31 Mayıs 2017 Çarşamba

Amerikancı Kürtçülük


Amerikancı Türkçülüğü öğrenmiştik ama anlaşılan odur ki, Amerikancı Kürtçülüğü de öğrenmek zorundayız.

Hatırlanacağı gibi, Amerika’nın Türkiye’deki varlığı NATO, OECD, Dünya Bankası, İkili İstihbarat Antlaşmalarıyla yükselirken, Türk milliyetçileri solculara sürek avı yapıyorlardı.

1960 1985’li yıllarında, Amerikan milliyetçiliği tavan yapmıştı. Bu dönemler,Gladyo’nun darbeler yaptığı, hükümetler tayin ettiği, ekonomik ve siyasal etkinliğinin en yüksek olduğu yıllardı.

Galdyo Türk milliyetçiliğinin içinde İslamcılığın etkin olduğunu anladıkça, Amerika Türkiye içindeki örgütlenme stratejisini Siyasal İslam’a doğru yöneltmişti.

Bu süreçlerde, ideolojik farlılıklar nasıl oldu da, Amerikancılıkta birleşti derseniz, anlatayım.

Kürtçüler geçmişte, Marksist ve sosyalistlerdi. Sonradan ağızlarına sosyalizmi almamaları, liberallerin bu kadar Kürtçü ve şeriat destekçisi olmaları, Siyasal İslam’ın sınır tanımaz bir şekilde liberal ve Kürtçü çizgiye gelmesi, ülkemizdeki Amerikancılığın yükselmesini sağlamıştı.

Zaten BOP Projesi de böyle bir sürecin sonunda ortaya çıkmıştı.

Tanımlamaya çalıştığım bu ideolojik ve siyasal yapılanmanın sözcüleri, şimdilerde, PKK’yı YPG’den ve PYD’den ayırmaya çalışıyor. PKK başka, YPG başka diyorlar.

PKK başka PYD başka propagandası CIA’nın denetiminde olan medya aracılığıyla, zaten Avrupa halkına benimsetilmişti. Şimdi Türk halkını ikna etmeye çalışıyorlar.

Suriye Demokratik Güçleri içinde Araplar var. Hatta Türkler var diye… Ne hikmetse, savaşçıların %30 da kadınmış. İşin içine kadın savaşçıları da sokarak, seküler bir görünüm vermeye çalışıyorlar.

Kürtçülerin, siyasal İslamcıların, liberallerin aynı görüşte olması, yani PKK  PYD’den farklıdır görüşü; Amerikancılıktan ileri gelmektedir.

Onların ortak dünyaları Amerika’dır.

Aslında, “YPG PKK değildir” propagandasının arkasında Amerikancıların olması tesadüf değildir.

Amerika bölgede ne Arap milliyetçiliğini ne de, gerçek Türk milliyetçiliğini artık kullanamaz.

Arap milliyetçiliği Baas şeklinde, anti Amerikan bir yapıda gelişmekte ve ABD’nin işine yaramaz bir durum ortaya çıkarmaktadır.

İran Fars milliyetçiliği de anti Amerika’ndır.
 
Geriye sadece Kürtçülük adına Amerikan Kürtçülüğü kalmaktadır.

Bir başka ifadeyle, bağımsız bir Kürdistan kurulması sadece emperyalizmin desteğine bağlı kalmaktadır.

Suriye’de kurulacak Amerikan destekli Kürdistan Arap milliyetçiliği ile eninde sonunda çatışacaktır.

Yapay Kürdistan’ın yaşaması, bölgedeki Türk ve Arap halkları milliyetçiliği tarafından ezilmesini gündeme getirecek ve silahı eline almayan Kürt halkı zara görecektir.

Amerika’nın Arap ve Türk milliyetçiğine karşı olması bunları kullanamamasındandır.

El Kaide ve DEAŞ gibi türevlerinin ortaya çıkması, yukarıda ifade etmeye çalıştığım etnik yapılanmanın sonucudur.
 
Amerika’nın bu konudaki planı ise şöyledir.

Türk halkına bu ayırımı yaparken derim ki, “PKK Marksist bir örgüttür. Oysa YPG Batı değerlerine bağlı, modern yapıya sahip savaşçılardan oluşan Kürt ve Arap halklarıdır. PKK gibi teröre bulaşmamıştır.”

Önümüzdeki günlerde evirip çevirip bu cümleyi kuracaklarından hiç şüpheniz olmasın!

Amerikancı İslamcılar, Amerikancı Kürtçüler ve liberaller demokrasi adına, bu propagandanın temel taşları olacaklardır.

Erdoğan’ın son Avrupa Zirvesinden çıkan ve bize 12 aylık ev ödevimizi bildiren AB Çalışmasında, görmek mümkündür.

Ev ödevimizin başında gene Kürtçülüğün demokrasi adına özgürleştirilmesini istemektedirler.

Tıpkı Osmanlıyı dağıtırken, Osmanlıdan azınlıklara demokrasi istedikleri gibi…


Bülent ESİNOĞLU
ulusalkanal.com / 29.05.2017

Hedefte İran Var

ABD’deki müesses nizam (establishment), “aykırı” Donald Trump’ı Rusya ilişkileri bahanesiyle fena yakaladı.

Seçim öncesi, “Rusya ile dost olacağım, Suriye’den bana ne” diyen Trump, Amerikan milli marşını tersten söylüyor.

Çünkü fena kaptırdı.

Trump, ilk yurt dışı seyahatini önce Suudi Arabistan’a, ardından da İsrail’e yaptı.

Karısı ve kızıyla, en sevdiği danışmanı Steve Bannon ile Riyad’da kılıç dansı bile yaptı.

Çünkü boru değil, 110 milyar dolarlık silah sattı Suudi bendelerine.

Toplamı 380 milyar doları bulacak silah satışında hedef İran ve ona karşı kurulması planlanan “İslam Ordusu”.

Sanki İran haçlı devleti.

Bu “İslam Ordusu” projesi aslında ta oğul Bush döneminde (2000) bir seçim darbesiyle iktidarı ele geçiren Amerikan faşisti Neocon’lara ait.

Obama döneminde gündeme geldi. Hedefte yine Suriye ve İran vardı.

Neocon’lar, Müesses Nizam ve Yahudi lobisi hep aynı faşist mekanizmanın parçaları.

İsrail’in çıkarları temel.

Irak’ın işgali, Suriye’nin parçalanması, Türkiye’nin PKK terörüyle terbiye edilmesi hep bunların işi.

Arap Baharları da öyle, Ilımlı İslam denen ucube de.

Fakat pek çok cephede yenilgiye uğradılar.

Rusya ve Çin’in Avrasyacı sağlam tutumu, İran’ın güçlü duruşu bunun temel sebeplerinden.

Şimdi bunlar artık IŞİD formülüne döndü.

Ilımlı İslam yerine Suudi Selefi dinine dönüyorlar.

Yemen’de talim yaptırdılar, İran’a yöneliyorlar.

Türkiye de bu noktada çok kritik bir ülke.

Türkiyesiz bir İran operasyonu yapılamaz.

Onun için Suriye’de harekete geçtiler. İsrail ve Ürdün ile güneyden yeni bir cephe açılıyor.

Esad düşmanı AKP’ye de bu havuç uzatılıyor.

Ama bu bir tuzak.

Türkiye, İran ile çatışırsa, 1990’lardaki Irak’ın konumuna düşer.

Erdoğan Saddam olur.

Türkiye ise güneydoğusundan olur.

Kürt Devleti kurulması için çok net düğmeye basıldı.

Burada asıl hedef ise Çin’in yeni İpekyolu projesi.

Çin 230 milyar doları kendi toprakları ve güzergah ülkelerinin alt yapı projelerine harcadı bile.

Toplamın 900 milyar doları geçmesi bekleniyor.

Dünyayı ticaret ve işbirliğinde birbirine bağlayacak, özellikle de tarihi İpekyolu’nu canlandırıp, refahı artıracak bu projeye Batı emperyalizmi, 380 milyar dolarlık silah anlaşmalarıyla yanıt veriyor.

İngiltere’deki son terör saldırılarını da böyle okumak lazım.

AB’den çıktılar, Çin ile dev anlaşmalar imzaladılar. Ardından terör vurdu.

Çin ve Rusya önderliğindeki Avrasya, barış ve refah, ABD ve İsrail önderliğindeki Batı emperyalizmi, kan ve ölüm vaadediyor.

Trump görevden alınma korkusuyla dünyayı ateşe atmaya hazırlanıyor.

Suudi Arabistan’da kılıç dansı yapıp savaş mesajı verdi.

Kudüs’te ise kipa giyip ağlama duvarına yüz süren ilk ABD Başkanı oldu.

Trump, müesses nizamın elinde bir oyuncaktan fazlası değil.

Dünyayı ancak hedef ülkelerin kararlı ve sert duruşları kurtarabilir.

Müflis emperyalizm bela arıyor çünkü.      

Hüseyin VODİNALI
aydinlik.com.tr/23.05.2017     

Yeni 'Açılım' Tuzağı: Türkiye, PYD ile Anlaşabilir

Amerikancı Açılım 2009 yılında, Oslo görüşmeleri(MİT-PKK görüşmeleri) ile başladı.

Açılım öncesinde bir “ortam temizliği” yapıldı. Gülen Cemaati, AKP işbirliğiyle "ulusalcı dalgayı aşma" eylemlerine girişti. 2007 Cumhuriyet mitinglerinin ardından Ergenekon operasyonları başlatıldı. Operasyonlar "açılıma" direnme potansiyeli olan yurtsever asker-sivil aydınları hedef aldı.

PKK bu dönemde, kuruluşundan bu yana hiç olmadığı ölçüde büyüdü ve devlet katında meşruiyete kavuşturuldu. Bu süreçte Türkiye'nin büyük şehirlerinin altı PKK tarafından bombalarla döşendi. PKK, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerimizde aşayiş timleri örgütledi, vergi topladı ve mahkeme kurdu.

***
Türkiye'de bunlar olurken, 2003 Irak işgaliyle fiilen kurulan ve PKK'nın ana lojistik merkezi olarak kullandığı Barzani "Kürdistan"ı her geçen gün devletleşmek için önemli adımlar attı.

2011 yılında ABD, Suriye hükümetine karşı savaş kışkırtıcılığı yaparak, Suriye'de muhalif gruplara silah ve para yardımı yaptı. AKP, ABD'nin Suriye'ye karşı başlattığı operasyonlara açık destek verdi. Sonrasında Suriye fiilen dörde bölündü. Şu an kuzeyi PKK'nın Suriye kolu olan PYD yönetiyor.

ABD'nin 2. İsrail ya da "Büyük Kürdistan" planının dinamik aleti ya da kendi ifadesiyle "kara gücü" olan PKK; "açılım" süreci yaşanırken Türkiye'de olduğu gibi Suriye'de ve Irak'ta da etki alanını genişletti.

***
Açılım, 24 Temmuz 2015'te TSK'nın PKK'ya karşı başlattığı operasyonlarla sona erdi. PKK şehir savaşlarında TSK tarafından hendeklere gömüldü. Türkiye hükümeti bunun sonrasında, Türkiye'nin güney sınırı güvenliğini sağlamak için Fırat Kalkanı harekatını başlattı. Harekat ABD'nin 2. İsrail ya da "Büyük Kürdistan" planının iskeleti olan "Kürt Koridorunu" engelledi. TSK'nın Cerablus ve El-Bab operasyonları "Kürt koridorunu" bir bıçak gibi kesti.

***
AKP önderliği, ABD'nin PYD/YPG'yi destekleme tutumunu Obama yönetimine has bir politika olarak değerlendirdiği için Trump'un başkan olmasına büyük umutlar bağladı. Ancak Tayyip Erdoğan'ın ABD'yi ziyaret etmesine günler kala Trump, ABD kongresinin PYD'ye ağır silah verme kararını onayladı. Erdoğan, ABD'nin Türkiye'yi açıkça tehdit eden bu tutumuna karşı herhangi bir yaptırıma başvurmadan ABD'nin yolunu tuttu. Trump'la görüştü. Görüşme sonrasında ortak basın açıklamasında Erdoğan'ın vurguları oldukça silikti. Trump ise Erdoğan'ın aksine küstah tutumundan taviz vermedi. Havuz medyası Erdoğan'ın ABD'deki tutumunu başarılı buldu ve "Trump iyi ama Amerikan derin devleti onu engelliyor" saptamasıyla Trump'u aklayan bir tutum sergiledi. Aslında bu tutum Erdoğan AKP'sinin Trump'a bakışını özetliyordu, AKP'nin resmi teziydi. Ancak AKP'nin Trump beklentisi fiilen boşa çıkmıştı.

***
ABD'deki görüşmede Erdoğan'ın, "PYD ile hareket etmeyin, bizimle hareket edin" önerisine karşı Trump, Erdoğan'a, "Rakka operasyonunda sizde olun, PYD'de." minvalinde konuştu.

Trump'un önerisiyle uyumlu ve ABD'nin geleneksel Ortadoğu politikalarını yeniden yoluna sokacak bir “denklem/çözüm” Türkiye medyasında bir süre önce dillendirilmeye başlanmıştı. 

Hürriyet yazarı Verda Özer 14 Şubat tarihli, "PYD, Barzani olabilir mi?" başlıklı yazısında, Cumhurbaşkanı baş danışmalarından İlnur Çevik'e de dayandırarak şunları söylüyordu:

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanı İlnur Çevik, “Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda bir Kürt yapısını tolere edebileceğini” söyledi. Yani Ankara, Fırat’ın doğusunda PYD varlığını kabul ediyor. Sadece -Çevik’in sözleriyle- “Fırat’ın batısında Arap çoğunluklu olan yerlerdeki Kürt varlığı”nı kabul etmiyor. Çevik’in söylediği diğer nokta ise çok daha can alıcı. Çevik, “PYD de bir Barzani olamaz mı? Barzani’nin Türkiye ile ilişkileri muhteşem” diyor. Yani nasıl Irak Kürdistan Yönetimi (KBY) Başkanı Mesut Barzani, PKK ile arasına mesafe koyduysa... Suriyeli Kürtlerin de PKK’dan uzaklaşmalarını öneriyor. İşte bu da, bu meselenin uzun vadeli çözümü için anahtar olabilir.

Keza bir diğer Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök daha da ileri giderek, 12 Mayıs tarihli köşesinde şunları söyledi:

“YPG ile savaşarak PKK’yı dize getirme” siyaseti yerine, “YPG ile anlaşarak PKK’yı düz yola getirme” siyasetine geçsek...

"Türkiye, PYD ile Barzani gibi bir ilişki kurabilir" biçiminde özetleyebileceğimiz politik denklemin en son ki savunucusu ise CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz oldu. Washington’da konuşan Yılmaz,"PYD ‘Ben PKK’yı kınıyorum ve faaliyetlerini desteklemiyorum, bir bağım yok’ diyorsa bu bir yol olabilir. Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi PKK’yı reddettiği için biz Türkiye olarak onlarla ayrı bir kanal açtık" dedi.

***
Türkiye kamuoyunda muhtelif çevrelerce ısıtılan bu politik denklem, ABD'nin bölgemizdeki emperyalist planları çerçevesinde Türkiye'yi dirençsiz bırakma teorisidir. İkinci bir Amerikancı Açılıma zemin oluşturma tezidir.

Türkiye milli devlet olması nedeniyle, ABD'nin Irak'ı işgal edip "Kürdistan"ı inşaya giriştiği günden beri ABD ile stratejik olarak karşı karşıyadır. Dolaylı olarak çeyrek asırdır süren Türk-Amerikan savaşında, ABD'nin bölgemizdeki vazgeçilmez aleti PKK'dır. PKK, ABD açısından taktiksel ya da geçici değil, stratejik bir araçtır. Bu sebeple PKK'nın kullanım değeri, ABD 2.İsrail planını uygulayana kadar sürecektir.

ABD'nin bölgemizdeki stratejik hedeflerini gözettiğimizde, PKK diğer ayılıkçı "Kürt" örgütleriyle kıyaslandığında ABD için daha gelişkin, yetenekli ve işlevli bir durumdadır. ABD için bölgedeki ayrılıkçı "Kürt" örgütlerinin de bir önem sırası var. PKK; Barzani'nin KDP'si gibi aşiret örgütlenmesi değil ya da Talabani'nin KYB'siyle kıyaslandığında yalnızca Irak'ta değil, "4 parça Kürdistan (Türkiye, Suriye, Irak ve İran)'ın bütününde örgütlüdür. Bütün bu sebeplerden dolayı ABD için PKK seçeneksiz bir örgüttür.

Barzani örneğine gelecek olursak, PKK'nın büyümesindeki ve gelişmesindeki tarihsel dönemeç; PKK'nın, Barzani'nin yönettiği federe bölgeye, yani Kandil'e yerleştiği dönemdir.  PKK, ABD'nin kurduğu ve vekaleten Barzani'nin yönettiği "Kürdistan"da büyüdü. Nesnel olarak Barzani ile PKK arasında uzlaşmaz çelişkiler yok. Farklı ve rakip örgütlenmeler olsalar da amaç birliği ve ABD güdümlü olmaları konusunda beraberler. Daha da yalın bir dille ifade edecek olursak, Türkiye'yi bölmekle tehdit eden "Kürdistan" mücadelesinde ortaklar. ABD'de çeyrek asırdır hem PKK'ya, hem de Barzani'ye "Kürdistan" vaat ediyor.

***
Sonuç olarak; Barzani üzerinden PYD ile Türkiye'nin anlaşmasını meşrulaştırma düşüncesi aldatmacadır. PYD ise PKK'nın Suriye'deki koludur. YPG’de PYD’nin silahlı örgütünün adıdır. PKK'nın örgütsel hiyerarşisine tabidir. PYD'nin politik hedefleri ve eylemleri de PKK'ya bağlılığının bir başka pratik göstergesidir. PYD'nin bütün politik/askeri misyonu Suriye’nin kuzeyinde kurulmaya çabalanan "Kürt koridoru” adına faaliyet yürütmektir.

Türkiye bugün; TSK, ABD-İsrail koridorunu koridorunu dağıttığı için Amerikan saldırganlığı ile tehdit ediliyor. Amerikan tankları ve mavzerleri bu yüzden güney sınırımıza karşı mevzilendi.

"Türkiye, PYD ile Barzani gibi bir ilişki kurabilir" tezi Türkiye’yi yeniden Atlantik sistemine bağlama girişimlerinin güncel teorisidir. PKK, Türkiye için ne denli bir güvenlik sorunuysa, Barzani “Kürdistan”ı ve Suriye’nin kuzeyini bölmek için yaşayan PYD’de o denli güvenlik sorunudur. 

"Türkiye, PYD ile Barzani gibi bir ilişki kurabilir" tezini bilinçli ya da bilinçsiz olarak savunan bütün çevreleri uyarıyoruz. Bölgemizi çeyrek asırdır işgalleri ve desteklediği terör çeteleriyle kana  bulayan ABD emperyalistlerinin dümenine su taşımayın, Amerikan ağzıyla konuşmayın.

Türkiye’nin, bölge ülkelerinin ve halklarının özgürleşmesi; ABD ile uzlaşarak değil, ABD saldırganlığını bertaraf ederek mümkündür.

Kerem YILDIRIM
aydinlik.com.tr/31.05.2017

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Dünyayı Değiştirmekte Olan Çin, Rusya ve İran Stratejik Üçgeni

Dünya Trump’ın ABD Başkanlığı’na gelişinin şifresini çözmeye, yahut bunu sindirmeye devam ederken, Rusya, İran ve Çin arasındaki büyük stratejik üçgende önemli değişimler vuku buluyor.




Amerika Birleşik Devletleri'nde şu anda yaşanan kaosun uzağında, İran, Rusya ve Çin'in Avrasya kıtasının geleceği için bir dizi stratejik adım üzerinde koordinasyon sağlamasıyla büyük gelişmeler ilerleme kaydediyor. İnsanlığın geleceği, beş milyardan fazla nüfus barındıran, yeryüzü nüfusunun yaklaşık üçte ikisini teşkil eden bu dev bölgeden geçiyor. Avrupa ve ABD'ye dayanan tek-kutuplu bir dünya düzeninden Çin, Rusya ve İran'ın yön verdiği çok-kutuplu bir dünyaya doğru büyük bir değişimin işaretini veren bu Avrasya devletleri, dev kıtanın gelişiminde öncü bir rolü biçimlendiriyor. Bu önde gelen çok kutuplu ülkelerin karşı karşıya olduğu zorlukların parçası olarak, 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa-Atlantik dünya düzeninden ileri gelen yıkıcı olayların üstesinden gelmek gerekecektir. 

Avrasya kıtasındaki ana projelere bakıldığında dikkat çelen şey, Çin, Rusya ve İran'ın kendi etkileri altındaki farklı bölgelerde oynadıkları roldür. Pekin'in önerdiği Tek Kemer Tek Yol projesi (önümüzdeki on yıla yayılan yaklaşık bir trilyon dolarlık yatırımlar); Moskova'nın Orta Asya'daki eski Sovyet cumhuriyetlerini entegre etmek için ileri sürdüğü Avrasya Ekonomik Birliği; ve İran'ın Ortadoğu'da oynadığı, bölgeye istikrar ve refah getirmeyi amaçlayan rol, Avrasya'nın gelişiminde merkezi rol oynamaktadır. Elbette, çok-kutupluğun parçası olan tüm bu projeler bütünüyle kesişmekte, Avrasya kıtasının genel başarısı için ortak ve birlikte planlanan bir gelişmeyi gerektirmektedir.

Bu anlamda, en büyük kargaşanın yaşandığı bölgeler, bu önde gelen Avrasya devletlerinin nüfuz alanı için giren bölgeleri kapsamaktadır. Bu altüst oluşun ana yoğunlaşmaları Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da kolaylıkla tanımlanabilir - elbette Suudi Arabistan'ın Yemen'e karşı yürüttüğü savaşın 24 aydır dinmek bilmediği Pers Körfezi bölgesini de buna dahil etmek gerekir.

 Selefi terörizm: bir işbirliği kaynağı

Avrasya kıtasındaki istikrarsızlığın ortak kaynağı, bir bölünme ve çatışma aracı olarak konuşlandırılan Vehhabi terörizminden ileri geliyor. Bu anlamda, Suudilerin ve Türkiye'nin Vehhabiliğin ve Müslüman Kardeşler'in beslenmesinde ve yayılmasında oynadığı rol, onların Çin, Rusya ve İran'ın etki alanında istikrarın karşısında olduğu anlamına geliyor. Çin'in mali desteği ve Rusya'nın askeri desteğiyle Tahran'ın bölgedeki rolü şaşırtıcı olmayan bir şekilde belirleyici hale geliyor.

Bununla birlikte Suriye'deki askeri durumun bozulması Moskova'yı, İran'ın kilit önemdeki bir bölgesel müttefiki olan Suriye'ye askeri müdahalede bulunmak zorunda bıraktı, fakat aynı zamanda bölgedeki Suudi Arabistan-Türkiye etkisini dengelemenin mükemmel bir yolunu sundu. İran, Irak, Suriye ve Lübnan'ı birbirine bağlayan büyüyen Şii hilali, bölgede çok kutuplu bir dünyanın etkisini sürdürmek açısından hayati önemdedir. Washington bu zamana kadar meseleleri, bölgesel araçları olan Suudi Arabistan ve Türkiye'nin eylemleri üzerinden dikte edebilmiştir ki bu devletlerin çıkarları sık sık, ABD derin devleti içinde var olan Siyonist, yeni-muhafazakar ve Vehhabi unsurlarla da yan yana gelmiştir. Elbette Washington bölgesel müttefikleri aracılığıyla tek-kutuplu dünyayı korumaya çalışıyor ve Fars Körfezi'nden Kuzey Afrika'ya kadar istikrarsızlığın yankılandığı bir bölge olan Ortadoğu'nun meselelerinin en yüksek hakemi kalmayı amaçlıyor.

Şu durumda Moskova'nın, Mısır'da bulunan ve özellikle Kaddafi Libya'sının yıkılması sonrasında Kahire ve Kuzey Afrika'daki Suudi-Amerikan etkisini azaltacak olan Mursi (Müslüman Kardeşler) sonrası hükümetle özel bir ilişki kurma arayışında olması şaşırtıcı değildir. Sisi'nin işaretleri teşvik edicidir ve oluşum halindeki bir çok-kutuplu dünyanın en açık örneklerinden birini temsil etmektedir. Mısır, Doha ile Riyad arasındaki gerilimin en yüksek olduğu dönemde Suudi finansmanını kabul etti ve bu, özellikle de Katar, Türkiye ve ABD tarafından desteklenen Mursi'yi deviren darbe sonrasında Kahire için açık bir zayıflık anıydı.

Ancak yakın zamanda Mısır, özellikle silah anlaşmaları konusunda Moskova'yla işbirliği yapmaktan memnuniyet duydu  (Fransa'dan iki Mistral gemisinin satın alınması, Moskova'dan daha fazla silah satın alınacağına işaret ediyor; aynısı, Suudi Arabistan'dan yapılan büyük çaplı petrol ithalatına bir alternatif olarak nükleer enerjinin geliştirilmesi için de geçerli. Bu, Kahire ve Şam arasında diyalog başlaması sonrasında Riyad tarafından askıya alındı). Mısır, her ne kadar Suudi Arabistan ve ABD'nin ekonomik katkısını tamamen gözden çıkarmasa da, bölgede Rusya-Çin-İran üçgenini karşısına almayan bir stratejik konumlanma arayışında (Mısır'ın Avrasya Ekonomik Birliği'ne katılmasına ilişkin görüşmeler bir süredir askıda). Öte yandan İran ve Türkiye'nin etkisi, özellikle de Sina'da büyük bir kaygı nedeni olan Müslüman Kardeşler'le olan ilişkilerinin devam etmesi nedeniyle reddediliyor.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da istikrar, İran'ın aracılık rolünün genişlemesine, Çin Halk Cumhuriyeti'nin önemli mali katkılarına (Libya'daki duruma ve Suriye'deki yeniden inşaya bakın) ve Rusya Federasyonu'yla askeri işbirliğine dayanır. Gezegenin bu bölgelerine odaklanmanın önemi olduğundan farklı görülemez: bu, Avrasya ana karasının farklı kısımlarında dünya düzeyinin temelden yeniden yapılandırılması yönündeki ilk adımları temsil etmektedir.

 Kafkaslar, Orta Asya ve Af-Pak: Bir vaka çalışması olarak Suriye

Çoğu zaman Vehhabi aşırıcılığın ortaya koyduğu tehlikeye bakılırken, Avrasya kıtasındaki üç kilit bölge dikkate alınır: Orta Asya'daki eski Sovyet Cumhuriyetleri, Afganistan-Pakistan arasındaki karışık sınır ve Kafkaslar bölgesi.

Bu bölgelerde Çin, Rusya ve İran bir kez daha kilit bir rol oynuyor ve ekonomik kalkınma projeleri için felaket sonuçlar üretebilecek gerilim ve çatışmalarda arabuluculuk yönünde pek çok girişime tanık olundu. Pakistan-Lahor'daki son terörist saldırılar, Afganistan ve Pakistan arasındaki, Çin ve Rusya tarafından da güçlü bir şekilde teşvik edilen işbirliğinin gerçek yüzünü gösterdi.  Sınırda Afganistan ve Pakistan askerlerinin kısa süreliğine birbirine ateş açmasının ardından Kabil ve İslamabad arasında, gerilimleri azaltma ve Moskova ile Pekin'in yoğun şekilde desteklediği barış görüşmelerini ilerletme yönünde bir anlaşmaya varıldı.

Pakistan ve Afganistan arasındaki gerilimlerin artmasını durdurma ihtiyacı, Rusya ve Çin'in, dünyanın en istikrarsız bölgelerinden biri olan ve aynı zamanda Çin-İran-Rusya ittifakının öncülük ettiği gelecekteki projelerin transit geçiş hatlarını barındıran bu bölgedeki temel odak noktalarından biridir. Bu özel bölgenin istikrarsızlığı büyük ölçüde, Hindistan, Suudi Arabistan, ABD ve Türkiye'nin Avrasya üçlüsünü dengelemek içi oynamak istedikleri role bağlıdır. Moskova'nın bu aktörlerin her biriyle karmaşık bir anlaşmaya varmanın yollarını araması kesinlikle tesadüfi değildir. Riyad ve Ankara'nın negatif etkisi Suriye'den Libya'ya, Pakistan, Afganistan ve Kafkaslar'a kadar her yerde hissedilmektedir. Belirleyici faktör her zaman ABD değildir, ancak Washington doğal olarak, Avrasya kıtasının entegrasyonuna yönelen her türlü yıkıcı çabayı teşvik etmektedir.  

Suriye, Türkiye-Rusya arasında kâğıt üstünde varılan ilk anlaşma noktası gibi görünüyor ve eğer çatışma için olumlu bir sonuç üretebilirse, Af-Pak [Afganistan-Pakistan] ve Orta Asya gibi bölgelerde stratejik bir işbirliğinin üzerine inşa edileceği bir temel teşkil edebilir. Bu anlamda, Rusya'nın ana oyuncusu olduğu boru hatlarını temsil ettiği enerji koridoru teşvikleri, tıpkı Türk Akımı örneğinde olduğu gibi, küçümsenmemelidir. Bir diğer aşırı istikrarsızlık bölgesi olan Kafkaslar'da da Rusya ve İran'ın oynadığı rol, Dağlık Karabağ'da dört gün süren savaş boyunca belirleyici olmuştur.

Enerji faktörü kuşkusuz, uzun zamandan beri Rusya'nın dünya lideri olduğu sivil nükleer enerjiye odaklanmak suretiyle enerji çeşitlenmesi sağlamaya çalışan Suudi Arabistan için büyük bir teşvik. Moskova kartları muhtelif şekillerde oynayarak aynı anda en yakın partnerlerine (İran, Çin, Suriye, Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan) askeri ve ekonomik işbirliği sunuyor; silah sistemlerinde işbirliğini teşvik ederek iki taraflı ittifakları (Hindistan, Pakistan ve Mısır) güçlendiriyor ve daha geniş jeopolitik düzenlemeleri bir araya getirebilecek bir gedik açmak için görünürde uzak olan ülkelerle (BAE, Katar, Suudi Arabistan) enerji işbirliğine gidiyor.

Önde gelen üç Avrasya ülkesinin genel stratejisi temel olarak, ülkelerin en çalkantılı bölgelerle olan sınırlarını güçlendirmek. Putin'in kısa süre önce Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan'a yaptığı gezi, Rusya Federasyonu'nun yumuşak karnını güçlendirmeyi, terörizm tehdidini ve etkisini ortadan kaldırarak Avrasya Birliği'nde ekonomik işbirliğini genişletmeyi amaçlıyor. Bu, kolay bir iş değilse de, kuşkusuz bu sürece dahil olan ülkeler için karşılıklı kazanç olasılığıyla, bir şeylerin dikte edilmesi yerine karşılıklı olarak üzerinde anlaşılabilir iki taraflı anlaşmalar olasılığıyla teşvik ediliyor. Bir anlamda, Çin Halk Cumhuriyeti'nin dünyanın en istikrar yoksunu bölgelerinden biri olan Orta Asya'da yapmak istediği şey bu: Çin, bu bölgede anlaşmalara varmak ve yakın zamanda Türkmenistan'da olduğu gibi enerji kaynakları havuzunu genişletmek istiyor. Avrasya ana karasında tehditlerin azaltılmasına bir diğer örnek de, Şincan eyaleti. Çin burada, ağırlıklı olarak partneri Türkmenistan aracılığıyla Türkiye'den gelen istikrarsızlaştırma çabalarının önüne geçmek için, sosyo-politik gerilimlerin hafifletilmesini gerektiren bir bölgeye odaklandı.

Hindistan'ın bu bağlamdaki rolünün anlaşılması biraz daha zor. Bu, kendi içinde hem Pakistan ve Çin karşıtı hisleri, hem ABD'ye tabiiyeti hem de Rusya Federasyonu'yla iyi tarihsel dostluğu barındırıyor. Yeni Delhi'nin dünyanın bu kısmında oynadığı rol epey çözülemez türden gibi görünüyor ve Hindistan'ın kendi stratejik çıkarlarını ilerletme yönündeki (esrarengiz) çabalara tanık olunuyor. Moskova ve Tahran'ın tarihsel önemi, Hindistan'ın pozisyonunun dengelenmesinde temel önemdedir. Hindistan tarihsel olarak SSCB'nin önemli bir müttefikiydi ve askeri olarak, Rusya Federasyonu'yla önemli askeri projeleri ilerletmeye devam ediyor. Son yıllarda İran İslam Cumhuriyeti Hindistan'ın enerji arzının çeşitlenmesine büyük katkılar yaptı. Tahran'ın Pekin'in ayrıcalıklı bir ortağı olması, çok-kutuplu bir dünyanın neye benzediğini gösteriyor ve aynı zamanda Hindistan'ın sistem yapısında derinlerde kök salmış Çin karşıtı hislerin dengelenmesine yardımcı oluyor. Bu örnekte Rusya ve İran açık bir şekilde Çin ve Hindistan arasında aracı rolü oynamaktadır. Hindistan ve Çin'in her ikisinin de İran'ın önemli doğalgaz müşterileri olması ve hem Çin hem de Hindistan'ın Rusya'yla askeri temelde işbirliği yapması, Moskova ve Tahran'ın nasıl da Washington'u gölgede bıraktığını ve Hindistan'daki Çin karşıtı hisleri hafiflettiğini anlamaya yardımcı olmaktadır.

Hindistan'daki Washington taraftarlarının gerilimleri, giderek artan oranda söndürülüyor - özellikle de bunun Hindistan'ın hiçbir ortaklık fırsatının önüne geçmeden istikrarlı bir iş çevresi yaratma ihtiyacı nedeniyle. En ciddi zorluk, Hindistan'ın bölgedeki Amerikan pozisyonuyla kesişen jeopolitik çıkarlarıyla ters düşen Afganistan-Pakistan barış süreci. Bu durumu hafifletmek için güçlü bir ortak işbirliği gerekiyor. Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), bütün tarafların dâhil olacağı kapsamlı anlaşmaların tartışılıp gerçekleştirilmesini sağlayacak bir çerçeve oluşturmaya çalışacaktır. Bu noktada da, Avrasya güçleri arasındaki bölgesel bir tartışma, ABD ve Avrupa'nın eski düzeninin içine almamaktadır.  

Çin ve Rusya'nın Orta Asya'da oynadığı rol, potansiyel enerji kaynakları nedeniyle küçümsenemez. Buna Avrupa Birliği ve Asya gibi iki dev ekonomik alanda gelecekte gerçekleşecek, Orta Asya üzerinden geçecek ve Avrasya Birliği'ni Avrupa ve Asya'yı birbirine bağlayan bir altın köprüye dönüştürecek işbirliğini de eklemek gerekir. Şu anda Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü, ŞİÖ gibi, terörizme karşı savaşa öncelik veren bir kuruluştur, ancak giderek artan ölçüde, öncelikle bölge istikrarı için gerekli temeli kurmak yoluyla ekonomik işbirliğine giden bir yol sunan bir örgüt olarak görülmektedir. Dünyanı bu bölgesinde ekonomik refah yoğun bir şekilde sosyal, siyasi ve askeri istikrara dayanmaktadır.

Sonuç olarak, Rusya, Çin ve İran'ın karşı karşıya olduğu büyük zorluk budur: sıcak bölgelerdeki (Ortadoğu, Fars Körfezi ve Kuzey Afrika) gerilimi azaltmak, bu doğrultuda terörizm sorununu ortadan kaldırmak ve kendi nüfuz alanlarının içinde yer alan komşu bölgelerde (Kafkaslar, Afganistan-Pakistan ve Orta Asya) gerilimin tırmanmasını engellemek, bu şekilde yıkıcı istikrarsızlaşmadan kaçınmak.  

Bu bölgelerin, tarihsel önem taşıyacak derin ve geniş kapsamlı bir ekonomik işbirliğine olanak verecek istikrarı görmesi yalnızca uluslararası bir çerçevenin hayata geçirilmesiyle mümkün olabilir. Bu anlamda Hindistan ve Pakistan'ın ŞİÖ'ye girmesi, Çin ve Rusya'nın öncülük ettiği ve on kadar ülkeyi kapsayan karmaşık bir anlaşmanın ilk adımı olmuştur. Aynı durum gelecekte İran'ın ŞİÖ'ye girmesinde de gözlemlenebilir; bunu özel amacı ise ŞİÖ'nün etki alanının Fars Körfezi ve Ortadoğu gibi istikrarsız bölgelere doğru genişlemesi olacaktır. Bu anlamda, Mısır'ın tam üye olarak ŞİÖ'ye girmesine ilişkin tartışmalar, ŞİÖ'nün pozitif etkisinin Kuzey Afrika gibi uzak bölgelere kadar yayılmasına işaret etmektedir.

Rusya, Çin ve İran, ABD'yi tek kutuplu önemini genişletme mücadelesinde etkisiz hale getirecek gelişmelerin temellerini atıyor. Avrasya kıtasının nüfusu bu bölgelerin demografik ve ekonomik büyümesiyle birleştirildiğinde, yalnızca yirmi yıl gibi bir süre içinde Portekiz'den Çin'e uzanan, Rusya'nın kutup bölgelerinden Hindistan denizine veya Fars Körfezi'ne kadar farklı genişlik ve uzunluklardaki onlarca ülkeyi kapsayan bir alanın, küresel ekonominin etrafında döneceği bir merkez haline geleceğini anlamak zor olmayacaktır. Kara ve deniz ticaretinin birleşmesi, Avrasya kıtasını yalnızca üretim açısından değil, aynı zamanda dünyanın orta sınıf bölgelerinin zenginlik artışı nedeniyle ticaret ve tüketim açılarından da dünyanın çekirdeği haline getirecektir.

Tarihsel olarak on yıllara yayılan bir planlamayı içine alan stratejik bir vizyonla Tahran, Moskova ve Pekin, dâhil olan bütün ülkelere fayda sağlayacak ekonomik kalkınmayı etkin bir şekilde geliştirmek için temel hedefin istikrar olduğunu tam olarak anladılar. Asya'da ASEAN, her ne kadar Çin kendi stratejik çıkarlarını Güney Çin Denizi'nde yapay adalar inşa ederek ve silahlandırarak korumaya devam etse de, Çin'e karşı daha az savaşçı bir tutum almaya başladı. Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte, çok-kutuplu işbirliğinin potansiyel kazançlarını anlıyor gibi görünüyor ve ülkesinin son aylarda izlediği yol, özellikle Washington'un Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) projesini terk etmesi sonrasında bütün öteki Asya ülkeleri için de izlenecek bir yol teşkil ediyor. Rusya'yı, Çin'i ve İran'ı tecrit etmeye odaklanan, Ukrayna örneğinde Rusya Federasyonu'na karşı uygulanan yaptırımlarda olduğu gibi ekonomik intiharı içerse bile Washington'un küresel hegemonyasını her ne pahasına olursa olsun ilerletmeye kararlı Amerikan stratejisine zincirle bağlanmış halde kalmaya devam ederken eski Avrupa kıtasının nasıl bir rol oynayabileceğini ise zaman gösterecek.

Uzun zamandır Avrupa vatandaşlarının çıkarlarının aleyhine olacak şekilde Amerikan çıkarlarının önünde diz çöken başarısız politikaların doğrudan bir sonucu olarak Avrupa'da gelecekte bir yönelim değişikliğinin yaşanması ihtimali göz ardı edilmemelidir. Popülist ve milliyetçi olarak görülen pek çok partinin Doğu'ya dönme ve uzun zamandır Batılı elitlerin aptallığı nedeniyle yadsınan işbirliğinin peşinden koşma niyetinde olması şaşırtıcı değildir.

Çin, Rusya ve İran, küresel işbirliği projesini ivmelendirme yönünde her türlü niyete sahip gibi görünüyor ve özellikle gitgide küreselleşen ve birbiriyle bağlantı hale gelen bir dünyada Avrasya dışından yeni oyunculara kapıları kapama niyeti göstermiyor. Bu projelerin ölçeğinin istisnasız bütün ülkeleri hedeflediğini anlamak için, Çin Halk Cumhuriyeti'nin Güney Amerika'daki kalkınma projeleriyle olan bağlarına bir bakmak yeterlidir. Bu, yeni çok-kutuplu dünya düzeninin üzerine kurulu olduğu temeldir ve er ya da geç Amerikalı ve Avrupalı elitler bunu anlayacaktır.

Batılı elitlerin ikilemi, geleceğin uluslararası düzenindeki azalan rollerinde yatmaktadır: artık ABD ve Avrupa yegâne önderler değil, uluslararası yapının birer parçası olan aktörler olacaktır. Tek kutuplu uluslararası düzenin zamanı doluyor ve eski dünya düzeni krizde. Avrupalılar ve Amerikalılar “eş önderler” olma rolünü kabul edebilecekler mi yoksa kaçınılmaz tarihsel değişimi reddedip kendi kendilerini unutulmaya yüz tutma sürecine mi mahkûm edecekler?

Federico PIERACCINI
strategic-culture.org / 11.03.2017

Çeviri: Selim Sezer
medyasafak.net

Makalenin Orijinali için Tıklayınız:

The Strategic Triangle that Is Changing the World



While the world continues to decipher, or digest, the new Trump presidency, important changes are afoot within the grand strategic triangle that lies between Russia, Iran and China

Away from the current chaos in the United States, major developments are progressing, with Iran, Russia and China coordinating on a series of significant moves crucial for the future of the Eurasian continent. With a population of more than five billion people, constituting about two-thirds of the Earth's population, the future of humanity passes through this immense area. Signaling a major change from a unipolar world order based on Europe and the United States to a multipolar world steered by China, Russia and Iran, these Eurasian states are carving out a leading role in the development of the vast continent. As part of the challenges faced by these leading multipolar countries, the disruptive events originating in the post-WWII Euro-Atlantic world order will need to be tackled.




Looking at major projects within the Eurasian continent, one thing that stands out is the role of China, Russia and Iran in different areas under their influence. The One Belt, One Road project proposed by Beijing (investments of around one trillion dollars over the next ten years); the Eurasian Economic Union (EAEU) advanced by Moscow to integrate the former Soviet republics of Central Asia; and Iran's role in Middle East aiming to bring stability and prosperity to the region - all are central to Eurasian development. Of course, being multipolar, all these projects fully converge, requiring concerted and joint development for the overall success of the Eurasian continent.

In this sense, the areas of greatest turmoil include areas that fall under the sphere of influence of these leading Eurasian states. The main concentrations of upheaval can be easily identified in the Middle East and North Africa, not to mention the area of ​​the Persian Gulf, where Saudi Arabia's criminal war against Yemen has now continued unabated for the past 24 months.

Islamic terrorism, a source for cooperation.

The common source of instability for the Eurasian continent stems from Islamic terrorism, deployed as an instrument of division and conflict. In this sense, the Saudi and Turkish role in nurturing and spreading Wahhabism as well as the Muslim Brotherhood means that they are directly opposed to the stability of the Chinese, Russian and Iranian sphere. With the full financial support of China, and military support of Russia, Tehran’s role in the region unsurprisingly becomes decisive. Iran is the country in which Sino-Russian influence is manifested at all levels in the region and beyond. The deterioration of the military situation in Syria has nevertheless obliged Moscow to intervene militarily in support of Syria, a key regional ally of Iran, but also provided a perfect way to counter Saudi-Turkish influence in the region. The growing Shia crescent linking Iran, Iraq, Syria and Lebanon is vital for retaining the influence of a multipolar world in the region. Washington has thus far been able to dictate matters through the actions of Saudi Arabia and Turkey, its regional cat’s paws, whose interests often align with that of Zionist elements, neoconservative and Wahhabi, that exist within the US deep state. Of course, Washington seeks to preserve the unipolar world order through its regional allies, aiming to remain the ultimate arbiter of Middle Eastern affairs, an area reverberating with instability from the Persian Gulf to North Africa.

It is no wonder, then, that Moscow has sought to establish a special relationship with the post-Morsi (Muslim Brotherhood) government in Egypt, which will curtail the Saudi-American influence on Cairo and North Africa, especially following the destruction of Gaddafi's Libya. Al Sisi’s signals are encouraging, representing one of clearest examples of a multipolar world in the making. Egypt accepted Saudi funding during the time of highest tension between Doha and Riyadh, an obvious moment of weakness on the part of Cairo, especially after the coup that removed Morsi, who was supported by Qatar, Turkey and the United States. Yet in recent times, Egypt has been happy to cooperate with Moscow, especially in regard to arms. (The purchase of two Mistral ships from France assumes the further purchase of weaponry from Moscow; the same is the case with nuclear-energy development as an alternative to the massive importation of oil from Saudi Arabia, which was suspended by Riyadh following the commencement of dialogue between Cairo and Damascus). Egypt seeks a strategic positioning in the region that winks at the Russo-Sino-Iranian triangle (talks on Egypt joining the EAEU have been in the air for quite some time), although not completely ruling out the economic contribution of Saudi Arabia and the United States. On the contrary, the influence of Turkey and Iran is rejected and declared hostile, mainly because of the continuing relationship with the Muslim Brotherhood, a major concern in the Sinai.

Stability in the Middle East and North Africa relies on an expansion of Iran’s mediating role; important financial contributions from the People's Republic of China (take a look at the situation in Libya and the reconstruction in Syria); and military cooperation with the Russian Federation. The importance of focusing on these areas of the globe can not be overstated, representing the first steps towards a more fundamental restructuring of the world order in different parts of the Eurasian landmass.

Caucasus, Central Asia and Afpak: Syria as a case study.

Often when looking at the danger posed by political Islam and Wahhabi extremism, three key areas of the Eurasian continent are usually under consideration: the former Soviet republics of Central Asia; the complicated border between Afghanistan and Pakistan; and the Caucasus area. In these areas, cooperation between China, Russia and Iran is once again playing a key role, seeing many attempts to mediate tensions and conflicts that would potentially be catastrophic for economic-development projects. The recent terrorist attacks in Pakistan in Lahore showed the true face of cooperation between Afghanistan and Pakistan, strongly encouraged by China and Russia. Shortly after a brief exchange of fire between the militaries of Afghanistan and Pakistan on their common border, an agreement was reached between Kabul and Islamabad to reduce tensions and advance the peace talks heavily sponsored by Moscow and Beijing. The need to halt the escalation of tensions between Pakistan and Afghanistan is one of the primary focuses of Russia and China in what is one of the most unstable regions of the world and what are transit lines for future projects led by the China-Iran-Russia alliance. The instability of this particular area depends largely on the role that India, Saudi Arabia, the US and Turkey intend to play to counterbalance the Eurasian trio. It is not at all coincidental that Moscow is trying in various ways to reach a complex understanding with each of these players. Saudi Arabia and Turkey are the center of control and administration for international terrorism, Riyadh and Ankara’s negative influence being felt from Syria and Libya through to Pakistan, Afghanistan and the Caucasus. The determining factor is not always the United States, though Washington naturally encourages all kinds of destructive efforts directed against the integration of the Eurasian continent.

Syria appears to be the first point of understanding reached on paper between Turkey and Russia, and could, if it obtains a positive outcome to the conflict, represent a foundation on which to build a strategic cooperation in areas like Afpak and Central Asia. In this sense, the energy-corridor incentives represented by pipelines, of which Russia is the main player, should not be underestimated, as in the case of the Turkish Stream. Also in the Caucasus, another area of extreme instability, the role played by Russia and Iran was decisive during the four days of war in Nagorno-Karabakh.

The energy factor is certainly a big incentive for Saudi Arabia, which has long observed energy diversification with interest by focusing on civilian nuclear power, something of which Russia is a world leader. Moscow plays its cards variously by providing military and economic cooperation to its closest partners (Iran, China, Syria, Kazakhstan, Tajikistan and Kyrgyzstan); strengthening bilateral alliances through the incentive of cooperation in weapons systems (India, Pakistan and Egypt); and energy cooperation with seemingly distant nations (UAE, Qatar, Saudi Arabia) in order to pry open a breach through which to gather broader geopolitical arrangements.

The overall strategy of the three leading Eurasian nations aims primarily to strengthen the national borders of the countries with the most turbulent regions. Putin's recent trip to Kazakhstan, Tajikistan and Kyrgyzstan aims to strengthen the soft underbelly of the Russian Federation, eliminating the threat and influence of radical Islamic terrorism in order to allow for the expansion of economic cooperation in the Eurasian Union. While not an easy task, it is certainly encouraged by the prospect of mutual gain for the nations involved, with mutually agreeable bilateral agreements in the place of diktats. In a sense, it is what the People's Republic is attempting to establish in Central Asia, one of the most volatile regions of the world, endeavoring to reach agreements and expand its pool of energy resources as occurred recently in Turkmenistan. Another example of the reduction of threats to the Eurasian landmass can be seen in the Xinjiang province, which China has focused on as an area that needs an easing of socio-political tensions, in the interests of obviating outside efforts to destabilize China, directed mainly from Turkey through its partner Turkmenistan.

The Indian role in this context is more difficult to understand, compressed within an anti-Pakistan and anti-Chinese sentiment, as well as a subjection to the United States, together with good historical friendship with the Russian Federation. The role of New Delhi in this part of the world is the most indecipherable, seeing India’s (inscrutable) efforts to advance its own strategic goals. The strategic importance of Moscow and Tehran are essential in balancing the Indian position. Historically India was an important ally of the USSR, and India militarily continues to advance important military projects with the Russian Federation. In recent years, the Islamic Republic of Iran has greatly contributed to the Indian diversification of energy supplies. The fact that Tehran is a privileged partner of Beijing shows what a multipolar world looks like, and also helps to balance the anti-Chinese sentiment deeply rooted in the Indian establishment. In this case, Russia and Iran are clearly playing a mediating role between China and India. The fact that India and China are both important gas customers of Iran, as well as the fact that both China and India are cooperating with Russia on a military base, helps understand how Moscow and Tehran are cutting out Washington and diluting the anti-Chinese sentiment in India.

The tensions that Washington fans in India is increasingly being doused, not least because it is at odds with India’s need to create a stable business environment for development without precluding any opportunity for partnership. The most difficult challenge is the peace process between Afghanistan and Pakistan, which goes against Indian geopolitical interests that are aligned with the American position in the region. To mitigate this situation, strong joint cooperation is required. The Shanghai Cooperation Organization (SCO) will try to implement a framework within which to discuss and reach all-inclusive agreements between the parties involved. Once again, a regional discussion between Eurasian powers does not include the old world order of the US and Europe.

The role played by China and Russia in Central Asia can not be overstated, because of the importance of the potentially available energy resources. This is not to mention the future cooperation between the two gigantic economic areas, such as with the European Union and Asia, that will transit through Central Asia, transforming the Eurasian Union into a golden bridge linking Europe and Asia. At the moment, the Collective Security Treaty Organization (CSTO) is an organization like the SCO that tends to prioritize the fight against terrorism; but increasingly it is seen as offering a place for discussion, an organization that offers a path toward economic cooperation by first laying down the necessary foundation of territorial stability. In this area of ​​the globe, economic prosperity depends heavily on social, political and military stability.

After all, this is the great challenge that Russia, China and Iran are facing, namely to de-escalate the hot zones (Middle East, Persian Gulf and North Africa) by eradicating the terrorist problem, and preventing the escalation of tensions in neighboring regions lying immediately within their sphere of influence (the Caucasus, Afghanistan-Pakistan and Central Asia), thus avoiding destructive destabilization.

It is only once an international framework is in place that these areas will see the stability that will allow for the deep and wide-ranging economic cooperation that will be of historic significance. In this sense the entry of India and Pakistan into the SCO was the first step of a complicated deal led by China and Russia that covers a dozen nations. The same situation can be observed with the future entry of Iran into the SCO, with the specific objective of expanding the influence of the SCO in unstable areas like the Persian Gulf and Middle East. In this sense the discussions regarding the entry of Egypt into the SCO as a full member is aimed at expanding the SCO’s positive influence even as far away as North Africa.

Russia, China and Iran are laying down the foundations for developments that will make the US irrelevant in its struggle to extend its unipolar moment. Combining the population of the Eurasian continent with the demographic and economic growth of these areas, it is not too difficult to understand how, in the space of just over two decades, the area stretching from Portugal to China, which includes dozens of nations of all latitudes and longitudes that extend from the Arctic regions of the Russian Federation to the Indian sea or the Persian Gulf, will be the central pivot around which the global economy will revolve. The combination of land and sea trade corridors will make the Eurasian continent the world's core, not only in terms of production but also in terms of trade and consumption, due to the increase of wealth of the middle-class areas of the world.

In a strategic vision that historically incorporates decades of planning, Tehran, Moscow and Beijing have fully understood that stability is the primary objective to be achieved in order to effectively promote economic development that benefits all the nations involved. In Asia, ASEAN has begun to have a less belligerent attitude towards China, although Beijing continues to ensure its strategic interests with the construction and militarization of artificial islands in the South China Sea. The Philippines’ president, Rodrigo Duterte, seems to understand the potential gains of multipolar cooperation, and the path followed by his country in recent months forges a path for all other Asian nations, especially following the abandonment of the Trans-Pacific Partnership (TPP) project by Washington. It remains to be seen what role the old European continent can play while still being shackled to the American strategy that is focused on isolating Russia, China and Iran, committed to advancing Washington's global hegemony at cost, even if it involves committing economic suicide, as can be seen in Ukraine with the sanctions against the Russian Federation.

One should not rule out a future change in direction in Europe as a direct result of failed policies that for too long have genuflected before American interests at the expense of the interests of European citizens. It is not accidental that many parties considered populist and nationalist have every intention of turning to the East and pursuing cooperation that for too long has been denied by the stupidity of Western elites.

China, Russia and Iran appear to have every intention of accelerating the project of global cooperation and show no intention of shutting the doors to new players from outside Eurasia, especially in an increasingly globalized and interconnected world. Just take a look at the links of the People's Republic of China with the development projects in South America to understand how the scope of these projects aim to include all nations without exception. This is the foundation on which the new multipolar world order is based, and sooner or later the American and European elites will understand this. The dilemma for Western elites lies in their diminished role in the future international order: no longer will the US and Europe be the lone protagonists but actors who are part of an international cast. The unipolar international order is running out of time and the old world order is in crisis. Will Europeans and Americans be able to accept a role as co-protagonists, or will they reject inevitable historical change, condemning themselves in the process to oblivion?

Federico PIERACCINI | 11.03.2017






28 Mayıs 2017 Pazar

DSCA, Birleşik Arap Emirliği'ne 2 Milyar Dolarlık Patriot Satışının Onaylandığını Duyurdu



Defense Security Cooperation Agency
NEWS RELEASE


Media/Public Contact: pm-cpa@state.gov
Transmittal No: 17-21
WASHINGTON, May 11, 2017 - The State Department has made a determination approving a possible Foreign Military Sale to the Government of the United Arab Emirates (UAE) for Patriot PAC-3 and GEM-T missiles. The estimated cost is $2 billion. The Defense Security Cooperation Agency delivered the required certification notifying Congress of this possible sale on May 10, 2017.
The Government of the United Arab Emirates has requested the possible sale of sixty (60) Patriot Advanced Capability 3 (PAC-3) missiles with canisters and one hundred (100) Patriot Guidance Enhanced Missile-Tactical (GEM-T) missiles. Also included are canisters, tools and test equipment, support equipment, publications and technical documentation, spare and repair parts, U.S. Government and contractor technical, engineering and logistics support services, and other related elements of logistics and program support. The estimated cost is $2 billion.
This proposed sale will contribute to the foreign policy and national security of the United States by improving the security of an important ally which has been, and continues to be, a force for political stability and economic progress in the Middle East. This sale is consistent with U.S. initiatives to provide key allies in the region with modern systems that will enhance interoperability with U.S. forces and increase security.
The proposed sale will enhance the UAE’s capability to meet current and future aircraft and missile threats. The UAE will use the capability as a deterrent to regional threats and to strengthen its homeland defense. The UAE has fielded the Patriot system since 2009 and will have no difficulty absorbing these additional missiles into its armed forces.
The proposed sale of these missiles will not alter the basic military balance in the region.
The prime contractor for the PAC-3 Missile is Lockheed-Martin in Dallas, Texas. The prime contractor for the GEM-T missile is Raytheon Company in Andover, Massachusetts. There are no known offset agreements proposed in connection with this potential sale.
Implementation of this proposed sale will require additional contractor representatives to the UAE. It is not expected additional U.S. Government personnel will be required in country for an extended period of time. U.S. Army Aviation and Missile Life Cycle Management Command (AMCOM) currently maintains a field office in UAE in support of UAE Patriot systems.
There will be no adverse impact on U.S. defense readiness as a result of this proposed sale.
This notice of a potential sale is required by law and does not mean the sale has been concluded.

All questions regarding this proposed Foreign Military Sale should be directed to the State Department's Bureau of Political Military Affairs, Office of Congressional and Public Affairs, pm-cpa@state.gov.