1980 sonlarında Batı dünyasında globalizasyon adı verilen, bizde küreselleşme diye Türkçeleştiren bir kavram ortaya çıkmıştı. Kavram bir süreci anlatıyordu; yarattığı şeyin yeni dünya düzeni olduğu ilan edilmişti. Bunun için her ülkenin yapması gereken üç şey vardı; ülkeler ya bunları yapacaklar ya da uygarlığın dışında kalacaklardı. Ya küreselleşmek ya ölüm!
Ekonomi ve yönetimde aynı anda yerine getirilmesi gereken üç görevden biri özelleştirme, ikincisi sivilleştirme, üçüncüsü yerelleştirme idi.
***
Özelleştirmelerle ulus-devletin ekonomideki yeri daraltılacak, ağırlığı hafifletilecek ve ekonomi piyasaya terk edilerek serbestleştirilecekti. KİT’ler, kamu kuruluşları satışa çıkarıldı. Ama gerçek serbestleştirme, piyasada yerli - yabancı ayırımına son vermekle olurdu; engellemeci gümrük duvarları alaşağı edilmeliydi. Engelsiz küresel piyasanın yerel parçası olmak, özgürlük ve demokrasinin iktisadi temeliydi. İçe kapalı ekonomilerin tek tipçi, baskıcı, diktatör üreten zeminini dağıtacak, dünyayla bütünleşmiş ekonomiler çok kültürlü ve özgürlükçü demokrasinin pınarı olacaktı.
***
Sivilleştirmeyle, ulus-devletin yönetimdeki yeri sınırlandırılacak ve yetkileri toplumsal örgütlere devredilecekti. Örneğin, ekmek fiyatını belirlemek devletin değil, toplumun işiydi; belediye meclisleri devreden çıktı ve yetki fırıncılar odasına devredildi. Ulus-devletin bürokratik mekanizmaları artık tek başına karar veremezdi, serbest piyasa yönetime de taşınmalıydı; tüm yetkiler sivil topluma! Yaşasın ortak karar, yaşasın katılımcılık, yaşasın yönetişim! Kooperatif ve sendikalar eritilirken, dini-etnik cemaatler ile oda, dernek ve vakıflar NGO (devlete ait olmayan örgütler), STK (sivil toplum kuruluşu) adını aldı.
***
Yerelleştirmeyle, ulus-devletin üretim ve bölüşüm politikalarını belirleme gücü sınırlandırılacaktı. Merkezi yönetim tek-tipçiliği, baskıcılığı besliyordu, oysa toplumun çok kültürlü hali yerellerdeydi. Her yerel birim, küresel piyasanın serbest iradeli alıcılarına dönüşmeliydi. Büyük küresel piyasa yerel ortaklarına engelsiz ulaşmalıydı. Demokrasinin beşikleri uyanacak, sivil toplumun çok kültürlü doğası yerelden küresele bağlanarak büyük özgürleşme yaşanacaktı. Yaşasın yerel özerklik! Yaşasın yerellerin özyönetimi!
Üç görev de şöyle ya da böyle yerine getirildi. Bugün ‘yeni dünya düzeni’nin bizi dünyayla bütünleştirdiği, serbest, özgür, çok kültürlü, demokratik ve barışa gark olmuş havasını soluyoruz!
***
Şimdi, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bu “büyük başarı hikayesi”, tüm çatısıyla anayasal zincirlere bağlanacak. Ve aslına bakarsanız, zincirin kimi halkaları anayasaya zaten girmiş bulunuyor:
Örneğin, ulusal devletin kamulaştırma yetkisinin sınırlandırılması (madde 46) işi 2001 yılından bu yana tamam. Devletleştirme hükmünün özelleştirme hükmüyle eşitlenmesi (madde 47) ve özelleştirmenin anayasal hüküm haline getirilmesi de öyle. Hem de 1999 yılından beri.
Örneğin, bizi dünyaya bağlamak üzere “uluslararası hukuk ulusal hukuktan üstündür” (madde 90) kuralı da 2004 yılında anayasadaki yerini almış durumda.
Örneğin, ulusal devletin temel sosyoekonomik yönetim aracı olan planlama kural olmaktan çıkarılıp, yanına (madde 166) ekonomik ve sosyal konsey adlı devlet - sermaye ortaklığını temsil eden bir “yönetişim harikası” mekanizma 2010 yılında sokuşturulmuş bulunuyor.
Siz, yeni anayasacıların bu “yeni” hükümlerden kurtulmak gerektiğini söylediklerini hiç duydunuz mu?
***
Yeni Anayasacılık, emperyalizmin tüm dünyada ve ülkemizde 1980’li yıllarda başlayan büyük saldırganlığının mantıksal sonuçlarına vardırılmasından başka bir şey değil.
Bu işin hayretlik tarafı, küreselcilik projesi gözlerimizin önünde dünyayı işgallerin vahşetiyle kana bulayarak batmışken, kendilerine anayasal güvenceler yaratma cesaretini nereden ve nasıl bulabildikleri.
Yeni anayasacılık suçunun failini doğru saptamamız ve ışığı doğrudan onun gözüne tutmamız, bu arsızlığa son vermenin yollarından biri olsa gerek.
Birgül Ayman GÜLER- Aydınlık/24.02.2016