31 Ağustos 2015 Pazartesi

TURKEY'S DARK FUTURE






Director of the Program on Peace-building and Rights, Columbia University’s Institute for the Study of Human Rights

Posted: 07/30/2015 4:09 pm EDT Updated: 07/30/2015 4:59 pm EDT

Storm clouds are gathering. Turkey has a dark future. President Recep Tayyip Erdogan bears responsibility. His policies have made Turkey less secure, stable, and solvent. Erdogan is digging a hole for Turkey. Instead of getting out of the ditch, he keeps digging, casting aspersions and blaming others for Turkey's problems.
On July 24, the US and Turkey announced an agreement allowing use of Turkey's Incirlik Air Base by the coalition for air strikes against ISIS in Iraq and Syria. Erdogan seized on the deal to bomb PKK outposts in the Qandil Mountains of Iraqi Kurdistan.
To the West, counter-terrorism means fighting ISIS. To Erdogan it means killing Kurds. Erdogan cannot whitewash his true intentions by feigning cooperation with the coalition. At the recent NATO meeting, several countries expressed concern that targeting Kurds would strengthen ISIS.
Erdogan justifies air strikes, citing the killing of 2 policemen by the PKK. The PKK claims that the police officers were collaborating with ISIS, allowing the bombing of a Youth Center in Suruc earlier in the week that killed 32 people. Turkey has been the Islamic State's lifeline. The jihadi highway runs through Turkey to Syria. Turks provide logistics, funds, weapons, and medical care to Islamic State fighters.
Erdogan set the bait after Suruc; the PKK took it. Now violence is spiraling out of control.
Erdogan says the bombing campaign will go on indefinitely. He is recklessly leading Turkey into a state of perpetual war. Richard Holbrooke said of Milosevic, "He tried to solve a problem by creating a bigger one." Erdogan is doing the same thing.
Escalation comes at a time of waning legitimacy for Erdogan. He is waging war as the figurehead of a lame duck party. His Justice and Development Party (AKP) lost its parliamentary majority and moral authority during national elections on June 7.
Provoking the PKK is a brazen ploy to create a crisis. Erdogan is pandering to nationalists, demonizing the PKK, and marginalizing Kurds in Turkey who number 20 million. On July 30, the Turkish government has arrested over 350 Kurdish community activists.
It seems that Erdogan is angling for new elections. He is trying to discredit the People's Democratic Party (HDP), a pro-Kurdish party which received 13.1% of the votes and will be seated in parliament for the first time. Erdogan is furious with the HDP for its strong showing, which denied the AKP enough support to change the constitution and establish an executive imperial presidency. In retaliation, Erdogan is threatening to lift the parliamentary immunity of HDP legislators. He's even intimated at closing the HDP for supporting the PKK.
Attacking the PKK effectively undermined the peace process. Two years ago, the PKK initiated a unilateral ceasefire and sought talks to end its armed struggle for greater cultural and political rights. Social divisions in Turkey are worse today than any time in recent memory. The risk of renewed civil war looms large.
War-mongering also has an economic cost. Turkey's over-heated economy is highly leveraged. Corruption is rampant in Erdogan's inner circle. Erdogan fears that the newly-elected parliament could open corruption and mismanagement dossiers, targeting the AKP and its leadership.
Erdogan conjures enemies at home and abroad, using fear to manipulate the electorate. He accuses the pious Gulen Movement of plotting to establish a parallel administration and overthrow his government. He has arrested hundreds of administrators, judges, and law enforcement officials with ties to Gulen.
Erdogan wants Turks to blame others for the country's problems. However, there will be a tipping point when they blame Erdogan for mismanaging Turkey's affairs, endangering its security, and turning a blind eye to criminal profiteering by his friends and family.
Turks are hardworking and hospitable. They are a noble people. Erdogan has abused their trust in a perverse pursuit of power. Turkey has a dark future.

David L. Phillips is Director of the Program on Peace-building and Rights at Columbia University's Institute for the Study of Human Rights. He served as a senior adviser and foreign affairs expert to the U.S. State Department. His recent book is The Kurdish Spring: A New Map for the Middle East.

İNSANLARI BİR ARADA TUTAN ŞEY


Sosyolojinin önemli sorularından biri şudur: “İnsanları bir arada tutan şey nedir?” Bunun pek çok yanıtı olabilir: Ortak geçmiş (tarih), iktisadi bütünlük, din ve dil birliği (kültür), coğrafi mekân, ortak amaçlar...

İnsanları bir arada tutan şey bir kez ortadan kalktığında ya da ağır bir tahribata uğradığında, bu kez onları ayıran şey haline gelir. Önce ortak bir geçmişin olmadığı düşüncesi yaygınlaşır. Sizin kurtuluş olarak gördüğünüz Cumhuriyet’i diğerleri “ihanet” gibi görmeye, sizin “kurtarıcı” dediğiniz kişiye diğerleri “tagut” (şeytan/put) ya da “ayyaş” demeye başlarlar. Siyaset ile ekonomik refah imkânları arasında oluşan nedensellik bağı siyasi mensubiyet temelinde öylesine tuhaf bir gelir dağılımı bozukluğuna yol açar ki, bir tarafın bahtı diğer tarafın bahtsızlığı olur. Laisizm ortadan kalkınca insanın dini ya da mezhebi kendi öz yurdu haline gelir; eşit yurttaş birden etnik ya da dini kimliğini sandıktan çıkarıp kullanmaya, mensup olduğu grubun içindeki dayanışma ağlarına sığınmaya, diğer grupları düşman gibi görmeye başlar. “Devletin resmi dili” bile sorgulanır, yurttaşlar giderek birbirinin dilini anlayamaz hale gelirler; dil tutulması aslında akıl tutulmasının bir göstergesidir.

Bu çatışmalar sınıf mücadelesinden çok farklıdır; sınıf mücadelesini imkânsız hale getirir, sömürülen emekçi sınıfları kendi içinde parçalar. Sınıf dayanışmasının yerini tarikat ya da milliyet dayanışması alırsa, emekçi insanlar zamanla “ulus bilinci”nin gerisine düşerler ve sömürü koşulları ne kadar ağır olursa olsun, orada “sınıf bilinci”nin gelişmesini beklemek hayal olur.

YABANCILAŞMA

Aslında bu bir trajedidir. Coğrafi ya da mekânsal parçalanmaya yol açar. Bu parçalanma mutlaka ülkenin bölünmesiyle sonuçlanmaz. Neticede güçlü, bölünmemiş bir ordu ve polis gücü silah zoruyla ülkenin fiilen bölünmesini önleyebilir. Başka deyişle, sıra ülke sınırları içinde silahlı mücadeleye gelmişse, ateş gücü belirleyici olur. Fakat askeri başarı manevi kopuşları ve nüfus hareketlerini önlemez.

Nüfus hareketleri, yer değiştirmeler, ortak bir amacın kalmadığını gösterir. Diyarbakır’da yaşayamayan Kürt aile ekmek parası için geldiği Urla’da ırkçı saldırıya uğrayarak şoförlerden dayak yer mesela. İstanbul Üniversitesi’nde okuyan sosyalist öğrenci İspanyol İç Savaşı gibi bir şey olduğu zannıyla Rojava’ya gidip savaşır ve sosyalist düşünceyle alakası olmayan bir grubun bayrağı önünde Kaleşnikovla poz verdikten sonra girdiği çatışmada ölür. 
Bursalı tatlıcı; bildiğiniz tatlıcı, 47 yaşında 4 çocuk babası, dükkânında tatlı yapıp satan, çocuklarını okula gönderen aile babası Fatih Acıpayam, memleketi terk edip karısı ve çocuklarıyla birlikte göç ettiği Rakka kentinde IŞİD emiri suretine bürünerek elinde Kaleşnikov, Türkiye halkını cihada ve halife dediği adama biat etmeye davet eder, davete icabet etmeyen öz yurttaşlarının katline ferman çıkarır. Bursalı tatlıcı, Cumhuriyet’in “eşit yurttaş” yaratma idealinin AKP zihniyeti tarafından nasıl çürütüldüğünü gösteren canlı bir semboldür.

“Fiili Başkan”ın rejimi değiştirme çabaları, meclisteki siyasi partilerin köşe kapmaca oyunları devam ederken aşağılarda yaşanan yabancılaşmanın boyutları vahimdir.

KURUCU İRADE

Kendi tarihimizin içinde en geri noktaya itilmiş bulunuyoruz. AKP’nin uzun iktidar döneminde insanları bir arada tutan bağlar zayıfladı. Gericiler laik toplumu ümmete dönüştürmeyi başaramadılar, kendi hegemonyalarını kuramadılar, fakat ulusal birliği bütün değerleriyle birlikte parçalamayı, halk kitlelerini birbirine yabancılaşan düşman gruplar haline getirmeyi, zaten zayıf olan demokrasi kültürünü tamamen yok etmeyi becerdiler.

Kendimizi aldatmayalım. Bu parlamenter numaralar, koalisyon çabaları, seçimler Türkiye’nin sorununu çözmez. TBMM’de laikliği savunan parti yok. Siyaset kurumu bir bütün olarak çürümüş, klientalizmin (parasal güçle oy devşirme), nepotizmin (akraba kayırma) çukuruna batmış parlamento bir kurum olarak tarihi/ulusal vasfını kaybetmiştir. Ülkeye hâkim olan ideolojik iklim, kendinde yeni bir anayasa yapma gücü bulan yeni bir kurucu iradeyle, cumhuriyetçi yurttaşların kitlesel inisiyatifiyle aşılmadıkça insanlarımızı bir arada tutan bütün değerler dağılmaya devam edecektir.

Tarihsel olarak bazı sorunlar ne yazık ki ancak kılıçla çözülebilir. Bir dönemi yaşar ve bir yol ağzına gelirsiniz. Orada tarihin sorunu çözebilmeniz için size kılıçtan başka bir araç bırakmadığını görürsünüz.

Kılıç orada duruyor.

Kabzasını kimin, nasıl kavrayacağı önemli.

YAVUZ ALOGAN / Aydınlık- 25.08.2015

ULUSAL DEVLETİN YIKIMI ve SOL TAVIR 3



Yaşasın ! Teslim Oluyoruz !

   Avrupa’daki ulusal devlet krizi, emperyalist dönemin, Robert Cooper’dan yaptığımız alıntıda öngördüğü gibi basitçe yeniden ortaya çıkışı ile karşı karşıya olmadığımızı göstermektedir. Eskiden, yani 19.ve 20.yüzyılda, eski dünyanın egemenleri Güney Amerika, Afrika ve Asya’da koloni imparatorluklarını kurmuşlardı. Bugünse geçmişin haydutları da küresel yeniden yapılanmanın altında kalmaktadır. Küreselleşme olarak adlandırılarak tehlikesiz gösterilmeye çalışılan süreç, sadece Batılı büyük devletlerin dış politikasının radikalleşmesi ya da bilinen Kuzey Güney çatışmasının ötesinde, merkez kapitalist ülkelerde de köklü değişimlere neden olmaktadır.

   Avrupalı uluslara diz çöktürmek için askeri yöntemleri kullanmaya gerek yoktur; onlar, bu diz çöküşten karlı çıkan süper zenginlerin insiyatifi ile gönüllü olarak teslim olmaktalar. Büyük semaye, egemenlik haklarının Brüksel’e devrini kendisi yürütmektedir. Brüksel’deki karar alma süreçleri, demokratik bir şekilde kontrol edilememekte ve bu nedenle lobiler tarafından daha kolay yönlendirilebilmektedir.

   Avrupa Birliği, bu şekilde devletlerin içini adım adım boşaltmaktadır. Ulusal para birimleri ortadan kalkmakta, ulusal iktisat politikası Brüksel’in vasiliğine emanet edilmekte, ulusal parlamentolar gün geçtikçe daha az konu hakkında karar alabilmektedir. Avrupa hukuku, ulusal hukuktan üstündür. Burada özel olan durum, Avrupa Birliği’nin, devletlerin yerine yeni bir süper devlet kurmaması ve daha ziyade devlet karşıtı bir yapı oluşturarak, ortak bir politikayı mümkün kılmak yerine zorlaştırmasıdır. Bu gelişme, 2003 yılındaki Irak savaşında açıkça gözlenmiştir: Eski Avrupa’nın savaşa karşı olan tutum ve girişimleri, Avrupa Birliği’nin organlarında Birleşik Devletler’in Truva atları tarafından engellendi.


   Fransa’da yirmi seneye yakın bir süre farklı sol hükümetlerde bakanlık yapan Jean-Pierre Chevenement’in de belirttiği gibi, Avrupa Birliği “küreselleşmenin röle istasyonu” gibi çalışmaktadır. Birlik, bir denizanası gibi kıtanın üstünden doğuya doğru hareket etmekte, mevcut tüm politik yapıları yutmakta ve geriye bürokratların salyasını bırakmaktadır. Bu kaygan zeminde, askeri üsler, işkence merkezleri ve Birleşik Devletler ordusuna ait füze üsleri sürekli olarak bir sonraki düşmana, yani Rusya’ya yaklaşmaktadır.

ULUSAL DEVLETİN YIKIMI ve SOL TAVIR 2

29 Ağustos 2015 Cumartesi

'KALPLER ve ZİHİNLER'

1952 yılına kadar gayri nizami savaşlarda temel kural şuydu: “Ara, bul ve yok et.” O yıl Malaya ayaklanmasını bastırmak için bölgeye gönderilen General Gerald Templer buna yeni bir kural ekledi: “Kalpleri ve zihinleri kazanmak.”

Bugünkü Malezya o zamanlar Malaya olarak anılan bir İngiliz sömürgesiydi. 1948 yılında, Komünist Parti’nin silahlı kolu olan MRLA (Malayalı Irkların Kurtuluş Hareketi) yer yer ayaklanmalarla seyreden yaygın bir gerilla hareketi başlatmıştı.

General Templer, bir yandan Orange Gazı (ilk kez Malaya’da kullanıldı) dahil en vahşi yöntemlerle gerilla bölgelerini yaşanmaz hale getirerek “Ara, bul ve yok et” yöntemini sürdürdü; öte yandan da insanların “Kalplerini ve zihinlerini kazanmak” için bir reform programı geliştirdi; her iki yöntemi birlikte yürüttü. Boşaltılan, tahrip edilen köylerde yaşayan insanları sağlık, eğitim ve beslenme standartlarının çok daha yüksek olduğu “yeni köyler”de topladı, bütün ülkeye yayılarak kentlerin çevresine aç ve işsiz yığılmalarını önledi. Elbette Malaya ekonomisinin istikrarlı ve görece gelişmiş olmasının da bunda bir payı vardı. Kore savaşı ülkenin önemli üretim kalemlerinden olan kalay ve kauçuğa talebi artırmıştı. Altyapı sağlamdı.

MALAYA DERSLERİ

Malaya’nın etnik yapısı karmaydı. 1952 yılında nüfusun % 50’si Malay, % 38’i Çinli, % 11’i Hintli, % 1’i ise farklı etnik gruplardan oluşuyordu. Malaya Komünist Partisi’nin üye ve sempatizan kitlesinin yaklaşık % 94’ü Çinliydi. General Templer, bu etnik (ve dinsel) çeşitliliği körükleyerek iç savaş benzeri durumlar yaratacak yerde, bütün Malayalıların “Siyasi ve toplumsal eşitliği”ni savundu.

Malaya deneyimi, askeri başarı siyasi başarıyla desteklenmediği taktirde gayri nizamı savaşın sona ermeyeceğini göstermiştir. Siyasi başarı, askeri harekâtın bir dizi reformla eşzamanlı sürdürülmesini, savaştan sonra reformist uygulamaların kalıcı hale getirilmesini gerektirir. Bunun için sivil hükümetin ilan edilmiş bir siyasi hedefi olmalıdır; hükümet sivil halka karşı her durumda mevcut yasalara ve hukuk kurallarına uygun hareket etmelidir.

En önemlisi, gerillayla mücadele eden askeri birliklerin çok sıkı biçimde denetlenmesi, sivil halkın intikam eylemlerinin hedefi haline getirilmemesi şarttır. Hükümetin milis benzeri illegal örgütler kurarak gerillaya katılımı önlemek için halkı sindirmeye çalışması, halk kitleleri arasındaki çelişkileri azdıracak bir şoven propaganda dilini benimsemesi gerillaya katılımın artmasından, savaşın şiddetlenmesinden başka sonuç vermez. Bu durumda savaş askeri olarak kazanılsa bile siyasi olarak kaybedilir. Bu da gerilla savaşının evreler halinde nüksedeceği anlamına gelir.

Savaş bölgelerinde yaşayan halk, hükümetin hukuka uygun davrandığından emin olmalı ve karşısında her zaman sivil bir yasal muhatap bulmalıdır.

TARİHİN ÖĞRETTİĞİ

İngiliz emperyalistinin Malaya’da uyguladığı yöntem başarılı oldu ve bir gayri nizami harp doktrini haline geldi. Bu doktrine, kısaca Kalpler ve zihinler” (hearts and minds) denilmiştir. General Templer “Malaya Kaplanı” unvanını kazandı, heykeli dikildi vs.

Anglaise emperyal inceliklerinden yoksun olan Amerikan Conisi aynı yöntemi Vietnam’da denemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Bu da doktrine bazı koşulların eklenmesine yol açtı. Sınıra bitişik ya da sınır ötesi gerilla üslerinin varlığı; gerillanın uluslararası kamuoyundan, yabancı ülkelerden destek görmesi; etnik homojenite ve en önemlisi şiddet uygulamasında aşırılık, savaşın uzamasına ve kaybedilmesine yol açıyordu. Emperyalistler, elbette bundan da gerekli dersleri çıkardı.

Her türlü askeri çatışma, ona komuta edenlerin denetiminden çıkma riski taşır. Başkan Kennedy, Domuzlar Körfezi Çıkarma’sında, General (daha sonra Başkan) Eisenhower’ın özgün planı uyarınca hava kuvvetlerinin Küba’ya harekâtı için bastıran generalleri dinlememişti. Johnson ve Nixon ise generallerin her istediğini yaptılar; Vietnam’a sürekli asker sevk edildi, II. Dünya Savaşı sırasında Müttefik hava kuvvetlerinin Avrupa’ya attığından daha fazla bomba atıldı, fakat Ho Şi Minh Yolu’nu (lojistik açıdan belirleyiciydi) kapatmayı bile başaramadılar.

Tarihin öğrettiği şudur: Askeri başarının siyasi başarıyla birlikte kazanılamadığı her gayri nizamı harp yayılır ve içinden çıkılamaz hale gelir; daha çok yıkıma, daha büyük felaketlere yol açar.

Yavuz ALOGAN- Aydınlık/22.08.2015

27 Ağustos 2015 Perşembe

BEŞŞAR EL ESAD LÜBNAN EL MENAR TELEVİZYONU RÖPORTAJI

ŞAM – Cumhurbaşkanı Beşşar el Esad Suriye ve halkının tanık olduğu krizin temel cevherinin dış müdahaleler olduğunu, muhtelif şekilleriyle bu dış müdahalelerin son bulması halinde krizin son sürece gireceğini belirtirken; çünkü o zaman terörle mücadelenin kolay olacağını ifade etti.

Lübnanlı el Menar Televizyonu ile bu akşam yayınlanan röportajında el Suriye’deki krizin son sürecinde olduğu yönündeki söylemlere ilişkin soruya cevabında, bunun doğru olmadığını söyledi.


Krizin son sürecinde olduğunu söylemek için terörist ve teröristlere silah akışına son verilmesi gerektiğini ifade eden el Esad; krizin oldukça karmaşık olmasına rağmen teröre muhtelif tür askeri ve mali desteğin kesilmesi önemine vurgu yaptı. El Esad Suriye’de halkın kanlarının akıtılması suçuna ortak olan devletlerin bu suça ortak olmaya son vermesi halinde siyasi süreç veya siyasi çizgi olarak adlandırılan diğer meselelerin kolaylıkla çözüleceğini, krizin son sürecine girdiğini söylemenin mümkün olacağını kaydetti. El Esad “kısacası teröre desteğin kesilmesi halinde, cevheri olmayan diğer tüm meseleleri çözmek kolay olur..” ifadesini kullandı.

Her şeye rağmen genel durumlarda bir değişimin olduğunu söylemenin mümkün olduğunu belirten el Esad; fakat sonuçlarının henüz net bir şekilde görülmediğini söyledi. El Esad sonuç itibarıyla bazen son dakikada bile her şeyin değişebildiğine dikkat çekti.

Temel Teşvik Halkın Zafere İnancıdır.

El Esad teröre karşı savaş ve Suriye’ye yönelik hazırlanan düşmancı dış planların çökertilmesinde temel teşvikin Suriye halkının zafere inancı olduğunu söyledi.

El Esad Suriye halkını zafere inancı olmasaydı Suriye’nin 4 yıldan fazla bir süredir tüm bu saldırılara karşı koyması ve mücadele etmesinin mümkün olmadığını belirtti. Suriye halkının vatanına ve ordusuna bağlılığını dünyaya kanıtladığını ifade eden el Esad; halkın desteği olmaksızın hiçbir devletin ya da yönetimin veya ordunun bunca uzun zamandır direnmesinin mümkün olmadığını bir kez daha belirtti.

İsrail’e Karşı Koymak, Edatları Olan Teröristlere Karşı Koymayı Gerektiriyor

El Esad İsrail’in Suriye’ye saldırıları ve Suriye yada özel olarak Golan topraklarında emrivaki bir durum yaratma olasılığına ilişkin soruya cevabında; İsrail’in bu saldırılarında cesaret kaynağının Suriye’de dış bağlantılı taraflar olduğunu söyledi.

Muhalif olarak adlandırılan kimi tarafların kendilerine verilen rol kapsamında Suriye’ye dış müdahale yolu açma çabasında olduklarına dikkat çeken el Esad; bu tutumların Suriye’ye zayıflık imajı verdiğini ve böylece İsrail’in Suriye’ye saldırı cesareti bulduğunu kaydetti. El Esad Suriyeli kimi tarafların kendi çıkarları için İsrail ile tam bir işbirliği içinde olduklarını ve İsrail’in vatanlarına saldırmasını memnuniyetle karşıladıklarına işaret etti.

İsrail’in Suriye’ye karşı saldırılarının gerçek edatının teröristler olduğuna dikkat çeken el Esad; İsrail’e karşı koymak için her şeyden önce edatlarına karşı koymanın gerektiğini vurguladı. El Esad öyle ki İsrail’in edatı olan bu teröristlerin, İsrail’in bizzat kendisinin yapacağı şeylerden daha tehlikeli şeyler yaptıklarını ifade etti.

İsrail ile çatışma kurallarının değiştirilmesi konusunda ise el Esad; mevcut süreç içinde Suriye ile İsrail arasındaki sınırın, vatanlarına yabancı saldırıyı coşkuyla karşılayan vatan haini teröristlerden ibaret olduğunu belirtti. El Esad şüphesiz ki her şeyden önce bu meseleyi çözmenin önemli olduğunu ifade etti.

Terörü Destekleyen Devletler Kendilerini Temsil Eden Şahsiyetler Dayatıyor

Cumhurbaşkanı el Esad krizin siyasi çözümü için şu ana dek gerekli faktörler yada uygun ortamın bulunmadığına işaret etti. Gerçekten Suriye halkına bağlı olan Suriyeli bağımsız bir siyasi gücün de bulunmadığını söyleyen el Esad; Suriye’de terörü destekleyen devletlerin her hangi bir diyalogda Suriye halkını değil de bu devletlerin kendilerini ve onların çıkarlarını temsil eden şahsiyetler dayatmakta olduklarını vurguladı.

Erdoğan, Birçok Hayali Olan ABD Kuklasından İbarettir

ABD konusunda ise el Esad; Washington idaresinin terörün zafer elde etmesini istemediğini, fakat aynı zamanda bölgede istikrarın sağlanmasına fırsat yaratacak düzeyde zayıflamasını da istemediğini belirtti. El Esad; ABD’nin durumların bölgede kaosun hüküm sürmesi ve tüm devletlerin zayıflaması yönünde kalmasını hedeflediğini ifade etti.

Krizin Türkiye’deki rejim başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, çok sayıda hayalleri olan bir kukladan ibaret olduğunu kanıtladığına dikkat çeken el Esad; bu hayallerinin sonuncusunun da Suriye topraklarında ‘tampon bölge’ kurma hayali olduğunu söyledi. El Esad fakat Erdoğan’ın, efendisi ABD’nin onayı olmaksızın bu hayalleri peşinde hareket edebilmesinin mümkün olmadığını belirtti.

Vatanı Savunmanın Birçok Yöntemi Vardır

Sözlerine devam eden el Esad; vatanı savunmanın sadece silahla olmayacağını ifade ederken, mücadele gücünü pekiştirecek birçok yöntemle vatanı savunmanın mümkün olduğuna dikkat çekti.

El Esad dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşayan gurbetçilerimizin vatanı savunma çabalarına dikkat çekerken normal yaşamın devam etmesi için günübirlik işini sürdürenlerin de bir nevi vatanı savunduklarını ifade etti. Halkı bilinçlendirmekle de vatanın savunulduğunu beliren el Esad; kısacası herkesin kendi konumundan vatanı savunabileceğini ifade etti.

El Esad dolayısıyla ‘vatan kendisini savunanların vatanıdır’ sözünün yerinde ve doğru olduğunu söyledi.

Herhangi Bir Çözümde Karar Suriye Halkının Olmalıdır

Cumhurbaşkanı el Esad Suriye’deki krizin çözümü yönünde herhangi bir çaba yada girişimin kesinlikle Suriye’nin egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı göstermesi ve koruması gerektiğinin bir kez daha altını çizdi. Böyle bir çaba yada girişimde kararın mutlak bir şekilde Suriye halkına ait olması gereğini ifade eden el Esad; aynı zamanda terörle mücadeleye öncelik vermesi gerektiğini vurguladı.

El Esad çünkü teröre son vermeden hiçbir çaba ya da çözümün kesinlikle başarılı olmayacağını bir kez daha ifade etti.

Ben ‘Siyasi Çözüm’ Değil, ‘Siyasi Süreç’ Diyorum

Siyasi çözümden katinin ne olduğuna ilişkin soruya cevabında el Esad; kendisinin ‘siyasi çözüm’ yerine ‘siyasi süreç’ terimini daha doğru bulduğunu belirtti.

Çözümün bir dizi ekseni olduğuna işaret eden el Esad; bu eksenlerden birinin de terörle mücadele olduğunu belirtti. El Esad krizin başında nedenin siyasi olduğunun öne sürüldüğüne dikkat çeken el Esad; bunun doğru olmadığını bilmesine rağmen devletin bu yönde bir dizi adım attığını hatırlattı.

El Esad devletin bu bağlamda anayasayı değiştirmekten ekonomik reformlara kadar bir dizi adımlar attığını, fakat her defasında yeni iddialarda bulunduklarını söyledi. Şimdi ise çözüm için siyasi güçlerle diyalog gereğinin öne sürüldüğünü belirten el Esad; Suriye’nin bunu da kabul ettiğini söyledi. El Esad fakat Suriye’nin bu diyalogda gerçekten Suriye halkını temsil eden siyasi güçlerin olmasını talep ettiğini, çünkü halkı temsil etmeyenlerle diyalogun çözüm sağlamayacağını belirtti.

Sözlerine devam eden el Esad siyasi süreç ve siyasi diyalogun sadece krize çözüm sağlamak için değil, aynı zamanda Suriye’yi geliştirmek ve kalkındırmak için gerekli olduğunun altını çizdi.

Bu Rolün Sonuçları Hakkında Konuşmak İçin Henüz Erken

Umman Sultanlığının Suriye’deki krizin çözümündeki rolü ve Muallim’in Umman Sultanlığına ziyaretine ilişkin soruya cevabında el Esad; Umman Sultanlığının muhtelif meselelerin çözümünde önemli rol oynadığına dikkat çekti.

Muallim’in de bulunduğu ziyaretin gayet doğal olduğunu ifade eden el Esad; Umman Sultanlığında yapılan tüm temasların, Suriyelilerin çözümün nasıl olacağına ilişkin düşünceleri hakkında bilgi almaları amacı taşıdığını belirtti.

El Esad yıllar süren kesintiden sonra bu temasların ilk olduğuna işaret ederken; dolayısıyla sonuçları ve Umman Sultanlığının rolü konusunda bir şey söylemek için zamanın erken olduğunu söyledi.

Benim İçin Önemli Olan Düşman Medya Değil, Suriye Halkıdır

Son konuşmasına ilişkin söylentiler ve yanlış anlaşılmalara ilişkin soruya cevabında el Esad; konuşmasında gayet net ve açık konuştuğunu söyledi.

Konuşmasında savaş durumunda askeri firarların artmasının normal olduğunu söylediğini kaydeden el Esad; bunu da şimdi tekrarlayabileceğini ifade etti. El Esad her şeye rağmen kendisinin Suriye halkıyla şeffaf konuştuğunu, düşman medyanın ne yazdığının kendisi için önem taşımadığını belirtti.

Sözlerine devam eden el Esad; konuşmasında ordunun bir bölgeden çekilmesinin pek önem taşımadığına dikkat çekmek istediğini ifade ederken, sonuç itibarıyla bunun doğru olduğunun kanıtlandığına dikkat çekti. Ordunun çekildiği bazı bölgelerin kısa bir süre sonra tekrar ordu kontrolüne geçtiğini belirten el Esad; askeri operasyonlarda taktik ve stratejinin önemine bir kez daha vurgu yaptı.

Onlara Göre Suriye’de Terörist Yoktur ve Ölen Herkes Masum Sivildir

Batılı devletlerin tamamen tarafsız bir uluslararası temsilciyi kabul etmelerinin mümkün olmadığına işaret eden el Esad; dolayısıyla atanan temsilcilerin taraflı açıklamalarının, kendilerine verilen rol icabında olduğunu söyledi. El Esad Suriye’nin de bu durumu iyi bildiğini sözlerine ekledi.

Terörü destekleyenlerin gözünde Suriye’de teröristlerin bulunmadığına işaret eden el Esad; dolayısıyla ordunun öldürdüğü herkesin masum sivilden ibaret olduğu açıklamalarında bulunduklarını vurguladı. El Esad fakat bunun mukabilinde teröristlerin hain saldırıları sonucunda şehit düşen vatandaşların bu taraflarca görmezden gelindiğine dikkat çekti.

Destekledikleri teröristlerin neredeyse günü birlik olarak Halep’te, Şam’da ve daha başka bölgelerde sivil yerleşim alanlarını gelişi güzel füze ve roket saldırılarına tuttuklarına dikkat çeken el Esad; aynı zamanda hizmet ve altyapı şebekelerini sistematik bir şekilde hedef alan terör eylemleri karşısında da sessiz kaldıklarına vurgu yaptı.


Suriye Arap Haber Ajansı /Sana/ 25.08.2015

Sola Yutturulmaya Çalışılan Zoka: Kimlik Siyaseti- 3 (Neoliberalizm ve Muhalefetin Yeniden Tasarlanması)



NEOLİBERALİZM VE MUHALEFETİN YENİDEN TASARLANMASI

   1970’li yılarda, batılı ülkelerde sosyal refah devletinin genişlemesi kapitalist sistemin işleyiş mantığı açısından sınırlarına dayanmıştı. Esasen sosyal refah devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra burjuvazi ile işçi sınıfı arasında belirli dengelere dayalı zoraki bir uzlaşmasını yansıtıyordu. Sosyalizmin dünya ölçeğinde kapitalizmi dışarıdan tehdit etmesi; batıda komünist partilerin işçi sınıfı nezdindeki itibarı ve 1929 krizinin ancak Keynes’in çerçevesini çizdiği sosyal devlet politikaları ile aşılabilmesi söz konusu uzlaşmanın ayaklarını oluşturuyordu. 1974 petrol krizini izleyen yıllarda ise bu uzlaşmayı sürdürmenin koşulları ortadan kalkmış görünüyordu. Dünya ölçeğinde devrimci yükseliş durmuş, SSCB’nin önemli yapısal sorunları olduğu anlaşılmış, batı ülkelerinde işçi sınıfı sosyal demokrasi üzerinden denetim altına alınmış ve kar hadleri iyice düşen burjuvazinin sosyal refah devletine tahammülü kalmamıştı. Savaştan sonra ekonomik bölüşümde emeğin payı giderek artmıştı. Ama sermayedarların işçi sınıfına vermek zorunda kaldıklarını geri istemelerini engelleyecek koşullar azalmıştı.

   Petrol üretici ülkelerin petrol fiyatlarına yüksek oranda zam yapmaları sonucu, 1973- 1974 yıllarında parasal kaynaklar Arap ülkelerinin elinde toplanmaya ve Batı ülkelerinde dış ödemeler dengesi açık vermeye başladı. Batı kapitalizminin bu krize cevabı, sosyal refah devletini tasfiye ederek kar hadlerini yükseltmeye yönelmek oldu. Neoliberal programı benimsemiş hükümetler, aşırı büyüdüğünü ve hantallaştığını iddia ettikleri devletlerin elindeki kamu teşebbüslerini ve bu arada eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kamu hizmetlerini özelleştirme, taşeronlaştırma veya tasfiye etme yollarıyla devleti hızla küçültmeye başladılar. Refah devleti çökerken, doğal olarak, onun devletle ilgili temel kabulleri ve siyasal meşruiyet anlayışı da ihtiyaca uygun olarak dönüştürüldü. Savaş sonrasının ulusal kalkınmacılık ideolojisi, demokratikleşme talebi ile hızla yer değiştirdi. Devletin küçültülmesi ve piyasanın serbestleştirilmesine yönelik her türlü girişim, sivil toplumun büyümesiyle özdeştirildi. Büyüyen sivil toplum ise demokratikleşmeyi sağlayacaktı. O halde devletin küçültülmesi, kendi başına demokratikleşme için yeter şart olmaktaydı. Cemaatlerin, tarikatların ve etnik ayrımcılığın demokrasi güçleri olarak görülmesine giden yol açılmış oluyordu. Neoliberalizmin iktidarını sağlamlaştırabilmesinin en önemli şartlarından biri, işçi sınıfı temelinde siyaset üreten muhalefeti ideolojik tahakküm altına almaktı. Bu amaçla sivil toplumcu demokratikleşme ideolojisi, yeni toplumsal hareketlerin yarattığı zemini kendi güdümündeki muhalefeti inşa etmekte değerlendirdi. Çünkü yeni toplumsal hareketlerin sorunlara çözüm önerileri, “sistem içi” bir muhalefet ihtiyacıyla uyumluydu.

   Yeni toplumsal hareketlerin neoliberalizmin güdümlü “sol” muhalefet ihtiyacına eklemlendiği dört nokta bulunmaktadır:

Birincisi ve en önemlisi, yeni toplumsal hareketlerin kimlik siyaseti karakteri taşımasıdır. Böylece işçi sınıfı hareketi etnik, mezhepsel ya da bireysel talepler ekseninde parçalanmaktadır.

İkincisi, yeni hareketler ileri sanayi toplumlarının içsel toplumsal çatışmalarının artık devletçilik, planlı ekonomi, kalkınma, siyasal müdahaleler gibi yollardan çözülemeyeceğini savunmaktadırlar. İleri sanayi toplumlarında bütün uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin çözülmüş, ekonomik çatışmanın toplumsal zemininin ortadan kalkmış olmadığı açık bir gerçektir. Buna rağmen yeni toplumsal hareketler, sosyal refah devletinin tasfiyesinin ideolojik meşrulaşmasına katkı yaparlar.

Üçüncüsü, siyasal iktidara değil sosyo- kültürel kodlara yönelik bir strateji izlemeleridir. Böylece iktidar neoliberalizme terkedilirken “sistem karşıtı” muhalefetin hissesine siyasal iktidarla değil toplumsal iktidar odaklarıyla mücadele etmek kalmaktadır.

Dördüncüsü, ileri sanayi toplumlarında yapısal dönüşümlerin ortaya çıktığı ve kapitalist toplumu açıklamaya yönelik çatışma kuramlarının aşıldığı iddiasıdır. Bu son iddia, bizatihi kimlik siyasetini savunanlarca yoğun biçimde savunulduğu için üzerinde kısaca durmayı yararlı görüyoruz.

   Yeni toplumsal hareketler, işçi sınıfı hareketi olmadıklarına göre, yeni bir toplumsal zemine dayanıyor olmalılardı. Gerçekten de aranan yeni toplumsal zemin “yeni orta sınıf” adıyla dile getirildi. Buna göre işçi sınıfının yapısında büyük ve yapısal dönüşümler yaşanmıştır. Hizmet sektöründeki gelişmenin ulaştığı boyutlardan dolayı artık eskisi gibi bir işçi sınıfından bahsetmek mümkün değildir. Eski sınıf yapısının yerini artık yeni orta sınıflar almıştır. Esasen ekonomik açıdan dar gelirli olmayan fakat yükselme fırsatları da olmayan eğitimli büro çalışanları, beyaz yakalılar, serbest meslek sahipleri ve üniversite öğrencileri gibi unsurlar ile ev hanımları, işsizler, emekliler gibi mobilizasyon imkanı bulabilen kesimler yeni orta sınıfın bileşenleriydiler. Kapana kıstırılmışlık duygusu, bu kesimlerin patriarkal ve bürokratik yapılara başkaldırmasının duygusal temelini oluşturmaktadır. Bu kesimler, siyasetin geleneksel kurum ve pratiklerinden hüsrana uğramış kimselerdir. Bu nedenle yeni toplumsal hareketler içinde kendilerini ifade etmeye yönelmişlerdir. Aslında yaşadığı ülkelerde işçi sınıfının devrimci dinamizmini kaybetmiş olmasının sonucunda bazı batılı sol aydınların kendilerine yeni devrimci özneler yaratma çabalarının öncesi de vardı. 1960’ların sonlarında bazı batılı teorisyenler, kapitalizmin işçi sınıfını “tek boyutlu” hale getirdiğini, “şeyleştirdiğini”, araçsızlaştırdığını ve devrimci bir rol oynayamaz kıldığını savunmuşlardı. Buradan hareketle Herbert Marcuse başta olmak üzere insanlığı sosyalizme götürecek devrimci dinamiği, ileri kapitalizmin çarkları arasına katılmamış, dolayısıyla henüz sistem tarafından denetim altına alınmamış kesimlerde arayanlar olmuştu. Öğrenciler, işsizler, marjinaller vs. gibi sistemle bütünleşmemiş kesimler devrimin yeni toplumsal dayanağı ilan edilmişti.

   Gerçekte kimlik siyasetlerinin dayanağını oluşturan yeni orta sınıf iddiaları, işçi sınıfının yapısında meydana gelen farklılaşmaların mutlaklaştırılması temeline dayalıdır. Sınıf kavramının Weberci bir tanımı ile birleştirilen somut değişmeler, işçi sınıfının artık herhangi bir siyasal iddianın toplumsal temelini oluşturamayacağı tezine sıçramak için kullanılmaktadır. Erbaş ve Coşkun’a göre işçi sınıfının içinde meydana gelen farklılaşma ve değişimler, kapitalist toplumun sınıfsal çelişmelerinin aşılmasına yol açmaz. Bunlar değişen koşullara bağlı olarak kapitalist toplumun kendi içinde meydana gelen değişimlerdir. Çünkü sınıf çatışmaları kapitalizme içseldir ve bizzat kapitalizm tarafından sürekli yeniden üretilirler.

   Günümüzde yeni toplumsal hareketlerin ve buradan yükselen kimlik siyasetinin teorik savunucuları, postmodernistler ve post Marksistlerdir. Marksistler ve liberaller, üst kimlik ve kimlik-dışı siyaseti savunurlar. Bu yaklaşımlarda siyasal öznenin taşıdığı kimliklerin varlığı ve bunların ifade edilme hakkı kabul edilir, fakat siyaset kimlik merkezli olarak okunmaz. Bu açıdan kimlik siyasetleri liberaller tarafından da eleştirilmiştir. Örneğin Amerikan tarihçi Arthur Schlesinger’e göre, kimlik siyasetleri sivil düzeni bölmeye hizmet eder. Böylece grupların marjinalize edilmesinin sona erdirilmesine değil aksine marjinalizasyonu sona erdirecek gerçekçi imkan ve fırsatların harcanmasına yol açarlar. Postmodernistler ve post Marksistler ise ulusal kimliklerin bütünleyici, tektipleştirici, dışlayıcı ve baskıcı olduğunu iddia ederler. Siyasi pratiğin merkezine öznelerin kendilerini tanımladıkları kimliklerin oturmasından yanadırlar. Örneğin Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’ye göre artık temel hedef sosyalizmi değil radikal demokrasiyi kurmaktır. Sosyalizmin hedefi, özünde radikal demokrasiye giden yolda bir aşama olarak değerlendirilmelidir. Bu durumda kültürel kimliklerin birbirlerini belirlemeksizin, yan yana durdukları ve sadece söylemsel olarak eklemlendikleri yeni toplumsal hareketler, radikal demokrasiye varmayı sağlayacak temeli oluşturmaktadırlar. O halde demokrasiden anlaşılması gereken içerik de etnik, dini, mezhepsel, cinsel veya kültürel kimliklerin siyasal yaşamın merkezine oturmasından ibaret olacaktır.

Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251


Yazının ilk bölümü için bkz.

Yazının ikinci bölümü için bkz.

26 Ağustos 2015 Çarşamba

BARIŞ NASIL SAĞLANIR ?

Barış güzel bir sözcük. Eskiden Barış Derneği vardı. Öncülüğünü Behice Boran yapıyordu. Dernek, 1951’de Kore’ye asker gönderilmesine karşı çıktığı için kapatıldı. Mahmut Dikerdem’in 1970’lerde canlandırıp yeniden kurduğu dernek 1979’da Dünya Barış Konseyi’ne kabul edildi. 1949’da kurulan Konsey emperyalizme, silahlanmaya karşıydı; ulusal bağımsızlığı, iktisadi ve toplumsal kalkınmayı savunuyordu. “İnsan hakları”nı da savunuyordu. Emperyalizm henüz bu kavramı ele geçirip “insan”ın değil, etnik ve dini grupların, “ötekileştirilenler”in haklarına ve “tarihimizle yüzleşelim” taleplerine indirgememiş, kendi stratejilerine alet ederek küresel güçlerin arabasına bağlayıp ulusların üzerine sürmemişti. Masum bir kavramdı “insan hakları”. Onu savunanlara AB fonlarından maaş bağlamıyorlardı mesela.

Barış Derneği’nin değerli üyeleri “Sovyet maşası” olarak görüldüler ve 12 Eylül Darbesi’nden sonra tutuklandılar. Derneğin kurucusu, sosyalist, yazar, hariciyeci, şair Dikerdem cezaevinde yok edildi.

TAHKİMLİ BARIŞ

Bugünkü “barış”a gelince...

KCK, “tahkim edilmiş ateşkes” istedi. Ertesi gün Demirtaş PKK’yi “elini tetikten çekme”ye ve “tahkim edilmiş ateşkese uyma”ya davet etti. Eşzamanlı, ilginç bir terminolojik tutarlılık... Terim bende -gençlerin dediği gibi- “saplantı yaptı.” PKK’nin askeri sözlüğünde böyle bir kavramın olduğunu sanmıyorum. Birtakım müzakerelerden kapmış olmalılar. Basın bunu “güçlendirilmiş ateşkes” diye parantez içinde açıkladı. Oysa bazı sözcükler gâvurcaya çevrildiğinde anlam taşır, dolayısıyla çevrildiğinde bir anlam taşısın diye kullanılır. Askeri sözlüklere baktım. Amerikalılar buna herhalde “Fortified truce” gibi bir şey diyorlar; tam olarak, savaşan iki askeri gücün kendi tahkimatlarını, müstahkem mevkilerini muhafaza ederek “özel bir maksatla savaşı durdurmak” için vardıkları anlaşma; “mahalli olan mevziî mütareke” anlamına geliyor. Yani bizatihi ateşkesin tahkim edilmesi değil, tahkimatı muhafaza ederek ateşkes... Bu durumda PKK, “tahkimatımı bozma, kaldığımız yerden (çözüm süreci, Dolmabahçe mutabakatı vs) devam edelim; anlaşamazsak çatışmayı tırmandırırım” diye bir talepte bulunmuş oluyor.


Bu arada MED Nuçe televizyonuna konuşan Cemil Bayık, “tahkim edilmiş ateşkesin izlenmesi için izleme komitesini kabul ederlerse” diye şart koşuyor. HDP ise BM Güvenlik Konseyi Başkanlığı’na Türkiye’ye karşı “savaş suçu” ve “insanlığa karşı suçlar” kapsamında işlem başlatılması için başvurdu. Askeri tahkimatlarını muhafaza ederek sorunlarını emperyalizmin bütün platformlarına taşımaya çalışıyorlar.

BARIŞ OLURSA NE OLACAK?

İnce askeri diplomasi sürerken saf anlamda “barış” talepleri yükseliyor. HDP’nin nüfuz ettiği ya da kuyruğuna taktığı sosyalist solun bazı kesimleri ile bazı CHP milletvekilleri “Barış Bloku”nu oluşturuyorlar. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre (13.08.15) HDP, ÖDP, Haziran Hareketi’nin bazı bileşenleri, SDP, EMEP, SYKP, Yeşiller, Sol Gelecek, DİP, DSİP vs. CHP milletvekilleri, çeşitli sendikaların yer aldığı seksen grubun imza koyduğu “Barış Bloku” seçimlere tek çatı altında girmeye hazırlanıyor. Bu hareketlerin tabanında yer alan insanların Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine karşı olmadıklarını çok iyi biliyorum. Sessiz kalıyorlar ve karşı çıkmıyorlar, çünkü önlerinde güçlü bir alternatif cephe göremiyorlar.

“Barış Bloku”nun savunduğu barışın içeriği yok, sadece sembolleri var. Semboller, son barış mitinginde görüldüğü gibi, Apo posterleri ve PKK bayraklarından oluşuyor. Kullanılan sloganlar ise siyasi taleplerden değil, içi boş temennilerden oluşuyor: “Silahlar sussun, operasyonlar durdurulsun”, “Savaşa hayır, barış hemen şimdi”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Adil, onurlu barış hemen”, “Muhatapsız çözüm olmaz”, “Biz anneyiz, savaşsız bir dünyadan yanayız.” Teorik derinliği ve uzun bir slogan geçmişi olan sosyalistlerin böylesine içeriksiz sloganlara katlanmaları bile tuhaf. Savaş niye var, hemen barış olursa ne olacak?

Yazının başlığındaki soruya gelirsek, ulusal alanda barış, emperyalizme karşı mücadeleyi, yabancı askeri üslerin kapatılmasını, Misak-ı Millî sınırlarının korunmasını, kaynakların toplumsal kalkınma için kullanılmasını gerektirir. Barış ancak, bütün bireyleri “eşit yurttaşlık” ilkesinde birleştiren, onların etnik kimliklerine ve dini inançlarına kör bir laik kurucu anayasayla sağlanabilir. Barışın temel harcı laisizmdir. Alternatifi mezheplerin, etnik grupların iç savaş felaketi ve parçalanmadır.

Uluslararası alanda ise nihai barış, ancak üretim araçlarında özel mülkiyetin bütün dünyada kaldırılmasıyla mümkündür. Silahlanmayı ve savaşları önleyecek tek şey, olanca kâr hırsıyla birlikte kapitalizmi yok etmek, sermayenin özel ellerde birikmesini önlemektir. Buna sosyalizm diyoruz; alternatifi çürüme ve barbarlıktır.

YAVUZ ALOGAN / Aydınlık- 15.08.2015

ULUSAL DEVLETİN YIKIMI ve SOL TAVIR 2



Haydut ve Çöken Devletler

   İngiltere Başbakanı Tony Blair’in Dış Politika Başdanışmanı Robert Cooper, övgüye değer bir açıklıkla Yeni Dünya Düzeni’nin diğer amaçlarını da son kitabi Ulus Devletin Çöküşü 21.Yüzyılda Düzen ve Kaos’ta ilan etmektedir: “Postmodern dünya için zorlu olan şey çifte ölçüler düşüncesine alışmaktır. Avrupalılar kendi aralarında yasalar ve açık işbirliğine dayalı güvenlik temelinde iş görürler. Ama Avrupa kıtasının dışında iş görürken, daha erken bir dönemin daha kaba yöntemlerine geri dönmemiz gerekir. Zor, önleyici saldırı, aldatmaca. Heniz her devletin kendi için olduğu 19.Yüzyıl dünyasında yaşamakta olanlarla başa çıkabilmek için zorunlu olan her şey.” Cooper’a göre Avrupa’nın güvenliğinin anahtarı, “kendi aramızda yasalara bağlı kalmak, ama ormanda iş görürken ormanın yasalarını da kullanmak zorunda olmamızdr.”

   Açıkça yeni bir tür sömürgecilikten bahsedilmektedir. Wall Street Journal’ın editörü Max Boot, 11 Eylül 2001’in hemen ertesinde şunları yazıyordu:

“Birleşik Devletler’in, eskiden İngiliz sömürge askerlerinin nesiller boyu savaştığı birçok ülkeye askeri bir müdahalede bulunma isteği tesadüf değildir. Afganistan, Sudan, Libya, Mısır, Arabistan, Mezopotamya (Irak), Filistin, İran, Pakistan’ın kuzeybatı sınırı. Bu bölgenin hepsi, 19.Yüzyılda eski imparatorlukların otoritelerinin çöktüğü ve ortaya çıkan düzensizliğin Batılı ordular tarafından sona erdirildiği coğrafyalardır. Günümüzde, Afganistan ve diğer sorun yüklü ülkeler, aynı bir zamanlar koloni ordusu üniformaları ve şapkaları ile kendine güvenen İngilizlerin yaptığı gibi ülkelerine düzen getirecek yabancı yönetimler için yanıp tutuşmaktadırlar.”

   Saldırganlık “failing states” (çöken devletler) tanımı ile meşrulaştırılmaktadır: İnsan haklarının korunmadığı ve komşuları ve dünyanın geri kalanı için bir tehdit olan çöken devletlere karşı harekete geçilmelidir. Medeniyetin bu kara delikleri gerektiğinde bombalarla denetim altına alınmalı ve daha sonra Batı’nın patronajında yeniden inşa edilmelidirler. Financial Times köşe yazarlarından Martin Wolf, 10 Ekim 2001 tarihinde yayımlanan “Yeni bir emperyalizme ihtiyaç var” başlıklı makalesinde şu satırlara yer vermektedir:

“Çöken bir devlet kurtarılırken, sadık bir yönetimin en önemli unsurları –hepsinden önce zor mekanizması- dışarıdan yerleştirilmelidir. Batı, eski Yugoslavya’da şu anda tam da bunu yapmaktadır. Çöken bir devletin yarattığı risklerle mücadele etmek için safça dileklere değil, açık ve organize zorlayıcı güce ihtiyaç vardır.”

   Gerçekte, müdahalenin nedeni devletlerin çökmesi değil; çöküş, Batı’nın müdahalelerinin bir sonucudur. Saddam Hüseyin’in Irak’ı bir dikatatörlüktü, ama en azından işleyen bir devlet, bir respublica idi. Muhalifler, rejimin haydutlarının tehdidi altındayken, diğerleri rahatsız edilmeden yaşamlarına devam edebilmelerinin yanı sıra, elektrik, su, yiyecek ihtiyaçlarını karşılayabilmekteydiler ve hatta kültür ve eğitim imkanlarına sahiptiler. Bağdat semalarında Amerikan bayrağı dalgalandığından beri bunlardan geriye, bir şey kalmadı. Gelişmekte olan bir ülke, pis bir kenar mahalleye dönüştü ve bu kokuşmuş bataklıkta İslami terörizmin kuluçkaya yatmış olması kimseyi şaşırtmamalıydı. Zalim Saddam’ın yönetiminde bunun da olması mümkün değildi.

   Ya da Afganistan: Taliban’ın Afganistan’da kız çocuklarının okula gitmesini engellemesi tabii ki kabul edilemez, ama en azından erkek çocukların eğitim alması hala mümkündü. Ancak artık bu bile pek mümkün değil. Bu gelişme cinsiyetler eşitlik yolunda atılmış bir adım olarak mı görülmeli ? Bir başka gelişme de, Kabil’in Birleşik Devletler tarafından özgürleştirilmesinden sonra Afgan eroininin yeniden Hamburg’taki okul bahçelerinde satılabiliyor olmasıdır. Bizim ülkemize kadar ulaşan terör ağlarının ve suç örgütlerinin finansmanını sağlayan uyuşturucu ticareti Taliban tarafından önemli ölçüde engellenmişti.

   Tüm bu yapılanların, Yeni Dünya Düzeni’nin imbiğinden geçmiş başka bir kavram olan “ulus inşası” ile ilgisi yoktur. Bunun tam tersi bir durum söz konusudur. Uluslar inşa edilmemekte; parçalanmakta, en ufak parçalarına kadar lime lime ve un ufak edilmektedirler. İşgalciler, sömürgelerinde ve hamisi bulundukları ülkelerde kan batağına daha fazla battıkça, uygulanması basit böl ve yönet politikasına daha çok sarılmaktadır. Irak’ta, Bush’un kukla yönetimi, 2006 yılı Ekim ayında ülkenin Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında bölünmesini hızlandıran yeni bir anayasanın kabul edilmesini sağladı. Birleşik Devletler Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) strateji dergisi Armed Forces Journal 2006 yılı yazında Akdeniz ile Himalayalar arasındaki neredeyse tüm sınırların değiştiğini gösteren haritalarla desteklenmiş senaryolar yayımladı: Pakistan ve İran’dan koparılan parçalarla petrol zengini yeni bir devlet, Belucistan, Türkiye’den de toprak katılarak büyük bir Kürdistan kuruluyordu. Suudi Arabistan, tüm komşularına toprak veriyordu. Bu planlara göre, İslam dünyasında taş üstünde taş kalmıyordu.

   Yugoslavya örneği, parçalanma sürecinin bir kez başladığında zincirleme bir reaksiyon yarattığını göstermektedir: 90’lı yılların başında ilk parçalanma sürecinde, Almanya’nın da aktif yardımıyla Tito’nun devletinden geriye sadece Sırbistan ve Karadağ kalmıştı. Bu federasyon da, 1999 yılındaki savaşla beraber güçsüzleştirildikten sonra parçalanmanın devamı geldi. 2006 yılında Karadağ, 2008 yılında da Kosova Sırbistan’dan ayrıldı. Sırbistan’ın içinde özerk bir bölge olan Kosova’nın ayrılması ile beraber iki kutupluluğun sona erişinden beri ilk kez, büyük bir devletin federe cumhuriyetinin, örneğin Ukrayna’nın Sovyetler Birliği’nden ya da Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan ayrılmasından farklı olarak, bir yerel yönetim birimi bağımsızlığını kazanmış oldu. Bu gelişme, Balkanlar coğrafyasının ötesi için de bir örnek teşkil etti.

   Bu durumda, kim diğer Avrupa devletlerinin bir arada kalabileceği konusunda iddiaya girebilir ? Belçika, Yugoslavya’nın 80’li yıllardaki halini hatırlatan, ölüme en yakın adaydır. İskoçya, ekonomisi dökülen Büyük Britanya’dan ayrılıp Kuzey Denizi’ndeki petrol gelirlerini kullanmak ve Mary Stuart’ın zamanına dönmek istemekte. Transilvanya’da büyük Macaristan, Transdinyester’de büyük Romanya hayalleri kurulmakta. Bağımsız Korsika, bir mafya cumhuriyeti olabilir, Padanya (Kuzey İtalya) ise Venedik Doçluğu’nun mirasçısı olabilir. Mümkün olduğunca fazla çöken devlet yaratalım !

ULUSAL DEVLETİN YIKIMI VE SOL TAVIR (Jürgen Elsässer)

(Sayfa 23-27)

Dizinin ilk bölümü için bkz.