25 Ekim 2016 Salı

İç Cephe Tartışması

Kurtuluş Savaşı’nda iç cephe silah zoruyla kuruldu. İngilizlerin kışkırttığı, Padişah’ın desteklediği ya da bir kısmını “başıbozuklar”ın çıkardığı otuzdan fazla isyan bastırıldı. Bazıları yine silah zoruyla tasfiye edilen bütün seyyar kuvvetler Kuvvayı Milliye’de toplandı. Böylece iç cephe tahkim edildi ve ancak ondan sonra Millet Meclisi orduları Bolşeviklerin de desteğiyle işgalci güçlerin karşısında mevzilendi.

Bugün de iç cephe sorunu var. Ülke içinde teröre, sınırların ötesinde ise ABD’nin kara ordusu PKK/PYD’ye karşı, ABD-İsrail koridorunu dağıtmayı amaçlayan bir savaş sürüyor. Bu savaşta cephe bütün güney sınırı, cephe gerisi ise bütün ülkedir. Savaş hâlinde siyasi merkezin birleştirici olması, iç cepheyi tahkim etmesi, cephe gerisinin düşman unsurlardan temizlenmesi kuraldır. Emperyalist paylaşım savaşının zamanla yayılacağını, bizi doğrudan ilgilendiren bölümüyle Kırım üzerinden Karadeniz’i ve ayrıca Kafkasya’yı kapsayacağını gösteren belirtiler var.

Demek ki savaş halindeyiz ve siyasi merkezin birleştirici olması, iç cepheyi bölmemesi lazım. Peki, siyasi merkez kim?

NORMAL VE ANORMAL OLAN

AKP’nin “normal” bir parti, Saray’ın ise “normal” bir siyasi merkez olmadığını bunca zaman içinde herhalde herkes anlamıştır.

“Normal”den anladığımız şudur: Anayasa’da yazıldığı gibi, “başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” anlayışına bağlı, kuvvetler ayrımını benimsemiş, yurttaşın dini inancına, fikir özgürlüğüne, hayat tarzına saygılı bir siyasi merkez. Geçmişte Menderes’in, Demirel’in, hatta Özal’ın, Çiller’in, Erbakan’ın partileri bile bu bağlamda ve son tahlilde normaldi.

Anormal olan ise şudur: Anayasa’yı kendi yarattığı fiili duruma göre değiştirmeye çalışan, laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmayı sürdüren, yasama yürütme ve yargıyı tek merkezde toplamaya ve toplum üzerinde ideolojik hegemonya kurmaya çalışan, ülkenin sınırları dahil bütün geçmişini sorgulayarak kendi “resmi ideoloji”sini yurttaşlara dayatan, insanların hayat tarzını ve fikirlerini tek tip hale getirecek şekilde eğitim kurumlarını dönüştürmeye çalışan bir siyasi merkez.

Şimdi biz bu siyasi merkezden savaş koşullarında “iç cephe”yi bölmemesini, tahkim etmesini talep ediyoruz. Aslında talep etmemize gerek yok. Bunu zaten yapıyor. Kendi iç cephesini kuruyor. Devletin baskı aygıtlarını parçalayıp kendi siyasi iradesine bağlayarak, idam cezasını överek, toplumu baskı altına alarak, orta öğretimi imam hatipleştirerek, üniversiteleri medreseleştirerek, toplumun en gerici ve bağnaz kesimlerini öne çıkarıp sosyal ve kültürel hayatı dönüştürerek, tarikatları devlet dairelerine doldurarak, klasik faşizme denk düşen bir “fetih” ve savaş ajitasyonuyla bunu zaten yapıyor: kendi iç cephesini güçlendiriyor.
“Laikler”i, Mustafa Kemal’in askerlerini de kapsayan, Devrim Kanunları’na ve Kuruluş ilkelerine bağlı geniş bir iç cephe arayışı var mı? Kesinlikle yok... Peki, Saray’ı sınırlayan, dengeleyen, geniş bir iç cepheye zorlayan, 2007’de ve 2013’te kendisini gösteren aydınlanmacı kesimlerin örgütlü bir cephesi var mı? O da yok, bu yönde anlamlı bir çaba da yok.

“Koridor savaşı” sürerken Saray’ı takıntı haline getirmeyelim. Tamam, getirmeyelim, Saray’ın iç cephesini bölmeyelim. O zaman Osmanlı Ocakları’nın “Vatan için, bayrak için, Erdoğan için silahlanın” mesajını da görmeyelim. Rize Valisi’nin Köylere Hizmet Götürme Birliği’ne bağış yapılması karşılığında silah ruhsatı dağıtmasına aldırmayalım. Melih Gökçek, “Muazzam bir silahlanma oldu,” diyor mesela. “Pompalı tüfeği alan evine atıyor... Ben bunun yasal hale gelmesi için her televizyonda anlatıyorum.” “Ateist olan Alevi dernekleri”nin (!) Türkiye’de çatışma çıkarmak istediklerini de söylüyor, başkentimizin belediye başkanı.

Hepimiz (ben dahil) birer strateji uzmanı gibi dış cepheyi izliyoruz. Büyük tarihi/jeostratejik değişimlerin diliyle konuşuyoruz. Bu arada mevcut siyasi merkezin kurmaya çalıştığı iç cepheyi, siyasetin hızla değişen ideolojik yapısını gözden kaçırıyoruz. Kendimizi o iç cephenin bir parçası gibi görmeye çalıştığımız her defasında karşımıza Abdülhamit’le, Osmanlıcılıkla, mezhepçilikle, Lozan’ın inkârıyla, başkanlık anayasasıyla, proje okullarıyla çıkılıyor. 1930’larda hâlâ çok güçlü olan Alman sosyal demokratları ve komünistleriyle iç cephe kurarsa Almanya’nın daha güçlü olacağına Hitler’i ikna etmeye çalışmak gibi bir şey!

PEKİ, NE OLACAK?

Mevcut siyasi merkezin tam bir hegemonya kurması, kendi siyasi programını kabul ettirebileceği bir uluslararası ittifak sistemi bulabilmesine bağlıdır. Kabul ediyoruz; son birkaç aydır ABD ile Rusya’nın çıkarlarını birbirine karşı gayet iyi oynadı ve önemli mevziler elde etti. Türkiye’nin bölünmeyi asla kabul etmeyeceğini, hatta neredeyse Selanik’ten Musul’a kadar genişlemek niyetinde olduğunu bütün dünyaya ilan etti. Fakat ittifak sistemleri arasında kurduğu pazarlık dengesini nereye kadar sürdürebilir?

Bir an için mevcut siyasi merkezin Türkiye’yi NATO ve Atlantik sisteminden çıkardığını, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) soktuğunu farz edelim. Sonra ne yapacak? Kemalist devrimi mi tamamlayacak? Laik bilimsel eğitim sistemine mi dönecek? Bizim bunları yapabilmemize fırsat mı verecek? Yoksa kendi ideolojik hegemonyasını mı tamamlayacak? Avrasya’da İran’ın teokratik/mezhebi yapısını sorgulayan var mı?

Saray’ın iç cephesinde yer almak istemeyen, AKP’nin her görüşten yurttaşı (yurttaşı!) kapsayan dünyevi bir iç cephe kurma derdinde olmadığını gören, ulusalcı, aydınlanmacı sıradan yurttaşın kaygıları bunlardır.

Yavuz ALOGAN
Aydınlık/25.10.2016