P.Bruegel (Ölümün Zaferi)
İstanbul’un planını bitirdim. Sanırım başka hiçbir başşehrin sokaklarında burada olduğum gibi rahatsız edilmeden çalışamazdım. Türkler “harita” diyorlar ve “zaten bundan bir şey anlamıyoruz” der gibi sessizce yollarına devam ediyorlar. Kimi zaman beni plançetamla “muhallebici” yani sokaklarda beyaz tabla üstünde tatlılar dolaştırıp satan adam sanıyorlardı. Bunun için de çocuklar benimle arkadaş olmaya çalışıyorlardı. En meraklılar kadınlardı (hem de burada, Türkiye’de !). Bunlar kağıdın üstünde neler olduğunu, bunları görmüş olan padişahın bunu ne yapacağını, benim Türkçe, hiç değilse Rumca bilip bilmediğimi öğrenmek istiyorlardı. Korumalarım buna “hayır” deyince, bana, kendisiyle ancak işaretle konuşabilen bir yaban gözüyle bakıyorlardı. Onların en hoşuna giden – belki de yasak olduğu için – resimlerinin yapılmasıydı. Bundan kolay bir şey yoktur. Büyük, beyaz bir peçe, bunun altından çıkan iki kara göz, bir parçacık burun ve enli, çatık kaşlar. Eğer bunu taş baskısıyla çoğaltmış olsaydım, her birine kendi portresi diye verebilirdim ve hepsi de bunu kendilerine çok benzer bulurlardı. Türklere göre daha çok rahatsızlık veren Rumlar ve Yahudilerdi. Ama çavuşumun yalnız bir “yasaktır”ı onları serçe sürüsü gibi ürkütmek için yeterliydi.
…..
…Eğer Avusturya- Macaristan
sağlık makamları tarafından veba bulaştıran madde olarak sınırda
tutuklanmayacak olsa sana bir İstanbul
Menekşesi göndermeyi çok isterdim. Şimdiki durumda, veba sönmüş olduğuna ya
da tehlikesi her insanın başında her gün dolaşanlardan daha büyük olmadığına
göre, artık sana bu konuda açık birkaç şey yazmam gerek. Gereksiz yere üzüntü
çekme ! İnsan en çok tanımadığı tehlikelerden korkar, çünkü onları gözünde
büyütür.
Veba, Mısır’dan mı, yoksa Trabzon’dan mı geliyor
ya da nasıl ve nerede oluyor, bu konuda sana bir şey söyleyecek durumda
değilim. Çünkü ne ben, ne de başka biri bunu biliyor. Veba, daha aydınlanmamış
bir gizdir. Bu, Sfenks’in, çözmeye kalkışanın daha başarmadan hayatına mal olan
bilinmezdir. Napolyon ordusundaki Fransız doktorlarının
Mısır’da başına gelen buydu. Yakınlarda, kendini burada akla gelebilecek her denemeye koyan, sonunda bir Türk
hamamına gidip bir vebalının yanında yatan ve yirmi dört saat içinde ölen genç
bir Alman doktorunun başına da gelen buydu.
Çok olasıdır ki, doğunun belli
enlem dereceleri arasındaki büyük ve sık evli şehirler vebanın gerçek odakları
olsun. Ama bu hastalık ne çok sıcak, ne de çok soğukla uyuşabiliyor. İran’da
hiç olmamıştır. Mısır’da, Nil ağzında ne kadar büyük olursa olsun hiçbir zaman
bu ırmağın çağlayanlarından yukarıya çıkamamıştır.
Böyle bir veba, gerçi Avrupa’ya taşınabilir.
Ama karantinanın kuruluşundan bu yana geçen yüzyıllık denemenin gösterdiği
gibi, orada olamaz. Bundan başka şunda da kuşku yoktur ki, bu hastalık temasla geçmektedir. Bunu
yadsıyan birçokları bile hiç kuşkusuz bir vebalıya dokunmaktan çok çekinirler.
Yukarıda verdiğim acıklı örnek de bunu kanıtlar.
Beyoğlu’ndaki
Frenk hastanesinde yıllardan beri bir Katolik papazı yaşamaktadır. Ki, yalnız
vebaya yakalananlara dinsel yardımda bulunmakla kalmıyor, onları tutuyor,
giysilerini değiştiriyor, onlara bakıyor ve ölüleri gömüyor. Bu adamcağız
şişman ve yağlı. Açıkça söyleyeyim ki, onun bu yiğitçe, gerçekten dinsel inancı,
alkışlanan birçok savaş kahramanından çok daha üstün geliyor bana. Papaz
gençliğinde veba geçirmiş olduğunu sanıyor, ama bunun da yeniden hastalanmayı
önlemediği kanıtlanmıştır.
Veba hastalığına yakalanmak için, ateşli
deriye oldukça sürekli bir değme, aynı zamanda da bütün vücudun güçsüz olması
gerek. Bu nedenle eşya insanlardan daha tehlikeli.
Hastalık olaylarının çoğu satın alınan eşya, Yahudilerin dolaştırıp sattıkları
eski giysilerden çıkıyor. Bir hastaya yalnız rastlamakla bu hastalığa yakalanmak
için, kesinlikle birçok uğursuz koşulun bir araya gelmiş olması gerek. 25
yıldan bu yana görülen en şiddetli salgın olan bu yılki veba, oldukça korkutucu
sürerken ben bütün gün şehrin ve çevredeki semtlerin en dar sokaklarında da
dolaştım, hatta hastanelere de girdim. Çoğu zaman çevreme meraklılar
toplanıyordu. Ölülere, can çekişenlere rastladım. Kendimi bir tehlikeye attığım
inancıyla yaşadım. En büyük ilaç temizliktir. Eve döner dönmez tepeden tırnağa
kadar çamaşırlarımı, giysilerimi değiştiriyordum. Giysilerim bütün gece
pencereleri açık bir yerde duruyordu. En küçük bir önlemin bile ne
kadar koruduğunun kanıtı, Türkler ve reayanın binlercesi vebadan ölürken, Frenk
halk arasındaki kurbanların sayısının çok az oluşudur. Bu yılki vebanın
1812’den bu yana benzeri görülmemiş derecedeki yaygınlığına ve çok öldürücü
olmasına karşın, yaklaşık sekiz ile on iki Frenk ailesinde veba çıkmıştı.
Tutulanlar da genellikle hizmetçiler ya da çocuklardı. Çevirmenlerin Türklerle
her gün ilişkide bulundukları yüz yıldan bu yana, bunlardan vebaya yakalanan
yalnız bir kişi gösterilebiliyor. Ama bir Frenk vebaya tutulursa, yüz Türk’ün
bu hastalığa yakalanmış olmasından daha büyük yankı uyandırıyor.
Bununla birlikte hastalığın ilk kez kendini gösterdiği yerlerde en yoğun önlemlere
başvurulması, bütün giysiler, yataklar ve halıların yıkanması, kağıtların
tütsülenmesi, duvarların kireçle badana edilmesi ve döşeme tahtalarının çok iyi
yıkanması gerek. Bunun büyük bir evde ne demek olduğunu göz önüne
getirebilirsin. Kim “bulaşmışsa” onun durumu, evi yanmış olan kadar kötüdür.
Türklerde iş çok başka görünüyor.
Onlar arasında, acaba birine dokunursam vebaya tutulur muyum ? Ya da insanların
önlemi dünyadaki herhangi bir belaya engel olabilir mi, diye soran yok.
Buradan çok uzak olmayan bir bataryada
vebalılar için hastane kuruldu. Bataryadaki bir tabur askerin
üçte ikisi öldü.
Birkaç kere, biraz önce bir
arkadaşlarını gömmüş olanların tabut örtüsünü sırtlarına almış, şarkı
söyleyerek yerlerine döndüklerini gördüm. Orada ölenin mirasını aralarında
paylaştılar. Büyük bir olasılıkla kendilerine yirmi dört saat içinde üç kere
ölümü getirecek olan ceket ve pantolonu aldık diye çok sevindiler. Korkunç ölü
sayısı, her gün görülen örnekler, bulaşmanın açık kanıtları bu adamları
inançlarından vazgeçirmiyor. “Allah Kerim” yazgıdan
kaçınılmaz ! Bataryanın gavurlarla olan ilişkisinden dolayı inancı
sarsılmış olan bir binbaşı çeşitli önlemler almıştı. Askerler son derece
isteksizce bunlara boyun eğdiler. Ama çok geçmeden kışlanın kapısına bir “ayet”
asmakla yetinildi.
Muhammed, hemşehrilerini korkunç salgına karşı korumaktan umutsuzluğa düşünce onlara vebaya karşı böyle bir küçümsemeyi bildirmekte kuşkusuz haksız değildi. Müslüman için veba bir bela değildir, tersine, Tanrı’nın verdiği iyiliktir. Vebadan ölenlerin şehit yazılacağı Kura’an’da açıkça bildirilmiştir. Bu nedenle ondan korkmak ve ona karşı alınan bütün önlemler yalnız gereksiz değil, aynı zamanda günahtır.
Geçen gün Büyükdere’deki bir kahvede molla,
sakallı dinleyicilerine “Niçin ?” diyordu. “Niçin bu kadar çok asker öldü ? Çünkü çok budalaca önlemlere
girişildi. Ama siz, vebadan korkmayanlar hiç, ama hiçbir önleme başvurmayanlar
vebadan öldünüz mü ?” Burada bunun
gibi mollalar var oldukça veba da kalacaktır.
Bütün bu yazgıya inanışlarıyla birlikte Türkler bize karşı, ancak sarsılmaz bir inancın sağladığı ruhsal bir üstünlükle hoşgörü besliyorlar. Türk büyük bir iyi yüreklilikle ve alay etmeden, belki biraz acıyarak “Yanına yaklaşma korkuyorlar !” der. Hamal hastaları sırtında hastaneye ve ölüleri hastaneden tabutsuz olarak gömüldüklere yerlere taşır. Sonra ölünün üstüne iki ayak kalınlığında toprak örtülür ve imam üç kere ölünün adını çağırır, eğer bilmiyorsa “Ademin oğlu” diye seslenir, ona doğruca cennete gitmesini bildirir. Kimi gece köpekler ölüyü çıkarırlar. Onun için mezarlıklar yeni sürülmüş tarlalara benzemektedir.
Böylece, bir kere tutuşmuş olan ateşin uzun
süre yanacağı ve ancak besleneceği kalmayınca söneceği anlaşılır. Gazete
haberlerini, örneğin bir haftada 9000 kişinin öldüğünü kendi abartıları
yalanlamaktadır. Serasker
kapısında görebildiğim hastane raporlarına göre bana, İstanbul ve çevresinde
son vebadan ölenlerin sayısı 20 000’den aşağı, otuz binden yukarı görünmüyor.
Vebanın büyük etkisi dört ya da beş ay sürmüştür. Şehrin nüfusu 500 000 olarak
kabul edilirse bunun yirmide biri vebadan ölmüş demektir. Eğer
salgın bir yıl böyle sürseydi, ortalama ömür sekiz on yıla düşerdi. Ama bundan
korkmaya gerek yok. Çünkü şiddetli bir veba ender olarak bu kadar uzun sürer.
Böyle sert salgınlardan sonra birkaç yılın iyi geçmesi olağandır.
İlginç bir durum da Frenklere
oranla daha çok Türk’ün vebaya yakalanmasına karşılık, hastalanan Türklerden on
kere daha az Frenk’in ölümden kurtulabilmesidir. Bunun nedeni ancak ruhsal olabilir.
Türk vebaya yakalanırsa, buna sabırla katlanır. Yakalanmadığı sürece de onu
bilmemezlikten gelir, “yumurcak” adını söylemez, olsa olsa “hastalık” der.
Çünkü belanın adını söylemek onu çağırmak demektir. Eğer sen bugün bir Türk’e,
son üç ay içinde İstanbul’da veba olup olmadığını soracak olsan kalın kaşlarını
kaldırır, dilini şaklatır, bu da Almanca “Yok canım,
Allah saklasın !” demektir. Kesin olan bir şey, Türklerin vebadan
öldüğü, ama Frenklerin vebadan acı çektikleridir. Beyoğlu, bu duruma alışmamış
olanlara acı bir tablo sunmaktadır. Buraya girer girmez sağ ve soldaki
tepelerde tahta barakalar ve çadırlar, paçavralar içinde insanlar, kemikleri
çıkmış hasta yüzler, bağırışan çocuklar görülür. Bunlar vebanın babasını,
anasını ya da evin besleyicisini aldığı ve evleri temizlenirken burada
karantinaya girmiş olan ailelerdir. Rumlar çoğu zaman evlerinin temizlenmesini
bırakırlar. Eğer kırk gün, bütün bu soğuk mevsime çadır içinde katlanırlarsa
Panayia’nın yani koruyucu Meryem’in kendilerine acıyacağını umarlar. Sonra
evlerine dönerler. Hemen yine hastalık olayları görülür. Frenkler sokaklarda
bile siyah muşambalar içinde, korkunç hayaletler gibi dolaşırlar. Herkes
korkudan birbirinden kaçmaya çalışır. Ama bu da dar yollarda olanaksızdır.
Birden bir cenaze alayı köşeyi döner, eğer ölen bir Frenk
ise dostları ve akrabaları onu bırakmışlardır, yalnız papaz, rastlayanları
uyarmak için, elinde uzun siyah bir asayla önden yürür. Eğer ölü bir Müslümansa, hatta yabancılar bile, bir süre taşımak
için tabuta sokulur, çünkü mümin, bir cenaze altında kaç adım atarsa cennete de
o kadar adım yaklaşmış olur.
Eğer bir tanıdığınızla yolda karşılaşırsanız en önemli konuşma konusu
“Vebadan ne haber, son haftada kaç kişi hastalanmıştır ?”. Aileler içinde, her
yerde büyük bir şaşkınlık vardır, en kötüsü de zavallı kadınların durumudur.
Bunlar hastalığa en az yakalanmış olanlardır, ama çok kere korkulacak şey ne
kadar az olursa üzüntüsü de o oranda artar. Evde kapanıp kalmak olanaksızdır.
İnsan kuruntuya düşünce her yerde ve her zaman bulaşma tehlikesi görür. Bütün evler kaleler
gibi kapalıdır. Gelen bir konuk bütün aileyi korkuya düşürür. Seni önce bir
tütsü sandığına kaparlar, sonra kanepesiz, halısız ve perdesiz, yalnız kamış
iskemleler, üstü muşamba örtülü tahta masalarla (veba tutmaz sayılan maddeler)
döşeli bir salona alırlar. Belki bir mektup getirmişsindir, bunu bir ocak
maşasıyla alırlar, özenle tütsülerler, çekinerek açarlar. Şimdi evin
efendisinin “hoş geldin” diye sana elini uzatacağını sanırsın, ama o sana
dokunmaz, bir konuşmaya girişirsen, o hemen sözü vebaya getirir. Bir kağıt
oyunu oynamayı umarsın, ama boşuna, iskambiller elden ele geçer ya ? Evin
hanımı mendilini düşürür, sen yerden aldın mı yapabileceğin en kötü şey budur.
Çünkü hanımın mendilini eline alabilmesi için önce onu iyice yıkaması gerekir.
Tiyatro, balo, toplantı, kulüp, posta arabası, özetle bir araya gelmenim
herhangi biçimi akla getirilemez. İşte Beyoğlu’nun veba sırasındaki hayatı !
Sanırım sen de benim gibi, tehlike çok azsa da rahatsızlığın bu felaketi
tanımayan ülkelerde sanıldığından daha çok olduğu düşüncesini kabul edersin.
Bu mektupla vebadan o kadar çok söz edildi ki, sanırım bunu sınırda özel
bir biçimde tütsülemek zorunda kalacaklar.
Helmuth von Moltke
Hiç yorum yok :
Yeni yorumlara izin verilmiyor.