HDP; Yavuz Alogan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HDP; Yavuz Alogan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2015 Pazartesi

Şahane siyaset yanılsaması

“Emeğin, özgürlüğün, barışın, kardeşliğin, adaletin, katılımcılığın, savaş karşıtlığının, dayanışmanın, eşitliğin, kadınların, hoşgörünün, paylaşmanın, farklılığın, çok sesliliğin, sivil itaatsizliğin, yeşilin, kendini iyi hissetmenin, çok kültürlülüğün, bireyleşmenin, hayal gücünün, umudun, şeffaflığın, ferahlığın, vefanın, ezilen halkların, söz ve karar hakkının, renklerin, şiirin, cinsiyetçi olmayanların, vicdan özgürlüğünün, evrenselliğin, yaşama hakkının, vicdani red isteyenlerin, mor kurdele takanların, hayvan dostlarının, anti şovenizmin, sokağın, dışlanmışların, muhalif olmanın, çoğulculuğun, şiddet karşıtlarının, sosyalistlerin,  sanatın, tembellik hakkının, aşkın ve devrimin partisi.”
 
Ne kadar benziyor, değil mi? Ama hayır, “HDP gülümsetir” kıvamında olmakla birlikte, bu partiye ait değil.  Henüz “liberal ihanet”e uğramamış aşkın ve devrimin partisi ÖDP’nin, Ekim 1997 tarihli 1. Kongresi’nin PM Çalışma Raporu’ndan (ben kısalttım). Bu türden söylemlerin o dönemde de alıcısı boldu.       
 
Burada, bilinçli olarak yaratılan bir  “şahane siyaset yanılsaması” var. HDP bu yanılsamayı devralarak, CHP’nin liberal kesimlerinden, her türlü solcu ve sosyalistten, Aleviden, kendisini bir etnik gruba mensup hisseden herkesten oy almak için onu  yeniden yaratıyor ve gayet başarılı biçimde kullanıyor. Sosyalist solun  BHH sayesinde içinden çıkılmaz hale gelen programatik belirsizliğini kendine seçmen yaratacak şekilde yönlendirerek, bütün siyasetlerin vidalarını gevşetiyor. Karşı çıktığı Haziran Ayaklanması’na katılan kitlenin oylarını da, gene  BHH’nin kararsızlığı sayesinde, kısmen de olsa alacak gibi duruyor.  Kendinizi iyi hissetmek istiyorsanız bu partiye oy verme arzusundan  nasıl geri durabilirsiniz? Reklamlarda gülümseyen insanlar bizleriz aslında!
 
ÖDP bir bakıma masumdu; duvarların yıkıldığı, “glasnost”un metastaz yaparak her yere bulaştığı, tarihin sona ermese de çok daha liberter bir mecraya akmış gibi göründüğü dönemde, “çağın ruhu”nu yakaladığını sanıyordu. Yakaladığı şeyin ne olduğunu anlaması için  bomboş uzun yılların geçmesi gerekecekti.
 
HDP için aynı masumiyetten söz edemeyiz. Bu partiyi bütün niyetleriyle birlikte seçim bildirgesinden ibaret sanmak en azından düşüncesizlik olur. Mitolojideki Janus gibi; bir yüzü Türkiye’ye, öteki yüzü Ortadoğu’ya bakıyor. Aynı zamanda, gene mitolojideki Medusa gibi; saçlarının bir tutamı Kandil’e, diğeri İmralı’ya, bir diğeri Hakan Fidan üzerinden AKP’ye takılmış.  Bu yüzden  sempatik liderine rağmen HDP buzdağının görünen ucu gibi. Dolayısıyla, hareketin bütününü görünceye kadar “gülümsemek” için bir sebep yok.
 
Peki ne zaman göreceğiz?  Seçimlerden sonra, tamamını değilse de bir kısmını görebileceğimiz anlaşılıyor.  AKP’nin Kürt meselesinden bir anayasa sorunu/krizi yaratarak sergilediği patavatsızlık, hem kendisini hem de  HDP’yi zor durumda bıraktı.
 
Gelinen noktada, muhtemelen karşılıklı olarak taviz verecekler. Bu çizgide devam ederlerse, çatışma kaçınılmaz görünüyor. Anayasa konusunda uzlaşmaya varamazlarsa, savaş çıkacak (Karayılan: “Seçim sonuna kadar şiddete yönelme durumumuz olmayacak”). Bu yüzden AKP korku içinde (Akdoğan: “HDP barajı geçerse çözüm süreci kalmaz”). Barajı geçmiş bir HDP’nin taleplerini yerine getirirse (“radikal özerklik”, kurucu iki ulus, ana dilde eğitim vs) olacaklardan korkuyor. Aslında bu HDP’nin değil, AKP’nin sorunu. En kötüsü gelirse,  Aysel Tuğluk’un dile getirdiği, “PKK laikliğin teminatıdır” görüşü raftan indirilip parlatılabilir. PKK, HDP ve Önderlik için çare tükenmez.
 
Şu aşamada AKP ile HDP arasında  kırılgan ama sembiyotik bir ilişki (ortak yaşama)   olduğu gayet açık. Demirtaş’ın seçim kampanyasının başlangıç evresinde, “Seni başkan yaptırmayacağız,” sözüyle bu sembiyotik ilişkiyi gizleme çabası, Can Dündar’a verdiği  mülakatla boşa çıktı. Can Dündar, mülakattan edindiği izlenimi şöyle açıkladı: “AKP iktidar olursa dışarıdan destek verme fikrine uzak değiller.”    İyice pişirilmiş, hatta merkez medya tarafından kaynatılmış  aşa su katan bu cümle bir fırtına kopardı. Cumhuriyet gazetesinin liberalleri bile Can’ı eleştirdiler. 
 
Demirtaş, sohbet sırasında muhtemelen, “bu arkadaş bizdendir” diye  fazla konuşmuş olmalı. Oysa Can, kimseden değildir; Fethullahçı, Tayyipçi, Sebocu, liberal, hatta sağcı solcu bile değildir. Saf anlamda gazetecidir, üstelik cesurdur. 12 Eylül döneminde hiç tanımadığı adamı aylarca evinde saklamış, 1984’teki Aydınlar Dilekçesi’ne imza koymaktan çekinmemiştir. O dönemde bunlar kolay iş değildi, üstelik yirmi yaşındaydı. Yakın dönemde ise bir televizyon yıldızı olduğu halde kimseye  biat etmemiş, bildiğinden şaşmamıştır. Demirtaş’tan edindiği izlenim, HDP’nin AKP’ye yönelik gerçek tavrını  deşifre etmek bakımından çok önemliydi. Eleştiriler karşısında geri adım atmadı. “Biz tanıklarımıza da güvenerek ‘izlenim’imimizden ‘rücu’ etmeyelim,” diye ayrı bir yazı yazdı.
 
Aslında olayları değerlendirmek için bu türden özel izlenimlere ihtiyaç yok.  Şahane siyaset yanılsamasıyla sürekli gülümseyecek yerde, her şeyi baştan alıp,  olayları, oluşan dengeleri düşünmek yeterli. Mevcut  siyasi koşullar  değişmedikçe (AKP’nin devrilmesi, seçim yenilgisi vs) HDP’nin AKP için zorlayıcı da olsa bir müttefik olmaya devam edeceği, bu ikili arasındaki ilişkinin asla kopmayacağı açıktır. Genel gidişata bakıldığında, şahane siyaset yanılsamasına kapılanların bir iki aya kalmadan büyük bir hayal kırıklığına uğrayacakları neredeyse kesindir.
 
Gerçekler, onları görmek isteyenlere ya da arayanlara görünür, manasız biçimde sürekli gülümseyenlere değil.
 
Yavuz ALOGAN / İleri Haber / 25.05.2015

Play it Selo, play it again...

 Geçen çarşamba gecesi Ahmet Hakan’ın  CNN Türk’teki Tarafsız Bölge programında Selahattin Demirtaş’ı sazıyla sözüyle sonuna kadar izlemeyi başardım. Başardım, diyorum, çünkü bu türden özel parlatma programları genellikle asabımı bozar, sonuna kadar izleyemem. Sayın Demirtaş da bu durumun, yani özel olarak parlatıldığının farkında olduğu için, sunucunun verdiği isabetli  pasları gole çevirirken biraz kederli görünüyordu.
 
 
Sazını tıngırdatarak “Cemalım” türküsünü söyleyen Selo’yu izlerken, aklıma nedense Casablanca filmi geldi. Filmin en dramatik sahnesinde Ilsa (Ingrid Bergman), piyanist Sam’e (Dooley Wilson), “Play it, Sam,” der, “Play it once, for old time’s sake” (Çal, Sam, bu kez eski günler için çal.” Bunun üzerine Sam, “as time goes by” (zaman akıp giderken) şarkısını piyano eşliğinde söylemeye başlar.
 
Elbette aynı şey değil. Bir kere filmde siyaset sadece bir fon olarak  yer alır. II. Dünya Savaşı ortamında Paris’te bir yasak aşk,  esir kampında tutulan ve ansızın zuhur ederek aşkı imkânsız hale getiren direnişçi bir koca ve Humphrey Bogart’ın kuvvetli karakter artisti olarak canlandırdığı, film boyunca “klark çeken” Rick… Hepsi iyi niyetli olan ana karakterler,  tarihin kurduğu büyük oyunun içinde savrulup durmaktadırlar.
 
Programda da bizzat söylediği gibi, Selahattin Demirtaş, mitinglerde halkla empati kurarken, dramatik metafor olarak Maho ağa ile Sefil Bilo’ya karşı Kibar Feyzo’yu tercih ediyor. Öyle de olsa, karakterlerin tarihin kurduğu oyunun içinde çok farklı yerlere doğru savrulmaları, PKK/HDP’nin macerasıyla Casablanca filminin ortak yönünü oluşturuyor.   Filmin başlangıç noktası olan aşk, son karelerde trajik bir ıstırap içinde, karanlık bir havaalanından bilinmezliklere doğru başlayan bir yolculukla dağılıp gidiyor. Türkiye’deki Kürt hareketinin de 1970’lerde bir devrim aşkıyla başladığını, şimdilerde emperyalist güçlerin bölgesel çıkarlarıyla yeniden biçimlendirildiğini; biri dağda, diğeri adada tam, öteki ise meydanlarda yarım olmak üzere, iki buçuk güç halinde,  geçmiş ideallerinin çok uzağında, her türlü sınıfsal ve ideolojik yapının üzerinde yer alan bir cennet vaadiyle belirsizlikler pistinin ucunda halay çektiğini görüyoruz. Casablanca filminin son sahnesindeki karanlık, şimşekli savaş bulutları da eksik değil (şu anda aklıma, Ingmar Bergman’ın “7. Mühür” filminin son sahnesinde köy halkının, önde siyah pelerinli ve tırpanlı Deccal, halay çekerek karanlıklara doğru gidişini canlandıran son sahnesi geldiyse de,  anlatması uzun sürer).
 
II. Dünya Savaşı’nın sonunu bildiğimiz için Casablanca filminin devamında olabilecekler bizim için belirsiz değildir. Fakat  filmin içinden bakıldığında, sonunda bir havaalanında buluşan hayali  karakterler için aynı şey söylenemez. Onlar tam bir belirsizliğe doğru giderler. Bizler de, bugünden ileriyi tam olarak göremeyeceğimiz için, pistin ucunda halay çeken HDP/PKK’nin buradan nereye gideceğini ancak siyasi çözümlemeyle tahmin edebiliriz.
 
Ahmet Hakan, içi boş, din ağırlıklı (Cemil Bayık: “Peygamberler geleneğini bugün Önder Apo sürdürüyor ve uyguluyor”) sohbeti ikide bir keserek “telefonlar kilitlendi, bir türkü daha çal” dedikçe, Selocan sazının tellerine vurdu. Bu arada “Cemalım” türküsünün sözleri benim kafamda değişim geçiriyordu:
 
“Seni Nevyork Tayms’ta, Vaşington Post’ta görmüşler/Kır atının sekişinden bilmişler/ Sana barajı geçirtmeye karar vermişler/ Cemalım, Cemalım, algın Cemalım/ Al kanlar içinde kaldın Cemalım.”
 
Neyse…  Seçim öncesinin bu son yazısını yaşanmakta olan büyük saçmalığa bir katkı olarak farz edin.
 
YAVUZ ALOGAN / İleri Haber / 01.06.2015