Rubikon (Rubicon) İÖ 40’lı yıllarda Galya’yı İtalya’dan ayıran ırmağın adıdır. Seferden dönen Romalı generaller Rubikon Irmağı’na geldiklerinde ordularını dağıtırlar, zafer törenleri için Roma’ya özel muhafızlarıyla girerlerdi. Rubikon’u ordularla geçmek Roma Cumhuriyeti’ne isyan sayılırdı. Cezası ölümdü.
Julius Sezar İÖ 49 yılında Galya seferinden dönerken bu kuralı çiğnedi, ordularıyla Rubikon’u geçerek Roma’ya yürüdü. Roma Senatosu bunu savaş ilanı saydı. Savaş üç yıl sürdü. “Rubikon’u geçmek” sözü o zamandan beri siyaset literatüründe yer alır; yerleşik düzeni, gâvurcası Establishment olan “müesses nizam”ı ihlal etmek, geri dönüşü olmayan bir adım atmak anlamına gelir. Bunun Doğu âlemindeki karşılığı “Gemileri yakmak”tır. İspanya’nın Müslümanlarca fethine önderlik eden Tarık bin Ziyad, 711 yılının Mayıs ayında yedi bin kişilik ordusuyla, daha sonra Cebelitarık adını alacak olan Gibraltar boğazını geçer ve gemileri askerlerinin gözü önünde ateşe verir. Onlara şöyle der: “Önünüz düşman, arkanız deniz. Sizi kurtaracak tek şey kılıçlarınız.” Sonra, İber yarım adasını fethetmek üzere Toledo’ya yürür. Çağdaş ve demokratik değerlere derinden bağlı, zihni son anketlerle meşgul, yarın heyecanla sandık başına koşacak olan okur, bu “çağdışı” hikâyeleri neden anlattığımı sorabilir. Bu soruyu tam olarak yanıtlayabileceğimi sanmıyorum. Daha doğrusu, bu “çağdışı” hikâyelerin sabah sabah aklıma nereden geldiğini tam olarak bilemiyorum. Sırası mı şimdi? Seçimden bir gün öncesi; yarın yetişkin yurttaşlarımız farklı umutlar ve beklentilerle sandık başına gidip siyasi tercihlerini belirtecekler. Bu tercihler bir siyasi iktidarı tayin edecek ve devlet bu iktidara teslim edilecek.
Oy kullanmak özel bir cesareti gerektirmiyor, alt tarafı biraz kuyrukta bekleyeceksiniz.
Cesaret dedim de aklıma geldi. Mustafa Kemal’e atfedilen bir hikâye vardır. 1919 yılında, bir rivayete göre Meclis-i Mebusan azalarıyla, bir diğer rivayete göre Harbiye Nezareti’ndeki kumandanlarla konuşurken kendisine “Bu şartlarda elimizden ne gelir, Paşam?” derler. O da cevaben “Celâdet gösteriniz, efendiler!” diye karşılık verir.
“Celâdet” sıradan bir sözcük değil, “cesaret” ya da “yiğitlik” de diyebilirdi pekâlâ; o dönemde bu sözcükler de kullanılıyordu herhalde. Fakat “celâdet” diyor. Celâdet, “bahadırlık” demektir; savaşlarda gücü ve yılmazlığıyla üstünlük kazanan kişiye bahadır denir. Yani, Rubikon’u geçer, gemilerinizi yakarsanız mutlaka galip geleceksiniz, zafer kazanacaksınız demek istiyor. İsmet İnönü de bir keresinde şöyle demişti: “Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.”
Laisizm, kadın erkek eşitliği, aydınlanma yolunda bilimsel eğitim ve tevhid-i tedrisat, sosyal devlet, toplumsal kalkınma, yurttaşlık hukuku gibi, bazen ihlal edilse de asla tamamen yok edilemeyen bütün değerleriyle birlikte şu 92 yıllık Cumhuriyet sonunda sanki Rubikon’un sınırlarına gelip dayandı. Geçebilecek miyiz? Bütün mesele budur. 2013 yılının Haziran ayında çok yaklaşmıştık. Celâdet eksik değildi, lakin orantılı bir organizasyon olmadı. Dağınık kuvvetleri düşman cephesinin en zayıf ideolojik noktasında toplamayı, o noktada yoğunlaştırmayı başaramadık. Hareket sahipsiz kaldı, onun bunun elinde gerçek niteliğinden farklı biçimde tarif edilerek siyaseten istismar edildi, turuncu renge boyanarak gücünü kaybetti. Sahi biz niye örgütlenemiyoruz? Yarın sandık başına giderken bu soruyu düşünelim. Herkese iyi seçimler diliyorum.
Yavuz ALOGAN / Aydınlık- 31.10.2015