2008 yılında,
Türkiye ve Suriye’nin karşılıklı olarak vize muafiyetini kaldırması, her iki
ülkede de devasa bir ekonomik gelişmeye neden olmuştu. Bir gecede Halep’te,
Sheraton’la Kale arasındaki güzergaha ve ara sokaklara serpilmiş binlerce küçük
ve büyük işyerlerinde, hemen hemen bütün dükkanların giriş kapısında,
kendiliğinden ve hat sanatıyla yazılmış “Türkçe
konuşulur” ya da “elma çayı bulunur”
tabelaları asılmıştı. Türk komşuları da zevkle her şeyin tadına bakıyor ve
coşkuyla mal sahibiyle pazarlığa girişiyorlardı.
Aynı durum sınırın öteki tarafında da
görülebiliyordu. O güne kadar Şanlı Urfa
yılda 50 bin Suriyeliye ev sahipliği yaparken bir anda ziyaret patlaması
yaşamış ve bu rakam sadece bir ayda 70 bine çıkmıştı. Bunların bazıları
akraba ziyareti, kimi kutsal yerleri gezmek, kimi modaya uygun giyim kuşam
edinmek ya da kaliteli eşarp, otomobil ve inşaat malzemesi satın almak için
gelmişti. Resmi rakamlara bakılırsa bir
ayda kaydedilen ciro bir milyar dolara yaklaşmıştı.
Komşu ülkenin dolaylı yolunu kullanan Suriye ürünleri ki bunlar
Şubat’ın ortasında güneşle olgunlaşmış turfanda limonlar ve bal gibi tatlı
kayısı ve şeftalilerdir, Türk markasıyla etiketlendirildikten sonra TIR
konvoylarıyla Avrupa’nın pazarlarına ulaşmaktaydı. Öbür taraftaki
süpermarketlerdeyse Alete biberonları, Nescafe ve Nivea kremleri ilk kez
görülmekteydi. Bunların yanı sıra büyük kentli yaşam tarzına uygun yeni araç ve
gereçler…Halep’in bazı bölgelerinde internet kafeleri yerden mantar gibi
bitmekteydiler.
Batılı ülkelerse bu durumdan
ürkmüş olarak acil durum frenini arıyordu: Avrupa Birliği ülkelerinde vizesiz
dolaşım hakkı için çabalayan Türkiye’nin, Suriye gibi bir ülkeye vize muafiyeti
sunması Brüksel’deki bürokratları rahatsız etmiş ve Türkiye’nin yönünü Doğu’ya
mı kaydırdığı şeklindeki endişelere neden olmuştu. Ama bunun ilk
başlarda herhangi bir sonucu görülmemişti.
İlk başta karşılıklı dostluğun nişanesi
olarak altyapıda bir onarıma gidildi. Daha Mart 2009’da geleneksel
Halep-Adana-Mersin demiryolu yeniden açılmış ve bu hat İstanbul’daki hızlı
trene de bağlanmıştı. Hatta eski ve ünlü Bağdat
demiryolu yeni bir turistik atraksiyon olarak da öne çıkmıştı. Ardından da
sınır geçişlerini kolaylaştıran ve hızlandıran başka demiryolu seferleri
konmuştu. Suriye tarafında bu yan komşuya yönelik büyük bir sevgi ve muhabbete
neden olmuştu; bu durumu coşkuyla kutlamayan hiçbir Suriyeli köy ve kent
kalmamıştı.
Ancak 2010 yılında garip bir olay
meydana geldi: Türkiye kendi tarafında, Halep’in batısına düşen sınır
boylarında çeşitli çadır kentler kurmaya girişmişti. Tabii ki bu,
Suriye tarafında bir şaşkınlığa ve yabancılaşmaya neden olmuştu; ama bütün bu
olan biten güzelliklerden sonra insanlar buna fazla kafa yormamış ve bu durumu
sadece “Ah bizim şu Türkler…Acaba orada bütün Kürdistan’ı kucaklayacak bir kent
mi inşa ediyorlar” diye bir nükteyle karşılamışlardı.
Ama bunun devamı tatsız olmaktan
da öte bir şeydi: Neredeyse bu olaydan bir yıl sonra, yani 2011 baharından önce
Daara’da ve yazla birlikte de Hums ve çevresinde terör gruplarının yoğun bir
işgali başladı. Kurulan çadır kentlerin, Suriye’den kaçacak mülteciler için
inşa edildiği anlaşılmıştı, ama ilk başlarda görülen yoğun
çatışmalara rağmen bu göç gerçekleşmedi. Haziran 2011’de Suriye halkı
hükümetlerinin bu durumla başa çıkacağını düşünmüştü.
Bu teröristler Batılı ülkelerce en çok da Türkiye ve ABD tarafından
desteklenmekteydi. El Kaide, CIA ve Türk gizli servisi MİT, ortaklaşarak “dinler arası dostluğun ve hoşgörünün beşiğini” tahrip etmeye
girişmişlerdi. Başka deyişle, Arap ülkeleri içinde Hıristiyan ve Batı kültürünü
en çok barındıran ve içselleştiren ülke, artık boğazlanmalıydı.
NATO bombalarıyla Vahhabilerin
yolunu açıyor. Beşar
Esat’ın çok dinli ve çok kültürlü
Suriye’si ve onunla birlikte Suriye Hıristiyanları NATO tarafından
saldırıya uğrarken onu, “şeytan” İran (Rusya ve Çin ile birlikte)
savunmaktadır.
Bu durum Almanya’daki siyasi çevreleri de
kullandıkları kavramları netleştirmeye zorlamaktadır. Artık “Batıcı”
“İslam karşıtı” olmanın hiçbir anlamı kalmamıştır, çünkü Batı-NATO kılıfı
altında Tufan zamanından kalma Vahhabileri, yani İslam’ın en aşırı ve en
saldırgan kesimini desteklerken, Hıristiyanlara dost ve hoşgörülü davranan ve
çok kültürlü bir yaşam modelinde ısrar eden Alevi ve Şiilere karşı savaş
yürütmektedir.
Artık net bir pozisyona ihtiyaç vardır: Arap
ülkeleri içinde Avrupalı yaşam tarzına en yakın duran (onunla birlikte Lübnan)
bir ülkeyi savunmak isteyen herkes, söz konusu muhalefete, yani açık bir
ifadeyle vahşi terörist çetelere karşı durmalıdır. Ama her kim ki Junge
Freiheit gibi lafı ağzında
geveleyip duruyor ve bu çetelerle flört ediyorsa bu durumda o istediği kadar
başka şeyler söyleyip dursun, sonuçta o açıktan İslami faşizmin saflarında yer
almaktadır. Evet açık söyleyelim İslam
faşizmi ! Bu kavram eğer Bush’un, Neoconların ve Siyonistlerin ağzından
çıkmışsa Müslümanlara karşı bir savaş çığırtkanlığı olarak kullanılmaktadır.
Ancak bu kez bu kavram, Amerikalıların ittifak ettiği- ki bu ilk kez
olmamaktadır- Vahhabilere ve İslami teröristlere karşı kullanıldığında çok
yerindedir.
Şimdi de birkaç kelime Esad ve onun yaptığı
müthiş konuşmasına dair etmeliyim. Anahtar kelime şudur:
“Bu savaşın bir tarafında halk vardır, diğer tarafındaysa
katiller ve caniler.”
Bu siperi, ilk bakışta çelimsiz
ve zayıf izlenimi veren bir adımla onun muhteşem güzellikteki karısının kahramanca
savunacağını kim tahmin edebilirdi. O aslında bir göz doktorudur. Olaylar
başladığında “haydi bana eyvallah” deyip sürgüne gidebilir ve daha önceden de
olduğu gibi Londra’da ünlülerin başvurduğu bir klinik açabilirdi.
Ama hayır, o mevziyi canı pahasına da olsa
terk etmedi ! Bu cesaretin önünde saygıyla eğiliyorum ! Bu olay nasıl sona
ererse ersin, ama o daha şimdiden tarihe geçti.
Ya CIA darbecilerinin katlettiği Allende
gibi kahraman ya da Castro gibi onlara başarıyla karşı koymuş bir kahraman !
Tabii ki en başta Suriye’nin savaşan sıradan
askerlerine ve subaylarına da çok şey borçluyuz. Onlar her gün kelle koltukta
savaşıyorlar; sadece kendileri ve aileleri için değil en çok da özgürlük ve
dünya barışı için. Şam düşmedikçe Tahran
ve dolayısıyla Moskova’daki insanlar da rahat uyuyabilirler. Sonuçta bugün Ortadoğu’daki savaşın tekrar inişe
geçmesi, Amerikalı strateji uzmanlarının, onların uşaklarının ve Siyonistlerin
(Obama ve Rooney) saç saça, baş başa birbirlerine girmelerinin nedeni de
mevziyi, hayvanca katliamlara rağmen kahramanca koruyan ve akıllı politikalarla
düşmanlarının arasında çatlaklar yaratan Suriye ordusunun başarısıdır.
Şimdi de bazı saptamalar:
1. IŞİD, Suudi Arabistan ve Türkiye
tarafından Suriye’nin meşru hükümetini devirmek için yaratılmış korkunç bir
canavardır. 1980’lerde ABD tarafından yaratılmış El Kaide’nin yeni bir
kopyasıdır.
2. ABD’nin sözüm ona insani gerekçeleri
(Yezidilerin korunması) bir bahaneden ibarettir. Halbuki IŞİD, Suriye’deki
Hıristiyanları katlederken Musul gibi milyonluk bir kenti Hıristiyanlardan
temizlerken kılını kıpırdatmamıştı.
JÜRGEN ELSASSER
Batılı Gizli Servislerden IŞİD’E GİDEN YOL
(Sayfa 20-21-22-23-24)