25 Mart 2014 Salı

Amiral Soner Polat / Uluslararası bataklık

Marx'ın "yabancılaşma" kavramı ile ilk kez tanışan her insan derin düşüncelere dalar. Materyalist filozof, kapitalist bir üretim sisteminde işçinin emeğine, ürününe, kendisine ve hatta topluma yabancılaştığını ileri sürer. Doğal olarak bu düşünce çeşitli açılardan tartışılabilir. Soyut bir tanımlama olan "uluslararası yükümlülükler" kavramını her duyduğumda, aklıma Marx'ın bu yaklaşımı gelir.
Özel Sekreterlik gibi komutanların konuşmalarını derlemeyi de içeren birçok görevde bulundum. Komutanlar şu cümleyi çok seviyor ve özellikle sunumlarında yer almasını istiyorlardı: "TSK'nın ayrılmaz bir parçası olan Türk Deniz Kuvvetleri, ulusal ve uluslararası sorumlulukları çerçevesinde..." Cümle bu şekilde uzayıp gidiyordu. Uluslararası sorumlulukları içeren çeşitli görevlerin Türkiye'ye ne kazandırdığı konusunu somut verilerle analiz eden hiçbir çalışmaya tanık olmadım.
Batının fedaisi
60 yılı aşan NATO süreci ve son dönemlerde karşılıksız aşka dönen Avrupa Birliği (AB)'ne üyelik sevdası bizi öylesine hipnotize etti ki ulusal meseleleri bir kenara bırakarak uluslararası sorunlar bataklığına saplandık. Batı, hiç hissettirmeden bizi kendi gerçekliğimizden kopararak, özel çıkarlarının hem bekçisi hem de fedaisi yaptı. Şırıngaladığı ilaç oldukça etkiliydi: "Türkiye en önemli ve sadık müttefikimizdir. Uluslararası sorumluluklarını yerine getirmede Türkiye, diğer ülkelere örnek olmaktadır."
Ergenekon, Balyoz ve özellikle Türk Deniz Kuvvetlerini hedef alan diğer isimli tertip davalar sonrasında, uluslararası sorumluluklar birdenbire Türkiye'nin ağırlık merkezine oturtuldu. Ulusal çıkarlarımızı hedef alan onlarca sorun sahasında kolumuzu kıpırdatmazken, uluslararası arenada cüretkâr ataklar yapmaya başladık!
Libya gazamız oldukça çarpıcı ve dikkat çekiciydi. Hatırlayalım, henüz TBMM'den, Anayasa'nın 92'nci maddesi gereğince, "Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine" ilişkin teskere bile geçmemişken, gemiler denize açılmıştı. Daha sonra bu gemilerin, Haçlı Donanması'nı anımsatan "Andre Doria" isimli sancak gemisindeki İtalyan amiral emrinde görev yaptığını öğrendik. En çok sayıda gemiyi biz tahsis etmemize rağmen, komutayı bize bırakmamışlardı!
PKK, Güneydoğu'da özerklik ilan etmeye ve bu girişimini silahla savunmaya hazırlanırken, Afganistan dâhil dünyanın çeşitli bölgelerine uluslararası yükümlülüklerimiz çerçevesinde birlikler gönderiyorduk!
Yurt gazetesinde 4 Mart 2014 tarihinde bir söyleşi yayımlandı. Gazetenin muhabiri şöyle bir soru yöneltmişti: "Kırım bizim soydaşlarımızın yaşadığı bir yer, Kırım'a donanma gönderilebilir mi?" Askeri yetkilinin verdiği cevap oldukça ilginç, dikkat çekici ve düşündürücüydü: "Bu yönde verilecek her türlü göreve hazırız!"
İşgal ettiği makamın önemi itibarıyla, bu komutanımızın sözlerini büyük bir ciddiyet atfederek değerlendirmeye çalıştım. Kırım için nasıl bir vazife belirlenebilirdi. Her askeri harekâtın bir siyasi, bir fiziki, bir de askeri hedefi veya hedefleri olmalıydı. Kırım'da nasıl bir siyasi hedefin elde edilmesi öngörülmekteydi. Kırım için fiziki hedef ne olabilirdi. Birinci Dünya Savaşı'na girmemize neden olan Gœben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) hadisesi ortadaydı. Peki, askeri hedef ne olacaktı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyesi olan ve yasal nükleer silaha sahip bir ülkenin, gelenleri "Hoş geldiniz!" diye karşılaması mı bekleniyordu?
Diğer taraftan, Doğu Akdeniz'de İsrail ve Kıbrıslı Rumlar, arkalarına ABD ve AB'yi de alarak doğal gaza sahiplenmenin keyfini sürüyorlar. Ege'deki tartışmalı ada ve adacıklarda Yunanistan'ın devlet uygulamaları tam gaz devam ediyor. Bu ahval ve şerait içinde, büyük masraflara girerek deniz haydutluğu ile mücadele etmek üzere Afrika'nın batısında bulunan Gine Körfezi'ne çok sayıda gemi göndermeye başladık. Türkiye'ye yönelik deniz ulaştırma rotalarının Batı ve Güney Afrika'dan geçmediğini bilmem söylemeye gerek var mı?
NATO ve AB çevrelerinde yapılan özel sohbetlerde biz Türkleri hep şu şekilde pohpohlarlar: "Türkiye bölgesel güç merkezi ve NATO'nun ABD'den sonraki en önemli askeri gücüdür." Bazı konularda direnç gösterdiğimizde ise arkamızdan şöyle konuşurlar: "Merak etmeyin. Uzun sürmez! Türkler kahve köpüğüne benzer, çabuk kabarır, çabuk sönerler."
Türkiye bölgesel güç merkezi mi?
Bunları duyunca insan düşünmeden edemiyor. Bu nasıl bölgesel güç merkezidir ki yakın çevresindeki sorunlarda bile masada kendisine yer bulamıyor! Donanması olmayan Gürcistan, 2008 ve 2009 yıllarında yaşandığı gibi, uluslararası hukuka bütünüyle aykırı olarak ticaret gemisine el koyabiliyor! Barzani gibi bir savaş lordu, iç siyasetine doğrudan müdahale edebiliyor!
Bir boks karşılaşmasında, boksörlerden biri fena halde dayak yemektedir. Ağzı burnu yamulmuş, her yeri kan revan içindedir. Ayakta güçlükle durmaktadır. Nakavt olmak üzereyken imdadına gonk yetişir. Antrenör, bir taraftan yaralarını silerken, diğer taraftan, ona moral vermeye çalışır: "Aferin aslanım! Çok iyi maç çıkarıyorsun. Rakibini perişan ediyorsun!" Yediği darbelerle bilincini yitirmek üzere olan boksör cevap verir: "Hocam, seyircilerden biri beni fena halde pataklıyor, derhal onu bulun!" Türkiye ve Bölgesel Güç Merkezi sözcükleri yan yana gelince hep bu fıkrayı hatırlarım.
Konuya yabancılaşma ile girmiştik. Bu kavramın başka bir tanımını biraz değiştirip biraz da yumuşatarak konuyu kapatalım: "Yabancılaşma, bir kişinin; kendisini, çevresini ve dünyayı onu denetleyen kişinin gözü ile algılamasıdır."
Tolstoy'un şu ünlü sözlerini unutmayalım. "En tehlikeli düşman bir dost kadar yakın mesafededir." Türkiye, bir an önce sahte bir dünya olan ve maskeli baloya dönen uluslararacılık oyununa son verip, kendi gerçeği olan ulusal sorunlarına odaklanmalıdır.
Amiral Soner Polat
Aydınlık / 25.03.2014