"19 Haziran 2014 günü utanç verici Balyoz davası kapsamında tutuklu bulunan 230 sanık, Anayasa Mahkemesi’nin oybirliğiyle adil yargılanma haklarının ihlal edilmiş olduğuna hükmetmesini takiben, nihayet serbest bırakıldı. Davaya temel teşkil eden darbe planları belgelerinin aslında sahte oldukları bugün büyük ölçüde kabul ediliyor. Adli tıp uzmanları yargılamanın omurgasını oluşturan planların eski tarih girilmiş bilgisayarlarda hazırlandığı ve 2003’te hazırlanmış gibi gösterildiğini saptadılar. Önceleri suçlamaların tamamen arkasında duran Erdoğan ve kendisine yakın kadrolar şimdilerde delillerin uydurma olduğundan açıkça bahsetmekte ve orduya karşı düzenlenen bir komplo olduğunu kabul etmektedirler.
Komplo kurulan yüzlerce kişiye yapılan adaletsizliğin ötesinde asıl soru, süreç içerisinde gerçeklik ile kurgunun neredeyse birbirinden ayırt edilemez hale geldiği bu düzmece davanın buraya kadar nasıl getirilmiş olduğudur. Orduyu etkisizleştirmek gibi ortak bir hedefi olan iki gruptan gösteriyi sahneleyen Gülenci polis ve savcılar, Erdoğan hükümetinden düpedüz tam destek almıştır. Ancak, Balyoz saçmalığını en fazla meşrulaştıran, ülkenin entelektüelleri olmuştur. Entelektüeller suçlamalara prim vermeyip davayı desteklememiş olsalardı, yargılamanın buraya kadar gelmesi ve daha önceden belirlenmiş hükümlere varılması çok daha zor olurdu. Bu kişiler genellikle benim de aynı idealleri ve özlemleri paylaştığım liberal demokratlardı. Onlar, eğitim almış, yüzünü batıya dönmüş Türk halkının (Türkiye’nin yurtdışındaki dostlarının da) izinden gittiği kanaat önderleriydi.
Bu entelektüelleri birleştiren görüş, ordu ve onun devlet kurumları üzerindeki kontrolünün –kendi deyimleriyle ‘askeri vesayetin’ – Türkiye demokrasisinin önünde duran en büyük engel olduğuydu. Bu perspektif, askeriyenin siyasi etkisini zayıflatmayı nihayetinde kendi içinde bir amaca dönüştürecekti. Bu, onların, hukukun üstünlüğü ilkesi ile usule uygunluğa yönelik ihlallerin kabaran listesini, eğer zarar gören tarafta ordu mensubu ve aşırı milliyetçiler varsa, göz ardı etmesine veya önemsizmiş gibi göstermesine izin verecekti. Daha da vahimi, polis ve yargı bünyesinde Gülen hareketine bağlı güçlerin yıpratıcı etkisini görmezden gelmesine neden olacaktı. Entelektüel kesiminin demokratikleşme ve sivilleşme adımları olarak alkış tuttuğu şeyler, neticede Gülenci mafyanın askeri vesayetin yerini alması olarak tecelli edecekti.
O dönemlerde söylediklerini değerlendirdiğimizde, Mehmet Baransu kendilerine Balyoz darbe planı belgelerini gösterdiği zaman, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’ın sergiledikleri saflık, suçluluğun sınırlarında dolaşan bir naifliktir. Altan, emin bir şekilde belgelerin üzerinde bulunan isimlerin, planların gerçek olduğunu ve planların Orgeneral Doğan’ın komutasında yapıldığını kesin bir şekilde kanıtladığını yazdı. Çongar yazısında darbe planlayıcılarının “dijital parmak izlerinin” CD’lerin her birinin üzerinde olduğunu iddia etti. Sonradan, Amerikalı bir gazeteci tarafından sıkıştırıldığında kendisini savunmak için planların gerçek dışı olamayacak kadar fazla detaylı olduğunu belirtecekti. Eğer bu ikili Baransu tarafından kandırıldıysa da, kendileri de akabinde Türkiye’nin liberallerini kandırdılar. (Taraf planların tartışmasız bir şekilde gerçek olduğunu sunmakla kalmadı; o dönemde başka hiç kimsenin bu belgelere ulaşma ve aksini iddia etme şansı olmadığı halde, durmadan bu belgelerin altında Orgeneral Doğan ve ortaklarının imzaları olduğunu belirtti.)
Pek de yalnız sayılmazlardı. Balyoz vagonuna ilk atlayanlardan birisi, birçokları tarafından Türk gazeteciliği için duayen olarak kabul edilen Hasan Cemal oldu. Cemal, diğerleri gibi, ordunun 2003-2004 yıllarında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’ni hükümetten indirmek için planlar yapmış olduğundan emindi. Balyoz belgeleri yayınlandığında da bunların mevzubahis planlar olduğunu açıkladı. Onunla konuşmayı denediğimde, birbirimizi tanıyor olmamıza rağmen, benimle görüşmeyi reddetti.
Ana akım medyasında tutarsızlıklar hakkında yazan Sedat Ergin, Aslı Aydıntaşbaş ve Ezgi Başaran gibi önemli gazeteciler de vardı. Ancak genel olarak Türk entelijensiyası tarafından görmezden gelinmiş ya da görüşlerimiz dolayısıyla alay ve hakarete maruz kalmıştık. Sunduğumuz kanıtlar nadiren ciddiye alınarak tartışıldı. Saçma ama yaygın suçlama ise benim ve eşimin militarizmi desteklediğimiz yönündeydi. Ayrıca sıklıkla şahsi karalama saldırılarına da maruz kaldık; önde gelen liberallerden olan Ali Bayramoğlu, bizi Pinochet’nin çocuklarına benzeterek “darbeci çocukları” olarak adlandırdı.
Bu deneyimi gerçeküstü yapan ise öncü roldeki entelektüellerin bu davanın çıplak gerçeklerini yok saymasıydı. Altan, Çongar ve Cemal’e ek olarak, ileri gelen birçok entelektüel sürekli olarak dava hakkındaki bilgileri saptırdılar.
Etyen Mahçupyan oldukça sembolikti. Yıllar boyu her biri diğerinden daha korkunç olan çok sayıda gaf üretecekti. Çeşitli zamanlarda Orgeneral Doğan’ın savcılara Balyoz darbe planı hazırladığını itiraf ettiğini; Doğan’ın üstlerine askeri seminerin içeriği hakkında yalan söylediğini; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin dijital verilerin uydurma olduğu iddialarını reddettiğini; Gölcük hard diskinin sanıklardan birisinin kişisel parolası ile korunduğunu; Balyoz darbe planlarının güncellenmiş versiyonlarının Gölcük’te bulunduğunu yazdı. Bunların hepsi yanlıştı. Bu asılsız iddiaların hiçbirisinde Mahçupyan hatalarını kabullenmemiş veya düzeltme yayınlamamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin Haziran 2014’te vermiş olduğu, sanıkların haklarının ihlal edildiği hükmünün ardından nihayet kanıtlarla ilgili problemler olduğunu itiraf etmiş; ancak Doğan ve diğer “darbecilerin” hukuki açıdan olmasa bile siyasi olarak suçlu olduklarını belirtmiştir.
Diğer kayda değer olay ise Taraf’ın liberal köşe yazarı Alper Görmüş’ün kaleme aldığı ve Balyoz Planı’nın gerçekliğini savunan bir dizi makaledir. Hakkını verelim, kendisi bizim savlarımızı dikkate alan ve itibarsızlaştırmak için dahi olsa ciddi şekilde tartışan tek Balyoz Davası savunucusudur. Dava hakkında yazdığı dört yıl boyunca, argümanı ciddi bir evrim geçirmiştir. En sonunda, Görmüş özünde sanıklar karşısında inandırıcı bir dava yürütüldüğü iddiasından vazgeçmiştir. 2014’ün başlarında yayınlanan röportajında, Pınar ve benim ortaya koyduğumuz savların karşısında durmasının nedeninin, “kamuoyu” üzerinde oluşturduğumuz etki olduğunu belirtti: “Ben, yaratılmak istenen, ‘bu memlekette 2002’den beri hiçbir şey olmadı, seçilmiş hükümete karşı askerler tavır almadı, her şey palavra’ algısına karşı mücadele ediyorum”.
Nihayetinde, birçok yorumcu için Balyoz belgelerinin gerçek olup olmadığı pek de önemli olmamıştır. 2003’ün Mart ayında Orgeneral Doğan’ın başkanlığında düzenlenen askeri seminerin zabıtları, onlar için yeterli ölçüde kanıt niteliğindedir. Balyoz belgelerine dair problemlerin görmezden gelinemeyecek ölçüde ciddi noktalara varmış olması karşısında bu genel bir taktiğe dönüşmüştür. Ancak bu taktik, dijital kanıtların hakikatine dayanan yargılamanın bütün mantığına gölge düşürmüştür. Düzmece belgeleri kimler hazırlamıştır? Seminer başlı başına bir darbe girişimi ise savcılar hangi nedenle bu belgelere bel bağlamayı seçmişlerdi? Bunlar cevabı halen verilmemiş sorular olmayı sürdürmektedir.
Altan, Çongar, Mahçupyan, Görmüş ve diğerleri ile ilgili olan sorun sadece onların belgelerde baskın şekilde görülen sahtecilik izlerine sırtlarını dönmüş olmaları değildir. Yargı sürecini baltalayan adli uygulamalara destek vermeleri de değildir. Onların en büyük hatası demokrasinin böylesi çürük temeller üzerine inşa edilebileceğine inanmış olmalarıdır.
2007 ve 2011 arasındaki dört yıllık epeyce kısa zaman diliminde, Türkiye’nin siyasi dengeleri laiklik-ordu merkezli eski rejimin tasfiyesi ile birlikte çok önemli bir dönüşümden geçti. Türk ordusu siyasi oyunun kurallarını belirleyen güçlü söz sahibi pozisyonundan AKP hükümetinin uysal bir parçasına indirgendi. Farklı yapılardaki tehditlere karşı koymaya alışkın olan ordunun üst komutasının, böylesi bir halkla ilişkiler faciasını nasıl yöneteceğine dair bir fikri yoktu. Nitekim sahte olduğunu bildiği suçlamalara karşı etkili bir yanıt vermeyi bir türlü beceremedi. Ordu içindeki yoğun sızıntılardan kaynaklanan güvenlik ihlalleri şüpheleri arttırmış ve askeri personelin birbirleriyle karşı karşıya gelmesine yol açmıştır. Balyoz ve Ergenekon kapsamında peş peşe gelen iddianameler, ordu mensuplarını sıradakinin kendileri olabileceği korkusuyla etkisiz hale getirmiştir. Yargı ve medyanın ortak saldırısı sonucunda ordu adeta iskambil kâğıtlarından yapılmış bir ev gibi alaşağı edilmiştir.
Birçokları zamanında bu süreci demokratikleşme süreci olarak yorumlamıştı — belki biraz fazla dağınık, bazı hukuk devleti ihlallerini içeriyor, ama yine de demokratikleşme. Yine de bu hızlı dönüşüme olanak tanıyan Balyoz davasına ve diğer siyasi içerikli yargılamalara yakından bakan herhangi biri, böyle bir yanılsamaya düşmezdi. Olan biten aslında tamamen farklıydı: Gülenciler ve AKP, Kafkavari yöntemler ile gücü ellerine geçirdi. Nasıl ordunun kendi ihlalleri geçmişte demokrasiye zarar verdiyse, laikler ve orduya karşı yürütülen kirli savaş da nihayetinde devlet içindeki mafyayı güçlendirmiş ve Türkiye’yi daha da karanlık bir otoriterliğe mahkûm etmiştir.
Balyoz ve ona bağlı kitlesel yargılamaların, Türkiye’nin derin devleti ve darbe tarihiyle yüzleşip onların üstesinden gelmesi konusunda kaçırılmış bir fırsat olduğunu söylemek bir klişedir. Ancak asıl hasar çok daha derindir. Ağustos’ta gerçekleştirilecek başkanlık seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, Türkiye rejim değişikliğini gerçekleştirmek amacıyla tertip edilen kirli oyunların sonuçlarıyla yaşamak zorunda kalacaktır: Eski yaraların ve laikler ile dinci-muhafazakârların arasında görülen siyasi-kültürel ayrılıkların derinleşmesi; Erdoğan’ın AKP’si ile Gülenciler arasında Türkiye siyasetinin merkezinde, esasen antidemokratik isleyiş usulüne sahip iki grup arasında yaşanan iktidar mücadelesi ve Türkiye’yi demokrasiden daha da uzaklaştıran, otoriterliğe doğru yaşanan keskin iniş.
Erdoğan ve Gülenciler tüm bu yaşananların arkasındaki başlıca failler olabilir, ancak kimse bu kederli hikâyeden başı dik bir şekilde ayrılamaz. Ne ülkeyi uzun yıllar boyunca sertlikle yöneten ve aslında hor gördükleri dinci-muhafazakâr grupların geri tepki vermesini neredeyse garantileyen laik-askeri elitler; ne oldukça geniş yelpazede ihlaller içerisinde olmasına rağmen, hala hükümeti desteklemeyi sürdüren Türkiye’nin Avrupa ve ABD’deki dostları; ve elbette ne de olup biteni fena halde yanlış yorumlayıp Kafka’yı utandıracak derecede sahte yargılamaları meşrulaştıran entelijensiya."
Odatv.com
Dani Rodrik / 13.07.2014