8 Mart 2016 Salı

The Black Death: VEBA


Veba, Yersinia pestis adındaki bakteri tarafından oluşturulan enfeksiyon hastalıklarına verilen genel isimdir. Yersinia pestis, Enterobacteriaceae ailesine mensup bir Gram-negatif bakteri türüdür. Y. pestis, 1894 yılında Pasteur Enstitüsü'nden bakteriyolog Alexandre Yersin tarafından, Hong Kong'daki bir veba epidemisi sırasında keşfedilmiştir. Yersin, Pasteur düşünce okulunun bir üyesiydi. Aynı dönemlerde Koch metodolojisini kullanan Japon bakteriyolog Şibasaburo Kitasato da epidemiye neden olan ajanı aramaktaydı. Fakat veba ile Yersinia pestis arasındaki ilişkiyi kuran ve bulan Yersin'dir. Bakteri orijinal olarak Pasteurella pestis olarak adlandırılmış, ismi 1967'de Yersinia pestis olarak değiştirilmiştir.



                                     Floresan boyalı Yersinia pestis, 2000x, kaynak: CDC


Y. pestis insanlara bit aracılığıyla bulaşır. Bit ısırığıyla, hastalık yapmaya yetecek miktarda bakteri geçişi olabilir. İnsanlarda ve özellikle fare ve sincap olmak üzere kemirgenlerde hastalık yapar. Fareden fareye ve fareden insana bit yoluyla, insandan insana ise pirelerle geçer.

Hastalık bulaşma riski yüksek yerlerdeki yetişkinler için formaldehitle öldürülmüş bakterileri içeren bir aşı mevcuttur. Ancak sınırlı etkisi ve ileri derecedeki yangısal yanıtlar sebebiyle tercih edilmez. Antijenlere bağlı olarak genetik teknoloji yöntemleriyle üretilecek bir aşı için çalışmalar sürmekte ve umut vaad etmektedir.

Y. pestis birkaç antibiyotiğe, özellikle de streptomisin ve kloramfenikol'e ileri derecede duyarlıdır. Tetrasiklinler de bazen sinerjistik çalıştıkları streptomisinle beraber verilebilir. Ancak bu antibiyotiklerden birine, hatta ikisine birden dirençli suşlar da izole edilmiştir.

Günümüzden 20.000 yıl öncesinde avlanma yüzünden hayvan sayısı azaldı. Bu durum, insanoğlunu başka besin kaynakları aramaya itti. Böylece tarım başladı ve hayvanlar evcilleştirildi. Yerleşik düzene geçilmesiyle birlikte sulama sistemleri geliştirildi ve insanlar toplu halde yaşamaya başladılar. Gelişen toplumsal hayat biçimleriyle birlikte kimi bulaşıcı hastalıklar, kolayca yayılma imkânı buldu. Söz konusu düzlemde gelişmeye başlayan endemik hastalıklara daha çok Akdeniz kıyılarında ve Ganj ile Sarı Irmak havzalarında rastlanılır oldu. Salgın hastalıklar arasında veba önemli bir yer tuttu. Veba, farklı coğrafya ve zamanlarda, toplumsal, demografik ve dinsel sonuçlar doğuran önemli ekonomik ve politik dönüşümlerin yaşanmasına neden oldu.

Eski zamanlarda veba anlamına gelen Arapça taun kelimesi hıyarcıklı veba türü için, veba kelimesi ise, içeriği tam olarak bilinmeyen bütün salgın hastalıkları ifade etmek üzere kullanılmaktaydı.

Ahmed Cevdet Paşa’nın kullandığı tanım şöyledir: “Vebâ maraz-ı âm ya‘ni umûmî bir hastalık demekdir. Tâ ‘ûn’a vebâ denildiği gibi ba‘zan bi’l-akis ale’l-umûm vebâya dahi tâ‘ûn denilür.”

Anadolu coğrafyasında veba için, bütün genel kullanımlardan farklı olarak “yumurcak”, “yumrucak”, “oymaca”, “baba”, “ölet”, “kıran” gibi isimlendirmelere rastlamak mümkündür.

Antik Çağlar’dan beri tanınan “Veba”, “Kara Ölüm” (hastalığın son evrelerinde hastanın derisinin koyu mor bir renk almasından dolayı bu isim verilmiştir) diye de bilinir. Tarihsel olarak en eski kayıtlardan biri olan Tevrat'ta, vebadan bahseden pek çok metin bulunmaktadır. Orta Çağ'da 1347-1353 yılları arasında, Avrupa nüfusunun üçte birinin kaybedilmesinden sorumludur. Ortaçağda her yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı. Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçıları bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar. Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı.


Veba salgınlarının yerleşim mekanlarında etkili bir biçimde hissedilmesinde askeri seferlerin, fetihlerin, şehirleşmeyle beraber oluşan toplumsal iletişim ağlarının yoğun bir biçimde gelişmesinin, ticareti mümkün kılan bağlantıların gölgesinde gerçekleşen temasların güçlenmesinin ve dinsel düzlem söz konusu olduğunda ise hac gibi insan hareketliliğinden beslenen birçok önemli etkenden söz etmek mümkündür.

Salgın hastalıkların dünya üzerindeki dolaşım seyri söz konusu olduğunda özellikle askeri seferler üzerinde yoğunlaşmak gerektiğini saptamak mümkündür. Askeri seferler ile bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkış seyirleri arasında nedensel bir ilişki olduğu söylenebilir. Örneğin 13. yüzyılın başlarında Timur’un ordusu, Orta Asya’dan hareketle Anadolu’ya girmiş ve 1402 yılında Osmanlı ordusunu önemli bir bozguna uğratmıştı. Söz konusu savaşın ertesinde 1403 yılının bahar aylarında Anadolu coğrafyasında hem kıtlık baş göstermiş hem de veba salgını görülmüştü. Anadolu’da kendini şiddetli bir biçimde hissettiren bu salgına yol açan veba hastalığının Timur’un ordusuyla birlikte söz konusu coğrafyaya taşınmış olduğunu söylemek mümkündür.


Tarihsel olarak vebayla ilgili üç büyük dalgadan ve bu dalgaların yarattığı salgınlardan bahsedilebilir. Bunların birincisi, M.S. 542’de Bizans İstanbul’unda ortaya çıkan Jüstinyen/Iustinianos vebası ve bu dönemi izleyerek 8. Yüzyıl ortalarına kadar sürerek gelişim gösteren veba salgınlarıdır. İkincisi, “Kara Ölüm” (The Black Death) olarak bilinen ve özellikle 1347- 1352 yılları arasında şiddetini hissettiren ve sonraki yıllarda da etkili olmaya devam eden veba salgınlarıdır. Üçüncüsü ise, 1896- 1914 yılları arasında ortaya çıkarak önemli sonuçlar doğuran salgınlardır.

Avrupa kıtasında önemli dönüşümlerin yaşanmasına vesile olan ve “Kara Ölüm” olarak isimlendirilen veba salgını ise, özellikle 1346 ile 1353 yılları arasında etkili oldu. Avrupa’da 1330’larda iklim değişiklikleriyle birlikte bozkırlardaki kemirgenler yok oldu. Bakteriler, pireler ve onları taşıyan hayvanlar sıcak ve kuru rüzgârlar yüzünden Moğol yerleşimlerine gittiler. Yersinia pestis taşıyan pireler, Moğollarla birlikte Asya ve Avrupa’yı dolaştılar. Çin, Hindistan ve Ermenistan bölgelerinden geçtiler. Hindistan ve Güneybatı Rusya’dan tekrar Batı’ya doğru bir yayılma gösterdiler. Kırım’ın Güneydoğusundaki Kefe şehrinin Tatarlarca kuşatıldığı esnada veba salgını oldu. Tatarların veba salgınıyla uğradıkları yoğun ölümlerin ardından kurtulduklarını düşünen Cenevizli tüccarların birçoğu veba taşıyıcıları olarak, ülkelerine geri dönüş yolcuğu sırasında daha gemideyken öldüler. Aralarında hayatta kalanlar oldu. İtalya’ya geri dönmeyi başaran bu Cenevizliler, Gröndland’a kadar ulaşacak bir biçimde tüm Avrupa’ya yayılan veba salgınını başlatan kimseler oldular. Bu veba salgınında 40.000 kişinin öldüğü, Avrupa’da nüfusun en az 1/4’ünün, bazı kaynaklara göre ise 1/3’ünün ölümüne sebep olduğu tahmin edilmektedir. Papa IV. Clement’in tahminlerine göre, 1348- 1351 yılları arasında 23.840.000 insan veba yoluyla ölümle tanışmıştı. Fransa’nın yarısı, İngiltere’nin ise 1/3’ü yani 1.000.000 insan vebadan ölmüştü.

15. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte başta veba olmak üzere salgın hastalıklarla mücadele etmek için Dubrovnik ve Venedik Cumhuriyeti’nde karantina uygulamaları kurumsal bir nitelik taşımaya başladı. Böylelikle, salgınların yayılım şiddetini azaltmak konusunda bir aşama kaydedilmiş oldu. Veba salgınları, toplumsal hayatta bazı kutuplaşmaların yaşanmasını da beraberinde getirdi. Bazı kimseler hedonizm merkezli bir hayat tarzını benimsediler, bazıları ise dinsel bir hayat biçimini yaşamaya yöneldiler. Dinsel tutum sahiplerinden bazıları vebanın çıkış nedeninin ilahi kaynaklı bir işaret olduğunu düşünmekteydiler. Göksel cisimlerin hareketlerinin incelenmesi sonucunda elde edilen astrolojik veriler çerçevesinde birtakım analizler yapıldı ve yorumlar gerçekleştirildi: Jüpiter ve Mars’ın dizilişi gibi nedenler öne sürüldü.

Veba salgınları döneminde Hıristiyanlık, Avrupa kültürüne içkin bulunan paganist unsurlar karşısında önemli kazanımlar elde etti. Hıristiyan Kilisesi, bazı dönemlerde Avrupa’ya hâkim olan ölümcül hastalıkların nedeni konusunda kimi zaman dogmatik bir tavır sergiledi. Rahipler tarafından Vahiy Kitabı’nın çoğunlukla “Dördüncü Atlı” bölümü, özellikle pazar günleri sıklıkla okundu. Yahudiler, Kilise tarafından vebanın günah keçisi olarak kabul edilerek suçlandılar. Yahudiler, kuyu sularını zehirlemekle veya havayı bozmakla suçlandılar. Basel’de olduğu gibi toplu halde öldürüldükleri oldu. Orta Avrupa’da 1351 yılına gelindiğinde gerek ölümler ve gerekse göçler nedeniyle neredeyse hiç Yahudi kalmadı. Bu dönem boyunca özellikle Polonya ve Rusya, Yahudiler için önemli bir göç merkezi haline geldi.

Avrupa genelinde vebanın oldukça çarpıcı sonuçları oldu. Örneğin din adamlarının sayısında azalmalar oldu. Bu durum, ehil olmayan kimselerin onların yerini almasıyla sonuçlandı. Din adamları zümresinde beliren nitelik yoksunluğu kiliseye olan güveni sarstı. Avrupa’da Kilisenin gücünün zayıflamasıyla birlikte Latince olarak yürütülen eğitim sisteminde yaşanan sorunlarla bağlantılı bir biçimde yerel diller, kültür ve eğitim dili olarak güçlenmeye başladılar. Diğer bir önemli dönüşüm ise, veba yüzünden feodal dengelerin sarsılması oldu. Örneğin, veba nedeniyle nüfus azalınca feodal beyler topraklarında çalışanlarla uzlaşmak durumunda kaldılar. Tüccarlar vebadan kaçarlarken seyahat etmenin önemini kavradılar ve uzak diyarlara gittiler. Böylece söz konusu zaman dilimi, toplumsal hareketlilik konusunda verimli gelişmelere sahne oldu.

Avrupa’da Kara Ölüm ya da başka bir deyişle Büyük Ölüm’den sonra da veba salgınlarına rastlandı. 1466 yılında Teselya’da ortaya çıkan bir salgın, Makedonya ve Trakya’da etkili oldu. 1478 yılında Venedik’te veba salgını ortaya çıktı. Fakat İtalya’da görülen en etkili veba salgını 16. yüzyılda Milano’da görüldü; şehrin 250.000 olan nüfusunun, yaklaşık olarak 60.000 kişiye düşmesine neden oldu. Veba, 1655’te Londra’da, 1720 yılında ise Marsilya’da görüldü. Bu tarihlerden sonra ise Avrupa, veba dehşetini önceki zamanlara nispeten çok daha az yaşadı. Veba, Avrupa macerasının nispeten nihayetlendiği noktada Mısır, Suriye ve Arabistan’da görülür olmaya başladı. Dünya genelinde 1832-1845 arasında hastalığın etki alanı daraldıysa da 1894 yılında çok önemli bir başka salgına tanık olundu. 1894- 1912 yılları arasında etkili olan söz konusu bu salgınlarda yaklaşık olarak 11 milyon kişinin öldüğü iddia edilmektedir. Günümüz dünyası söz konusu olduğunda ise Hindistan, veba hastalığının görüldüğü önemli bir merkez olarak anılmaya değer bir ülkedir.

Osmanlı’da Veba

Salgın hastalıkların dünya üzerindeki dolaşımına bakıldığında özellikle askeri seferlerle yayıldığı görülebilir. Örneğin 13. yüzyılın başlarında Timur’un ordusu, Orta Asya’dan hareketle Anadolu’ya girmiş ve 1402 yılında Osmanlı ordusunu önemli bir bozguna uğratmıştı. Söz konusu savaşın ertesinde 1403 yılının bahar aylarında Anadolu coğrafyasında hem kıtlık baş göstermiş hem de veba salgını görülmüştü. Osmanlılar’ın İstanbul’u fethinden önce veba, 1361- 1362 yılları arasında şehirde ciddi sonuçlar doğuracak bir biçimde görünmüştü. Şehir, diğer bir kuvvetli veba salgınına 1416- 1417 yılları arasında tanık oldu. Bu salgının ardından 1420 yılında başka bir veba salgını İstanbul’da etkili olmayı başardı.

Osmanlılar’ın İstanbul’u fethinin ardından şehirde görülen ilk veba salgını 1455 yılı boyunca etkili oldu. Söz konusu bu şiddetli veba, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul nüfusunu yeniden artırma girişimlerini sekteye uğrattı. Heath W. Lowry, dile getirilen konuları işlediği bir çalışmasında fetih sonrası İstanbul’unun yeni ve büyük bir nüfusu barındıracak kadar altyapısı olmadığını savunur. Lowry’ye göre, Anadolu ve Balkanlar’ın küçük şehirlerinden getirilenlerin köylü nüfus ile şehirli nüfusun aynı atmosferde yaşamak durumunda kalmaları, beraberinde bazı sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Şehrin yeni sakinlerinin eski sakinlerden farklı hijyen pratikleri bulunmasından dolayı, vebanın yayılması için uygun bir zemin oluşmuş olabilirdi. Lowry, işte bu gerekçelerden hareketle salgın hastalıkların gelişiminde yalnızca askeri seferlerin değil, aynı zamanda büyük şehirlere biriken nüfus yoğunluğunun ve bu yoğunluğun beraberinde getirdiği hijyen sorunlarının önemli bir etken olarak dikkate alınması gerektiğini söyler.

Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar, Kafkaslar, Anadolu, Arap Yarımadası, İran, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’i birbirine bağlayan ticaret yollarının ortasında yer aldığından dolayı, salgın hastalıkların yayılımı çerçevesinde bir nevi küreselleşmenin yaşanmasına neden oldu. Yeni alınan yerlerin idari, askeri ve ticari olarak birbirine güçlü bir biçimde bağlanmasıyla birlikte zorunlu olarak toplumsal hareketlilik düzleminde dikkate değer bir yoğunluk yaşanmaya başlandı. Söz konusu bu hareketlilik durumu, salgın hastalıkların yayılmasını kolaylaştıran bir etken olarak varlık buldu.

1453- 1600 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin fetihler yoluyla genişlemesiyle vebanın salgınlarının ortaya çıkışı arasında kuvvetli bir bağ olduğunu söylemek yanlış olmaz. Fetihler yoluyla kazanılan ekonomik imkânlar çerçevesinde belirgin bir biçimde şehirleşme konusunda sağlanan başarılar sonucunda, ticaret ve iletişim ağlarının gelişmesiyle birlikte salgın hastalıklar ortaya çıkmakta ve hızlı bir şekilde yayılmaktaydılar. Kısacası veba, özellikle yüksek nüfus oranlarına sahip olan ve insanların birbirleriyle yoğun olarak iletişim içinde yaşadıkları şehirlerde görülmekteydi.

15. yüzyılın sonunda İstanbul nüfusunun 100,000’e yaklaştığı dikkate alınacak olunursa, 1467 yılında görülen veba salgınıyla birlikte İstanbul nüfusunun en az yarısının ölmüş olduğu sonucuna varılabilir. Söz konusu veba salgını, elbette ticaret hayatını oldukça olumsuz bir biçimde etkilemişti. 1468, 1469, 1470, 1471, 1472, 1475 yılları süresince yani 7 sene boyunca şehir veba tarafından adeta kuşatma altına alınmıştı. 1501 yılında görülen veba salgınında ise şehirdeki nüfusun oran olarak 1/4’ünün yani yaklaşık 25.000 kişinin ölmüş olduğu tahmin edilmektedir. Veba salgınları, 16. yüzyıl süresince de İstanbul’u adeta esir almayı başararak 1511, 1526, 1561, 1581, 1584, 1586, 1590, 1592 ve 1599 yıllarında şehirde yıkıcı sonuçların yaşanmasına sebep oldu. 1591- 1592 yılları arasında şehri esir alan veba salgınından dolayı günde yaklaşık olarak 325 kişinin ölmüş olduğu düşünülmektedir. Bu şiddetli salgın zamanlarında şehir halkının vebaya karşı korunmayı umarak ve dua etmek amacıyla kutsal mekânları ziyaret etmek üzere şehri terk ettiği bilinmektedir. Padişahın dahi, kendisini salgından esirgemek üzere Sarayını terk etmek zorunda kaldığı bu zaman diliminde şehirdeki çoğu dükkân kapatıldı ve ayrıca mahkûmlar salıverildi. 16. Yüzyılda olduğu gibi 17. yüzyılda da Halil İnalcık’ın verdiği bilgilere göre İstanbul, 1625, 1637, 1648, 1653, 1673, 1765, 1792, 1812, 1837 ve 1845 ile 1847 yıllarında salgın hastalıklara karşı verdiği savaşta önemli ölçülerde nüfus kaybına uğradı. 1592 ve 1648 yılları arasında meydana gelen ve oldukça etkili olan salgınlar, günde yaklaşık olarak 1000 kişinin ölmesine neden olan büyük salgınlardı. Osmanlı kayıtlarında, 1637’de gerçekleşen veba salgını “büyük taun”, 1655’de şehre hakim olan veba salgını ise “şiddetli taun” olarak isimlendirilmektedir. İstanbul’da 1625 yılında etkili olan veba salgınında ise 200.000’den fazla kişinin öldüğü tahmin edilmektedir: Bu ise, şehrin nüfusunun yaklaşık olarak yarısından fazlasının ölmüş olduğu anlamına gelmektedir. 1750 yılında tam üç ay boyunca İstanbul’da günde yaklaşık olarak 1000-1200 kişinin öldüğü zamanlara tanık olundu. İstanbul’da 1773’ten 1778’e kadar vebalı altı yıl yaşandı. Salgından kaçmak isteyen, Galata ve Pera’da yaşayan Avrupalı pek çok tüccar ve diplomat Büyükdere ve Tarabya gibi Boğaziçi köylerine sığınarak kendilerini veba salgınından korumaya çalıştılar. Buğday ihtiyacından veya diğer ihtiyaç maddelerinin tüketiminden anlaşıldığı kadarıyla ölenlerin sayısı, nüfusun 1/3’üne yaklaşmaktaydı. İstanbul’da etkili olan söz konusu veba, aynı zaman diliminde Edirne, Bursa ve Selanik şehirlerine de uğramıştı. 1811-1812 yıllarında İstanbul’da etkili olan veba salgınlarında en az 100.000 kişinin ölmüş olduğu düşünülmektedir. İstanbul’da etkili olan 1836- 1837 yıllarındaki veba salgınında yaklaşık olarak 25.000 kişinin öldüğü tahmin edilmektedir. Bu salgın döneminde, Beyoğlu sokaklarında yabancıların siyah muşambalar giyerek dolaşmaya başladığına tanık olundu. İnsanlar ev ziyaretlerine gittiklerinde söz konusu evin yakınlarında kurulan bir kabinde tütsülenerek veba hastalığından kendilerini esirgemeye çalıştılar. Ayrıca tütsülenmiş ve tuzlanmış gıdalar tüketmeyi tercih etmeye başladılar. Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa 1838 yılında resmi olarak karantina kararı alındı ve bu durumu kurumsallaştırmak üzere 1839 yılında Karantina Nazırlığı kuruldu. 1840 ve 1844 yıllarında veba oldukça sınırlı olarak birkaç yerde görüldüyse bile, genel olarak Osmanlı topraklarını terk etmeye başlar gibi olduysa da 1894 yılında tekrar ortaya çıkan güçlü veba salgını neredeyse bir yarım yüzyıl kadar devam etti.

Özetle, veba salgınlarının yaklaşık olarak 17. yüzyılın sonlarından itibaren, Avrupa’da etkisini kaybettiği söylenebilir. Avrupa topraklarını terk ettikten sonra veba, özellikle Osmanlı coğrafyasında yani Balkanlar’da, Anadolu’da ve Arap yarımadasında görülmeye başlandı. Daha sonra Avrupa’da olduğu gibi alınan etkili önlemler sonucunda Osmanlı topraklarında da etkisini kaybetmeye başladı. 1820’lere doğru ise vebanın salgın hastalıklar arasındaki öncü yerini neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan yeni bir salgın, yani kolera alacaktı.

08.03.2016