“Ben politikacılık yapmadım” diyor Çetin Altan, “sadece rahat yazı yazabilmek için Meclis’e girdim, ama o zaman da
dokunulmazlığımı kaldırdılar. Benim siyasete ihtiyacım yok.” (Mustafa Karaalioğlu’yla
röportaj, Yeni Şafak,21.04.2002)
Sanılır ki, yazı yazıyor diye devletin bütün
polisleri, savcıları, mahkemeleri ve tabii “etrak-ı biidrak”, yani anlayıştan
yoksun Türklerin tamamı, bu “büyük yazarı” kovalamaktadır ve yazmasa öleceği
için dokunulmazlık zırhından yararlanmak amacıyla TBMM’ne sığınmıştır. Yoksa,
ne işi vardır politika çamurunun içinde ?
Ama sıra politikacılık konusunda
böbürlenmeye gelince tuğla büyüklüğünde bir kitap indirilir raflardan, üstünde “Ben milletvekili iken” yazılıdır. Büyük
“yazı adamı”, yazı adamlığını bu kez, “büyük politikacılığını” ve Parlamento
maceralarını anlatmak için kullanmıştır. Bu kadar da değil, Çetin Altan’ın
politika yıllarını övünerek anlattığı sayısız yazısı ve konuşması vardır. “Yazı
adamlığı” onun, böbürlenmeye en uygun konumdur diye, deneye sınaya kendini
oturttuğu son posttur.
Özden yoksunluk, kendini yalan ve gürültü
şeklinde ifade eder.
Çetin Altan, 1967’de emekçiler tarafından
kendisine gönderilen mektupları toplayıp Onlar
Uyanırken adıyla bir kitap yaptı. Kitabın kendisine ait giriş bölümünde
şöyle yazıyor:
“Türkiye’nin
ezilen, horlanan, çağının dışında bırakılan emekçileri…bütün gücün kendi
sınıflarında olduğunu görecek ve sınıflarının özgürlüğünü kimseden bir şey
ummadan kendilerinden yana olan namuslu aydınlarla sağlamaya çalışacaktır…Ve
ancak bu büyük çaba sonunda gerçek olarak kurtulacaklardır…Bu mücadelede
elbette başı belaya girenler, felaketlere uğrayanlar, eziyet çekenler olacaktır…Ama
şunu unutmamak gerekir ki, insanlığın kurtuluşu için uğraşanlar ölümsüzdürler.
Onların her yaptıkları yarın doğacak bebeklerin mutlu dünyasında bir taze gülüş
olarak açılacak ve onların varlığı evrenin içindeki atom cümbüşünde gelip
geçtikleri bir sinema perdesinin gerçek sahibi olarak sonsuzluğa perçinlenecektir…Sosyalizm
alabildiğine geniş, alabildiğine derin, alabildiğine insanca bir çabanın hiç
bitmeyecek bir meyvasıdır. Yaşantının mutluluğunu böyle bir meyvanın lezzetinde
duyanlar, çağlarını anlamış ve gerçekten yaşamış olanlardır.”
Dikkat edilirse, Meclis’e rahat yazı yazmak
için girdiğinin henüz farkında değildir ve “sosyalist politikacı” kisvesiyle
konuşmaktadır. Bu yüzden cicili bicili, “bebeklerin gülüşü”, “meyvaların
lezzeti”, “sinemaların perdesinin sahibi olarak sonsuzluğa perçinlenme” gibi
ifadelerle, olabildiğince güçlü bir inanç gösterisi yapıyor.
Laf salatası, halk avcılarının tezgahında
satılır.
Çetin Altan, hayatının herhangi bir
döneminde ne Bilimsel Sosyalizm’i öğrendi, ne de sosyalist oldu. Sosyalistlik
pozu yaptı ve kendi pozuna belki kendisi de inandı; o kadar. Kendini ve halkı
aldattı. Türkiye’de henüz sosyalizm bilinmiyordu. Devrime gözlerini yeni açan
insanların etkilenmesi kolaydı.
27 Mayıs 1960 hareketiyle ivme kazanan
devrimcilik, iki yazarı kitlelerin sevgilisi yapmıştı. Akşam’da yazan Çetin Altan, Cumhuriyet’te
yazan İlhan Selçuk. İkisi de kitleler ve TİP tarafından siyasete çağrıldı.
İlhan Selçuk, emin yollardan, adımlarını yoklaya yoklaya atarak yükselme yolunu
seçti ve gazetecilikte kaldı.
Çetin Altan’ın kişiliği farklıydı; ün,
takdir ve alkışa direnmesi mümkün değildi. Böyle oluşunun sebebini, Çetin Altan
her sorulduğunda kendisi izah eder: “Sekiz
yaşında yatılı okula bıraktılar, bir daha da kimse aramadı…Sevilmemiş insanlar,
inasanları mahkum etmeye çalışırlar kendilerini beğenmeye.” (Ahmet Tulgar’la
söyleşi, 7 Nisan 2002, Milliyet Pazar) Aynı ifade, eşi Solmaz Kamuran
tarafından İpek Böceği Cinayeti
adıyla yazılan biyografisinde aynen vardır. Çetin Altan o yıllarda ve hayatı
boyunca hep tribüne oynadı. Olayların merkezinde olmak ve kendini alkışlatmak
için elinden geleni yaptı. Bu amaçla içeriksiz ama süslü konuşur ve yazar;
sesinin kalınlığı, üslubu, duruşu, hepsi alkışa davetiyedir.
TİP listelerinden bağımsız milletvekili
olarak girdiği Meclis onun için bir kişisel şov sahnesiydi. Daha sonra üyesi
olduğu TİP’de başına buyrukluğuyla öne çıktı. 60’ların sonuna gelindiğinde
artık kitle hareketi geri çekiliyordu, Çetin Altan’a yol görünmüştü. Parti’den
ayrıldı, devrimciliğe, sol’a, sosyalizme sırtını döndü.
Halk avcısı her zaman halkın sırtında yaşar
ve sürekli orada durmak ister. Halk üstteyken onun ellerinde yükselir; yenilip
alta düşünce, bu kez yenenlerle birlikte biner halkın sırtına.
Stalin, Troçki için “Alkış uğruna Kızıl Meydan’da intihar etmeye razıdır” demişti.
Çetin Altan da kesinlikle özel bir dönüşle, kendi şanına yakışır bir şekilde ve
alkışlar arasında dönmüş olmayı tercih ederdi. Ama, dönüşünün diğer döneklerden
en küçük bir farkı, kendine özgü hiçbir yanı yok. Oral Çalışlar, Hadi Uluengin,
Cengiz Çandar ve Taner Akçam neden ve nasıl dönmüşlerse o da aynı şekilde
dönmüştür. Yol da aynıdır, güzergah da aynı. Devrim dalgasının saraylardan
sürükleyip getirdikleri arasında yer almış, halkın sırtına basarak
yükselebildiği yere kadar çıkmış, dalga geri çekilirken diğerleri gibi o da
halkı suçlayarak saraya dönmüştür.
HASAN YALÇIN- "Dönekler"- S.27- 30