26 Ağustos 2015 Çarşamba

TÜRKİYE SOLUNUN DRAMI



“ÖZGÜRLÜK ve DEMOKRASİ”

Türkiye’de sosyalist akımların ideolojik açıdan netleşmeleri, nispeten gelişmiş örgütlülüklere kavuşmaları, kitleselleşmeleri esas olarak 60’lı, 70’li yıllarda gerçekleşmiştir. Bütün bu dönemler boyunca, çeşitli konular etrafında süregelen tartışmalara ve anlaşmazlıklara karşın sosyalist solun ezici ağırlığı dini temelli gericilik karşısında laiklikten yana tavır koymuş, kapitalizm karşısında devrimci-sosyalist, emperyalizm karşısında bağımsızlıkçı bir duruş sergilemiştir.

Farklı dönemlerde farklı yönlerde gözlemlenen kimi sapmaların kalıcılaşmadığını, bunların genelleşmesini engelleyecek bir refleksin hemen her zaman sergilendiğini söyleyebiliriz. Ancak, 80’li yıllardan itibaren solun bu duruşunda zamanla daha da belirginleşen bir bozulma ortaya çıkacaktır.

12 Eylül darbesiyle kapısı aralanan 80’li yıllarda solun yaşam koşulları son derece ağırlaşmıştır. Önceki dönemden farklı olarak sivil faşist saldırıların gündemden kalktığı bu dönemde Türkiye solu esas itibariyle devlet aygıtının “iç tehdit” algısına göre şekillenmiş güvenlik mekanizmalarının saldırılarıyla yüz yüze kalmış; gözaltı, işkence, yargılama, cezaevi ve idamların biteviye güncelliğini koruduğu zorlu yılların nihayetinde ucu toplumsal tecride uzanan ağır bir yenilgiye uğramıştır. Bütün bu yaşananların neticesinde devletin güvenlik mekanizmaları ordu dahil bütün unsurlarıyla sol nefretin başlıca hedefi haline geldiler.  İçinde bulunulan koşullar dikkate alındığında gözlerin sürekli kaşı karşıya kalınan, saldırılarına muhatap olunan kesimlere dönmesi ve nefretin bunlar üzerinde yoğunlaşması anlaşılır olsa gerek. Ancak burada eleştirilmesi gereken solun, darbenin üzerinden yıllar geçtikçe ve darbeden amaç hasıl oldukça Türkiye sağının, TÜSİAD  vb sermaye örgütlerinin, AB ülkelerinin hatta ABD’nin 12 Eylül rejiminin kimi uygulamalarına dönük artan eleştirilerinden etkilenerek, 12 Eylül cuntasının tabi olduğu ve çıkarlarını temsile soyunduğu kesimleri başta darbenin asli faili emperyalizmi ve emperyalizmle bütünleşmiş sermaye sınıfını tolere eden bir tutum içine girmesidir.

İşte 90’lı yıllar sermaye sınıfı ve emperyalizm karşısındaki keskin duruşun gevşediği böylesi bir dönemin üzerine gelmiş ve gelir gelmez de Türkiye solunu bambaşka bir travma ile karşı karşıya bırakmıştır; reel sosyalist rejimlerin çöküşünün yol açtığı travmayla.

90’lı yıllarda sosyalizm uygulanan, yürüyen bir proje olmaktan çıkmakla kalmadı bir ütopya olarak da kuşkulu hale geldi. “Tarihin, ideolojinin sonu”nun ilan edildiği, sosyalistler için bile ütopyanın gözden kaybolduğu, devrimin zihinlerde gelecek yüzyıllara ertelendiği bu umutsuzluk ve yılgınlık yıllarında varolanı, yani kapitalizmi kabullenmek ve iyileştirilmesi, demokratikleştirilmesi yönünde bir çaba ile yetinmek azımsanmayacak oranda sosyaliste tek çıkar yol gibi gözüktü.

Devrim ve sosyalizm kavramlarının namus belasına yine seslendirildiği ama birçokları için içten içe ekonomide iktisadi liberalizmin, politikada liberal demokrasinin geçerli olacağı kapitalist bir düzenin ehven-i şer mantığıyla istenir hale geldiği yıllardı o yıllar. Hatta kimleri o güne dek sosyalizmi savundukları için çöken sosyalist rejimlerin yol açtığı hayal kırıklığından kendilerini de sorumlu tuttular ve nedamet getiren itirafçıların marazi duygularıyla kapitalizme dört elle sarıldılar. Emperyalizmin “özgürlük ve demokrasi” demogojisi işte bu psikolojik-düşünsel iklim sayesinde sol saflarda beklenmedik ölçüde  kendine taraftar buldu.

İNDİRGEMECİ MANTIK

Sosyalist teori ve pratiğin dinamosu emek-sermaye çelişkisidir. Nihai amacı da bu temel çelişkinin emek lehine çözümüdür. Sosyalizmin karmaşık iktisadi toplumsal meseleleri temel çelişkisinin tartısına vurarak açıklayan, anlamlandıran,  günlük yaşamın akışı içinde kaotik bir görünüm arz eden olguları birbirine bağlayan ve böylece olup bitenlerin anlaşılmasına hatta bunlara müdahale tarzına bir farklılık, ayrıcalık katan güçlü söylemi emperyalist-kapitalist sisteme karşı diğer bütün tepkileri de kavramsal açıdan beslemiş ve bunlara olağanüstü dinamizim kazandırmıştır.

Reel sosyalist rejimlerin çöküşüyle birlikte bu etki ortadan kalkmıştır. Hatta sosyalizme yönelik tepkisel yaklaşımların artık sola da hakim olduğunu görüyoruz. Yaşanan sorunlar sosyalist paradigmanın sınırları dahilinde gerçekleşecek özeleştirel bir tartışma aracılığıyla  aşılamamıştır. Bunun yerine paradigma zihinlerde çözülmeye uğramış, paradigmanın temel kavramları emek, sermaye, emperyalizm vb. belleklerde unutulmaya terk edilmiş; demokrasi, etnik-kültürel haklar, kadın hakları vb. kavramlar ve konular hem paradigmadan hem de birbirlerinden bağımsızlaşarak tek başlarına bu yalıtılmış halleriyle kavrayışımızın ve eylemliğimizin merkezine oturmuştur.

Nitekim, Özgürlük ve Demokrasinin başına gelen de buydu. Özgürlük ve demokrasi kavramları artık bir sosyalistin bu kavramlara atfettiği temel anlam ve değerlerden yani emeğin sermayeye karşı, ezilen ulusların emperyalizme karşı iddia ve taleplerinden tümüyle soyutlandı. Bu kavramları sahici bağlamlarından, sınıfsal özünden ayıklayan, içini boşaltan burjuva yaklaşımlar solda zemin buldukça özgürlük ve demokrasi mücadelesi de emperyalist-kapitalist sistemin soğuk savaş sonrasında geliştirdiği yeni konseptin sınırlarına hapsoldu.

Türkiye solu kendi geleneksel tutum ve davranışlarından rücu ederken, özgürlük ve demokrasi mücadelesini sistemin özüne dokunmayan konulara indirgeyen, gözü kilitlendiği spesifik konulardan başka hiçbir şeyi görmeyen, çözmeyi amaçladığı sorunların sistemle bağlantısını kuramayan ya da bundan özellikle kaçınan solcu karakterinin artık bir aktivist olarak yaygınlık kazandığına tanık olduk. Bu tarzın özgün örgütlenme formu (kümelenme dersek daha doğru olur) STK’lardır.

Gelişen bir diğer kol ise insanların üretim süreci içinde edindikleri sınıfsal, toplumsal rolleri ve statülerini (işçi, köylü, burjuva, yöneten, yönetilen, sömüren, sömürülen vb.) değil ama doğuştan gelen özelliklerini ve bu özellikler etrafında oluşmuş aidiyet duygularını (kürt, türk, alevi, sünni vb.) esas alan kimlik eksenli siyasetti.

Kuşkusuz, sosyalistler kimlik adıyla dile getirilen taleplere duyarsız kalamazlar. Hatta bu talepler azınlıklardan geliyorsa meşru talepler olarak kabullenmenin ötesinden sol tarafından desteklenmelidir de. Aynı şekilde, emperyalist merkezlerden akan fonlarla çekip çevrilen dolayısıyla kime hizmet ettiği ayrıca izah gerektirmeyen faaliyetleri dışarıda tutarsak esasında STK’ların çabalarının da demokrasi ve özgürlük davasına katkıda bulunduğu açıktı. Burada sorun her iki alanın solun var olan gücünü, enerjisini ve dikkatini tümüyle massetmesi ve sosyalistlerin asli meselelerini, taleplerini hiçleştirecek ölçüde her şeye hakim olmasıdır.

Nitekim, sosyalizmin temel kavramlarını ikame edeceği düşünülen içi boşaltılmış özgürlük ve demokrasi kavramlarıyla ve bunların işaret ettiği sorunlarla sınırlanmış bakış açıları emperyalist-kapitalist sistemin total saldırısına yanıt üretemedi. Hatta, zihinsel ve pratik süreçlerde yaşanan bu post-modern daralma solu emperyalist-kapitalist sistemin kendini yeniden üretiminin aracısı haline getirdi.

EMPERYALİZMİN KOLAY ZAFERLERİ

Son çeyrek asırdır gelişen tarihsel olaylara bir bütün halinde baktığımızda emperyalizmin renkli devrimlerle dolaylı yoldan açık işgallerle doğrudan müdahalelerinin farklı dinamiklerin etkisiyle Latin Amerika’da ve Asya’nın yükselen güçlerinin (Çin, Rusya) hinterlandında belli ölçülerde kısıtlandığını görüyoruz. İlkinde sol, sosyalist direncin ikincisinde, Asya’da ise ABD ile rekabet halindeki aktörlerin rolü önemlidir.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu BOP coğrafyasında ise tersi yönde iddialara rağmen emperyalizm inisiyatifi önemli ölçüde ele geçirmiştir.

Emperyalizm bunu arkasına aldığı devasa askeri kompleksin gücüne olduğu kadar özgürlük ve demokrasiye ilişkin kendi yaklaşımını bölge halklarına empoze etmedeki başarısına borçludur. Şurası bir gerçektir ki, özgürlük ve demokrasiyi STK’vari taleplere ve etnisitelerin, farklı kültürel, alt kültürel yapıların hak ve hukukuna indirgeyen anlayışlar  iştigal ettikleri konularda sağlanacak ilerleme uğruna emperyalizmin en agresif ataklarını görmezden gelmiş hatta desteklemişlerdir. Milyonlarca insanın ölümüne neden olan askeri müdahaleler ve artık kurban ayinine dönüşen sadistçe “cezalandırmalar” dahil olmak üzere….

Arkada bıraktığımız çeyrek asır, sosyalist eleştiriden muaf tutulmuş ve sermaye sınıfına karşı sömürülen sınıfların, emperyalizme karşı halkların, ulusların itirazlarından arındırılmış özgürlük ve demokrasi mücadelesinin emperyalist kapitalist sistemi, bu adaletsizliği, zorbalığı, sömürü ve talanı kurumsallaştırmış gayri ahlaki düzeni dönüştürmek bir yana reforme bile edemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur.

Bu tarza, burjuva demokratik yöntemlere geçmişte 20. yy boyunca şu veya bu ölçüde işlerlik kazandıranın, olumlu sonuçlar üretmesine olanak sağlayanın sosyalizmin varlığı ve güçlü eleştirisi olduğu böylece bir kez daha anlaşılmıştır. Sosyalistlerin 90’lı yıllardan itibaren asli pozisyonlarını terk ederek bu tarza eklemlenmeleri, enerji ve dikkatlerini tümüyle bu alana vakfetmeleri hem emperyalist kapitalist sistemi sosyalist eleştiriden azade kıldı hem de burjuva demokratik yöntemleri işlevsiz hale getirdi. Emperyalizm böylece kendi yol açtığı sorunlardan kaynaklanan genel hoşnutsuzluğu kendisi için en az riskli mecralara yönlendirerek etkisizleştirebildi.

STK’vari gündemler ve kimlik siyaseti işte bu anlamda biriken hoşnutsuzluğun boşalması için biçilmiş kaftan işlevi gördüler. Özellikle kimlik eksenli siyaset daha ötesine geçerek içinde bulunduğumuz coğrafyanın politik açıdan parçalanması ve iktisadi açıdan neo-liberalizmin önermeleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması faaliyetinin başlıca payandası haline geldi.

Her bir “kimliğin” kendini başka bir kimliğe ya da kimliklere karşıtlık üzerinden tanımlaması, kimlik siyasetini eksen edinmiş politik öznelerin de kendi tabanlarını konsolide etmek uğruna ötekine duyulan bu düşmanlığa göz yummaları hatta teşvik etmeleri, kimliklerden etnisite, din, mezhep ne kast ediliyorsa bu yapılar arasındaki çelişkileri derinleştirdikçe derinleştirmiş ve emperyalist aktörler bu çelişkileri kullanarak bazen taraflardan birine bazen ötekine yaslanarak kendi konumlarını güçlendirmişlerdir.

Toplumlar kimlik eksenli yarılmalara uğradıkça sol bir siyasanın işlevsel olacağı sınıfsal yarılmalar ikinci plana düşmüş, kimlikler arası çelişkiler sınıflar arası çelişkilere galebe çalmış bu da ezilen, sömürülen sınıfların yaşam koşullarını çok daha ağılaştıran neo-liberal uygulamaların herhangi bir sınıfsal dirençle karşılaşmadan kolayca hayata geçmesine olanak sağlamıştır.

İşte Balkanlar, iste Irak, işte Libya!… Emperyalizmin ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel bütün ayrım çizgilerini deşerek, fay hatlarına dönüştürerek üstelik bunu özgürlük ve demokrasi getiriyoruz kılıfı altında sürdürerek param parça ettiği ülkeler …İstisnasız biçimde neo-liberal vahşetin sömürü ve talanına terk edilmiş zavallı ülkeler…

Buralarda artık demokrasi, sömürenler karşısında sömürülen sınıf ve katmanların, yönetenler karşısında yönetilenlerin iddia ve taleplerinin gerçekleşme, kurumsallaşma düzeyini ifade eden, buna göre derecelendirilen (ileri, geri vb.) bir kavram olmaktan çıkmış farklı kimliklerin nisbi temsiline indirgenmiştir. Demokrasi uğruna mücadele de kimlik klanları arasındaki pay kapma savaşına …

EMPERYALİZMİN EN KOLAY ZAFERİ

Ve işte Türkiye! Ülkemiz herhangi bir açık işgale uğramadan, aslında buna gerek de kalmadan benzeri bir kaderi şimdiden paylaşıyor.

Şu ülkenin haline bir bakın: İlk kez bu denli geniş tabana oturan gerici, otoriter, İslamcı bir politik hattın aşağıdan yukarı tırmanarak iktidara uzandığı ve bu kez iktidar erkini kullanarak yukarıdan aşağı hamlelerle seküler yaşamı daraltmaya soyunduğu bir ülke… Neo-liberalizmin neredeyse kobayı haline gelmiş bir ülke… Emperyalist seri katiller Afganistan, Irak, Libya’nın ardından hançerlerini kaldırıp Suriye’nin ensesine indirmek üzereyken rezilce biçimde saldırganların yardakçılığına soyunmuş bir ülke…

Bütün bunlar gerçekleşirken solun gösterdiği inanılmaz dirençsizlik nedendir, acaba? Türkiye neredeyse emperyalizm adına bir savaşa sokulmak üzereyken, Libya’da, Suriye’de kışkırtıcılık yapar, Kürecik’te ABD füzelerini konuşlandırırken solun etkin olduğu partilerin, odaların, derneklerin, demokratik kitle örgütlerinin, envai çeşit platformların anlamlı bir tepki vermeden vaziyeti idare etmeleri nedendir, bir düşünün.

Bu tablonun vebali Türkiye solunun da sırtındadır. Engellemeye gücümüz yetmediği için değil, ki bu anlaşılabilir, buna niyet bile etmediğimiz için. Kimlik eksenli taleplere kitlenerek başka her şeyi görmezden geldiğimiz için.

ABD kimlik meselesinde olumlu bir tutum takınmışsa bu hepimiz için bir şanstır, diye….

Emperyalizmin her yaptığı kötü değildir, diye..

AKP çözüme en yakın partidir, desteklemeliyiz, diye…

-AKP daha demokrat, diye…

…Türkiye bugün bulunduğu noktaya adım adım sürüklenirken emperyalizmi ve gerici işbirlikçilerini hoş görmeye devam ettiğimiz için.

Bugünlere, “Bölge çapında ve Türkiye’de statükonun dağılıyor olması iyi bir şeydir, isterse ABD dağıtıyor olsun. Ortaya çıkacak yeni dinamiklerden devrimci sonuçlar üretebiliriz” ya da, “Türkiye’nin en önemli meselesi Kürt meselesidir, önce o çözülsün kim çözerse çözsün, biz sonra işimize bakarız” mantığıyla geldik. Meseleleri çözüme soyunan baş aktör ABD’nin ve onun siyasetine farklı niyetlerle eklemlenmiş AKP ve PKK’nin statükonun dağıtılması ve Kürt meselesinin çözümü konusunda aralarında oluşturdukları mutabakatı Türkiye’nin bütün meselelerine yayacaklarını ve her meselemizi bu mutabakatın meşrebi içinde çözmeye kalkışacaklarını göz ardı ederek…

Mutabakatın meşrebi de pragmatizmdir. Kısaca, “en fazla önem verdiğim konuda ilerlememe izin ver ben de sana en fazla önem verdiğin konuda yol vereyim”. Yukarıda özetlediğim Türkiye tablosu işte bu yol vermelerin bileşkesini bilginize sunmaktadır. AKP ve PKK’nın bu yol vermeler sayesinde kendi gündemlerini daha ne kadar ilerletecekleri bugün için meçhuldür ama ABD’nin her iki aktöre yaslanarak kendi gündemini ilerletmede son derece başarılı olduğu apaçıktır. ABD, diğer aktörleri bazen uzlaştırarak bazen çatıştırarak, AKP’yi PKK’yle,  PKK’yi AKP’yle terbiye ederek aslında Türkiye’yi hizaya sokmuştur.

Aralarındaki çelişkilere ve bu çelişkilerin yüzeye vurduğu çatışmalı süreçlere karşın tarafların bugüne kadar gidişattan pek de şikayetçi olmadıklarını görüyoruz. Kritik tarihsel kavşaklarda, özellikle gidişatın kaderini belirleyen kırılma anlarında neredeyse senkronize bir uyumlu yan yana gelmelerinden anlıyoruz bunu. Referandumda, genel seçimlerde, bölgeye dönük emperyalist tahkimat veya saldırılar söz konusu olduğunda birbirlerine ya açıktan destek verdiler ya da bunun uygun kaçmayacağı durumlarda olan biteni görmezden geldiler. Üstelik bunu yaparken kendi kamuoylarını ortak amaçlarına uygun bir pozisyonda tutacak gerekçeler üretmekten geri de kalmadılar.

Referandumu ele alalım. “Özgürlükçü sol” devşirmeler kamuoyuna basitçe şunu anlattılar: AKP’nin anayasası elbette bizim taleplerimizi karşılayamaz ama statükoyu yenilgiye uğratmak için referandumda evet demeli, AKP’ye destek olmalıyız. Böylece AKP nezdinde edineceğimiz saygınlığı da kullanarak referandum sonrasında gündeme gelecek yeniden inşa faaliyetine müdahil olabilir hatta sürecin inisiyatifini ele geçirebiliriz. Bu cenahın sloganı artık klasikleşerek riyakarlığın vecizesi haline gelmiştir: Yetmez ama evet!

PKK’ya endeksli Kürt siyasası ve hegemonik etki altında bulundurduğu sosyalist örgütler, İmralı-Kandil-BDP arasındaki nüanslardan kaynaklanan uzun süren bir tereddütün ardından tavrını boykottan yana koydular. Boykot kesinleşince evetçileri iktidarın peşine takılmakla, hayırcıları ise sistemin sunduğu seçeneklere rıza göstermekle suçladılar. Boykot bu cenaha göre tek devrimci tutumdu. Boykotun aslında AKP’ye dolaylı yoldan destek vermek anlamına geldiğini daha sonra bizzat önerinin sahibi en yetkili ağızlardan öğrenecektik, elbette referandum bittikten sonra.

AKP’nin 12 Eylül karşıtı söyleminin ve bu söylemi taçlandıran sahte gözyaşlarının, ileri demokrasi vaadinin ortalama vatandaşı ne derece etkilediği tartışılabilir ama kendi doğal tabanı nezdinde fazla bir etki yaratmadığı kesindir. Önce el altından dillendirilen ve nihayet mitinglerde kitlelerin gözünün içine baka baka alenen ifade edilen “ordudaki, yargıdaki Alevileri ve laikleri ayıklayacağız” vaadi başka hiçbir şeyin yapamayacağı kadar motive etti bu tabanı.

Peki birbirleriyle alakasız hatta çelişir gözüken bütün bu söylemlerin, çeşit çeşit hikayelerin neticesi nedir?

Öncelikle, evet cephesini güçlendirmiştir. Sonra, hayır cephesinin kafasını karıştırmış, olası ittifakları dağıtmış ve iktidara yönelik birikmiş tepkilerin referanduma yansımasını engellemiştir. Netice, AKP’nin halihazırda sahip olduğu hegemonik üstünlükle yetinmeyip totaliter bir hakimiyete yönelmek üzere cesaret kazanmasıdır. Aynı zamanda, diplomatik misyonunu kapı kapı dolaştırarak evetçilere destek arayan ABD’nin referandumdan sonra verdiği desteğin karşılığını Türkiye’deki etkinliğini pekiştirerek almasıdır.

Kakofoni gibi gözüken ayrı telden çalmaların çok sesli bir uyum oluğu ne yazık ki konser bittikten sonra anlaşılmıştır. İşte, “özgürlük ve demokrasinin” bir zaferi daha!

TASFİYE

90’lı yılların başında zirveye ulaşan kapitalizme yönelik liberal umutların bugün artık hızla inişe geçtiğini görüyoruz. Bunda bir türlü aşılamayan genel krizin etkisi yadsınamaz. Krizin yol açtığı hoşnutsuzluk önce dağınık spontane patlamalarla açığa vurdu; şimdi bu tepkilerin yavaş yavaş sistemin özüne yönelen eleştiriler eşliğinde derlenip toparlandığını söyleyebiliriz. Neredeyse kendiliğinden gelişen bu eğilimin güçlendirilmesi sosyalistlerin önünde bir görev olarak duruyor, eylemlerimiz ve söylemlerimiz bu yönde odaklanmak zorunda.

Türkiye’de sosyalist cenahın bunun farkında olduğu pek söylenemez. STK’vari gündemlere ve kimlik siyasetine angaje tavır hala sürüyor. Son zamanlarda Kürt siyasası tarafından önerilen Çatı partisi, Kongre Hareketi vb. girişimler bu yöndeki kopuşları daha da hızlandırdı. Türkiye solunun ana akımları içinde yer alıp etnik, mezhepsel, dini vb. aidiyet duygularını geçmişte devrimcilik, sosyalistlik kisvesine büründüren veya bir zamanlar gerçekten sosyalist, devrimci olup da bugün zamanın ruhuna uyarak bu türden aidiyet duygularına rücu eden kimi kanaat önderlerinin arada oynadığı katalizörlük rolü gözlerden kaçmıyor.

Biraz da bunların teşvikiyle, solun köklü akımlarının sözkonusu girişimlere eklemlenerek sırayla tasfiye olmalarını üzülerek izliyoruz. Faz değiştirip kimlik siyasetine eklemlenenler on yıllar boyu onurla taşıdıkları ve bütün cefasına katlanarak sonraki nesillere ulaştırdıkları tarihsel davalarını da usulca yol kenarına bıraktılar;  emperyalizmle, kapitalizmle, gericilikle olan bitmeyen kavgalarını … Tarihsel davalarımız kimlik siyasetinin AKP ve ABD ile yürüttüğü çatışmayı da uzlaşmayı da içeren ilişkinin salınımına terk edildi.

Türkiye solunun 60’lı, 70’li yıllarına damgasını vurmuş bağımsızlığına son derece düşkün, kelimenin olumlu anlamıyla en yerli geleneğini ise henüz kapılanma faaliyetinin parçası kılamadılar; her ne kadar nasıl bir mirasın üzerine oturduğunu kavramaktan aciz kimi takipçilerini  gözlemci statüsüyle seyirci yapmayı başarsalar da.

Sürece öncülük edenler bu tutumlarını çeşitli argümanlarla gerekçelendiriyorlar. “Kimlik eksenli taleplere hele Kürtlerden gelen taleplere kayıtsız kalarak devrimci, sosyalist olunabilinir mi?” den tutun, “Kürtler için savaşmayana sosyalist denmez” e buradan, “Kürt mücadelesine sosyalist, devrimci bir öz kazandıracağız” iddiasına ya da tam tersine, “yalnızca Türkiye’de değil bütün bu coğrafyada devrimci dönüşümün dinamiği Kürt mücadelesidir, bize düşen  buna katılmaktır” alçak gönüllülüğüne uzanan bir dizi gerekçe…Anlaşılacağı üzere, her birinin mazereti başka başkadır ama bu durum herkesin yan yana gelmesine engel olmamıştır.

Gerekçeleri tartışmak ayrı bir yazı konusu. Şimdilik şunu söyleyelim: kimlik eksenli taleplere bigane kalınarak elbette sosyalist olunamaz. Nitekim, Türkiye solu büyük ağırlığıyla bu yöndeki taleplere olumlu bakmış özellikle Kürtlerin ayrılık dahil bütün seçeneklere açık kendi kaderini tayin hakkının sonuna kadar savunucusu olmuştur. Ancak, taleplerin meşruluğundan hareketle izledikleri siyaseti, kendi çıkarlarını emperyalist stratejilerle örtüştürme, denkleştirme gayretini görmezden gelmemiz isteniyorsa, buna hayır deriz.

Ayrıca, istisnasız bütün kritik tarihsel eşiklerde dar ulusçu karakteri diğer bütün vasıflarına ağır başmış PKK gibi bir hareketin merkezi hiyerarşisine dolaylı yoldan da olsa tabi olmayı doğru bulmayız. PKK, Kürtler adına mücadele yürüten bütün örgütler içinde Birleşik Kürdistan’ı kurumsal hafızasında daima saklı tutan  ve kendini buna göre yapılandıran yegane örgüttür. Merkezi hiyerarşik yapısı ve örgütsel yayılımı sınırlar aşan Büyük Kürdistan coğrafyasına göre kurgulanmış ulusçu bir hareketin programı, sınıflar mevzilenmesi, her bir ülkede ve uluslararası düzeyde oluşturduğu ittifaklar, kurduğu bağlantılar Türkiye devrimini amaçlayan devrimci bir hareketin öngördükleri ile asla çakışmaz. Olsa olsa kısmen örtüşebilir; o da taktiksel değer taşıyan tali konularda. PKK bunu bildiği için hegemonik etki altında tuttuğu diğer sol örgütlere, örtüştüğün yerde destekle çeliştiğin yerde sus demektedir. Doğrusu, inisiyatifini kabullenenlerin yaptığı da bundan başka bir şey değildir.

PKK için Türkiye devrimi ancak işlevsel önem taşır o da Birleşik Kürdistan doğrultusunda bir kopuşu mümkün kılacağı veya kopuşun hazmedilmesini kolaylaştıracağı gerekçesiyle. Aynı sonucu eğer bir emperyalist müdahale sağlayacaksa  buna da eyvallah diyecektir. Tıpkı Irak’ta dediği gibi, Suriye ve İran’a yönelik emperyalist müdahaleyi umutla beklediği gibi…

Türkiye solunun Kürtlerle ilişkiyi PKK’yle ilişki olarak algılaması akıl dışıdır. PKK’yle ilişki Kürtlerin bir örgütüyle kurulan bir ilişki gibi ele alınmalıdır, bütün Kürtlerin doğal ve yegane temsilcisiyle kurulan bir ilişki gibi değil. Türkiye solu, bağımsız konumunu, eleştirel tutumunu asla terk etmeden Kürt meselesi dahil asli davalarını bir arada ve Türkiye’nin bütününü gözeten bir perspektifle ele almalı, bunu benimseyen herkesi de Türk, Kürt demeden saflarına toplayarak yoluna devam etmelidir.

Kürt mücadelesini sosyalistleştireceğiz iddiasına gelince, bunu önerenlerin en azından bir bölümüne bakınca insan hadi oradan! dememek için kendini zor tutuyor. Sizden on kat daha sosyalist yüz kat daha fazla sayıda insan zaten Kürt mücadelesinin içinde var, eğer bir gün kilitlendikleri hedeften kafalarını kaldırıp nereye doğru gittiğimizin farkına varırlarsa Türkiye’nin çıkış için belki bir şansı olacak. Aksi taktirde sol cenahta PKK lehine oluşmuş asimetrik üstünlük göz önüne alındığında bu yönde bir etki devede kulak olmanın ötesine geçemez.

Nitekim, bu iddiadan şimdilik elimizde kalan PKK merkezli siyasanın sosyalistleşmesi değil ama bu eklemlenme sayesinde olmadık zevatın sosyalist payesine erişmesidir. Batı merkezli fonların ilgisine en fazla mazhar olmuş hibelerle geçinen şahsiyetler, cemaatin televizyonlarında meddahlık sanatı icra edenler, AKP’ye ram olmuş bir çizgide bugüne kadar ısrar edenler bu kapıdan geçerek muteber devrimciler haline geldiler.

Emperyalizm ve gericilik kavramlarını çağ dışı bulan, bağımsızlık kavramını nerdeyse ayıplayan bir zihniyet özgürlük ve demokrasi adına Türkiye solunu neredeyse teslim aldı. Azınlıkların hak ve hukuku konusunda en fazla laf edenin başka hiçbir şey söylemeden hatta emperyalizmi ve gerici işbirlikçilerini alenen desteklerken kendiliğinden devrimci, demokrat mertebesine terfi ettiği garip bir iklimin içindeyiz. Edilen lafların özgürlükler konusunda devrimci bir tutumu mu yansıttığı yoksa emperyalist arzuları dışa mı vurduğu kimsenin umurunda değil.

Bu umursamazlık sayesindedir ki,  A.Öcalan  Çongarları,  Çandarları, Cemalleri ve Altanları en büyük devrimciden daha büyük devrimci ilan edebildi. Burada uzun uzun anlatmaya çalıştığım içinde bulunduğumuz hali böylece tek bir cümlede özetleyiverdi. Sahi, kimlermiş bu büyük devrimciler? CİA ajanlarının refikalarıyla ABD’nin kalemşörleri! En büyük devrimciler bunlar, iyi mi?… Bunun bir adım ötesi ilerici emperyalizm ve yaşasın Büyük Ortadoğu Projesidir.

Yoksa bu da mı kimseye dert değil? Soruyorum, neden hiç eleştirilmedi bu sözler, eleştiri bir yana konuşulmadı bile. Bu sözleri duyan var mı? Duyup da hala hatırlayan, hatırlayıp da dert edinen var mı?

Var mı?…

Asırlık bir kökten gelip emperyalizme karşı mücadelenin bayraktarı olmuş Mahirlerden, Denizlerden geçerek böylesi günlere ulaşan bir uzun yol hikayesi: İşte, Türkiye Solu’nun Dramı. 19.11.2011

Levent Yakış

anafikir.gen.tr den alındı

26-08-2015