“ÖZGÜRLÜK ve
DEMOKRASİ”
Türkiye’de sosyalist akımların ideolojik
açıdan netleşmeleri, nispeten gelişmiş örgütlülüklere kavuşmaları,
kitleselleşmeleri esas olarak 60’lı, 70’li yıllarda gerçekleşmiştir. Bütün bu
dönemler boyunca, çeşitli konular etrafında süregelen tartışmalara ve anlaşmazlıklara
karşın sosyalist solun ezici ağırlığı dini temelli gericilik karşısında
laiklikten yana tavır koymuş, kapitalizm karşısında devrimci-sosyalist,
emperyalizm karşısında bağımsızlıkçı bir duruş sergilemiştir.
Farklı dönemlerde farklı yönlerde gözlemlenen
kimi sapmaların kalıcılaşmadığını, bunların genelleşmesini engelleyecek bir
refleksin hemen her zaman sergilendiğini söyleyebiliriz. Ancak, 80’li yıllardan
itibaren solun bu duruşunda zamanla daha da belirginleşen bir bozulma ortaya
çıkacaktır.
12 Eylül darbesiyle kapısı aralanan 80’li
yıllarda solun yaşam koşulları son derece ağırlaşmıştır. Önceki dönemden farklı
olarak sivil faşist saldırıların gündemden kalktığı bu dönemde Türkiye solu
esas itibariyle devlet aygıtının “iç tehdit” algısına göre şekillenmiş güvenlik
mekanizmalarının saldırılarıyla yüz yüze kalmış; gözaltı, işkence, yargılama,
cezaevi ve idamların biteviye güncelliğini koruduğu zorlu yılların nihayetinde
ucu toplumsal tecride uzanan ağır bir yenilgiye uğramıştır. Bütün bu yaşananların
neticesinde devletin güvenlik mekanizmaları ordu dahil bütün unsurlarıyla sol
nefretin başlıca hedefi haline geldiler. İçinde bulunulan koşullar
dikkate alındığında gözlerin sürekli kaşı karşıya kalınan, saldırılarına
muhatap olunan kesimlere dönmesi ve nefretin bunlar üzerinde yoğunlaşması
anlaşılır olsa gerek. Ancak burada eleştirilmesi gereken solun, darbenin
üzerinden yıllar geçtikçe ve darbeden amaç hasıl oldukça Türkiye sağının,
TÜSİAD vb sermaye örgütlerinin, AB ülkelerinin hatta ABD’nin 12 Eylül
rejiminin kimi uygulamalarına dönük artan eleştirilerinden etkilenerek, 12
Eylül cuntasının tabi olduğu ve çıkarlarını temsile soyunduğu kesimleri başta
darbenin asli faili emperyalizmi ve emperyalizmle bütünleşmiş sermaye sınıfını
tolere eden bir tutum içine girmesidir.
İşte 90’lı yıllar sermaye sınıfı ve
emperyalizm karşısındaki keskin duruşun gevşediği böylesi bir dönemin üzerine
gelmiş ve gelir gelmez de Türkiye solunu bambaşka bir travma ile karşı karşıya
bırakmıştır; reel sosyalist rejimlerin çöküşünün yol açtığı travmayla.
90’lı yıllarda sosyalizm uygulanan,
yürüyen bir proje olmaktan çıkmakla kalmadı bir ütopya olarak da kuşkulu hale
geldi. “Tarihin, ideolojinin sonu”nun ilan edildiği, sosyalistler için bile
ütopyanın gözden kaybolduğu, devrimin zihinlerde gelecek yüzyıllara ertelendiği
bu umutsuzluk ve yılgınlık yıllarında varolanı, yani kapitalizmi kabullenmek ve
iyileştirilmesi, demokratikleştirilmesi yönünde bir çaba ile yetinmek
azımsanmayacak oranda sosyaliste tek çıkar yol gibi gözüktü.
Devrim ve sosyalizm kavramlarının namus
belasına yine seslendirildiği ama birçokları için içten içe ekonomide iktisadi
liberalizmin, politikada liberal demokrasinin geçerli olacağı kapitalist bir
düzenin ehven-i şer mantığıyla istenir hale geldiği yıllardı o yıllar. Hatta
kimleri o güne dek sosyalizmi savundukları için çöken sosyalist rejimlerin yol
açtığı hayal kırıklığından kendilerini de sorumlu tuttular ve nedamet getiren
itirafçıların marazi duygularıyla kapitalizme dört elle sarıldılar.
Emperyalizmin “özgürlük ve demokrasi” demogojisi işte bu psikolojik-düşünsel
iklim sayesinde sol saflarda beklenmedik ölçüde kendine taraftar buldu.
İNDİRGEMECİ
MANTIK
Sosyalist teori ve pratiğin dinamosu
emek-sermaye çelişkisidir. Nihai amacı da bu temel çelişkinin emek lehine
çözümüdür. Sosyalizmin karmaşık iktisadi toplumsal meseleleri temel
çelişkisinin tartısına vurarak açıklayan, anlamlandıran, günlük yaşamın
akışı içinde kaotik bir görünüm arz eden olguları birbirine bağlayan ve böylece
olup bitenlerin anlaşılmasına hatta bunlara müdahale tarzına bir farklılık,
ayrıcalık katan güçlü söylemi emperyalist-kapitalist sisteme karşı diğer bütün
tepkileri de kavramsal açıdan beslemiş ve bunlara olağanüstü dinamizim
kazandırmıştır.
Reel sosyalist rejimlerin çöküşüyle birlikte
bu etki ortadan kalkmıştır. Hatta sosyalizme yönelik tepkisel yaklaşımların
artık sola da hakim olduğunu görüyoruz. Yaşanan sorunlar sosyalist paradigmanın
sınırları dahilinde gerçekleşecek özeleştirel bir tartışma aracılığıyla
aşılamamıştır. Bunun yerine paradigma zihinlerde çözülmeye uğramış,
paradigmanın temel kavramları emek, sermaye, emperyalizm vb. belleklerde
unutulmaya terk edilmiş; demokrasi, etnik-kültürel haklar, kadın hakları vb.
kavramlar ve konular hem paradigmadan hem de birbirlerinden bağımsızlaşarak tek
başlarına bu yalıtılmış halleriyle kavrayışımızın ve eylemliğimizin merkezine
oturmuştur.
Nitekim, Özgürlük ve Demokrasinin başına
gelen de buydu. Özgürlük ve demokrasi kavramları artık bir sosyalistin bu
kavramlara atfettiği temel anlam ve değerlerden yani emeğin sermayeye karşı,
ezilen ulusların emperyalizme karşı iddia ve taleplerinden tümüyle soyutlandı.
Bu kavramları sahici bağlamlarından, sınıfsal özünden ayıklayan, içini boşaltan
burjuva yaklaşımlar solda zemin buldukça özgürlük ve demokrasi mücadelesi de
emperyalist-kapitalist sistemin soğuk savaş sonrasında geliştirdiği yeni
konseptin sınırlarına hapsoldu.
Türkiye solu kendi geleneksel tutum ve
davranışlarından rücu ederken, özgürlük ve demokrasi mücadelesini sistemin
özüne dokunmayan konulara indirgeyen, gözü kilitlendiği spesifik konulardan
başka hiçbir şeyi görmeyen, çözmeyi amaçladığı sorunların sistemle bağlantısını
kuramayan ya da bundan özellikle kaçınan solcu karakterinin artık bir aktivist
olarak yaygınlık kazandığına tanık olduk. Bu tarzın özgün örgütlenme formu
(kümelenme dersek daha doğru olur) STK’lardır.
Gelişen bir diğer kol ise insanların
üretim süreci içinde edindikleri sınıfsal, toplumsal rolleri ve statülerini
(işçi, köylü, burjuva, yöneten, yönetilen, sömüren, sömürülen vb.) değil ama
doğuştan gelen özelliklerini ve bu özellikler etrafında oluşmuş aidiyet
duygularını (kürt, türk, alevi, sünni vb.) esas alan kimlik eksenli siyasetti.
Kuşkusuz, sosyalistler kimlik adıyla dile
getirilen taleplere duyarsız kalamazlar. Hatta bu talepler azınlıklardan
geliyorsa meşru talepler olarak kabullenmenin ötesinden sol tarafından
desteklenmelidir de. Aynı şekilde, emperyalist merkezlerden akan fonlarla çekip
çevrilen dolayısıyla kime hizmet ettiği ayrıca izah gerektirmeyen faaliyetleri
dışarıda tutarsak esasında STK’ların çabalarının da demokrasi ve özgürlük
davasına katkıda bulunduğu açıktı. Burada sorun her iki alanın solun var olan
gücünü, enerjisini ve dikkatini tümüyle massetmesi ve sosyalistlerin asli
meselelerini, taleplerini hiçleştirecek ölçüde her şeye hakim olmasıdır.
Nitekim, sosyalizmin temel kavramlarını
ikame edeceği düşünülen içi boşaltılmış özgürlük ve demokrasi kavramlarıyla ve
bunların işaret ettiği sorunlarla sınırlanmış bakış açıları
emperyalist-kapitalist sistemin total saldırısına yanıt üretemedi. Hatta,
zihinsel ve pratik süreçlerde yaşanan bu post-modern daralma solu
emperyalist-kapitalist sistemin kendini yeniden üretiminin aracısı haline
getirdi.
EMPERYALİZMİN
KOLAY ZAFERLERİ
Son çeyrek asırdır gelişen tarihsel
olaylara bir bütün halinde baktığımızda emperyalizmin renkli devrimlerle
dolaylı yoldan açık işgallerle doğrudan müdahalelerinin farklı dinamiklerin
etkisiyle Latin Amerika’da ve Asya’nın yükselen güçlerinin (Çin, Rusya)
hinterlandında belli ölçülerde kısıtlandığını görüyoruz. İlkinde sol, sosyalist
direncin ikincisinde, Asya’da ise ABD ile rekabet halindeki aktörlerin rolü
önemlidir.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu BOP
coğrafyasında ise tersi yönde iddialara rağmen emperyalizm inisiyatifi önemli
ölçüde ele geçirmiştir.
Emperyalizm bunu arkasına aldığı devasa
askeri kompleksin gücüne olduğu kadar özgürlük ve demokrasiye ilişkin kendi
yaklaşımını bölge halklarına empoze etmedeki başarısına borçludur. Şurası bir
gerçektir ki, özgürlük ve demokrasiyi STK’vari taleplere ve etnisitelerin,
farklı kültürel, alt kültürel yapıların hak ve hukukuna indirgeyen
anlayışlar iştigal ettikleri konularda sağlanacak ilerleme uğruna
emperyalizmin en agresif ataklarını görmezden gelmiş hatta desteklemişlerdir.
Milyonlarca insanın ölümüne neden olan askeri müdahaleler ve artık kurban
ayinine dönüşen sadistçe “cezalandırmalar” dahil olmak üzere….
Arkada bıraktığımız çeyrek asır, sosyalist
eleştiriden muaf tutulmuş ve sermaye sınıfına karşı sömürülen sınıfların,
emperyalizme karşı halkların, ulusların itirazlarından arındırılmış özgürlük ve
demokrasi mücadelesinin emperyalist kapitalist sistemi, bu adaletsizliği,
zorbalığı, sömürü ve talanı kurumsallaştırmış gayri ahlaki düzeni dönüştürmek
bir yana reforme bile edemeyeceğini açıkça ortaya koymuştur.
Bu tarza, burjuva demokratik yöntemlere
geçmişte 20. yy boyunca şu veya bu ölçüde işlerlik kazandıranın, olumlu
sonuçlar üretmesine olanak sağlayanın sosyalizmin varlığı ve güçlü eleştirisi
olduğu böylece bir kez daha anlaşılmıştır. Sosyalistlerin 90’lı yıllardan
itibaren asli pozisyonlarını terk ederek bu tarza eklemlenmeleri, enerji ve
dikkatlerini tümüyle bu alana vakfetmeleri hem emperyalist kapitalist sistemi
sosyalist eleştiriden azade kıldı hem de burjuva demokratik yöntemleri işlevsiz
hale getirdi. Emperyalizm böylece kendi yol açtığı sorunlardan kaynaklanan
genel hoşnutsuzluğu kendisi için en az riskli mecralara yönlendirerek
etkisizleştirebildi.
STK’vari gündemler ve kimlik siyaseti işte
bu anlamda biriken hoşnutsuzluğun boşalması için biçilmiş kaftan işlevi
gördüler. Özellikle kimlik eksenli siyaset daha ötesine geçerek içinde
bulunduğumuz coğrafyanın politik açıdan parçalanması ve iktisadi açıdan
neo-liberalizmin önermeleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması faaliyetinin
başlıca payandası haline geldi.
Her bir “kimliğin” kendini başka bir
kimliğe ya da kimliklere karşıtlık üzerinden tanımlaması, kimlik siyasetini
eksen edinmiş politik öznelerin de kendi tabanlarını konsolide etmek uğruna
ötekine duyulan bu düşmanlığa göz yummaları hatta teşvik etmeleri, kimliklerden
etnisite, din, mezhep ne kast ediliyorsa bu yapılar arasındaki çelişkileri
derinleştirdikçe derinleştirmiş ve emperyalist aktörler bu çelişkileri
kullanarak bazen taraflardan birine bazen ötekine yaslanarak kendi konumlarını
güçlendirmişlerdir.
Toplumlar kimlik eksenli yarılmalara
uğradıkça sol bir siyasanın işlevsel olacağı sınıfsal yarılmalar ikinci plana
düşmüş, kimlikler arası çelişkiler sınıflar arası çelişkilere galebe çalmış bu
da ezilen, sömürülen sınıfların yaşam koşullarını çok daha ağılaştıran
neo-liberal uygulamaların herhangi bir sınıfsal dirençle karşılaşmadan kolayca
hayata geçmesine olanak sağlamıştır.
İşte Balkanlar, iste Irak, işte Libya!…
Emperyalizmin ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel bütün ayrım çizgilerini deşerek,
fay hatlarına dönüştürerek üstelik bunu özgürlük ve demokrasi getiriyoruz
kılıfı altında sürdürerek param parça ettiği ülkeler …İstisnasız biçimde
neo-liberal vahşetin sömürü ve talanına terk edilmiş zavallı ülkeler…
Buralarda artık demokrasi, sömürenler
karşısında sömürülen sınıf ve katmanların, yönetenler karşısında yönetilenlerin
iddia ve taleplerinin gerçekleşme, kurumsallaşma düzeyini ifade eden, buna göre
derecelendirilen (ileri, geri vb.) bir kavram olmaktan çıkmış farklı kimliklerin
nisbi temsiline indirgenmiştir. Demokrasi uğruna mücadele de kimlik klanları
arasındaki pay kapma savaşına …
EMPERYALİZMİN
EN KOLAY ZAFERİ
Ve işte Türkiye! Ülkemiz herhangi bir açık
işgale uğramadan, aslında buna gerek de kalmadan benzeri bir kaderi şimdiden
paylaşıyor.
Şu ülkenin haline bir bakın: İlk kez bu
denli geniş tabana oturan gerici, otoriter, İslamcı bir politik hattın aşağıdan
yukarı tırmanarak iktidara uzandığı ve bu kez iktidar erkini kullanarak
yukarıdan aşağı hamlelerle seküler yaşamı daraltmaya soyunduğu bir ülke…
Neo-liberalizmin neredeyse kobayı haline gelmiş bir ülke… Emperyalist seri
katiller Afganistan, Irak, Libya’nın ardından hançerlerini kaldırıp Suriye’nin
ensesine indirmek üzereyken rezilce biçimde saldırganların yardakçılığına
soyunmuş bir ülke…
Bütün bunlar gerçekleşirken solun
gösterdiği inanılmaz dirençsizlik nedendir, acaba? Türkiye neredeyse
emperyalizm adına bir savaşa sokulmak üzereyken, Libya’da, Suriye’de
kışkırtıcılık yapar, Kürecik’te ABD füzelerini konuşlandırırken solun etkin
olduğu partilerin, odaların, derneklerin, demokratik kitle örgütlerinin, envai
çeşit platformların anlamlı bir tepki vermeden vaziyeti idare etmeleri
nedendir, bir düşünün.
Bu tablonun vebali Türkiye solunun da
sırtındadır. Engellemeye gücümüz yetmediği için değil, ki bu anlaşılabilir,
buna niyet bile etmediğimiz için. Kimlik eksenli taleplere kitlenerek başka her
şeyi görmezden geldiğimiz için.
ABD kimlik meselesinde olumlu bir tutum
takınmışsa bu hepimiz için bir şanstır, diye….
Emperyalizmin her yaptığı kötü değildir,
diye..
AKP çözüme en yakın partidir,
desteklemeliyiz, diye…
-AKP daha demokrat, diye…
…Türkiye bugün bulunduğu noktaya adım adım
sürüklenirken emperyalizmi ve gerici işbirlikçilerini hoş görmeye devam
ettiğimiz için.
Bugünlere, “Bölge çapında ve Türkiye’de
statükonun dağılıyor olması iyi bir şeydir, isterse ABD dağıtıyor olsun. Ortaya
çıkacak yeni dinamiklerden devrimci sonuçlar üretebiliriz” ya da, “Türkiye’nin
en önemli meselesi Kürt meselesidir, önce o çözülsün kim çözerse çözsün, biz
sonra işimize bakarız” mantığıyla geldik. Meseleleri çözüme soyunan baş aktör
ABD’nin ve onun siyasetine farklı niyetlerle eklemlenmiş AKP ve PKK’nin
statükonun dağıtılması ve Kürt meselesinin çözümü konusunda aralarında
oluşturdukları mutabakatı Türkiye’nin bütün meselelerine yayacaklarını ve her
meselemizi bu mutabakatın meşrebi içinde çözmeye kalkışacaklarını göz ardı
ederek…
Mutabakatın meşrebi de pragmatizmdir.
Kısaca, “en fazla önem verdiğim konuda ilerlememe izin ver ben de sana en fazla
önem verdiğin konuda yol vereyim”. Yukarıda özetlediğim Türkiye tablosu işte bu
yol vermelerin bileşkesini bilginize sunmaktadır. AKP ve PKK’nın bu yol
vermeler sayesinde kendi gündemlerini daha ne kadar ilerletecekleri bugün için
meçhuldür ama ABD’nin her iki aktöre yaslanarak kendi gündemini ilerletmede son
derece başarılı olduğu apaçıktır. ABD, diğer aktörleri bazen uzlaştırarak bazen
çatıştırarak, AKP’yi PKK’yle, PKK’yi AKP’yle terbiye ederek aslında
Türkiye’yi hizaya sokmuştur.
Aralarındaki çelişkilere ve bu
çelişkilerin yüzeye vurduğu çatışmalı süreçlere karşın tarafların bugüne kadar
gidişattan pek de şikayetçi olmadıklarını görüyoruz. Kritik tarihsel
kavşaklarda, özellikle gidişatın kaderini belirleyen kırılma anlarında
neredeyse senkronize bir uyumlu yan yana gelmelerinden anlıyoruz bunu.
Referandumda, genel seçimlerde, bölgeye dönük emperyalist tahkimat veya saldırılar
söz konusu olduğunda birbirlerine ya açıktan destek verdiler ya da bunun uygun
kaçmayacağı durumlarda olan biteni görmezden geldiler. Üstelik bunu yaparken
kendi kamuoylarını ortak amaçlarına uygun bir pozisyonda tutacak gerekçeler
üretmekten geri de kalmadılar.
Referandumu ele alalım. “Özgürlükçü sol”
devşirmeler kamuoyuna basitçe şunu anlattılar: AKP’nin anayasası elbette bizim
taleplerimizi karşılayamaz ama statükoyu yenilgiye uğratmak için referandumda
evet demeli, AKP’ye destek olmalıyız. Böylece AKP nezdinde edineceğimiz
saygınlığı da kullanarak referandum sonrasında gündeme gelecek yeniden inşa
faaliyetine müdahil olabilir hatta sürecin inisiyatifini ele geçirebiliriz. Bu
cenahın sloganı artık klasikleşerek riyakarlığın vecizesi haline gelmiştir:
Yetmez ama evet!
PKK’ya endeksli Kürt siyasası ve hegemonik
etki altında bulundurduğu sosyalist örgütler, İmralı-Kandil-BDP arasındaki
nüanslardan kaynaklanan uzun süren bir tereddütün ardından tavrını boykottan
yana koydular. Boykot kesinleşince evetçileri iktidarın peşine takılmakla,
hayırcıları ise sistemin sunduğu seçeneklere rıza göstermekle suçladılar.
Boykot bu cenaha göre tek devrimci tutumdu. Boykotun aslında AKP’ye dolaylı
yoldan destek vermek anlamına geldiğini daha sonra bizzat önerinin sahibi en
yetkili ağızlardan öğrenecektik, elbette referandum bittikten sonra.
AKP’nin 12 Eylül karşıtı söyleminin ve bu
söylemi taçlandıran sahte gözyaşlarının, ileri demokrasi vaadinin ortalama
vatandaşı ne derece etkilediği tartışılabilir ama kendi doğal tabanı nezdinde
fazla bir etki yaratmadığı kesindir. Önce el altından dillendirilen ve nihayet
mitinglerde kitlelerin gözünün içine baka baka alenen ifade edilen “ordudaki,
yargıdaki Alevileri ve laikleri ayıklayacağız” vaadi başka hiçbir şeyin
yapamayacağı kadar motive etti bu tabanı.
Peki birbirleriyle alakasız hatta çelişir
gözüken bütün bu söylemlerin, çeşit çeşit hikayelerin neticesi nedir?
Öncelikle, evet cephesini güçlendirmiştir.
Sonra, hayır cephesinin kafasını karıştırmış, olası ittifakları dağıtmış ve
iktidara yönelik birikmiş tepkilerin referanduma yansımasını engellemiştir.
Netice, AKP’nin halihazırda sahip olduğu hegemonik üstünlükle yetinmeyip
totaliter bir hakimiyete yönelmek üzere cesaret kazanmasıdır. Aynı zamanda,
diplomatik misyonunu kapı kapı dolaştırarak evetçilere destek arayan ABD’nin
referandumdan sonra verdiği desteğin karşılığını Türkiye’deki etkinliğini
pekiştirerek almasıdır.
Kakofoni gibi gözüken ayrı telden
çalmaların çok sesli bir uyum oluğu ne yazık ki konser bittikten sonra anlaşılmıştır.
İşte, “özgürlük ve demokrasinin” bir zaferi daha!
TASFİYE
90’lı yılların başında zirveye ulaşan
kapitalizme yönelik liberal umutların bugün artık hızla inişe geçtiğini
görüyoruz. Bunda bir türlü aşılamayan genel krizin etkisi yadsınamaz. Krizin
yol açtığı hoşnutsuzluk önce dağınık spontane patlamalarla açığa vurdu; şimdi
bu tepkilerin yavaş yavaş sistemin özüne yönelen eleştiriler eşliğinde derlenip
toparlandığını söyleyebiliriz. Neredeyse kendiliğinden gelişen bu eğilimin
güçlendirilmesi sosyalistlerin önünde bir görev olarak duruyor, eylemlerimiz ve
söylemlerimiz bu yönde odaklanmak zorunda.
Türkiye’de sosyalist cenahın bunun
farkında olduğu pek söylenemez. STK’vari gündemlere ve kimlik siyasetine angaje
tavır hala sürüyor. Son zamanlarda Kürt siyasası tarafından önerilen Çatı
partisi, Kongre Hareketi vb. girişimler bu yöndeki kopuşları daha da
hızlandırdı. Türkiye solunun ana akımları içinde yer alıp etnik, mezhepsel,
dini vb. aidiyet duygularını geçmişte devrimcilik, sosyalistlik kisvesine büründüren
veya bir zamanlar gerçekten sosyalist, devrimci olup da bugün zamanın ruhuna
uyarak bu türden aidiyet duygularına rücu eden kimi kanaat önderlerinin arada
oynadığı katalizörlük rolü gözlerden kaçmıyor.
Biraz da bunların teşvikiyle, solun köklü
akımlarının sözkonusu girişimlere eklemlenerek sırayla tasfiye olmalarını
üzülerek izliyoruz. Faz değiştirip kimlik siyasetine eklemlenenler on yıllar
boyu onurla taşıdıkları ve bütün cefasına katlanarak sonraki nesillere
ulaştırdıkları tarihsel davalarını da usulca yol kenarına bıraktılar;
emperyalizmle, kapitalizmle, gericilikle olan bitmeyen kavgalarını … Tarihsel
davalarımız kimlik siyasetinin AKP ve ABD ile yürüttüğü çatışmayı da uzlaşmayı
da içeren ilişkinin salınımına terk edildi.
Türkiye solunun 60’lı, 70’li yıllarına
damgasını vurmuş bağımsızlığına son derece düşkün, kelimenin olumlu anlamıyla
en yerli geleneğini ise henüz kapılanma faaliyetinin parçası kılamadılar; her
ne kadar nasıl bir mirasın üzerine oturduğunu kavramaktan aciz kimi
takipçilerini gözlemci statüsüyle seyirci yapmayı başarsalar da.
Sürece öncülük edenler bu tutumlarını
çeşitli argümanlarla gerekçelendiriyorlar. “Kimlik eksenli taleplere hele
Kürtlerden gelen taleplere kayıtsız kalarak devrimci, sosyalist olunabilinir
mi?” den tutun, “Kürtler için savaşmayana sosyalist denmez” e buradan, “Kürt
mücadelesine sosyalist, devrimci bir öz kazandıracağız” iddiasına ya da tam
tersine, “yalnızca Türkiye’de değil bütün bu coğrafyada devrimci dönüşümün
dinamiği Kürt mücadelesidir, bize düşen buna katılmaktır”
alçak gönüllülüğüne uzanan bir dizi gerekçe…Anlaşılacağı üzere, her birinin
mazereti başka başkadır ama bu durum herkesin yan yana gelmesine engel
olmamıştır.
Gerekçeleri tartışmak ayrı bir yazı
konusu. Şimdilik şunu söyleyelim: kimlik eksenli taleplere bigane kalınarak
elbette sosyalist olunamaz. Nitekim, Türkiye solu büyük ağırlığıyla bu yöndeki
taleplere olumlu bakmış özellikle Kürtlerin ayrılık dahil bütün seçeneklere
açık kendi kaderini tayin hakkının sonuna kadar savunucusu olmuştur. Ancak,
taleplerin meşruluğundan hareketle izledikleri siyaseti, kendi çıkarlarını
emperyalist stratejilerle örtüştürme, denkleştirme gayretini görmezden gelmemiz
isteniyorsa, buna hayır deriz.
Ayrıca, istisnasız bütün kritik tarihsel
eşiklerde dar ulusçu karakteri diğer bütün vasıflarına ağır başmış PKK gibi bir
hareketin merkezi hiyerarşisine dolaylı yoldan da olsa tabi olmayı doğru
bulmayız. PKK, Kürtler adına mücadele yürüten bütün örgütler içinde Birleşik
Kürdistan’ı kurumsal hafızasında daima saklı tutan ve kendini buna göre
yapılandıran yegane örgüttür. Merkezi hiyerarşik yapısı ve örgütsel yayılımı
sınırlar aşan Büyük Kürdistan coğrafyasına göre kurgulanmış ulusçu bir
hareketin programı, sınıflar mevzilenmesi, her bir ülkede ve uluslararası
düzeyde oluşturduğu ittifaklar, kurduğu bağlantılar Türkiye devrimini amaçlayan
devrimci bir hareketin öngördükleri ile asla çakışmaz. Olsa olsa kısmen
örtüşebilir; o da taktiksel değer taşıyan tali konularda. PKK bunu bildiği için
hegemonik etki altında tuttuğu diğer sol örgütlere, örtüştüğün yerde destekle
çeliştiğin yerde sus demektedir. Doğrusu, inisiyatifini kabullenenlerin yaptığı
da bundan başka bir şey değildir.
PKK için Türkiye devrimi ancak işlevsel
önem taşır o da Birleşik Kürdistan doğrultusunda bir kopuşu mümkün kılacağı
veya kopuşun hazmedilmesini kolaylaştıracağı gerekçesiyle. Aynı sonucu eğer bir
emperyalist müdahale sağlayacaksa buna da eyvallah diyecektir. Tıpkı
Irak’ta dediği gibi, Suriye ve İran’a yönelik emperyalist müdahaleyi umutla
beklediği gibi…
Türkiye solunun Kürtlerle ilişkiyi PKK’yle
ilişki olarak algılaması akıl dışıdır. PKK’yle ilişki Kürtlerin bir örgütüyle
kurulan bir ilişki gibi ele alınmalıdır, bütün Kürtlerin doğal ve yegane
temsilcisiyle kurulan bir ilişki gibi değil. Türkiye solu, bağımsız konumunu,
eleştirel tutumunu asla terk etmeden Kürt meselesi dahil asli davalarını bir
arada ve Türkiye’nin bütününü gözeten bir perspektifle ele almalı, bunu
benimseyen herkesi de Türk, Kürt demeden saflarına toplayarak yoluna devam
etmelidir.
Kürt mücadelesini sosyalistleştireceğiz
iddiasına gelince, bunu önerenlerin en azından bir bölümüne bakınca insan hadi
oradan! dememek için kendini zor tutuyor. Sizden on kat daha sosyalist yüz kat
daha fazla sayıda insan zaten Kürt mücadelesinin içinde var, eğer bir gün
kilitlendikleri hedeften kafalarını kaldırıp nereye doğru gittiğimizin farkına
varırlarsa Türkiye’nin çıkış için belki bir şansı olacak. Aksi taktirde sol
cenahta PKK lehine oluşmuş asimetrik üstünlük göz önüne alındığında bu yönde
bir etki devede kulak olmanın ötesine geçemez.
Nitekim, bu iddiadan şimdilik elimizde
kalan PKK merkezli siyasanın sosyalistleşmesi değil ama bu eklemlenme sayesinde
olmadık zevatın sosyalist payesine erişmesidir. Batı merkezli fonların ilgisine
en fazla mazhar olmuş hibelerle geçinen şahsiyetler, cemaatin televizyonlarında
meddahlık sanatı icra edenler, AKP’ye ram olmuş bir çizgide bugüne kadar ısrar
edenler bu kapıdan geçerek muteber devrimciler haline geldiler.
Emperyalizm ve gericilik kavramlarını çağ
dışı bulan, bağımsızlık kavramını nerdeyse ayıplayan bir zihniyet özgürlük ve
demokrasi adına Türkiye solunu neredeyse teslim aldı. Azınlıkların hak ve
hukuku konusunda en fazla laf edenin başka hiçbir şey söylemeden hatta
emperyalizmi ve gerici işbirlikçilerini alenen desteklerken kendiliğinden
devrimci, demokrat mertebesine terfi ettiği garip bir iklimin içindeyiz. Edilen
lafların özgürlükler konusunda devrimci bir tutumu mu yansıttığı yoksa
emperyalist arzuları dışa mı vurduğu kimsenin umurunda değil.
Bu umursamazlık sayesindedir ki,
A.Öcalan Çongarları, Çandarları, Cemalleri ve Altanları en büyük
devrimciden daha büyük devrimci ilan edebildi. Burada uzun uzun anlatmaya
çalıştığım içinde bulunduğumuz hali böylece tek bir cümlede özetleyiverdi. Sahi,
kimlermiş bu büyük devrimciler? CİA ajanlarının refikalarıyla ABD’nin
kalemşörleri! En büyük devrimciler bunlar, iyi mi?… Bunun bir adım ötesi
ilerici emperyalizm ve yaşasın Büyük Ortadoğu Projesidir.
Yoksa bu da mı kimseye dert değil?
Soruyorum, neden hiç eleştirilmedi bu sözler, eleştiri bir yana konuşulmadı
bile. Bu sözleri duyan var mı? Duyup da hala hatırlayan, hatırlayıp da dert
edinen var mı?
Var mı?…
Asırlık bir kökten gelip emperyalizme
karşı mücadelenin bayraktarı olmuş Mahirlerden, Denizlerden geçerek böylesi
günlere ulaşan bir uzun yol hikayesi: İşte, Türkiye Solu’nun Dramı. 19.11.2011
Levent Yakış
anafikir.gen.tr den
alındı
26-08-2015