Çok
uzun zaman önce adı Yugoslavya olan efsanevi bir ülke vardı. Bu ülkede
her şeyden biraz bulunurdu: Alplerden bir tepe, kayak yapılabilen Karadağ, mayıstan ekime kadar insanı
yüzmeye davet eden Adriyatik kumsalları,
Ohri gölünün yeşil sahilleri ve Belgrad, Zagrep ve Ljubljana gibi
insanı çarpan şehirler.
Yıllar boyu sosyalizm ile serbest piyasanın
bir karışımı olan bir üçüncü yol,
ülkenin politikasına hakim olmuştu. Devlet üretim planları yapıp finans sektörünü
kontrol ederken, işçiler kendi işletmelerinde bir çeşit özyönetim modelini
uyguluyorlardı. Örneğin işçiler fabrika müdürlerini kendi oylarıyla
seçebiliyorlardı. Sağlam bir orta sınıf ve bağımsız çiftçiler gelişirlerken,
Akdeniz’e has tutku ve Doğu’dan miras alınan ticaret geleneği, insanı her zaman
ön planda tutan sistemi ayakta tutuyordu. “Nema
problema” Balkanlar’da her zaman duyulan bir düstur haline dönüşmüştü ve bu
sürekli rekabet ortamının hakim olduğu ve bireylerin isteklerine odaklanmış olan
diğer sisteme göre sosyalizmde halkın temel ihtiyaçlarının daha iyi
karşılanmasına yardımcı oluyordu. Karl Marx ve Coca Cola, parti okulları ve
diskotekler, Sliwowitz (Sırbistan’ın milli içkisi kabul edilen erik rakısı) ve
viski hep bir arada bulunmaktaydı. Herkes nereye seyahat etmek istiyorsa
gitmekte ve ne hoşuna gidiyorsa okumakta özgürdü. Yugoslavya, İsveç ve
Macaristan’ın bir karışımıydı; Batı’nın sosyalist ülkesi, Doğu’nun eğlenceli
kulübesi.
Bu ülkede yaşayan insanlar da değişik
malzemelerin bir araya gelmesinden oluşmuş mutlu bir karışımdı. Melankolik
Ruslar gibi ağlayabiliyor, neşeli İtalyanlar gibi gülüyorlar ve arada da çokça
çalışıyorlardı. Bu arada Balkanlar’da yaşayan halklar birbirinin aynı olmaktan
da oldukça uzaktılar. Tarih, Balkan halklarını birbirinin karşısına defalarca
çıkarmıştı: Önce Batı Roma ve Doğu Roma arasındaki sınır bu bölgeden
geçti, daha sonra Habsburg yönetimindeki
Hıristiyanlar ve topraklarını genişleten Osmanlılar arasındaki savaşlar burada yoğunlaştı. II.Dünya Savaşı’nda
Almanlar bu çatışma noktalarını araçsallaştırarak Ortodoks Sırplara ve Yahudilere
karşı Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklarla ittifak yaptılar.
Tabii ki geçmişte dökülen kanlar ve çekilen
acılar sonraki kuşakların kalplerinde ve beyinlerinde hala yaşıyor, ama bu
olaylara dair anılar gittikçe silikleşiyor. Aynı Almanların ve Fransızların tam
olarak anılardan silinmeyen ama iyileşmeye yüz tutan yaraları gibi.
Balkanlar’daki bu hafıza kaybının nedeni ile Batı Avrupa’daki hafıza kaybının
nedenleri aynıydı: Almanlar ve Fransızlar 1945’ten sonra başarılı bir şekilde
beraber yaşayabilecekleri bir ev olan Avrupa Topluluğu’nu oluşturdular ve buna
benzer biçimde Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar ve Makedonlar beraber yaşayabilecekleri
Yugoslavya’yı kurdular. Ancak haklı nedenlerle bu karşılaştırmayı biraz daha
ileri götürüp şunu söyleyebiliriz: Almanların ve Fransızların bugüne kadar
ulaşmayı denedikleri her şey Yugoslavya’da hayata geçirilmişti; hangi dinden
veya etnik kökenden gelirlerse gelsinler tüm insanlar eşitti ve üç büyük din,
altı büyük halk ve sayısız azınlık grubundan oluşan bir devlette herkes kendi
dilini kullanmakta ve kültürünü yaşatmakta özgürdü.
Partizanlarıyla Yugoslavya’yı Nazi
işgalinden kurtaran ve sonrasında ülkeyi yaklaşık kırk yıl boyunca iyi yürekli
bir monark olarak yöneten Tito, diğer monarklar gibi çok sayıda hata yaptı.
Tito’nun yaptığı hatalar içinde en büyüğünün, başlarda maliyetinin çok
ucuz olduğu düşünülen Batı’dan alınan
krediler olduğu söylenebilir. 1970’li yılların sonunda ABD faizleri dramatik
bir biçimde yükselttiğinde diğer ülkeler gibi Yugoslavya da zor duruma düştü.
Borç ödemeleri nedeniyle halkın hayat standardı önemli ölçüde azaldı, işsizlik
arttı ve Yugoslavya para birimi Dinar değer kaybetti. Dünyanın her yerinde
ekonomik krizler için günah keçileri aranır ve demagoglar için suçlu, tabii ki
her zaman kendilerinden mümkün olduğunca çabuk uzaklaştırılması gereken “diğerleridir”.
Aynı şey Yugoslavya’da da oldu. Daha önceleri bugün birisinin gelip Bavyera
Eyaleti’nin Almanya’dan ayrılması gerektiğini söylemesi ya da Württemberg
Krallığı’nın yeniden kurulmasını istemesiyle eşdeğer görülen bağımsız Slovenya
ve yeni bir Hırvat devleti fantezileri ortaya çıktı. Ancak demagoglar Batı’dan
ve özellikle Bonn’dan büyük destek gördüler ve 80’li yılların sonunda iyice
arsızlaştılar. Belgrad’daki yönetimin hataları bu kundakçıları güçlendirdi.
Bosna’da geçmişte yaşayan bazı insanlar,
İslam’ın parlak – Müslümanların ayrıcalıklı yönetici sınıf olarak
Hıristiyanları yönettiği – zamanlarının yeniden doğuşunun hayali içindeydiler.
Ancak bu köktendincilerin hiçbir şansı yoktu, çünkü Saraybosna Tahran değildi.
Bosnalı Müslümanların çoğu hem Rakija’nın hem de Türk kahvesinin (Turska Kafa)
tadını çıkaran mutlu Balkanlılardı. Erkekler uzun sakaldan nefret ederlerken,
kadınlar Tito tarafından yasaklanan çarşaf için gözyaşı dökmüyorlardı ve
birbirlerini eskimiş “merhaba” ile değil “dobar dan” (Sırpça “iyi günler”) ile
selamlıyorlardı. Bundan da öte büyük şehirlerde halklar arasında çapraz
evlilikler yapılıyor ve nüfus sayımlarında birçok Müslüman kendisi “Yugoslav”
olarak kaydettiriyordu. Dış destek olmaksızın köktendincilerin bu ülkede
iktidarı ele geçirmesi imkansızdı. Bu dış yardım sayesinde çok kültürlü bir
cennet, halkların hapishanesi haline geldi ve sonunda köktendincilerin beşiği
haline dönüştü. Burada daha sonra New York’a ve Madrid’e korku salacak terörizmin
çocukları yetiştirildi.
Jürgen ELSASSER (Batılı Gizli Servislerden IŞİD'e Giden Yol)