Geçen salı bu köşede yer alan “Hatırlayalım!” başlıklı yazı üzerine eski bir arkadaşım üç cümlelik bir e-posta gönderdi: “Yahu Yavuz, sen kafayı mı sıyırdın? 2003’ün koşullarıyla bugünün koşulları aynı mı? Bugün ABD’ye neden eskisi gibi tepki yok, sen üzerinde düşün biraz bakalım.”
Sıyırmış olabilirim gerçekten... Aslında uzun süredir düşünüyorum, fakat emperyalizm konusundaki fikrimi bir türlü değiştiremiyorum. Acaba bende bir emperyalizm saplantısı mı var? Gâvurların, “obsessive compulsion” dedikleri şeyden...
‘TIK’ YOK!
Mesela postmodernizmden etkilenmeyi de istediğim halde, bir türlü başaramadım. “Postmodernist burjuva liberalizmi”ni, hatta Frederic Jameson’ın “Siyasal Bilinçdışı”nı çevirdim. Elimden geleni yaptım. Hardt ve Negri’nin “İmparatoluk”unu dikkatle okumakla kalmadım, üstelik Negri”nin “Devrimin Zamanı” adlı 333 sayfalık kitabını bile her bir paragrafıyla boğuşarak çevirdim.
Fakat, “tık” yok!
Acaba gençliğimdeki Lenin okumaları zihnimi ele geçirdiği için mi kurtulamıyorum; “somut durumun somut tahlili/ kapitalizmin en yüksek aşaması” falan... Yoksa Che Guevara’nın kıtasal devrim düşüncesi, Simon Bolivar, José Marti, Latin Amerikalı devrimcilerin “Patria o Muerte” (Vatan ya da Ölüm!) sloganı gibi şeyler kanıma girdi de ondan mı? Bilemiyorum... Siyasi coğrafyaya ve iktisadiyata her bakışımda emperyalizmi görüyorum.
Hayal kırıklığı da olabilir aslında... “İncirlik Mutabakatı’nın tam metni ve gizli anlaşmalar halka açıklansın” gibi bir talebin hiçbir siyasi hareket tarafından öne sürülememesi belki de beni rencide ediyor. Yoksa “İncirlik mutabakatı” bana, canını dişine takarak TBMM’nin gündemine “Amerikan üsleri”ni getiren Aybar ile Boran’ı, Kürecik Radar Üssü’nü basmaya giderken yüzlerce kurşunla vurulan Sinan Cemgil’i mi hatırlatıyor ?
Bir de tabii İttihat ve Terakki, Kemalizm ve ulusalcılık meselesi var. Neredeyse bütün anarşist metinleri okudum, ayıptır söylemesi. “Anarşizmin Tarihi”nin 976 sayfasını tek tek Türkçeleştirdim. Wallerstein, Mandel, Braudel falan da okudum, fakat bugünün dünyasında ulusal devletten vazgeçmenin kölelikle sonuçlanacağı, sosyalizmin iktisadi ve toplumsal zeminini yok edeceği; ulus-devletin dağılmasının sosyalizme değil de barbarlığa giden yolu açacağı düşüncesinden kafayı sıyıramadım.
‘İÇİ BOŞ KABUK’: KEMALİZM
Bu durum insanı yalnızlaştırıyor tabii. Mesela çocukluğunu bildiğim bir başka arkadaşım, günlük bir gazetedeki tefrikasında aynen şöyle diyor: “Halbuki bir ‘Misak-ı Milli’ tarifi, bir Türk milleti yaratma ve ‘milli bağımsızlık’ doktrini olarak Kemalizm çoktan tarih olmuştu (...) ‘Kemalizm’ ise içi boş bir kabuğa, solu darbelerle ezmenin doktrinine dönüştürüldü.” Bak sen şu işe!
N’oldu, Resneli Niyazi’ye? Borazan çalıp köy meydanına inen Aris Velochiotis yurtseverliğine ne oldu? Misak-ı Milli olarak Kemalizm çoktan tarih olmuşsa, gidip emperyalizmin yeni bölge haritasına katkıda bulunun!
Liberalizm cennetinin bekleme odasına alınmış, sınanıyorsunuz! ÖDP/HDP/Yeni Haziran’ın kapsayıcı kucaklayıcı, ötekileştirmeyici, kimlikçi, mezhepçi, çoğulcu, her şeye maydanoz, her şeyi söylediği için hiçbir şey söyleyemeyen, birleştirici taban temel çatı kubbe, aşkın ve şaşkın partilerinin son çıkıntısı olmuşsunuz da haberiniz yok!
Solu darbelerle ezen şeye biz Kemalizm değil, emperyalist kapitalizm diyoruz. Türkiye’de eskiden sosyalist olup da şimdi postmodernist liberal, kimlikçi, anarko-nihilist, Kürt milliyetçisi, acayip derecede “demokrat” vs olan herkes Kemalizm’in kabuğunu kırıp kanat çırparak işe başladı, işbirlikçiliğe aday birer civciv olarak korunup kollandı ve ödüllendirildi. Demek ki burada bir kriter var. Kemalizm’in gerisine düştüğünüz zaman kendinizi emperyalizmin yanında, her türlü işbirlikçinin içinde buluyorsunuz.
Modaya kapılarak Kemalizm’i tarif etmeyi bırakın da bir sosyalizm tarifi yapın bakalım, ne diyeceksiniz? Dünyanın bütün sosyalistleri ve bütün işçi sınıfları, tarihin her döneminde, burjuvazinin işbirliği yaptığı ya da tüydüğü yerde kendi yurtlarını, kendi misak-ı millilerini emperyalizme ve her türlü işgalciye karşı savunmuşlardır. Tek bir istisnası yoktur. Haziran Ayaklanması da özünde işbirlikçi gericiliğe karşı ulusalcı bir ayaklanmadır; o sırada iktidarı korkutan sol sloganlar değil, genç Mustafa Kemal’in resimleri ve askerleriydi. İçi boş kabukmuş! Hani derler ya, civciv yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş...
Haziran Ayaklanması’nın potansiyelini parçalayan, HDP’den ve onun gündeminden kendisini ayıramayan sosyalist sol olmuştur.
Neyse... Özetle, bir türlü sol liberal, postmodernist, kimlikçi entelektüel gibi bir şey, hatta anti-Kemalist bir “demokrat” bile olamadım. Onu söyleyecektim, konu dağıldı biraz... Olacak o kadar.
YAVUZ ALOGAN / 08.08.2015- Aydınlık