9 Mart 2016 Çarşamba

1836- 1837 İSTANBUL’DA VEBA SALGINI

P.Bruegel (Ölümün Zaferi)


İstanbul’un planını bitirdim. Sanırım başka hiçbir başşehrin sokaklarında burada olduğum gibi rahatsız edilmeden çalışamazdım. Türkler “harita” diyorlar ve “zaten bundan bir şey anlamıyoruz” der gibi sessizce yollarına devam ediyorlar. Kimi zaman beni plançetamla “muhallebici” yani sokaklarda beyaz tabla üstünde tatlılar dolaştırıp satan adam sanıyorlardı. Bunun için de çocuklar benimle arkadaş olmaya çalışıyorlardı. En meraklılar kadınlardı (hem de burada, Türkiye’de !). Bunlar kağıdın üstünde neler olduğunu, bunları görmüş olan padişahın bunu ne yapacağını, benim Türkçe, hiç değilse Rumca bilip bilmediğimi öğrenmek istiyorlardı. Korumalarım buna “hayır” deyince, bana, kendisiyle ancak işaretle konuşabilen bir yaban gözüyle bakıyorlardı. Onların en hoşuna giden – belki de yasak olduğu için – resimlerinin yapılmasıydı. Bundan kolay bir şey yoktur. Büyük, beyaz bir peçe, bunun altından çıkan iki kara göz, bir parçacık burun ve enli, çatık kaşlar. Eğer bunu taş baskısıyla çoğaltmış olsaydım, her birine kendi portresi diye verebilirdim ve hepsi de bunu kendilerine çok benzer bulurlardı. Türklere göre daha çok rahatsızlık veren Rumlar ve Yahudilerdi. Ama çavuşumun yalnız bir “yasaktır”ı onları serçe sürüsü gibi ürkütmek için yeterliydi.



   …..
…Eğer Avusturya- Macaristan sağlık makamları tarafından veba bulaştıran madde olarak sınırda tutuklanmayacak olsa sana bir İstanbul Menekşesi göndermeyi çok isterdim. Şimdiki durumda, veba sönmüş olduğuna ya da tehlikesi her insanın başında her gün dolaşanlardan daha büyük olmadığına göre, artık sana bu konuda açık birkaç şey yazmam gerek. Gereksiz yere üzüntü çekme ! İnsan en çok tanımadığı tehlikelerden korkar, çünkü onları gözünde büyütür.

   Veba, Mısır’dan mı, yoksa Trabzon’dan mı geliyor ya da nasıl ve nerede oluyor, bu konuda sana bir şey söyleyecek durumda değilim. Çünkü ne ben, ne de başka biri bunu biliyor. Veba, daha aydınlanmamış bir gizdir. Bu, Sfenks’in, çözmeye kalkışanın daha başarmadan hayatına mal olan bilinmezdir. Napolyon ordusundaki Fransız doktorlarının Mısır’da başına gelen buydu. Yakınlarda, kendini burada akla gelebilecek her denemeye koyan, sonunda bir Türk hamamına gidip bir vebalının yanında yatan ve yirmi dört saat içinde ölen genç bir Alman doktorunun başına da gelen buydu.
   Çok olasıdır ki, doğunun belli enlem dereceleri arasındaki büyük ve sık evli şehirler vebanın gerçek odakları olsun. Ama bu hastalık ne çok sıcak, ne de çok soğukla uyuşabiliyor. İran’da hiç olmamıştır. Mısır’da, Nil ağzında ne kadar büyük olursa olsun hiçbir zaman bu ırmağın çağlayanlarından yukarıya çıkamamıştır.
   
   Böyle bir veba, gerçi Avrupa’ya taşınabilir. Ama karantinanın kuruluşundan bu yana geçen yüzyıllık denemenin gösterdiği gibi, orada olamaz. Bundan başka şunda da kuşku yoktur ki, bu hastalık temasla geçmektedir. Bunu yadsıyan birçokları bile hiç kuşkusuz bir vebalıya dokunmaktan çok çekinirler. Yukarıda verdiğim acıklı örnek de bunu kanıtlar.

   Beyoğlu’ndaki Frenk hastanesinde yıllardan beri bir Katolik papazı yaşamaktadır. Ki, yalnız vebaya yakalananlara dinsel yardımda bulunmakla kalmıyor, onları tutuyor, giysilerini değiştiriyor, onlara bakıyor ve ölüleri gömüyor. Bu adamcağız şişman ve yağlı. Açıkça söyleyeyim ki, onun bu yiğitçe, gerçekten dinsel inancı, alkışlanan birçok savaş kahramanından çok daha üstün geliyor bana. Papaz gençliğinde veba geçirmiş olduğunu sanıyor, ama bunun da yeniden hastalanmayı önlemediği kanıtlanmıştır.
   
  Veba hastalığına yakalanmak için, ateşli deriye oldukça sürekli bir değme, aynı zamanda da bütün vücudun güçsüz olması gerek. Bu nedenle eşya insanlardan daha tehlikeli. Hastalık olaylarının çoğu satın alınan eşya, Yahudilerin dolaştırıp sattıkları eski giysilerden çıkıyor. Bir hastaya yalnız rastlamakla bu hastalığa yakalanmak için, kesinlikle birçok uğursuz koşulun bir araya gelmiş olması gerek. 25 yıldan bu yana görülen en şiddetli salgın olan bu yılki veba, oldukça korkutucu sürerken ben bütün gün şehrin ve çevredeki semtlerin en dar sokaklarında da dolaştım, hatta hastanelere de girdim. Çoğu zaman çevreme meraklılar toplanıyordu. Ölülere, can çekişenlere rastladım. Kendimi bir tehlikeye attığım inancıyla yaşadım. En büyük ilaç temizliktir. Eve döner dönmez tepeden tırnağa kadar çamaşırlarımı, giysilerimi değiştiriyordum. Giysilerim bütün gece pencereleri açık bir yerde duruyordu. En küçük bir önlemin bile ne kadar koruduğunun kanıtı, Türkler ve reayanın binlercesi vebadan ölürken, Frenk halk arasındaki kurbanların sayısının çok az oluşudur. Bu yılki vebanın 1812’den bu yana benzeri görülmemiş derecedeki yaygınlığına ve çok öldürücü olmasına karşın, yaklaşık sekiz ile on iki Frenk ailesinde veba çıkmıştı. Tutulanlar da genellikle hizmetçiler ya da çocuklardı. Çevirmenlerin Türklerle her gün ilişkide bulundukları yüz yıldan bu yana, bunlardan vebaya yakalanan yalnız bir kişi gösterilebiliyor. Ama bir Frenk vebaya tutulursa, yüz Türk’ün bu hastalığa yakalanmış olmasından daha büyük yankı uyandırıyor. Bununla birlikte hastalığın ilk kez kendini gösterdiği yerlerde en yoğun önlemlere başvurulması, bütün giysiler, yataklar ve halıların yıkanması, kağıtların tütsülenmesi, duvarların kireçle badana edilmesi ve döşeme tahtalarının çok iyi yıkanması gerek. Bunun büyük bir evde ne demek olduğunu göz önüne getirebilirsin. Kim “bulaşmışsa” onun durumu, evi yanmış olan kadar kötüdür.

   Türklerde iş çok başka görünüyor. Onlar arasında, acaba birine dokunursam vebaya tutulur muyum ? Ya da insanların önlemi dünyadaki herhangi bir belaya engel olabilir mi, diye soran yok.
   
   Buradan çok uzak olmayan bir bataryada vebalılar için hastane kuruldu. Bataryadaki bir tabur askerin üçte ikisi öldü. Birkaç kere, biraz önce bir arkadaşlarını gömmüş olanların tabut örtüsünü sırtlarına almış, şarkı söyleyerek yerlerine döndüklerini gördüm. Orada ölenin mirasını aralarında paylaştılar. Büyük bir olasılıkla kendilerine yirmi dört saat içinde üç kere ölümü getirecek olan ceket ve pantolonu aldık diye çok sevindiler. Korkunç ölü sayısı, her gün görülen örnekler, bulaşmanın açık kanıtları bu adamları inançlarından vazgeçirmiyor. “Allah Kerim” yazgıdan kaçınılmaz ! Bataryanın gavurlarla olan ilişkisinden dolayı inancı sarsılmış olan bir binbaşı çeşitli önlemler almıştı. Askerler son derece isteksizce bunlara boyun eğdiler. Ama çok geçmeden kışlanın kapısına bir “ayet” asmakla yetinildi.
   
   Muhammed, hemşehrilerini korkunç salgına karşı korumaktan umutsuzluğa düşünce onlara vebaya karşı böyle bir küçümsemeyi bildirmekte kuşkusuz haksız değildi. Müslüman için veba bir bela değildir, tersine, Tanrı’nın verdiği iyiliktir. Vebadan ölenlerin şehit yazılacağı Kura’an’da açıkça bildirilmiştir. Bu nedenle ondan korkmak ve ona karşı alınan bütün önlemler yalnız gereksiz değil, aynı zamanda günahtır.

    Geçen gün Büyükdere’deki bir kahvede molla, sakallı dinleyicilerine “Niçin ?” diyordu. “Niçin bu kadar çok asker öldü ? Çünkü çok budalaca önlemlere girişildi. Ama siz, vebadan korkmayanlar hiç, ama hiçbir önleme başvurmayanlar vebadan öldünüz mü ?” Burada bunun gibi mollalar var oldukça veba da kalacaktır.
  
   Bütün bu yazgıya inanışlarıyla birlikte Türkler bize karşı, ancak sarsılmaz bir inancın sağladığı ruhsal bir üstünlükle hoşgörü besliyorlar. Türk büyük bir iyi yüreklilikle ve alay etmeden, belki biraz acıyarak “Yanına yaklaşma korkuyorlar !” der. Hamal hastaları sırtında hastaneye ve ölüleri hastaneden tabutsuz olarak gömüldüklere yerlere taşır. Sonra ölünün üstüne iki ayak kalınlığında toprak örtülür ve imam üç kere ölünün adını çağırır, eğer bilmiyorsa “Ademin oğlu” diye seslenir, ona doğruca cennete gitmesini bildirir. Kimi gece köpekler ölüyü çıkarırlar. Onun için mezarlıklar yeni sürülmüş tarlalara benzemektedir.

   Böylece, bir kere tutuşmuş olan ateşin uzun süre yanacağı ve ancak besleneceği kalmayınca söneceği anlaşılır. Gazete haberlerini, örneğin bir haftada 9000 kişinin öldüğünü kendi abartıları yalanlamaktadır. Serasker kapısında görebildiğim hastane raporlarına göre bana, İstanbul ve çevresinde son vebadan ölenlerin sayısı 20 000’den aşağı, otuz binden yukarı görünmüyor. Vebanın büyük etkisi dört ya da beş ay sürmüştür. Şehrin nüfusu 500 000 olarak kabul edilirse bunun yirmide biri vebadan ölmüş demektir. Eğer salgın bir yıl böyle sürseydi, ortalama ömür sekiz on yıla düşerdi. Ama bundan korkmaya gerek yok. Çünkü şiddetli bir veba ender olarak bu kadar uzun sürer. Böyle sert salgınlardan sonra birkaç yılın iyi geçmesi olağandır.

   İlginç bir durum da Frenklere oranla daha çok Türk’ün vebaya yakalanmasına karşılık, hastalanan Türklerden on kere daha az Frenk’in ölümden kurtulabilmesidir. Bunun nedeni ancak ruhsal olabilir. Türk vebaya yakalanırsa, buna sabırla katlanır. Yakalanmadığı sürece de onu bilmemezlikten gelir, “yumurcak” adını söylemez, olsa olsa “hastalık” der. Çünkü belanın adını söylemek onu çağırmak demektir. Eğer sen bugün bir Türk’e, son üç ay içinde İstanbul’da veba olup olmadığını soracak olsan kalın kaşlarını kaldırır, dilini şaklatır, bu da Almanca “Yok canım, Allah saklasın !” demektir. Kesin olan bir şey, Türklerin vebadan öldüğü, ama Frenklerin vebadan acı çektikleridir. Beyoğlu, bu duruma alışmamış olanlara acı bir tablo sunmaktadır. Buraya girer girmez sağ ve soldaki tepelerde tahta barakalar ve çadırlar, paçavralar içinde insanlar, kemikleri çıkmış hasta yüzler, bağırışan çocuklar görülür. Bunlar vebanın babasını, anasını ya da evin besleyicisini aldığı ve evleri temizlenirken burada karantinaya girmiş olan ailelerdir. Rumlar çoğu zaman evlerinin temizlenmesini bırakırlar. Eğer kırk gün, bütün bu soğuk mevsime çadır içinde katlanırlarsa Panayia’nın yani koruyucu Meryem’in kendilerine acıyacağını umarlar. Sonra evlerine dönerler. Hemen yine hastalık olayları görülür. Frenkler sokaklarda bile siyah muşambalar içinde, korkunç hayaletler gibi dolaşırlar. Herkes korkudan birbirinden kaçmaya çalışır. Ama bu da dar yollarda olanaksızdır. Birden bir cenaze alayı köşeyi döner, eğer ölen bir Frenk ise dostları ve akrabaları onu bırakmışlardır, yalnız papaz, rastlayanları uyarmak için, elinde uzun siyah bir asayla önden yürür. Eğer ölü bir Müslümansa, hatta yabancılar bile, bir süre taşımak için tabuta sokulur, çünkü mümin, bir cenaze altında kaç adım atarsa cennete de o kadar adım yaklaşmış olur.

   Eğer bir tanıdığınızla yolda karşılaşırsanız en önemli konuşma konusu “Vebadan ne haber, son haftada kaç kişi hastalanmıştır ?”. Aileler içinde, her yerde büyük bir şaşkınlık vardır, en kötüsü de zavallı kadınların durumudur. Bunlar hastalığa en az yakalanmış olanlardır, ama çok kere korkulacak şey ne kadar az olursa üzüntüsü de o oranda artar. Evde kapanıp kalmak olanaksızdır. İnsan kuruntuya düşünce her yerde ve her zaman  bulaşma tehlikesi görür. Bütün evler kaleler gibi kapalıdır. Gelen bir konuk bütün aileyi korkuya düşürür. Seni önce bir tütsü sandığına kaparlar, sonra kanepesiz, halısız ve perdesiz, yalnız kamış iskemleler, üstü muşamba örtülü tahta masalarla (veba tutmaz sayılan maddeler) döşeli bir salona alırlar. Belki bir mektup getirmişsindir, bunu bir ocak maşasıyla alırlar, özenle tütsülerler, çekinerek açarlar. Şimdi evin efendisinin “hoş geldin” diye sana elini uzatacağını sanırsın, ama o sana dokunmaz, bir konuşmaya girişirsen, o hemen sözü vebaya getirir. Bir kağıt oyunu oynamayı umarsın, ama boşuna, iskambiller elden ele geçer ya ? Evin hanımı mendilini düşürür, sen yerden aldın mı yapabileceğin en kötü şey budur. Çünkü hanımın mendilini eline alabilmesi için önce onu iyice yıkaması gerekir. Tiyatro, balo, toplantı, kulüp, posta arabası, özetle bir araya gelmenim herhangi biçimi akla getirilemez. İşte Beyoğlu’nun veba sırasındaki hayatı ! Sanırım sen de benim gibi, tehlike çok azsa da rahatsızlığın bu felaketi tanımayan ülkelerde sanıldığından daha çok olduğu düşüncesini kabul edersin.
   Bu mektupla vebadan o kadar çok söz edildi ki, sanırım bunu sınırda özel bir biçimde tütsülemek zorunda kalacaklar.


Helmuth von Moltke

Hiç yorum yok :