KİMLİK SİYASETİ ve DEMOKRASİ
Kimlik siyaseti, bireysel ve kolektif kimliklerin kamusallığın merkezine konma sürecini
demokratikleşme olarak tanımlar. Oysa demokrasi de tıpkı özgürlük gibi
tarihsel ve toplumsal koşullarla bağlantılı bir kavramdır. Dünyanın demokratik
rejimi yaşatabilen bütün ülkelerinde benzer koşullar yaratılmıştır. Her şeyden önce demokrasi bir uluslaşma,
laikleşme ve yurttaşlaşma meselesidir. Modernitenin şafağında burjuva
demokratik devrimleri, içinde yurttaşlık,
ulus devlet, laiklik, insan hakları, anayasa, sanayileşme, parlamento,
demokrasi vb. unsurlar olan bir
paketi hayata geçirdiler. Dolayısıyla bu kavram ve kurumlar birbirleri ile
bağlantılı olarak insanlığın gündemine girmişlerdir. Bunlardan biri olan yurttaşlık
da bir kimliktir. Ancak kolektif değil hukuki bir kimliktir. Bireyin devlet
karşısında kazandığı özgürlükler ile ilgili bir kavramdır. Devletle arasında yurttaşlık hukuku olan insanların bireysel ya da
kamusal yaşamlarında kendilerini ne tür kimliklerle tanımlayacakları,
özgürlükler ve demokratikleşme ile ilgili bir meseledir. Yurttaşlık hukuku,
uluslaşma ve ulus-devletin kuruluşu ile yakından bağlantılıdır. Bu nedenle kimlik
siyasetlerinin ulus devleti eleştirmesinin kaçınılmaz sonucu laikliğe ve
yurttaşlığa da yönelmektedir.
Laiklik ile demokrasinin ilişkisi iyi bilinen bir
ilişkidir. Laik olmayan bir toplumda
demokrasinin ortaya çıkması ve sürdürülmesi mümkün değildir. Kimlik
siyasetinin sol versiyonlarında laiklik savunusuna yer verildiği görülmektedir.
Fakat bu, diğer tamamlayıcı unsurlarından kopartılmış bir laikliktir. Örneğin
yan yana yaşayabileceği varsayılarak laik dünya görüşü ile köktendinci dünya
görüşü aynı sepete konulmaktadır. Bir
arada yaşamalarını mümkün kılacak ortak değerleri olmayan kimlikler arasında
çatışmanın çıkması kaçınılmazdır. Çünkü özellikle dini kimlikler
kendilerini kutsal kaynaklardan hareketle inşa ederler ve diğer kimlik grubuna
karşı alınacak tavır eğer aşkın bir varlıktan gelen emir ise bunu görmezden
gelme şansı kalmayacaktır. Dinler tarihinin farklı dinler arasında olduğu kadar
aynı dinin mensupları arasında da kanlı iç savaşlar tarihi olması yeterince
öğretici olmalıdır. Farklı kimlikler
ancak herkesin bağlı olacağı daha üst düzeydeki bir değer sisteminde
uzlaştıkları takdirde bir arada yaşayabilirler.
Yeni
toplumsal hareketler, iktidar olmaya çalışmadıkları için, çoğunlukla bütünsel
toplum projeleri üretmediler. Kendilerine biçtikleri rol muhalefetle
sınırlıdır. Bu nedenle örgütsel ve ideolojik açıdan
bütünleşmemişlerdir. Disiplinli bir
örgüt tipi olarak siyasi partileri, geleneksel ve eskimiş bir mücadele aygıtı
olarak işe yaramaz bulmaktadırlar. Yaptıkları eylemlerde hükümetlerin
aldığı kararlara “asla”, “hiçbir yerde”, “son”, “durdur”, vs.
gibi negatif vurgularla itiraz eden bir ‘tek mesele
ittifakı’ olarak hareket etmişlerdi. Ancak yeni toplumsal hareketlerin varoluş
tarzları, karşı çıktıkları hükümetlerle müzakereye oturma yeteneklerini büyük
ölçüde sınırlamaktadır. Çünkü talep ettikleri bir imtiyaza karşılık
önerebilecekleri herhangi bir şeyleri yoktur. Örneğin sendikalar üyelerinin iş
garantisine karşılık bir miktar ücret kısıntısına razı olabilir ve belirli
kazançlar karşılığında belirli tavizler verebilirler. Oysa yeni hareketlerin
sözgelimi nükleer enerji projesinin durdurulmasına karşılık daha az enerji
tüketimi için söz verebilmeleri mümkün değildir. Bu durum, yeni toplumsal
hareketlerin ve oradan hareketle kurumsallaşan kimlik siyasetinin, bir siyasal
varoluş tarzı olarak, demokratik müzakere için gereken yeteneklere sahip
olmadığını gösterir.
Demokratik
müzakere, özünde siyasal ideolojiler arasındaki müzakeredir. En genelde sağ ve sol olarak, özelde ise
çeşitli siyasal ideolojiler olarak kamusal alana çıkan gruplar, toplumsal
düzeni değiştirmeye, iyileştirmeye ve kendi uygun buldukları yönde etkilemeye
çalışabilirler. Bu amaçla aralarında
işbirlikleri veya düşünsel çatışmalar yaşayabilirler. Ancak demokratik bir
sistemin, tüm siyasal aktörleri bağlayan bir üst norm olabilmesi için,
tarafların müzakere edilebilir görüşlere sahip olmaları gerekir.
Oysa bireysel ve kolektif kimlikler müzakereye açık değildir. Siyasal alanın
kimlikler tarafından doldurulduğu her yerde, kendisini “öteki”ne karşı
tanımlayan diğer kimliklerin refleks hareketleri de canlanmaktadır. Bir başka
deyişle sağ ve sol arasındaki gerilim ne kadar şiddetli olursa olsun,
savundukları düşünceler kutsal değildir ve müzakere edilebilir durumdadır. Buna
karşılık cinsel, dinsel ya da etnik kimliklerin müzakere edilebilir bir tarafı
yoktur. Enflasyonun düşürülmesi için yapılması gerekenleri ya da ülkenin
kalkınmasının devleti küçülterek mi yoksa kamu ekonomisi öncülüğünde mi mümkün
olduğunu tartışabilirsiniz. Bu tartışmalarda esneklik göstermek, pazarlık
yapmak veya fikir değiştirmek mümkündür. Ancak etnik kökeninizi, cinsel
tercihlerinizi ya da mezhebinizi esnetmeniz, pazarlığa açmanız ve değiştirmeniz
aynı ölçüde kolay olmayacaktır. Bu nedenle yurttaşlık hukuku içinde fikirlerin çatıştığı bir
demokratik sistem yerine demokrasi adı altında kimliklerin çatıştığı bir
sistemin ikamesi, gerçekte şovenizmin, ayrımcılığın ve taassubun yükselişini
tetiklemektedir.
Bir başbakanın eşcinsel, kadın, Alevi ya da
Çerkez kimliğiyle kamusal görünürlük kazandığında ve kabul gördüğünde,
farklılığın toplumca içselleştirilmiş olması adına bir kazanımdan söz
edilebilir. Ancak bunun ötesinde, söz
gelimi eşcinsel bir başbakanın sadece eşcinsel olması itibariyle hangi
ekonomik, siyasi ya da ulusal sorunu çözebileceği belirsizdir. Erkek egemen
toplumlarda Thatcher’ın ya da Tansu Çiller’in kadın kimlikleriyle başbakanlık
mevkiine ulaşmaları bir başarı ve demokratik siyasal kültür açısından birer
başarı olarak görülmelidir. Ancak bu durum, her iki liderin de, emekçileri ezen
neoliberal politikalar izledikleri gerçeğini değiştirmez. İnsanlar aynı
etnik, cinsel ya da dinsel kimliğe sahip olsalar bile farklı ideolojiler
üzerinden demokratik yaşama katılırlar. İşlevsel bir demokrasi, feodal
bağlardan kurtularak özgürleşmiş yurttaşların müzakere edilebilirlik vasfı
taşıyan siyasi/ideolojik kimlikleri üzerinden yaşatılabilir.
Kimlik siyasetinin
demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak görülebilmesi, genellikle nüfus
dengeleri ile ilgilidir. Bir çoğunluğa
karşı azınlıktaki bir grubun kültürel haklarının savunulması, demokratikleşme
taleplerine eklemlenebilir. İnsanların
çok sayıda kimlikleri vardır. Bunların bazılarının siyasal rejim ya da
toplumsal ortam tarafından reddedilmesi bir hak arama meşruiyeti doğurur.
ABD’deki siyah hareketi, kadın hakları vs. gibi. Ancak şu ana kadar
yeterince vurgulandığı üzere, kimlik siyaseti bir hak talebi olayı değildir.
Bir bireyin belli bir gruba dahil olması ile kendisini o grubun kimliği
üzerinden var etmesi farklıdır. Örneğin birey Türk olabilir ama Türkçü
olmayabilir, eşcinsel olabilir ama bu kimliği üzerinden toplumsal tanınma talep
etmeyebilir. Oysa kimlik siyasetinin talebi, kamusal alana bireysel ya da
kolektif kimlikleri merkeze alarak çıkmaktır. Bu nedenle, bir toplumda çoğunluğun ortak değerleri
bırakarak kimlik siyasetine yönelmesi halinde demokratik görüntü hızla ortadan
kaybolur. Özellikle Avrupa’da yükselen yabancı düşmanlığı, ırkçılık gibi
eğilimler, kimlik siyasetinin çoğunluklar tarafından izlenmesi halinde
ötekileştirilen azınlıklara karşı sergilenen şiddetin kaynağıdır.
Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251
I.Bölüm: Kimlik Siyaseti
II.Bölüm: Kimlik Siyasetinin Temelleri: Yeni Toplumsal
Hareketler
III.Bölüm: Kimlik Siyasetinin Temelleri: Neoliberalizm ve Muhalefetin Yeniden Tasarlanması
IV.Bölüm: Küreselleşme ve Azgelişmiş Ülkelerde Kimlik Siyaseti
V.Bölüm: Küreselleşme ve Azgelişmiş Ülkelerde Kimlik Siyaseti
VI.Bölüm: Uluslaşma ve Kolektif Kimlikler
VII.Bölüm: Kimlik Siyaseti ve Özgürlük