29 Mart 2016 Salı

Türkiye Suriye Dostluğu ve Savaş

   

   
   2008 yılında, Türkiye ve Suriye’nin karşılıklı olarak vize muafiyetini kaldırması, her iki ülkede de devasa bir ekonomik gelişmeye neden olmuştu. Bir gecede Halep’te, Sheraton’la Kale arasındaki güzergaha ve ara sokaklara serpilmiş binlerce küçük ve büyük işyerlerinde, hemen hemen bütün dükkanların giriş kapısında, kendiliğinden ve hat sanatıyla yazılmış “Türkçe konuşulur” ya da “elma çayı bulunur” tabelaları asılmıştı. Türk komşuları da zevkle her şeyin tadına bakıyor ve coşkuyla mal sahibiyle pazarlığa girişiyorlardı.

   Aynı durum sınırın öteki tarafında da görülebiliyordu. O güne kadar Şanlı Urfa yılda 50 bin Suriyeliye ev sahipliği yaparken bir anda ziyaret patlaması yaşamış ve bu rakam sadece bir ayda 70 bine çıkmıştı. Bunların bazıları akraba ziyareti, kimi kutsal yerleri gezmek, kimi modaya uygun giyim kuşam edinmek ya da kaliteli eşarp, otomobil ve inşaat malzemesi satın almak için gelmişti. Resmi rakamlara bakılırsa bir ayda kaydedilen ciro bir milyar dolara yaklaşmıştı.

   Komşu ülkenin dolaylı  yolunu kullanan Suriye ürünleri ki bunlar Şubat’ın ortasında güneşle olgunlaşmış turfanda limonlar ve bal gibi tatlı kayısı ve şeftalilerdir, Türk markasıyla etiketlendirildikten sonra TIR konvoylarıyla Avrupa’nın pazarlarına ulaşmaktaydı. Öbür taraftaki süpermarketlerdeyse Alete biberonları, Nescafe ve Nivea kremleri ilk kez görülmekteydi. Bunların yanı sıra büyük kentli yaşam tarzına uygun yeni araç ve gereçler…Halep’in bazı bölgelerinde internet kafeleri yerden mantar gibi bitmekteydiler.

   Batılı ülkelerse bu durumdan ürkmüş olarak acil durum frenini arıyordu: Avrupa Birliği ülkelerinde vizesiz dolaşım hakkı için çabalayan Türkiye’nin, Suriye gibi bir ülkeye vize muafiyeti sunması Brüksel’deki bürokratları rahatsız etmiş ve Türkiye’nin yönünü Doğu’ya mı kaydırdığı şeklindeki endişelere neden olmuştu. Ama bunun ilk başlarda herhangi bir sonucu görülmemişti.

   İlk başta karşılıklı dostluğun nişanesi olarak altyapıda bir onarıma gidildi. Daha Mart 2009’da geleneksel Halep-Adana-Mersin demiryolu yeniden açılmış ve bu hat İstanbul’daki hızlı trene de bağlanmıştı. Hatta eski ve ünlü Bağdat demiryolu yeni bir turistik atraksiyon olarak da öne çıkmıştı. Ardından da sınır geçişlerini kolaylaştıran ve hızlandıran başka demiryolu seferleri konmuştu. Suriye tarafında bu yan komşuya yönelik büyük bir sevgi ve muhabbete neden olmuştu; bu durumu coşkuyla kutlamayan hiçbir Suriyeli köy ve kent kalmamıştı.

   Ancak 2010 yılında garip bir olay meydana geldi: Türkiye kendi tarafında, Halep’in batısına düşen sınır boylarında çeşitli çadır kentler kurmaya girişmişti. Tabii ki bu, Suriye tarafında bir şaşkınlığa ve yabancılaşmaya neden olmuştu; ama bütün bu olan biten güzelliklerden sonra insanlar buna fazla kafa yormamış ve bu durumu sadece “Ah bizim şu Türkler…Acaba orada bütün Kürdistan’ı kucaklayacak bir kent mi inşa ediyorlar” diye bir nükteyle karşılamışlardı.

   Ama bunun devamı tatsız olmaktan da öte bir şeydi: Neredeyse bu olaydan bir yıl sonra, yani 2011 baharından önce Daara’da ve yazla birlikte de Hums ve çevresinde terör gruplarının yoğun bir işgali başladı. Kurulan çadır kentlerin, Suriye’den kaçacak mülteciler için inşa edildiği anlaşılmıştı, ama ilk başlarda görülen yoğun çatışmalara rağmen bu göç gerçekleşmedi. Haziran 2011’de Suriye halkı hükümetlerinin bu durumla başa çıkacağını düşünmüştü.

   Bu teröristler Batılı ülkelerce en çok da Türkiye ve ABD tarafından desteklenmekteydi. El Kaide, CIA ve Türk gizli servisi MİT, ortaklaşarak “dinler arası dostluğun ve hoşgörünün beşiğini” tahrip etmeye girişmişlerdi. Başka deyişle, Arap ülkeleri içinde Hıristiyan ve Batı kültürünü en çok barındıran ve içselleştiren ülke, artık boğazlanmalıydı.

   NATO bombalarıyla Vahhabilerin yolunu açıyor. Beşar Esat’ın çok dinli ve çok kültürlü Suriye’si ve onunla birlikte Suriye Hıristiyanları NATO tarafından saldırıya uğrarken onu, “şeytan” İran (Rusya ve Çin ile birlikte) savunmaktadır.

 Bu durum Almanya’daki siyasi çevreleri de kullandıkları kavramları netleştirmeye zorlamaktadır. Artık “Batıcı” “İslam karşıtı” olmanın hiçbir anlamı kalmamıştır, çünkü Batı-NATO kılıfı altında Tufan zamanından kalma Vahhabileri, yani İslam’ın en aşırı ve en saldırgan kesimini desteklerken, Hıristiyanlara dost ve hoşgörülü davranan ve çok kültürlü bir yaşam modelinde ısrar eden Alevi ve Şiilere karşı savaş yürütmektedir.

   Artık net bir pozisyona ihtiyaç vardır: Arap ülkeleri içinde Avrupalı yaşam tarzına en yakın duran (onunla birlikte Lübnan) bir ülkeyi savunmak isteyen herkes, söz konusu muhalefete, yani açık bir ifadeyle vahşi terörist çetelere karşı durmalıdır. Ama her kim ki Junge Freiheit gibi lafı ağzında geveleyip duruyor ve bu çetelerle flört ediyorsa bu durumda o istediği kadar başka şeyler söyleyip dursun, sonuçta o açıktan İslami faşizmin saflarında yer almaktadır. Evet açık söyleyelim İslam faşizmi ! Bu kavram eğer Bush’un, Neoconların ve Siyonistlerin ağzından çıkmışsa Müslümanlara karşı bir savaş çığırtkanlığı olarak kullanılmaktadır. Ancak bu kez bu kavram, Amerikalıların ittifak ettiği- ki bu ilk kez olmamaktadır- Vahhabilere ve İslami teröristlere karşı kullanıldığında çok yerindedir.

  Şimdi de birkaç kelime Esad ve onun yaptığı müthiş konuşmasına dair etmeliyim. Anahtar kelime şudur:

   “Bu savaşın bir tarafında halk vardır, diğer tarafındaysa katiller ve caniler.”

 Bu siperi, ilk bakışta çelimsiz ve zayıf izlenimi veren bir adımla onun muhteşem güzellikteki karısının kahramanca savunacağını kim tahmin edebilirdi. O aslında bir göz doktorudur. Olaylar başladığında “haydi bana eyvallah” deyip sürgüne gidebilir ve daha önceden de olduğu gibi Londra’da ünlülerin başvurduğu bir klinik açabilirdi.

  Ama hayır, o mevziyi canı pahasına da olsa terk etmedi ! Bu cesaretin önünde saygıyla eğiliyorum ! Bu olay nasıl sona ererse ersin, ama o daha şimdiden tarihe geçti.

  Ya CIA darbecilerinin katlettiği Allende gibi kahraman ya da Castro gibi onlara başarıyla karşı koymuş bir kahraman !

   Tabii ki en başta Suriye’nin savaşan sıradan askerlerine ve subaylarına da çok şey borçluyuz. Onlar her gün kelle koltukta savaşıyorlar; sadece kendileri ve aileleri için değil en çok da özgürlük ve dünya barışı için. Şam düşmedikçe Tahran ve dolayısıyla Moskova’daki insanlar da rahat uyuyabilirler. Sonuçta bugün Ortadoğu’daki savaşın tekrar inişe geçmesi, Amerikalı strateji uzmanlarının, onların uşaklarının ve Siyonistlerin (Obama ve Rooney) saç saça, baş başa birbirlerine girmelerinin nedeni de mevziyi, hayvanca katliamlara rağmen kahramanca koruyan ve akıllı politikalarla düşmanlarının arasında çatlaklar yaratan Suriye ordusunun başarısıdır.

   Şimdi de bazı saptamalar:

1. IŞİD, Suudi Arabistan ve Türkiye tarafından Suriye’nin meşru hükümetini devirmek için yaratılmış korkunç bir canavardır. 1980’lerde ABD tarafından yaratılmış El Kaide’nin yeni bir kopyasıdır.

2. ABD’nin sözüm ona insani gerekçeleri (Yezidilerin korunması) bir bahaneden ibarettir. Halbuki IŞİD, Suriye’deki Hıristiyanları katlederken Musul gibi milyonluk bir kenti Hıristiyanlardan temizlerken kılını kıpırdatmamıştı.

JÜRGEN ELSASSER
Batılı Gizli Servislerden IŞİD’E GİDEN YOL

(Sayfa 20-21-22-23-24)