından biri Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden hemen önce gerçekleşmiştir. 23 Mayıs 2014 tarihinde Fatih Altaylı’ya vermiş olduğu röportajda (Haber-Türk) kamuoyu gerçek Demirtaş’la tanışmıştır. Röportajdan ona ait cümleleri aktarıyorum:
“Üç Kürt devleti olabilir. İran’da bir Kürt devleti, Irak’ta bir Kürt devleti, Suriye’de bir Kürt devleti… Tabii bu Suriye’deki Kürt oluşumu, Lazkiye’yi de içine alırsa Kürtlerin böyle bir sorunu ortadan kalkar. Denize alışırlar ve Türkiye’ye tam bağımlılık ortadan kalkar.”
Bin bir türlü ayak oyunlarıyla perdelenen şeytanca planlar, iç içe geçmiş stratejiler ancak bu denli özlü biçimde tek bir cümleye sığdırılabilirdi. Yukarıdaki satırları okuyan ortalama bir zekâ Suriye’de dönen dolaplar konusunda herhalde şimdiden bir fikir sahibi olmuştur.
Demirtaş, burada bize AKP ile Suriye üzerinden yapılan pazarlığın ipuçlarını sunuyor: Kürtlerin Lazkiye’den denize kavuşmasına yardım edin biz de Türkiye’ye bağımlı olmaktan kurtulalım. Siz bunu, Mersin’i İskenderun’u istemekten vazgeçelim diye okuyabilirsiniz.
Aynı şekilde, AKP’nin Suriye’ye yönelik gözü kara ve acımasız müdahalelerinin ardında hegemonik etki altında tutabileceği kendisine komşu bir Sünni devlet yaratma arzusu kadar, Kürtlerin denize çıkma talebini kendi cebinden (Türkiye topraklarından) karşılamaktansa Suriye topraklarından özellikle de Alevilerin yoğun olduğu Lazkiye’den karşılama kurnazlığının yattığını böylece öğrenmiş oluyoruz.
Bırakın sağı solu, ilim irfan sahibi olmayı, bir dirhem vicdanı olan şu soruyu sorar: Lazkiye’yi Kürtlere sunmak için hangi tarihsel, demografik, ahlaki gerekçeniz var? Kocaman bir hiç! Lazkiye’de Kürt yok ki…
Gerekçe yok ama bunun için fırsat var, elbette. Emperyalizm tarafından mahvedilmiş, kafa kesen cellâtlara teslim edilmiş bir ülke kendini savunmada acze düşünce muhteris yağmacıların iştahını kabartıyor belli ki…
Selahattin Demirtaş, işte budur. Ömür boyu insan haklarından, demokrasiden, ezilenlerin hak hukukundan dem vurursun, tek bir sözün senin gerçek kimliğini bütün çıplaklığıyla açığa vurur. Kazıyın cilasını, alttan çıkan safkan bir milliyetçidir. Bu durumda, Demirtaş’a ait “Ben Cumhurbaşkanı adayı olmakla ayrılmak istemediğimizi kanıtlamış oluyorum” sözünün ne anlamı var gerçekten? Demirtaş’a inanalım mı, Suriye’den Lazkiye’yi talep eden Türkiye’den ne istemez. Belli ki, Demirtaş’ın temel düsturu “isteyenin bir yüzü kara vermeyenin iki yüzü.”
Dikkatimi çeken bir başka yanı daha var Demirtaş’ın… Son zamanlarda sık sık, “Biz yalnızca Kürtlerin değil bütün ezilenlerin” diye başlayan ve “Alevilerin, Lazların, Çerkezlerin, Pomakların, Romanların” diye etnisite, mezhep ne bulduysa doldur torbaya usulü devam eden, bütün bu kesimlerin hakkını hukukunu savunacağını ilan ederek sona eren cümleler kuruyor. Ama, ben mi yanılıyorum bilmiyorum, Zazaların bu listede ismi geçmiyor nedense, onlardan hiç bahsetmiyor. İnsan sormak istiyor, Sayın Demirtaş, Zazalar neden listede yok, yoksa onlar zaten Kürt mü?
Sen orada tüm mezhep farklılıklarını, dil, etnisite farklılıklarını görmezden gel, dört başı mamur ulus inşasına giriş (itirazım buna değil, elbette bir ulus böyle de inşa edilir) ama diğer yandan var olan bir ulusu Türk ulusunu yerli yersiz tüm bileşenlerine doğru parçalamaya kalkış; uyanıklığın bu kadarına da pes doğrusu!
İşte, Türkiye’yi birleştirecek ülkemize ve bölgemize (evet, Lazkiye’ye de!) barış getirecek yeni liderimiz, düzen muhalifi devrimci adayımız bu… Hadi oradan deyip geçelim ve kaldığımız yerden konumuza devam edelim.
Kılıçdaroğlu’nun Kumarı…
Kılıçdaroğlu’nun CHP tabanını, bu tabanın duygu ve düşünceleriyle taban tabana zıt iki adayla baş başa bırakması, elbette eleştirileri üzerine çekecekti. Burada sorulması gereken soru, kendini deşifre etmek pahasına neden bu kadar açıktan oynadığıdır. Seçimde ortaya çıkan sonuç pekâlâ Kılıçdaroğlu’nun CHP’deki serüveninin sonunu getirebilir.
Bunun bir yanıtı attığı taşın her halükarda ürküttüğü kurbağaya değmiş olabileceğidir. Kılıçdaroğlu’nun en büyük korkusu, klasik CHP tabanının çizgisiyle barışık Cumhuriyetçi formasyonu ağır basan bir adayın ortaya çıkıp CHP’nin Kılıçdaroğlu liderliğinde aldığı oyları aşan bir orana ulaşmasıydı. Bu yalnızca Kılıçdaroğlu’nun liderliğini sorgulanır hale getirmeyecek belki de Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini engelleyerek muhalif unsurlara büyük moral verecekti.
Burada önem verdiğimiz, Erdoğan’ın ilk turda seçilmesinin her ne olursa olsun engellenmesi değil, bunun Cumhuriyetçi bir adayın başarısıyla sağlanmasıdır. Erdoğan’ın engellenmesi İhsanoğlu ya da Demirtaş’ın alacağı oylarla sağlansaydı bile bizim açımızdan aynı sonucu vermeyecekti. Çünkü, muhalefet derken, cumhuriyet değerleriyle barışık, Referandum’da en kötü koşullarda %42’yi aşmış, Gezi direnişinde gözü karalığını ve dinamizmini ortaya koymuş toplumsal kesimlerden bahsediyoruz.
Demirtaş ve İhsanoğlu’nun bu kitleyle bir alakaları yok; ne Referandum’da ne de Gezi’de onlarla aynı saftaydılar, aslında Erdoğan’ın yanındaydılar. Bu muhalefetin kendi organik aydınlarıyla, liderleriyle güç kazanması ve sahneye örgütlü biçimde çıkması Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun, Demirtaş’ın İhsanoğlu’nun bunların cemi cümlesinin en büyük korkusudur; onlara rol kestiren arkalarındaki emperyalist aklın da…
Kılıçdaroğlu yaptığı hamleyle bu olasılığı daha baştan bertaraf etti. Önüne gelen her fırsatta mevcut rejimle hesaplaşmak isteyen, duyguları bu yönde giderek daha da bilenen milyonlar bugün tümüyle paralize edilmiş, yenilgici duygular içine itilmiş durumdalar. Kılıçdaroğlu gönderilecek olsa bile yerine getirdiği misyon açısından gönlünü ferah tutabilir; galiptir bu yolda mağlup…
Üstelik, Kılıçdaroğlu açısından böyle bir riskin var olduğuna da pek emin değilim. Her halükarda yenilgi durumunda bile lider kalacağı biçimde parti içindeki konumunu sağlamlaştırmış, örgütü bu yönde sandığımızın ötesinde dönüştürmüş olması pekâlâ mümkündür. Evet, Kılçdaroğlu, CHP kadrolarının bilincinin köreldiği bir şaşkınlık anında partinin başına geçti. Ama, o günden bu güne, var olan kadrolar azımsanamayacak oranda yenileri ile ikame edildiler. Yalnızca, TESEV’ci mantalite ile donanmış kadrolardan bahsetmiyorum. Bunlara, uzun vadeli stratejilere, derin politik oyunlara kafaları basmasa da etnik, mezhepçi en ilkel aidiyet duygularının esiri oldukları için Kılıçdaroğlu’nun etrafında kilitlenecek dar kafalıları eklemeyi unutmayın. Yılların siyasetçisi, AKP’ye karşı verdiği mücadeleyle 12 Eylül Cuntası’na Danışma Meclisi üyeliği yaptığını bile bize unutturan Kamer Genç’in “Kılıçdaroğlu’nu Tuncelili olduğu için istemiyorlar bu yüzden kurultayı zorluyorlar” açıklamasına bakınca sözünü ettiğimiz dar kafalılığın hiç de yabana atılmaması gerektiğini umulmadık isimlere sirayet edebileceğini görmek durumundayız.
CHP örgütündeki değişimin boyutunu görmemiz için çok fazla beklemeyeceğiz, şunun şurasında Kurultaya sayılı günler kaldı. Ancak bütün bu olup bitenlerden sonra olası bir Kurultay zaferinin Kılıçdaroğlu’na kendiliğinden seçim başarısı sağlayamayacağı açık. Oylarını artırmak bir yana mevcut oy oranının koruması için bile CHP tabanını şu veya bu biçimde dönüştürmüş olması gerekiyor.
Tabanı dönüştürmek derken kastımızın ne olduğunu gelecek bölümde daha açık biçimde ortaya koymaya çalışacağız. Buna geçmeden, şimdilik son bir söz, emperyalizmin seçeneklerinin Kılıçdaroğlu’nun seçeneklerinden çok daha çeşitlilik arzettiğidir.
Emperyalistler elbette, emperyalist gündeme direnen CHP tabanını dönüştürmek isteyeceklerdir ancak, gündemin hali hazırdaki ilerleyişi açısından CHP örgütünün dönüşmüş olması ilk elde yeterlidir. Kılıçdaroğlu’nun gidişi bu şartlarda emperyalistler için bir risk teşkil etmez, onun kadar deşifre olmamış ama aynı işi görecek niyet ve yetenekte bir başka oyuncuyu CHP’ye empoze etme kapasitesine sahip oldukları sürece bu oyun böyle ilânihaye sürer gider.
Levent Yakış
25.08.2014