26 Ekim 2016 Çarşamba

Günah Keçisi Arayışı


ABD’yi, Rusya ve Çin ile karşı karşıya getiren anlaşmazlık iki cephede gelişiyor: birinde Washington, Suriye’ye karşı yürütülen savaşın sorumluluğunu yükleyebileceği bir olası günah keçisi ararken, diğerinde Suriye ve Yemen dosyalarını birbirine bağlayan Moskova, şimdi de bunları Ukrayna sorununa bağlamayı denemektedir.

Washington günah keçisi arıyor

ABD, başı dik bir şekilde yükümlülükten kurtulmak için işledikleri suçların sorumluluğunu müttefiklerinden birine yüklemek zorundadır. Önünde üç olasılık var: Şapkayı ya Türkiye’ye ya Suudi Arabistan’a, ya da her ikisine birden giydirecekler. Türkiye, Suriye ve Ukrayna’da mevcut, ama Yemen’de yokken, Arabistan Suriye’de ve Yemen’de mevcut ama Ukrayna’da değil.

Türkiye

Geçtiğimiz 15 Temmuz’da gerçekte yaşanmış olanlara ilişkin artık doğrulanmış bilgilere sahibiz; bu bilgiler bizi başlangıçta vardığımız yargıyı gözden geçirmeye zorluyor.

İlk olarak, Suudi Prens Bender bin Sultan’ı hedef alan saldırıdan sonra cihatçı sürüsünün yönetimini Türkiye’ye emanet etmenin sorun yaratacağı belliydi: gerçekten de Bender itaatkar bir aracıysa, Erdoğan, kendine ait bir 17nci Türk-Moğol imparatorluğunu kurma stratejisini sürdürürken, bu durum cihatçıları görevleri dışında kullanmasına neden oluyordu.

Bunun dışında, ABD, askeri olarak bir NATO üyesi olmasına rağmen, ülkesini Rusya ile ekonomik olarak yakınlaştıran Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı cezalandırmalıydı.

Sonuç olarak, küresel iktidar çevresindeki krizle birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye krizinden çıkmak için ideal bir günah keçisi haline geliyordu.

ABD’nin bakış açısıyla sorun, vazgeçilmez bölgesel müttefik olan Türkiye değil, ne de küresel cihatçı hareketi örgütleyen Hakan Fidan’ın MİT’i değil, ama Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Bunun sonucu olarak, National Endowment for Democracy (NED) önce Ağustos 2013’te İstanbul’daki Gezi Parkında gösteriler örgütleyerek bir renkli devrim (« penguenlerin devrimi ») denedi. Operasyon başarısız oldu ya da Washington fikrini değiştirdi.

Bu kez AKP İslamcılarını seçim yoluyla devirme kararı alındı. CİA eşzamanlı olarak hem HDP’nin gerçek bir azınlıklar partisine dönüşümünü örgütledi, hem de bu partiyle CHP’nin sosyalistleri arasında bir ittifak hazırladı. HDP, etnik (Kürtler) ve toplumsal azınlıkları (feministler, eşcinseller) çok açık bir şekilde savunan bir program benimsedi ve buna ekolojik bir perspektif de ekledi. CHP, aynı zamanda Alevilerin parti içerisinde aşırı temsilini maskelemek ve eski Anayasa Mahkemesi başkanının adaylığını desteklemek için yeniden organize edildi. Bu arada, AKP her ne kadar Haziran 2015 seçimlerinden beklediği sonucu elde edememiş olsa da, CHP-HDP ittifakını gerçekleştirmek mümkün olmadı. Sonuç olarak Kasım 2015’te yeni milletvekili seçimleri yapıldı, ama Recep Tayyip Erdoğan tarafından bu seçimlerde çok açık bir şekilde hile yapıldı.

Dolayısıyla da Washington Erdoğan’ı fiziki olarak ortadan kaldırmaya karar verdi. Kasım 2015 ila Temmuz 2016 dönemi arasında üç suikast girişimi oldu. Söylenilenlerin aksine, 15 Temmuz harekatı bir askeri darbe değil, ama sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın ortadan kaldırılması girişimiydi. CİA, tatil sırasında Cumhurbaşkanını infaz etmek üzere Hava Kuvvetleri içerisinde küçük bir grubu devşirmek için, Türk-ABD sınai ve askeri bağlarından yararlanmıştı. Bu arada, bu ekip İslamcı subaylar (ordunun hemen hemen dörtte biri) tarafından ihanete uğradı ve Cumhurbaşkanı, infaz timinin gelişinden bir saat önce haberdar edildi. Bunun üzerine, yönetime bağlı askerlerin koruması altında İstanbul’a getirildi. Başarısızlıklarının öngörülebilir sonuçlarının bilincinde olan komplocular, hazırlıksız bir şekilde ve İstanbul’da halk henüz sokaklarda iken bir askeri darbe başlattı. Doğal olarak başarısız oldular. Bunu izleyen baskının amacı, ne sadece suikast girişiminin faillerini, ne de doğaçlama girişilen askeri darbeye katılan askerleri değil, ama başta Kemalist laikler, ardından de Fethullah Gülen’e bağlı İslamcılar olmak üzere ABD taraftarlarının tümünü yakalamaktı. Toplamda 70 000 kişi tutuklandı ve ABD taraftarlarını cezaevine sokmak için adli suçluların serbest bırakılması gerekti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösteriş çılgınlığı ve baş döndürücü ak sarayı, seçimlere hile karıştırması ve çok yönlü baskısı, onu, Suriye’de yapılan hataların ideal günah keçisi haline getiriyor. Öte yandan, renkli devrime ve üç saldırı girişimine karşı direnişi onu hemen ortadan kaldırmanın çok da mümkün olamayacağını düşündürüyor.

Suudi Arabistan

Suudi Arabistan da, ABD için Türkiye kadar vazgeçilmez bir ülke. Üç nedenden ötürü: önce olağanüstü bir hacim ve kaliteye sahip petrol rezervleri (artık Washington için bunu tüketmek değil ama sadece satışını denetlemek söz konusu), ardından Kongrenin denetimi dışında gizli operasyonları finanse etmeye yarayan, daha önce sahip olduğu likidite (ama gelirleri %70 oranında düştü) ve son olarak da cihatçılığın kaynakları üzerindeki denetimi. Gerçekten de 1962’den ve Dünya İslam Birliğinin (Rabıta) kuruluşundan beri Riyad, CİA hesabına her ikisi de dünyadaki cihatçı kadroların kaynağı iki cemaat olan Müslüman Kardeşleri ve Nakşibendileri finanse etmektedir.

Bununla birlikte, ifade ve din özgürlüğünün ortak kabul gören ilkelerine yabancı bir ailenin özel mülkiyeti olan bu Devletin anakronik niteliği, radikal değişimleri zorluyor.

Ocak 2015’te CİA, Kral Abdullah’tan sonra tahta kimin geçeceğini örgütledi. Kralın öldüğü gece, beceriksizlerin çoğunluğu görevlerinden alındı ve ülke, daha önceden hazırlanan bir plana uygun olarak yeniden düzenlendi. Artık iktidar belli başlı üç aşiret arasında paylaşıldı: Kral Salman (ve sevgili oğlu Prens Muhammet), Prensin oğlu Nayef (diğer Prens Muhammet) ve son olarak da ölen Kralın oğlu (Ulusal Muhafızların Komutanı Prens Mutaib).

Uygulamada, Kral Salman (81 yaşında) ülkenin yönetimi için yerine şen şakrak oğlu Prens Muhammet’e (31 yaşında) bırakacak. Prens Muhammet, Suudilerin Suriye’ye karşı tavrını güçlendirmiş ve ardından Yemen’e karşı savaşı başlatmıştır. Bunun dışında, « 2030 yılı vizyonu » ile uyumlu bir şekilde ekonomik ve toplumsal reformlardan oluşan kapsamlı bir program başlattı.

Ne yazık ki, her şey beklendiği gibi gelişmedi. Krallık Suriye ve Yemen’de çamura saplandı. Yemen Savaşı, Husi’lerin kendi topraklarına sızmaları ve Suudi ordusu karşısında zaferler kazanmalarıyla birlikte savaş geri dönüp kendisini vuruyor. Ekonomik alanda, petrol rezervleri artık sonuna geliyor ve Yemen’deki bozgun, « Rubülhali Çölü »’nün, yani iki ülke toprakları arasındaki kesintisiz bölgenin kullanılmasına engel oluyor. Petrol fiyatlarındaki düşüş, birçok rakibin ortadan kalkmasını sağladı gerçi ama aynı zamanda uluslararası piyasadan borç almak zorunda bırakılan Suudi Hazinesini de kurumasına yol açtı.

Suudi Arabistan, tarih boyunca hiçbir zaman bu kadar güçlü ve kırılgan olmamıştı. Muhalefet lideri Şeyh El-Nimr’in başının uçurulmasıyla siyasi baskılar doruğa ulaştı. İsyan sesleri sadece Şii azınlıktan değil ama Batıdaki Sünni eyaletlerinden de duyuluyor. Uluslararası alanda Arap Koalisyonunun çarpıcı olduğu kesindir ama bu yapı Mısır’ın geri çekilmesinden beri her yanından su almaktadır. İran’a karşı İsrail ile yaşanan resmi yakınlaşma, Arap ve Müslüman dünyasında büyük bir tepkiye neden olmaktadır. Bu durum yeni bir ittifakın ötesinde, artık herkesin nefret ettiği Kraliyet Ailesine hakim olan paniği ortaya sermektedir.

Washington’dan bakıldığında, Suudi Arabistan’da kurtarılması gerekenleri seçmenin ve diğerlerinden ise kurtulmanın zamanı gelmiştir. Dolayısıyla da aklıselim, daha önceki Sudeyrilerle (Ama beceriksiz olduğunu ortaya koyan Prens Muhammet bin Salman olmaksızın) ve Şammarlar (Kral Abdullah’ın ateş aşireti) arasındaki iktidar paylaşımına geri dönülmesini istiyor.

Washington için olduğu kadar Suudiler için daha da iyisi, Kral Salman’ın vefat etmesidir. Böylece oğlu Muhammet, diğer Prens Muhammet’in (yani Nayef’in oğlu) eline geçecek olan iktidardan uzaklaşmış olacaktır. Bu arada Prens Mutaib görevini koruyacaktır. Yeni Başkanın göreve başlayacağı 6 Ocak 2017’den önce gerçekleşirse bu değişikliği yönetmek, Washington için daha kolay olacaktır. Belge sahibi böylece bütün kabahatleri müteveffanın üzerine atabilir ve Suriye ve Yemen’de barış ilan edebilir. CİA’nin bugün üzerinde çalıştığı bu projedir.

Suudi Arabistan’da olduğu gibi Türkiye’de ve diğer müttefik ülkelerde de CİA taşları fazla yerinden oynatmamayı tercih etmemektedir. Bunun için, yapılara hiç dokunmadan el altından yöneticileri değiştirme girişimlerini örgütlemekle yetinmektedir. Bu değişikliklerin kozmetik niteliği, yaptığı işin görünmezliğini kolaylaştırmaktadır.

Moskova, Ortadoğu ve Ukrayna’yı birlikte müzakere etmeyi deniyor

Rusya, Suriye ve Yemen savaş alanlarını birbiriyle bağlantılandırmayı başardı. Güçleri Levant bölgesinde bir yıldan beri resmi olarak konuşlanmış olsa da, Yemen’de üç aydan beri gayri resmi olarak mevcuttur ve artık çatışmalara aktif olarak katılmaktadır. Halep ve Yemen ateşkeslerini eşzamanlı olarak müzakere ederek, ABD’yi bu iki harekat sahnesini birbiriyle bağlamaya zorlamıştır. Bu iki ülkede de silahlı kuvvetleri, Pentagon ile doğruda bir çatışmadan kaçınarak, konvansiyonel anlamda ABD’nin müttefikleri karşısında üstünlüğünü kabul ettiriyor. Söz konusu kaçınma taktiği, bu üçüncü ülkedeki tarihsel bağlarına rağmen, Rusya’nın Irak’a el atmasına engel oluyor.

Bununla birlikte, iki büyük güç arasındaki tartışmanın kökeni asli olarak önce Suriye’de, ardından da Ukrayna’da iki ipek yolunun da kesilmesidir. Mantıken Moskova her iki sorunu da Washington ile yaptığı müzakerelerde birlikte ele almayı denemektedir. CİA’nin Türkiye aracılığıyla her iki savaş alanı arasında daha önce zaten bir bağ kurduğunu düşündüğümüzde bu daha da mantıklıdır.

19 Ekim’de Berlin’e giden Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’yi olmasa da Almanya ve Fransa’yı bu iki sorun arasında bağ kurma konusunda ikna etme niyetindeydi. Dolayısıyla da Suriye’deki ateşkesin uzatılmasını, Ukrayna’nın Minsk mutabakatlarını engellemesine son vermesiyle değiş tokuş ettiler. Bu trampa, bunu sabote etmek için elinden geleni yapacak olan sadece Washington’u rahatsız edebilir.

Tabii ki, nihayetinde Berlin ve Paris NATO’lu efendilerinin sözünü dinleyecektir. Ancak Moskova’nın bakış açısıyla, geçici olarak dondurulmuş bir anlaşmazlık, bir bozgundan iyidir (örnek olarak Transdinyester’de olduğu gibi Ukrayna’da) ve NATO’nun birliğine zarar veren her şey, ABD’nin üstünlükçülüğünün sonunu hızlandırmaktadır.

Thierry Meyssan
voltairenet.org
22 Ekim 2016