Helin Başak: bir tuhaf şehit!
Kültürel Çoğulcu Gündem sitesi, 2010 yılında Teatra Jîyana Nû adlı tiyatro grubunun oyuncuları ile bir röportaj yapmış. PKK’ye yakınlığı ile bilinen tiyatro grubu adına konuşanlar şöyle bir ifade kullanıyorlar : ‘TJN, diğer Kürt tiyatrolarından çok farklı. Bunun sebebi köklü olması. Şehit düşen Kürt tiyatro sanatçılarımız var.(Sarya/ Nursel İnce, Helîn Başak Kanat)”
Silahlı bir örgütün kendi kayıplarından şehit diye söz etmesinde şaşırılacak bir şey yok, nitekim adı geçen Nursel İnce, tiyatro grubundan ayrılarak PKK’ye katılmış ve 1997 yılında mayına basarak ölmüş.
Şaşırtıcı olan gerçek ise ikinci isimle, Helin Başak Kanat ile ilgili. PKK’lilerin “şehit” diye andığı, Agirê Jiyan müzik grubunun adına şarkı yaptığı Helin, aslında bizzat PKK’liler tarafından öldürülmüş bir kadındır. 31 Aralık 1994 tarihinde İstanbul-Ankara seferini yapan bir yolcu otobüsüne binen PKK’liler otobüs Gerede mevkiine geldiğinde otomatik silahlarını çıkararak yolcuları tararlar. Otobüsten ayrılırken de üzerlerindeki el bombalarını yine yolcuların üzerine atarlar. Saldırıda ondokuz kişi yaralanmış, iki kişi ölmüştür. İşte PKK’lilerin “şehit” diye andığı Helin, PKK’nin öldürdüğü bu iki insandan biridir.
Helin’in cenazesi, “şehit namırın” (şehitler ölmez) sloganları arasında kaldırılır. PKK militanı failler yakalandıktan sonra suçlarını itiraf ederler, içlerinden ikisi idam cezasına çarptırılır. Ancak bundan sonra da Helin “şehit” olarak anılmaya devam eder. Adına türküler yakılır, sahneler kurulur. Öyle ki -aynı saldırıda PKK kurşunları ile yaralanmış olan- annesi tarafından Helin adına kurulan vakfın belgeleri arasında Helin’in ölümünü anlatan tek yazıda “saldırıdan PKK’nin sorumlu olduğu iddia edilir” denmektedir.
İki idam cezası ile sabitlenen PKK eylemi, yaşamını yitiren bir insanın arkadaşları tarafından tersyüz edilmekte, kurbanın ailesi için bile hala sadece “iddia” düzeyinde kalmaktadır.
Helin hayatta olsaydı ne düşünürdü acaba? Bunu asla bilemeyeceğiz, çünkü henüz on yedi yaşındayken kendi yoldaşları tarafından kurşunlarla delik deşik edilerek, vahşice öldürüldü, ve biliyorsunuz, ölüler konuşamaz. Konuşamadıkları için de anıları böylesine çirkin bir biçimde istismar edilmeye devam eder.
Ölüler nasıl konuşamıyorsa, canlıların da sonsuza dek susabilmesi olanaksızdır. Tıpkı Hurşit Külter gibi.
Hurşit Külter: bir tuhaf kayıp
Onu tanımayanımız kalmadı. PKK’nin sivil ayaklarından biri olan DBP’de yöneticiydi, binlerce Kürt’ün yaşamına mal olan özyönetimler sürecinde aktif görev alanlardan biriydi, geçtiğimiz Mayıs ayında sırra kadem bastı. Yaklaşık dört aydır, Amerikancı-Kürtçü medya, sosyal medyanın HDP’ci bülbüllleri, onların ardına takılmış solcu-humanist arkadaşlarımız hiç susmamacasına bağırdılar “Hurşit Külter nerede” diye. Külter’in annesi “en son kayıp yakını” sıfatıyla Cumartesi Anneleri’nin yanında yerini aldı. Neredeyse haftada bir kez “Hurşit Külter nerede” sorusu Twitter’da trend oluyor, bizim cenahtaki tüm itibarlı gazeteler Hurşit Külter haberi yapıyor, aydınlarımız, yazarlarımız falan hepsi “Hurşit nerede” korosuna katılıyordu.
Konu TBMM’ye hatta Birleşmiş Milletler’e kadar taşındı. Devlet “bizde böyle bir gözaltı” yok diye açıklama yaptı. E katil devlet “ben aldım” diyecek değildi ya, bizim taraftaki patırtı bir kat daha arttı. Bu arada gerçekten artık hepimiz “adamı alıp gözaltında öldürmüşler” diye düşünmeye başlamıştık. İnsan hakları sicili ortada olan devletin yapmayacağı şey değildi. Beyaz torosları görmüş bir kuşaktık, siyaseten ne kadar farklı düşünürsek düşünelim sonuçta bir vicdanımız vardı, Külter’in devlet tarafından öldürüldüğüne inandık.
Hurşit Bey’in “kahramanca” dönüşü
Tam bu anda Hurşit beyefendi Kerkük’te ortaya çıkıverdi. İddiasına göre kendisini gözaltına alan polisin elinden kaçmayı başararak Kerkük’e gelmiş ve geçen 120 gün boyunca “iletişim olanakları kısıtlı olduğu için” ne ailesine ne de başka birine haber verememişti.
Yeryüzündeki her metrekarenin internet kapsama alanına girdiği, milyarlarca insanın cep telefonu ve bilgisayar kullandığı bir çağda, iletişim kuramamış olmak bir tek şeyle açıklanabilir: ölü taklidi yapmakla. Evet, açık ki Hurşit Külter pek kötü bir yalancıdır, ölü taklidi yapmıştır ve fakat ölü olmadığı için sonsuza dek susamamış, bir noktada akla zarar yalanlarla ortaya çıkmıştır.
Anlaşılan o ki bu iş kendisinin de içinde bulunduğu birileri tarafından PKK/HDP’ye mevzi kazandırmak için tezgahlanmıştır. Bir siyasetçinin kaybolması öyküsü ile devlet üzerindeki baskının artması, PKK’nin uluslararası desteğinin yükseltilmesi hedeflenmiştir.
Bu işte en önce Külter’in anası kandırılmıştır. Bize “özgürlük savaşçısı”, “demokrasi neferi” diye yutturulmaya çalışan bu adam, aslında çıkarı (ve örgütün çıkarı) için kendi öz anasını bile istismar edebilecek bir tiptir. Zavallı kadının çevresindeki kimi insanların bu dümeni bilmemesi olanaksızdır. Bu insanların hiç mi yüreği sızlamamıştır? Bu örgüt nasıl bir örgüttür ki bütün insani değerlerden daha yukarıda görülmekte, insan acılarıyla alay etmesi bile hoş karşılanmaktadır?
Bu kısmı az-çok kişisel bir öyküdür deyip geçebiliriz. Daha önemlisi, Hurşit ve avaneleri bizim koskoca “sol-demokrat kamuoyumuzu” kandırmıştır. Uzun süredir solculuğu “derdi olanla dayanışmaktan ibaret” sanan bir kesim Külter konusuna da -af buyurun- elindeki tuzlukla koşar adım atlayıvermiştir. Sadece atlamakla kalsa neyse, geçmişteki dümenleri bilip konuya tereddütle yaklaşan herkesi de olmayacak ithamlarla suçlamıştır. Bu saf, ama saf olduğu ölçüde saldırgan arkadaşlarımızın hiç değilse bu rezaletten sonra oturup iyice bir düşünmesi gerekir.
Siyaset stratejisi olarak yalancılık ve kışkırtma
En önce şu gerçekle yüzleşmek zorundayız, yalancılık, kışkırtma ve kara propaganda Amerikancı-Kürtçü hareket için artık utanılacak bir şey olmaktan çıkmış, basbayağı bir tür siyaset yapma biçimi haline gelmiştir. En kolay istismar ettikleri alansa yıllardır uzmanı oldukları insan hakları alanıdır. Çünkü insan hakları savunucuları, genel olarak, politik bir bilinçten ziyade vicdani reflekslerle hareket eden insanlardır. Zaten doğrusu da budur. Hak ihlaline uğrayan bir insanın hangi politik görüşten olduğu veya ihlali yapanın kim olduğuna bakılmaması gerekir. İşkence varsa, kötü muamele varsa orada tüm siyasi tavırlar bir yana bırakılır, onların yerini tek bir “insanlık tavrı” alır.
PKK bunun farkındadır. Onun için otuz yıldır İnsan Hakları Derneği’ne, İnsan Hakları Vakfı’na ve benzer faaliyetlere yatırım yapmaktadır. İHD’nin insan haklarından çok örgütün haklarıyla ve yürüttüğü kirli savaşla ilgili olduğunu cümle alem bilmektedir. Ama İHD hala pek çok sol-demokrat çevrede itibar görmektedir. Eren Keskin gibi artık faş olmuş tipleri hala baş köşelere oturtan pek çok zümre vardır. Avrupa ve Amerika’dan gördüğü destek ise muazzam boyuttadır. Zaten insan hakları konusuna bu kadar eğilmesinin bir sebebi de Sovyet sonrası dünyada insan hakları kavramının en başta emperyalistler tarafından istismar edilmesi, emperyalistlerin kendi gizli amaçları için bu alana sınırsız destek vermesidir.
Doğrudan insanların vicdanları ile ilgili ve kutsal sayılabilecek bir kavramın, böylesine hoyratça istismarından daha fena bir şey olamaz sanırım. Bu, kör bir dilencinin önündeki paraları çalmak, yoksullara yardım diye topladıklarını iç etmek veya mesela evine sığınan bir çocuğa tecavüz etmek gibi taammüden ve tuzak kurarak işlenen, kötülüğü katmerli, alçakça bir suçtur. PKK bu suçu yıllardır sayısız kez işlemiş, insanların vicdanını devlete karşı savaşta silah olarak kullanmaya kalkmıştır. Hurşit Külter vakasında olan da budur. Bir insanın yaşamı için masumane harekete geçenler sonunda devlete karşı savaşta namluya sürülen birer mermi derekesine indirilmiştir.
İnsan hakları çetesi
Hurşit Külter vakası ve benzerleri sıradan dolandırıcılık hadiseleri değildir. Uzun uzun yazılıp irdelenmeleri gerekir.
Bir kere yaşananlar organize bir cürme işaret etmektedir. Bütün bu tezgahı tek bir adam kendi başına kuramayacağına göre bu iş içinde farklı kesimlerden pek çok insanın olduğu bir ekip tarafından kurulmuş olmalıdır. PKK/HDP yöneticileri, onlara bağlı basın yayın organları, tivitır ve feysbuk’ta onların istihdam ettiği troller, Türkiye solunda PKK’ye angaje olmuş kimi isimler, imza işlerini pek seven akademisyen, yazar, aydın takımı ve hatta belki bizim “özgür basın” diye okuduğumuz kimi yayın organlarının editörleri, yazarları. Tezgahın kapsamını asla bilemeyiz, ama çok büyük olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye’nin bütün “ciddi” yayın organları olayı adeta bir kampanyaya destek verir gibi “heyacanla” haberleştirmiş, yabancı basın sayfalarca konuyu işlemiş, vaka HDP siyasetçileri tarafından ta Birleşmiş Milletler’e kadar taşınmıştır. Demek ki karşımızda en masum insan duygularını istismar etmekte uzmanlaşmış bir çete vardır. Buna bugünden sonra “Türkiye’nin insan hakları çetesi” diyebiliriz.
Siyaseti aşıp ahlaka kast eden bir hamle
Külter olayı ile ilgili diğer bir önemli nokta, yaşananların etkisi ile ilgilidir. Siyasette ajitasyon, yani kışkırtma, öylesine şiddetli bir taktiktir ki uzun vadeli ve kontrol edilemeyen etkileri siyasi etkilerinden daha şiddetli olur. Bu, trolle ya da dinamitle balık avlamak gibidir. Muhteşem bir av elde edersiniz ama avlandığınız alan bir daha hiç bir canlı bitmemecesine kirlenir, yok olur. Aynı şekilde bu tip istismarlar, yapan tarafa geçici bir mevzi kazandırabilir, ancak insanların vicdanlarında açtığı yara çok daha büyük bir maliyete işaret eder. En önce insanın insana inancını sarsarsınız, güven duygusunu zedeler, insani yardımlaşma hislerini kıymetsizleştirirsiniz. Nitekim, öyle olmuştur. Kürtçü hakeret -kendilerinin de güya çok kıymet verdiği- Cumartesi Annelerini bile bu uğurda harcamıştır. Bundan sonra toplumun en masum yardım çağrılarına bile şüphe ile yaklaşmasını kim önleyebilir? Dolayısı ile bu üçkağıtçılığın yarattığı kirlenme siyaset alanıyla sınırlı kalmamakta, en temel insani değerlerin de yozlaşmasına yol açmaktadır.
Yavuz hırsızın uydurduğu “zorla kaybetme” terminolojisi
İşin iyi tarafı bunca yıllık PKK/HDP baskısına, sosyal medya terörüne rağmen bizim sol cenahta hala vicdanı ve aklı dumura uğramamış insanlar kaldığını görmek oldu. İnsanlar olayın çirkinliği karşısında tepkilerini yükselttiler. PKK/HDP’ciler ve onların kuyrukçularından aldıkları tepki ne oldu biliyor musunuz? Şu anda en önemli şey Hurşit Külter’in hayatta olmasıymış, bizler ölmemesine üzülüyormuşuz! Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış. Ahlaksızlığın ve çirkefliğin bu derecesi görülmüş müdür bilmiyorum. Hurşit Külter amcamızın oğlu ya da kocamız falan mıdır ki eve dönünce sevinç çığlıkları atalım? Zaten hiç kaybolmamış, bağlı olduğu silahlı örgüt tarafından görev yeri değiştirilmiş bir adam için neyin kutlamasını yapacağız? Külter’in gözaltında kaybedilme olasılığına da akrabamız, dostumuz olduğu için değil insan olduğu için tepki vermiştik. Şimdi yalandan kahramanlık hikayeleri ile sürpriz yumurtadan çıkar gibi ortaya çıkmasına da yine akrabamız değil sadece insan olduğu için ayıplayarak tepki veriyoruz. Akrabamız olsaydı suratına tükürmemiz gerekirdi.
Af buyurun, maymunun gözünün açılması o kadar zorlarına gitmiş ki, AB parasıyla yayın yapan Bianet’in bir yazarı yememiş içmemiş, elinde “zorla kaybetme” diye zorlanmaktan eprimiş bir terminoloji ile hadiseye ortasından dalıvermiş. Bir insandan haber alınamıyorsa kime sorulmalıymış, tabi ki devlete sorulmalıymış. Devletin sicili zaten belliymiş. Bir kamyon laf salatası, bir kamyon liberal düşünce küspesi. Behey akıl fukaraları, birincisi adice bir dolandırıcılıktan söz ediyoruz, her canı sıkılıp tatile çıkanı ya da bağlı olduğu silahlı örgüt tarafından tayini çıkarılanı mahalle karakolunda mı arayacağız? İkincisi, kimsenin devleti savunduğu falan yok, çünkü zaten konunun devletle bir ilgisi yok. Adamın devletle savaşıyor olması kaybolması durumunda tabi ki ilk şüpheli olarak devleti akla getirirdi. Ama Hurşit efendi kaybolmamış ki, dört aylık bir dümenin, -sizin de adice ortak olduğunuz bir dümenin- parçası olarak saklambaç oynamış. Onun için azıcık utanma arlanma duygunuz varsa hiç değilse bir süre susmayı deneyin.
Biliyorsunuz Külter sadece bir örnektir(*). Buna benzer dümenler saymakla bitmez, bunun için Amerikancı-Kürtçü cenahtan gelen her bilgiye, her fotoğrafa, her habere şüphe ile yaklaşmamız gerekiyor. Önce kendi evlatlarını öldürüp sonra ona şehitlik destanları yazan bir hareketten söz ediyoruz. İnsan hakları, evrensel hukuk, barış, adalet gibi kavramlar kutsallık derecesinde önemli kavramlardır ve uzunca bir süredir bizzat onu savunduğunu söyleyen bu çirkin adamlar tarafından sulandırılmış, kirletilmiştir. İyiyi kötüden ayırarak, istismarcıları teşhir ederek bu kavramları yeniden hak ettiği yere koymak da yine bizlerin, tavrını hala insanlıktan ve vicdandan yana koyanların görevidir.
Deli Gaffar
08.10.2016
(*) Bu örneklerin belki de en şöhretlisi Aysel Malkaç dümenidir. Onu da buradan okuyabilirsiniz.