Yıllar önce Amsterdam sokaklarında dolaşırken bir kitabevine rastladım. İçeri girdiğimde, şaşırdım. Geniş mekânın duvarlarını çepeçevre kuşatan raflarda, bildiğim ve bilmediğim neredeyse bütün anarşist ve sosyalist külliyat sıradağlar gibi duruyordu: Bakunin, Marx, Kropotkin, Lenin, Stirner, Buharin, Proudhon, Goldman, Troçki, Godwin ve akla gelebilecek herkes.
Köşede oturan hippi kılıklı yaşlı adam, raflarda eşelenip duran, şeklinden de Asyalı olduğu anlaşılan adamı görünce ilgilendi. Tanıştık. Anarşistmiş. Ben de tabii hemen komünist olduğumu söyledim. Yayınevleri varmış, broşür ve kitap çıkarıyorlarmış. Provo ve Kabouter hareketlerinden, motorlu taşıt karşıtı “beyaz bisiklet” kampanyasından söz ettik. Ben de geçmişten bir şeyler anlattım ama pek anlamadı galiba. Arada muazzam bir fark vardı. Onlar tüketim toplumunu uyarmaya çalışmışlardı; bizler ise halkı emperyalizme karşı uyandırmaya çalışmıştık. Onlar kapitalizmin kötülüklerini “hemen şimdi” ortadan kaldırabileceklerini sanmışlardı; bizler ise uzun dönemli devrim ve halk savaşı planlarıyla uğraşmıştık. Onların devleti, tıpkı diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi onlara bir noktadan sonra hoşgörüyle yaklaşmış, zararsız varlıklarını sürdürmelerine izin vermişti; bizimki ise bizleri sokak ortasında kurşunlamış, asmış, kökümüzü kurutmak için elinden geleni yapmıştı.
KORKU
Dışarı çıktığımda içimi bir korku kapladı. “Ulaan,” dedim kendi kendime, “yaşlanınca acaba biz de böyle mi olacağız?” Birkaç yüz adet satan, derin analizlerin yer aldığı dergilerin etrafında toplanıp dünyanın bütün sorunlarını çözen bir moruklar topluluğu... Birkaç yıl bağırıp çağırdıktan sonra, hoş anılar biriktirip hayata karışacak zeki ve hevesli gençlerin üye olduğu, en tepede her şeyi bilen kıskanç morukların bekçilik ettiği saplantılı devrimci siyasi partiler... Bu nasıl bir kader, ne feci bir akıbettir!
ÇOCUK BAHÇESİ
Medyatik yöntemlerle ateşini düşürdüğü toplumun bütün vidalarını sürdürülebilir tüketim beklentisiyle iyice gevşeten kapitalizmin, düzenin en radikal muhaliflerine içinde rahatça oynayabilecekleri küçük bir “çocuk bahçesi” ayırdığını, o bahçenin içinde insanların zamanla yaşlanarak çürüyüp gittiklerini galiba ilk kez o zaman fark ettim.
Uzun AKP döneminde bu korku hep içimi kemirdi. Soğuk Savaş’ın tehlike algıları ortadan kalktıktan sonra en radikal sol fikirlerin ve programların bile bir tür dokunulmazlık kazandığını gördük. İstediğinizi söyleyebiliyor; dergi, kitap çıkarabiliyor, miting, gösteri, ne isterseniz yapabiliyor; pirenin bile deve gibi göründüğü sosyal medyanın yarattığı muazzam tatminle avunabiliyordunuz. Sistemin tehlikeli bulduğu somut bir şeylere temas etmediği sürece eylemlerinize ve fikirlerinize karışan olmuyordu. Üstelik emperyal kültürün sınıfları ve ulusları parçalamak için yaydığı “kimlik” saplantısı bu sürece yardımcı oluyor; radikal sol düşüncenin sürekli güç kaybına, giderek marjinalleşmesine katkıda bulunuyordu.
Evet, sosyalistsiniz ya da bilinçli bir işçisiniz; ama aynı zamanda eşcinselsiniz, “gender”ınız sorunsallaşmış... Ya da Arnavut, Çerkes, Kürt ve daha bir sürü şeysiniz. Demokrasi de zaten bütün bu kimliklerin birer hak talebi olarak benimsetilmesinden ibaret oluyor; kimlik sorunlarının derinleştirilmesini gerektiriyor. Devrime giden yol ise muhtelif kimliklerinizin ötekileştirilmemesi için vereceğiniz mücadeleden, rengârenk çiçek bahçelerinin oluşmasından geçiyor. Öyle mi?
ÇOK RENKLİ MİRAS
Bu korkuların şu sıralarda beni tamamen terk ettiğini söyleyebilirim. Bir dönem sona erdi. Tarih bizi çok büyük bir mücadeleye zorluyor. Sadece Yunanistan olayı bile kapitalizmin yeni bir sermaye birikim modeli arayışının yaratabileceği altüst oluşların göstergesidir. Emperyalizmin “kimlik” siyasetlerinin Ortadoğu halklarını sürüklediği felaket eninde sonunda anti-emperyalist ulusal bilinci, kapitalizmin krizi ise bütün dünyada sınıf mücadelesini yeniden canlandıracaktır. Üstelik bizler, tarihsel boyutta, Resneli Niyazi-Yakup Cemil-Mustafa Kemal-Doğan Avcıoğlu-Fethi Gürcan-Mahir Çayan-Deniz Gezmiş-Haziran Ayaklanması gibi çok renkli (!) bir isyancı mirasa sahibiz. Bir ya da birkaç seçim kaybetmek, bir devrim kazanmaya engel değildir. Zaten bizim esas şiarımız, taa Dev-Genç döneminden beri, “Ya İstiklal, Ya Ölüm!” değil miydi? Başka alemlerde var mı böyle slogan!
YAVUZ ALOGAN / 21.07.2015 / AYDINLIK