27 Şubat 2015 Cuma

Antalya'da yapılan The Business 20'nin (B20) İstihdam Görev Gücü kuruluş toplantısında konuşan ALİ KOÇ:"..."İş arayan milyonlarca insanın, kabul edilemez şartlarda çalışan işçilerin ve buna bağlı giderek artan toplumsal ve sosyal gerginliklerin daha fazla oyalanmaya, daha fazla ötelenmeye tahammülü olmadığına inanıyoruz" dedi.

B20 İstihdam Görev Gücü'nün Koordinatör Eş Başkanı Koç, krizin yıkıcı etkilerinin en ağır şekilde hissedildiği ve krizler sonrasında çok az iyileşmenin sağlanabildiği bir sistem konusunda çalışmak için bir araya geldiklerini söyledi.
 
50 yıllık döneme bakınca her şeyin ilerlediğini, değerlendiğini, büyümenin var olduğunu, borsaların, gayrisafi milli hasılanın büyüdüğünü, zenginlerin daha da zenginleştiğini ifade eden Koç, şunları söyledi:
 
"Büyüme trendinde olmayan bir şeyler var. O da reel ücretler. Ücretlerin milli gelirden aldığı pay da büyümemekte. İş dünyasının temsilcilerinden biri olarak tarihimizin de özel sektör gelirleri de milli gelirler oranında tarihinin en yüksek seviyelerinde. Her şey yükselirken reel ücretlerin düşmesi ücretlerin milli gelirden aldığı payın düşüyor olması kendi içinde kabul edilmesi çok güç." 
 
İnsanların umutlarını yok eden işsizlik sorununu görüşmek için bu toplantının gerçekleştirildiğini anlatan Koç, B20 istihdam gücü çalışmalarını Türkiye'nin vizyonları doğrultusunda kapsayıcı ve uzlaşmacı sonuç olarak hareket etmeyi hedeflediklerini kaydetti. 
 
Koç, "İş arayan milyonlarca insanın, kabul edilemez şartlarda çalışan işçilerin ve buna bağlı giderek artan toplumsal ve sosyal gerginliklerin daha fazla oyalanmaya, daha fazla ötelenmeye tahammülü olmadığına inanıyoruz" diye konuştu.
 
HABERLER.COM / 26.02.2015

HOCALI KATLİAMI

Önce Hocalı katliamını tanımlayalım. Hocalı katliamı; 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında, 613 Azerbaycan Türkünün, kadın, çocuk, yaşlı demeden Ermeniler tarafından vahşice katledilmesidir.

Peki Hocalı kasabasının özelliği nedir? Burası, Karabağ dağ silsilesi üzerinde Ağdam- Şusa, Eskeran - Hankendi yolu üzerinde stratejik bir bölgedir. Bölgenin tek havaalanı bu bölgededir. Önemli bir üs konumundadır. Dağlık Karabağ bölgesi Anadolu’dan bile eski bir Türk yerleşim bölgesidir. 936 kilometrekarelik bir alandır. 13 bin 356 kişinin yaşadığı bir yerdir.

Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine 1988’de başlayan Ermenistan -Azerbaycan arasındaki çatışmalar, 18 Ekim 1991’de Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesinden (Ermenistan da 1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir) sonra daha da arttı. Hatta 1990’da olayları bastırmak üzere Bakü’ye giren Rus Ordusu olayları önlemek yerine çok sayıda Azeri’nin öldürülmesine neden oldu. Aslında artan Ermenilerin Rusya destekli taarruzlarıydı. Ermenilerin hedefi Dağlık Karabağ idi. Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte Şusa ve Laçin’e taarruz ettiler. Bu iki bölge Dağlık Karabağ’ın giriş kapısıydı. Ermenistan- Azerbaycan Savaşı, buna Rus birlikleri destekli Ermenistan güçlerinin saldırısı da diyebiliriz, Rusya’nın Kafkasya politikası ile yakından ilişkilidir. Amaç Azerbaycan’ı kontrol altına almak ve Türkiye ile yakınlaşmasını engellemektir. İran da Rusya gibi bu savaşta Ermenistan’ı desteklemiştir. Onun da sorunu Hazar ve Güney Azerbaycan ilişkilidir. Güçlü bir Azerbaycan sorun yaratabilir endişesi vardır. 1988- 1993 arasında cereyan eden bu kanlı savaş sırasında Ermenistan kendinden 4 kat daha büyük bir ülkenin topraklarının yüzde 20’sini işgal etmiştir ve hâlâ işgali altında tutmaktadır. Ermeniler bu kanlı savaşta sadece Dağlık Karabağ bölgesini değil aynı zamanda 7 Azerbaycan rayonunu da (ilçe çapında yönetim birimi) işgal ettiler. 1994’te Bişkek’te imzalanan ateşkes ile bitirilen savaş sonunda, 1 milyon Azeri yerinden edildi, 20 bin Azerbaycanlı hayatını kaybetti, 100 binden fazla kişi yaralandı, 50 bin kişi engelli hale geldi, 4 bin 583 kişi kayboldu.

NASIL GELİŞTİ?

Hocalı’da olaylar nasıl gelişmişti? Aralık1991’de Hankendi çevresine yerleşen Ermeni güçleri, Azerilerin yaşadığı Kerkicahan kasabasını da ele geçirince Hocalı tamamen abluka altına alınmış oldu. Kasaba Alef Hacıyev komutasındaki yaklaşık 160 hafif silahlı kişiden oluşan özel polis gücü tarafından savunulmaktaydı. İlave olarak 200 kişilik milis gücü mevcuttu. Hocalı’nın bütün irtibatını ve diğer illerle karayolu bağlantılarını kesen Ermeni güçleri, tek ulaşım bağlantısını sağlayan helikopteri de düşürdüler. Ocak 1992 başından itibaren elektrik enerjisini de kestiler. Ermeni güçleri 25/26 Şubat 1992 gecesi bölgedeki Ruslara ait 366’ncı Motorlu Alay’ın öncülüğünde taarruza başladı. Önce 366’ncı Rus Motorlu Alayı’nın tank, top ve roketlerinden açılan ateşlerle Hocalı havaalanı kullanılmaz hale getirildi ve kentin dış dünya ile irtibatı tamamen kesildi. Rusların desteği ile kente giren Ermeniler tam bir katliam yaptı. Yağma edilen kasaba tamamen yok edildi, uzun süre cesetlerin alınması bile mümkün olamadı. İnsanların kafa derileri canlı canlı yüzülmüş, sistematik işkence yapılmış, hatta bazıları tıbbi deneylere tabi tutularak, insanlık dışı muamelelere maruz bırakılmışlardır. Görgü tanıklarına göre 56 hamile kadının karnı yarılmıştır. 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı olmak üzere toplam 613 Azerbaycan Türkü öldürülmüş, 487 kişi yaralanmış, 1275 kişi rehin alınmış, 150 kişi kaybolmuştur. Ölülerin gözlerinin oyulduğu, başlarının, kulaklarının kesildiği görülmüştür. Yaşamlarını kurtaranlar ruhlarını ve hafızalarını tahribattan kurtaramamışlardır.

Fransız gazeteci Jean-Yves Junet katliamın boyutunu anlatıyordu. “Pek çok savaş hikayesi dinledim. Faşistlerin zulmünü işittim, ama Hocalı’daki gibi bir vahşete umarım kimse tanık olmaz”.

Daud Kheriyan isimli, olayların görgü tanığı bir Ermeni yazar “For the sake of cross” (Haç’ın hatırı için) isimli kitabında (sayfa 62-63) şunları söylemektedir. “.......gaflan denilen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 km. batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Sıcağa, açlığa ve yaralara rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öbür cesetlerin üzerine fırlattı. Tüm cesetleri yaktılar. Ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi... Yapabileceğim bir şey yoktu.”

Hocalı katliamı Dağlık Karabağ savaşı içinde yapılan en büyük ve en vahşi katliamdı. Bu bir savaş değildi. Ermeniler Azeri güçleri ile savaşmamışlardı, sivil halkı katletmişlerdi. Bunu yapmaktaki kasıtları vahşi cinayetler işleyerek, işkence yaparak dehşet yaratmak ve bunu yayarak bölgedeki bütün Azerilerin bölgeden kaçmalarını sağlamak ve bölgede etnik temizlik yapmaktır. Yani diğer Azerilere mesaj verdiler. Planlı bir soykırımla eski yerleşim yerlerinin haritadan silinmesini istediler. Bütün dünya ve uluslararası kuruluşlar sadece seyretmişlerdir.

EMRİ KİMLER VERDİ ?

Acaba bu katliamın emrini kim vermişti? Ermenistan devlet başkanı sıfatını taşıyan Robert Koçeryan. Taşnaksutyun örgütünün liderlerindendir. Ermenistan’ın şimdiki devlet başkanı ve savunma bakanı da bu katliama katılmışlardır.

Azerbaycan parlamentosu 1994’te bu olayı soykırım ilan etti. Meksika, Pakistan, Kolombiya, Çek Cumhuriyeti, Bosna Hersek, Peru, Honduras, Sudan, İslam Birliği Teşkilatı Parlamenterler Birliği bu katliamı soykırım olarak kabul ettiler. ABD’deki 13 eyalet bunu katliam olarak kabul etmiştir. Azerbaycan Hocalı’yı soykırım olarak tanımlarken, Ermenistan Hocalı hadisesi olarak tanımlamaktadır.

Bakü’de “Ana Harayı” adıyla anılan bir soykırım anıtı bulunmaktadır. Ayrıca Lahey’de, Budapeşte’de, Saraybosna’da, Meksika’nın başkentinde, Ankara Keçiören’de, Beypazarı’nda, Isparta’da, Kızılcahamam’da ve Kocaeli’nde Hocalı katliamı için anıtlar yapılmıştır.

ÖNÜMÜZDEKİ SORUN

Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmesi ve bu katliamı yapanların uluslararası mahkemelerde insanlık suçu işledikleri için yargılanması ve cezalandırılması bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Hocalı katliamı ve Azerbaycan topraklarının işgalinde Rusların Kafkasya’ya yönelik politikalarının önemli bir yeri ve katkısı bulunmaktadır. Bunun yanında Azerbaycan’ın özellikle 1991’deki bağımsızlığını ilan etmesinden sonraki liderlik kavgaları, ülkeyi korumak için hazırlıklarının ve güçlerinin yetersiz olması, arkalarında onları destekleyen başka bir gücün bulunmaması da bu yenilginin ve Hocalı katliamının sebepleri arasındadır.

Bu acı olay, vahşi katliam ve dehşet, bir devletin halkını savunması ve koruması için Ordusunun gücünün ve uyguladığı politikaların / stratejilerin hayati önemde olduğunu bize bir defa daha göstermektedir. Umarım ders alınır ve ona uygun davranılır. Devlet yönetmek ciddi bir iştir. İyi niyetli temennilerle devlet yönetilmez. Bunu yaparsanız, ülkenizin ve halkınızın başı dertten kurtulmaz. Bu ve buna benzer acıları gelecekte de yaşarız ve kimse yardımımıza koşmaz.

AYDINLIK / İSMAİL HAKKI PEKİN / 26.02.2015

24 Şubat 2015 Salı

HATAY İÇİN TARİHİ UYARILAR

CHP Hatay Milletvekili ve Dış İlişkiler Komisyonu üyesi Mehmet Ali Ediboğlu, pazar günü Antakya’da yapılan ve benim de konuşmacı olduğum panelde önemli açıklamalarda bulundu. Ediboğlu, sürekli vurguladığımız, Suriye’nin Kuzey bölgesinde “Kürt” kantonlar oluşturulması çalışmalarına dikkat çekti. ABD merkezli Kürt enstitülerin, Barzani yönetimindeki Kuzey Irak televizyonların ve en nihayet PKK-PYD haber ajansların neşrettikleri haritalarda Kuzey Irak’tan başlayıp Hatay-Lazkiye bölgesini de kapsayan “Kürdistan” haritaların son dönemlerde yaygınlaştığını örneklerle ortaya koydu. Bu stratejik planın özellikle sahaya sürülen IŞİD, El-Nusra gibi taşeron örgütler üzerinden başta “İsrail ve Batı’daki müttefikleri tarafından organize edildiğini” söyledi. Ediboğlu, milletvekillerinde nadir olan bir özelliğe sahip. Bölgemiz sorunlarını irdeleyen ve dillendirdiği hususlarla ilgili TBMM’ne sunduğu soru önergelerini de ihtiva eden iki önemli kitap yazmış. Belge ve haritalar ile zenginleştirdiği kitaplarını ücretsiz dağıtıyor. Ediboğlu, Kürt kantonları ve Hatay üzerinde oynanan kirli senaryoları şu başlıklar altında özetliyor:
 
HATAY’A BÜYÜK OPERASYON 
 
IŞİD ve El-Nusra alan açan, insansız bölgeler yaratan, Kürt sorununu dünya kamuoyu ve bölge dışı kuvvetlerin meselesi haline getiren ve dış müdahaleye zemin hazırlayan çalışmaları yerine getiriyor. 
 
Cizre, Kamışlı (Haseke), Ayn El-Arap (Kobani) ve Afrin (Halep)’te merkezi devletten bağımsız “Kürt” kantonları kurulmaya çalışılıyor.
 
Bu faaliyetler son merhalede Hatay ve Lazkiye vilayetlerini Kürdistan’a dâhil etmeyi amaçlıyor.
 
İskenderun ve Lazkiye Körfezi, kurulması planlanan “Kürdistan” sınırları içinde kalacak petrolün sevkiyatı ve “Kürdistan’ın” Akdeniz ile birleştirilerek Hatay üzerinden dünyaya açılması için çok elzem.
 
Halep ve civar bölgelerde yaşayan Suriye Kürtlerinin Halep-Afrin “kantonuna” yerleşmeleri için yoğun bir terör dalgası yaratılıyor. Bu göç sebebiyle Afrin ilçesinde yüzbinlerce Suriyeli Kürt toplanıyor.
 
Afrin’e göç edenler yeni terör saldırıları bahanesiyle Hatay’a kaçmaya zorlanacak. Bu iş için özellikle İsrail ile bağlantılı El-Nusra kullanılacak.
 
Hali hazırda yüzbinlerce Suriyelinin mevcut olduğu Hatay’da terör saldırıları organize edilecek. Hatay’ın yerli halkı ama özellikle Aleviler göçe zorlanacak.
 
Bu plan bütün Hatay coğrafyasında başarılı olmazsa özellikle Hatay-Hassa coğrafyası üzerinden İskenderun Körfezi’ni içine alacak bir operasyona dönüşecek.
 
İSKENDERUN OYUNLARI
 
Mart 2014 yerel seçimlerden önce Büyükşehir yapılan Hatay’da Alevi-Sünni, Arap-Türk ayrışmasını doruğa çıkartan bir uygulama yaşandı. İskenderun Merkez’e yakın Alevi mahalleri ve beldeleri Alevi bölgesi olarak bilinen Arsuz’a bağlandı. Buna karşılık, İskenderun’a uzak olan belde ve köyler İskenderun merkeze tabi edildi. Bu sayede AKP ilk kez İskenderun’u aldı. Antakya Merkeze bağlı Alevi mahalle ve beldeleri yeni kurulan Defne ilçesine dâhil edildi. Hatay’da az olan Kürt nüfusun en çok olduğu bölge Hassa ve İskenderun ilçelerimiz. Bu esnada stratejik öneme haiz ve Suriye savaşını silah sevkiyatıyla besleyen İskenderun Körfezi özelleştirildi.
 
Selahattin Demirtaş’ın, yanlış anlaşıldım ifadesine rağmen, Lazkiye bölgesinden “Kürdistan” olarak söz etmesi manidardı. Siyonist Netanyahu’nun “Suriye Kürdistanı kurulmalı” ifadesi ve Suriye ordusunu Güney cephelerinde meşgul etmek için aleni olarak El-Nusra ile askeri operasyonlara katılması anlamlıdır. PKK’nın Suriye kolu PYD (YPG)’nin Afrin’de “Şam Cephesi” adlı dini-dar terör örgütü ile anlaşıp “Şeriat” yasalarına uygun davranacağını ilan etmesi bile Halep-Afrin bölgesinin “Suriye Kürdistan’ın” kurulabilmesi için ne derece önemli ve hayati olduğunu göstermektedir. “Amaç araçları mubah kılar” zihniyetinin ve amaç için “şeytanla bile işbirliği” yapılır mantığının bariz göstergesidir.
 
Davutoğlu’nun Amanos Projesi adı altında Suriye hudut bölgesi Gaziantep vilayetinden, İskenderun körfezine açılması planlanan tünelin sadece yol kısaltması ve ticareti artması projesi olarak değerlendirmek eksik olacaktır. Unutulmamalıdır ki, zehir bal tabağı içinde sunulur. Suriye Savaşı öncesinde Hatay-Amik Ovasına kurulan Havalimanı içinde benzer hizmet propagandaları yapılmıştı. Hatay bölgesi, Suudi hanedanlığına en çok işçi göçü veren vilayetimiz. Riyad-Cidde-Hatay seferleri konulduğunda sevinmiştik. Ardından bu seferlerin Suriye’yi terörize eden Suudi cinayet şebekelerine daha hızlı ulaşım imkânı sunduğunu acı tecrübelerle öğrendik. Havalimanı terör ve ajanların cirit attığı Suriye’yi kana bulayan mekâna dönüştü. Davutoğlu’nun hizmet konuşmalarına temkinli yaklaşılmasının sebebi budur. Servis ettiği her sütten ağzımız yandı, yoğurdu temkinli ve üfleyerek yemek farz oldu.   
 
MEHMET YUVA / AYDINLIK / 12.02.2015

'Öldürülen gençle oğlum arasında fark görmüyorum. Kürtler, Türkler kardeştir'

 
 
İZMİR Ege Üniversitesi'nde çıkan olaylarda öldürülen Fırat Yılmaz Çakıroğlu'nun katili olarak tutuklanan Nurullah Semo'nun babası Halit Semo, "Çok üzgünüz. Ben oğlumu kavgaya değil okumaya gönderdim" dedi.


Ege Üniversitesi kampusunda geçen cuma günü çıkan olaylarda ülkücü Fırat Yılmaz Çakıroğlu'nun öldürülmesi sonrası Türkiye'nin birçok yerinde eylemler sürerken, olayla ilgili 6 şüpheli gözaltına alındı. Yapılan sorgulamalar sonrası adliyeye sevk edilen 6 şüpheliden 5'i adli kontrol altında serbest bırakılırken, Sosyoloji Bölümü 4'üncü sınıf öğrencisi Nurullah Semo ise tutuklandı.

MEZRADA OTURAN 14 ÇOCUKLU AİLENİN OĞLU

Cinayetten tutuklanan Nurullah Semo'nun ailesi Van'ın Çatak İlçesi Kacit Mahallesi Sak Mezrası'nda oturuyor. 14 çocuklu Semo Ailesi çiftçilik yapıyor ve Nurullah Semo da ailenin dördüncü çocuğu.

Nurullah Semo'nun babası 60 yaşındaki Halit Semo, oğlunun kavgacı biri olmadığını belirterek, olaydan büyük üzüntü duyduğunu söyledi. Oğlu ile olaydan sonra görüşemediğini belirten Baba Semo, "Oğlumun böyle bir olaya karıştığını duyunca boğazımızdan bir lokma ekmek geçmedi. Herkes kardeştir. MHP'li, CHP'li, HDP'li hangi fikirde olursa olsun herkes bizim için aynıdır. Bu gencin öldürülmesi bizi çok üzmüştür. Televizyonda öldürülen genci gördüğümde üzüntüm biraz daha artıyor. Ben oğlumu kavgaya değil okumaya gönderdim. İnşallah bu olaylar en kısa sürede son bulur" dedi.

"HERKES KADAR BEN DE ÜZÜLDÜM"

Anne Hanife Semo ise Kürtçe konuşarak, oğluyla telefonla her konuştuğunda oğlunun karşıt görüşlü öğrencilerin kendilerine baskı yaptığını söylediğini anlattı. Hanife Semo, "Ben oğluma kimseye karışmamasını söyledim. Okulunu bitir gel. Ama bu öldürülen gence herkes kadar ben de üzüldüm. Ben öldürülen gençle çocuğum arasında hiçbir fark görmüyorum. Kürtler Türkler kardeştir. Artık bu kan bitsin" dedi.
 
Osman BEKLEYEN-Murat ÇAĞLAR/VAN, (DHA)
24.02.2015

SONER YALÇIN YAZDI: "Ülkücü kardeşim"

Ruhi Kılıçkıran…
 
22 yaşındaydı. Osmaniyeli’ydi. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi. Site Öğrenci Yurdu’nda kalıyordu. Öldürüldü. Tarih, 4 Ocak 1968 idi…

Ertuğrul Dursun Önkuzu…

21 yaşındaydı. Tokat Zile’ydi. Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisiydi. Okulun üçüncü katından atılarak öldürüldü. Tarih, 23 Kasım 1970 idi…

Süleyman Özmen…

23 yaşındaydı. Çorum Sungurlu doğumluydu. Ankara Ziraat Mühendisliği Yüksekokulu son sınıf öğrencisiydi. Vurularak öldürüldü. Tarih, 21 Mart 1970 idi…

Yusuf İmamoğlu…

25 yaşındaydı. Bursa İnegöl’lüydü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi son sınıf öğrencisiydi. Vurularak öldürüldü. Tarih, 8 Haziran 1970 idi.

Alpaslan Gümüş, 3 Kasım 1975…

Yaşar Özcivlez, 6 Kasım 1975…

İsmail Tığlı, 21 Kasım 1975…

Fahir Doğan, 17 Mayıs 1976…

Hüseyin Büyükgöz, 25 Eylül 1976…

Hangisini yazayım; öldürülen ülkücüler listesi uzayıp gidiyor…

Recep Küçükizsiz’in derlediği “Bu Davaya Can Verenler” adlı kitapta hayatını kaybeden ülkücülerin nerede, nasıl, hangi tarihte öldürüldükleriyle ilgili kısa bilgiler var.

İlk öldürülen ülkücü Süleyman Özmen ardından ağıt yakılmıştı:

“Vur Bozkurt’um tilkiye
Vur kurtulsun Türkiye…”

Sonra….

“Türkiye’yi kurtarmak” adına binlerce genç vurularak toprağa düşürüldü.

Oluk oluk kan akıtıldı…

Akan kanlar; gözleri kör, kulakları sağır, vicdanları suspus etti.

Anadolu’nun gencecik ülkücüleri-devrimcileri birbirine düşman edildi.

Pusucular bugün de işbaşında…
 
“Ege’de birlik var”
 
Fırat Yılmaz Çakıroğlu…

Konya Akşehir, 1991 doğumlu. Ailenin tek çocuğu.

Öğretmen annesinin tayininden dolayı ilkokulu Diyarbakır’da; ortaöğrenimini Almanya’da ve liseyi Akşehir’de okudu.

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi son sınıf öğrencisiydi. Bölüm birincisiydi. Akademisyen olmak için formasyon dersleri alıyordu.

Basketbolcuydu. Okul arkadaşıyla sözlüydü. Çok sevdiği bir kedisi vardı…

İdealistti. Edebiyata düşkündü.

Ege Üniversitesi Ülkü Ocakları sorumlusuydu.

Fırat Yılmaz, katledildi. Tarih, 20 Şubat 2015 idi.

Neden?..

Tarih 17 Ekim 2014.

Ege Üniversitesi’nin Atatürkçü Düşünce Topluluğu ve ülkücü gençler “Ege’de birlik var” pankartı arkasında yürüdü… Fırat Yılmaz en önde!..

Keza… Yakılan Atatürk heykelleri ve yakılan Türk Bayrakları üniversitedeki ülkücüler ile devrimci öğrencileri aynı safta buluşturdu. Ülkücüler, Türkiye Gençlik Birliği ile kol kolaydı. Fırat Yılmaz en önde!..

Atatürk ve Türk Bayrağı’nda birleşmişlerdi.

Yazmalıyım….

Cumartesi günü Doğu Perinçek telefon etti. Yemeğe davet etti. “Neden İzmir’e gidip Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun cenazesine katılmıyorsunuz?” dedim.

Birkaç saniye durdu, konuşmadı. Aklından ne geçti, bilmem. Bildiğim…

68 Kuşağı’nın önde gelen devrimcilerindendi. Nice can yoldaşını kanlı savaşta kaybetmişti. Ve ilk kez bir devrimci önder öldürülen bir ülkücünün cenazesine gidecekti.

“Birileri cenazede bize karşı tatsız olaylara sebebiyet verebilir; insanların acı gününün kahredebilmesine vesile olmayalım.”

Karşı çıktım, “Siz bir cenazeye gidiyorsunuz; cenaze evinde tatsızlık olmaz; acıyı paylaşmaya gelenlere kim ne diyebilir?”

Partili arkadaşlarıyla konuşacağını söyledi. Aradan bir-iki saat geçti; telefon etti.

Cenazeye gitmeye karar vermişti. Ancak yetişme olanağı yoktu; cenaze bugün kaldırılacaktı. Hem Vatan Partisi hem kendi adına çelenk yaptırmıştı. Partinin genel sekreteri Dr. Serhan Bolluk İzmir’deydi; o gidecekti cenazeye. Sonra ne oldu dersiniz?

Cenazede kendi bilmez birkaç kişi bu çelenkleri parçaladı! Çakıroğlu Ailesi bu terbiyesizliğe tepki gösterdi.

Kimi gençlerimizin kafasında Soğuk Savaş döneminde kurgulanmış “sol” ve “sağ” tanımları var. Umarım elbirliğiyle bunları aşacağız. Bir örnek vereyim:

1980 yılındaki Çorum olaylarını bilirsiniz; devrimciler ile ülkücüler arasına giren “kan davasına” yol açmıştı. Bu yazıya otururken öğrendim; yakın arkadaşım Çorum CHP il başkanı Gürsel Yıldırım, Çorum MHP il başkanlığına başsağlığına gidiyordu.

Görünen şu ki:

Gencecik Fırat Yılmaz, devrimciler ile ülkücülerin yıllar önce ayrılan yollarını tekrar birleştirmesine neden olacak… Fakat…
 
Nurullah Semo
 
Ülkücü Fırat kardeşimizi kaybettik… Peki Nurullah Semo?..
22 yaşında. Van Çatak’lı. Ege Üniversitesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümü öğrencisi.
Çok iyi saz çalıyor. Kürtçe türküler söylemeyi seviyor.
Aynı çatışmada ağır yaralandı; hastanede ölüme karşı direniyor.
Fırat’ın arkadaşlarına göre, “Nurullah PKK’lı terörist…”
Nurullah Semo’nun arkadaşlarına göre diğerleri, “provokatör faşist…”

Biri Türk…
Diğeri Kürt…

Oysa… Ölen de biziz, öldüren de biziz!..

Sosyal medyaya baktığınızda anlıyorsunuz ki, iki taraf da kin dolu; “bıçaklar bileniyor!”

Ne yapacağız?

Bu çocukların bu hale gelmesinde hiçbirimizin suçu yok mu?

Bir tarafı suçlamak ve her daim “haklı” çıkmak kolay!

Sürekli birlik ve beraberlikten bahsetmek kolay.

Sahiden biz, Türk-Kürt kardeşliğini yeniden inşa edebilecek miyiz?

Fırat Yılmaz’ın ölümü, Nurullah Semo’nun ağır yaralanması ülke olarak nerelere sürüklendiğimizi göstermiyor mu?

Hâlâ kan üzerinden siyaset mi yapacağız?

Sorum iktidara değil; bu ülkenin tüm insanlarına!

Biliyorum ki, Kaçak Saray’daki için tek önemli olan sandık başarısı! Berkin ölmüş, Ali İsmail ölmüş, Fırat Yılmaz ölmüş, Nurullah Semo can çekişiyormuş, umurunda değil. Varsa yoksa dünyalığı?..

Bu çocukların akan kanının bir gün kendisini de boğacağını hesap edemiyor.
 
SÖZCÜ / 24.02.2015

Suriye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Beşşar Caferi: "Pentagon Kamplarında Kiralıkları Eğitmek Güvenlik Konseyi Kararlarını Aşmıştır"

 
 
NEW YORK – Suriye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Beşşar Caferi, BM misak ilkelerine saygı duymanın uluslararası düzeyde hukuk üstünlüğünün sağlanması, uluslararası barış ve güvenliği koruma ile örgütteki üye ülkeler arasında sıcak ilişkileri sağlamak olduğunu belirtti.
 
Çin’in davetiyle BM misakı ve ilkelerinin maksatlarına bağlılığı belirtmekle ilgili uluslararası Güvenlik Konseyinde düzenlenen açık oturumda yaptığı konuşmasında Caferi,  bu organizasyonun güvenilirliğini ve etkinliğini korumak için misaka saygının garantisine, bazı çalışma yolarını reforme etme diğer bazılarını da etkinleştirme yoluyla BM’nin üye ülkelerin belirlediği rolünü yerine getirebilmesini sağlama ihtiyacından doğduğunu söyledi.
 
BM Yürüyüşü Esnasında Bazı Ülkeler Tarafından Hegemonyaları Altına Alma ve Çıkarlarının Hizmeti İçin Edata Dönüştürülmesiyle Çakıştı
 
Caferi, BM’nin tarihi boyunca ağırlığı olan ve Güvenlik Konseyine üye ülkelerin, misakın ilke ve hükümleri ile diğer ülkelerin çıkarlarına kulak asmadan,  örgütü hegemonyaları altına almak ve onu kendi çıkarları ve politikalarının hizmeti yolunda bir edata çevirmeye çalıştıklarını açıkladı.
 
Caferi, bazı otoriter ülkeler tarafından halihazırdaki uygulamaların, “bizler BM’nin halklarıyız” ibaresini “bizler BM’de bazı belirli ülkeler” ibaresiyle değiştirmeye gayret gösterdiklerine işaret etti.
 
Caferi, bu konseydeki belirli ülkelerin BM’nin kurulmasından bu yana güttükleri politikalar sebebiyle misak gereği uluslararası bir çok meşruiyet kararını uygulamak için gerekli icraatları almaktan aciz kaldığını, bu icraatlardan Suriye’nin Golan ve Arap toprakları üzerindeki İsrail işgalini bitirmek için çağıran, işgal altında yaşayan ve bölge ülkelerindeki vatandaşlara yönelik düşmancıl politikaları ve ırkçı katliamlarından vazgeçmesi için İsrail’in bu kararlara uymasına mecbur edilmesi gereğini ifade etti.
 
Caferi, uluslararası örgütün bugün Kaide’ye bağlı IŞİD ve Nusra Cephesi ile Suriye ve Irak’ta bunlardan türeyen örgütler yanı sıra, Boko Haram, Doğu Türkistan Hareketi, Kafkaslar Emirliği, Ansarul Şeria, Genler hareketi ve diğer örgütlerle temsil olunan terör uzantısıyla mücadele için sivil ve askeri yollarla ciddi ve sadık çalışmaya çağrıldığını vurguladı.
 
Bazı Ülkelerin Terörü Kendi Dış Politikalarının Edatı Olarak Kullanmaya Devam Etmesi Halinde Terörle Mücadelede Herhangi Bir Çaba Başarısızlıkla Sonuçlanacaktır
 
Caferi, terörle mücadele yolunda herhangi bir çabanın bazı ülkelerin terörü misak hükümleri, uluslararası kanun ilkeleriyle çakışan ve ilgili ülke hükümetleri ve ilgili cihazlarıyla koordinasyon ve işbirliği yapmadan, kendi dış politikalarının edatı olarak kullanmaya devam etmesi halinde başarısızlıkla sonuçlanacağını bir kez daha yineledi.
 
Caferi, Suriye ve bölgede diğer ülkelerin tanık olduğu durumların BM örgütünün vardığı esef verici durumu ortaya çıkardığını, 5. yılına girmeye yaklaşan krizin ilk günlerinden beri bazı üye ülkelerinin bu platformu Suriye’nin içişlerine karışmak, krizi tırmandırmak ve bütün şekilleriyle terörü desteklemek, Suriye’deki istikrarı sarsmak hedefiyle durumların düzeltilmesi çabalarını engellemek, güç ve terörü kullanarak meşru hükümetini değiştirmek için kullandıklarını söyledi.
 
Caferi, bazı ülkelerin Libya tecrübesinde olduğu gibi insani yalan gerekçelerle askeri müdahaleye yeşil ışık yakmak için, Suriye halkına karşı tek taraflı tedbirler uygulamaya acilen koştuklarını, bu uğurda büyük hatalar işlediklerini bile bile bu ülkelerden hiç birinin özür dahi dilemediklerini, kendilerine utanç bizlere de kandan başka bir şey getirmeyen bu felaket politikalarını değiştirme yolunda hiç bir uyanış görülmediğini dile getirdi.
 
Güvenlik Konseyinde Bazı Belirli Ülkeler, Bölgedeki Bazı Rejimleri Teröristleri Toplayarak Suriye ve Irak’a Göndermek İçin Çalışmaya İtmiştir
 
Caferi, durumların burada durmayacağını bilakis Güvenlik Konseyinde bazı belirli ülkelerin bölgedeki bazı ülke rejimlerini kendi emelleri doğrultusunda dünyanın dört bir yanından kana susamış kiralık teröristleri toplayıp, silahlandırmaları ve finanse etmeleri ardından iddia ettikleri ülkelerini kurmak, Suriye’yi de komşu ülkelere ve bütün dünyaya açılacakları terörleriyle yeni bir kaideye dönüştürme amacını güttüklerini vurguladı.
 
Caferi, Türk rejiminin bununla yetinmeyerek yüzlerce asker ve askeri araçlarla Suriye toprakları dahiline girmekle Suriye topraklarına açık bir saldırıda bulunduğunu, bu hareketiyle Türkiye’nin bölgedeki emelleri ile Türk rejimi ile IŞİD terör örgütü arasında var olan derin bağları da gözler önüne serdiğini söyledi.
 
Caferi, BM’e üye bu belirli ülkeler bu ihlalleri nasıl tefsir ettiklerini, Güvenlik Konseyinin bu Türk daha öncesinde de İsrail’in Suriye’ye saldırılarını neden kınamadığı sorusunu dile getirdi.
 
Pentagon’un Gözetimi Altındaki Kamplarda Yabancı Kiralıkların Eğitilmesi ve Suriye Devletine Karşı Savaşmak İçin Gönderilmeleri Güvenlik Konseyi Kararlarını Aşmıştır
 
Caferi, Güvenlik Konseyine Suriye’de bir ay içerisinde öldürülen aralarında da Konseye üye ülkelerden gelen yüzlerce teröristin bulunduğu yabancı kiralık teröristin adlarını içeren 500 sayfalık bir kitap sundu.
 
Caferi, halen devam etmekte olan gerçeklerden söz ettiklerini, Suriye, Irak ve diğer ülkelerde sözde uluslararası toplumun acizliği gölgesinde ve dünya terörizmini çalıştıranlardan hesap sorulmadan, binlerce insanın ölmesinden acı duyduklarını, eğer BM misak ilkeleri ve uluslararası kanun hükümlerine saygıyı kendi hesabından çıkardıysa, itibari ve ahlaki niteliğini kaybetmiş güçlülerin zayıflara karşı kullandığı bir silaha dönüştüğü anlamına geldiğini vurguladı.
 
BM Suriye daimi temsilcisi Caferi, Amerika Savunma Bakanlığı Pentagon’un Suudi Arabistan, Türkiye, Katar ve Ürdün’de gözetimi altındaki kamplarda yabancı kiralıkları eğitmesi ve Suriye devletine karşı savaşmak için gönderilmelerinin misakın en basit ilkelerine açık bir ihlal ve ABD’nin güvenlik konseyi 2170, 2178, 2195 ve 2199 sayılı kararlarını gerekçelendirmesinde yersiz bir aşma olduğunu ifade etti.
 
KAYNAK: SANA
24.02.2015

ERDOĞAN NEVRUZ'DAN SONRA İRAN'A GİDECEK

 
 
Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Rıza Hakan Tekin, Türkiye Cumhurbaşkanının İran ziyaretinin ön hazırlıklarını yaptıklarını ve bu ziyaretin Nevruz bayramından hemen sonra gerçekleşeceğini belirtti.
 
IRNA’ya açıklamalarda bulunan Tekin “Türkiye Cumhurbaşkanının İran ziyaretinin tarihini kesinleştirme aşamasındayız ve bu görüşme Nevruz Bayramından hemen sonra gerçekleşecek. Bu görüşmenin sıradan bir görüşme olmasını istemiyoruz bu ziyaretin tüm alanlarda iki ülke ilişkilerinin düzelmesi için iyi sonuçlar vermesini istiyoruz. Tüm alanlarda iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi için birçok anlaşma incelenmektedir. Erdoğan ziyaretine kadar bunların nihaîleşmesini umuyoruz.” dedi.
İran ve Türkiye Cumhurbaşkanlarının başkanlığında iki ülke arasında karma komisyonu toplantısının yapılacağına işaret eden Tekin şöyle konuştu: “Erdoğan’ın İran ziyareti sırasında iki ülkenin kabine üyeleri arasında ortak bir toplantı yapılacak ve uzmanlık toplantılarında çözümlenmeyen bazı sorunlar incelenerek gerekli çözümler sunulacak.”
 
KAYNAK: IRNA / 24.02.2015

İngiliz Financial Times Gazetesi: "Erdoğan, Türkiye’nin Uluslararası Saygınlığını Baltalıyor"

 
 
LONDRA – İngiliz Financial Times Gazetesi Türkiye’de ihvancı rejim başkanı ve Suriye’de ‘terör efendisi Halep haramisi’ olarak bilinen Recep Tayyip Erdoğan’ın, sultani meyilleriyle birlikte Türkiye’de her şeyi kontrolü altında tutma çabalarıyla Türkiye’yi otoriter despot bir devlete dönüştürdüğüne işaret etti.
 
Gazete bugünkü sayısında ‘Türkiye Demokrasisi Polis Devleti Yolunda’ başlıklı ana makalesinde;  Erdoğan döneminde Türkiye’de yargı, insan hakları, düşünce ve görüş özgürlüğü, demokrasi, özgürlük, çoğulculuk ve basın özgürlüğünün hırpalanıp yok olduğunu belirtti.
 
“Erdoğan’ın iktidara sarılışı ülkenin küresel saygınlığını azaltıyor” ifadesini kullanan Gazete baş yazısında; rejim başkanı Erdoğan’ın, Türkiye’yi kendi etrafında inşa ettiği otoriter bir devlete dönüştürdüğünü ifade etti. Gazete; “Eğer Erdoğan’a daha da ileri gitmesine izin verilirse, Türkiye artık bir demokraside olması gereken temel standartlara sahip olmayacak” ifadelerine yer verdi.
 
“2011’den bu yana Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kişisel özgürlükleri kısıtlamak için o kadar çok şey yaptı ki, bir kısıtlamayı diğerinden ayırmak imkansız hale geldi” ifadesini kullanan gazete, iç güvenlik paketinin içeriğinden bahsederek paketin endişe verici olduğuna dikkat çekti. Gazete paketin içeriğine ilaveten, genel seçimlerden sadece birkaç ay önce gündeme gelmesine dikkat çekerek, zamanlamasının da endişe verici olduğunu belirtti.
 
İngiliz Gazete “Erdoğan’ın otoriterliği, Türkiye’ye birkaç açıdan zarar veriyor. Bölgedeki diğer ülkelerin makul bir şekilde özeneceği bir demokrasi olarak saygınlığını zayıflatıyor..” ifadesinin altını  çizdi.
 
Financial Times, Erdoğan’ın otoriterleşmesinin Türkiye’nin uluslararası alandaki konumuna da zarar verdiğini söyleyerek, daha önce bölgede stratejik bir oyuncu olan Türkiye’nin dış siyasetinin şu anda Erdoğan’ın kişisel heveslerine göre yönetildiğine vurgu yaptı.
 
Gazete Türkiye’de rejim başkanı Erdoğan’ın özellikle Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütüne karşı mücadele konusunda istekli olmadığına dikkat çekti.
 
Terör efendisi Erdoğan’ın otoriter çizgisinin ülkenin uzun vadeli ekonomik beklentilerine de zarar vereceğine dikkat çeken Gazete;  örnek olarak Erdoğan’ın Merkez Bankası’na yönelik “tekrar eden saldırılarının” siyasi risk beklentisini artıracağını kaydetti.
 
KAYNAK: SANA
24.02.2015
http://sana.sy/tr/?p=24750

RENNAN PEKÜNLÜ YAZDI: "Bilimin İslam dünyasından Avrupa’ya kayışı"




Avrupa’nın ortaçağ karanlıklarından kurtulması oldukça uzun sürdü. Ancak, yeni teknoloji Avrupa’yı eski konumundan çok daha ileri noktalara getirdi. Avrupa, yeni teknolojide özgür emeğin yanısıra su ve hayvan gücünden yararlanmayı öğrendi

İslam dünyası alçalma dönemine girerken Avrupa kendini toparlamaya başladı. Özgür emeğin gelişmeye başlaması Avrupa’da gerçekleştiğinden bilimsel gelişme de Avrupa’ya kaydı. Özgür emeğin gelişmeye başlamasıyla birlikte emekten tasarruf edici bulgular da hızla gelişti; bu gelişmeler de bilime olan gereksinimi arttırdı. Milattan sonra(MS) 800’lü yıllarda Arap ticareti Batı’yı uyartmış, bir canlanmaya neden olmuştu. MS 900’lü yıllarda Flanders’de eski dünyanın o güne dek tanık olmadığı boyutlarda bir endüstri gelişti. Burada kumaş ve giysi fabrikalarıyla küçük boyutlarda endüstri kasabaları oluştu. Nüfusun artmasıyla birlikte topraktan yoksun serf çocukları, endüstri bölgelerine inerek yaşamlarını gezgin satıcı, tüccar veya artizan olarak, diğer bir deyişle özgür emekle kazanmaya başladılar.

BESLENME BARINMA KOŞULLARI İYİLEŞİR

Avrupa’nın ortaçağ karanlıklarından kurtulması oldukça uzun sürdü. Ancak, yaratılmış olan yeni teknoloji Avrupa’yı eski konumundan çok daha ileri noktalara getirdi. Eski toplumda insan emeğini köleleştiren Avrupa, yeni teknolojide özgür emeğin yanısıra su ve hayvan gücünden yararlanmayı öğrendi. Bu ve benzeri alandaki yenilikler köylülerin enerjilerini daha “ince” alanlarda kullanmalarına izin verdi. Böylece Avrupa ekonomisi nüfusunun çok büyük bir bölümünü besleyebilecek duruma geldi. Çalışan kesim özgürlüğe ve kişisel haklara sahip olamamalarına karşın eski dönemlerdekinden daha iyi beslenme, barınma ve giyinme olanaklarına kavuştular.

HAÇLILAR, ARAP KÜLTÜRÜNÜ DE TAŞIDI

Manüfaktür sektöründe özgür emek sayıca yetersiz ve pahalıydı; çünkü nüfusun büyük çoğunluğu hâlâ toprağa bağlıydı. Köleci emeği bulmak daha da zordu. Kültür düzeyi Avrupa’nın doğusunda hâlâ düşüktü. Avrupalı köleci emeğini Slavlardan (kölelerden) sağlıyordu. Ancak, ileri teknolojinin gelişmiş olması, daha yetenekli olan özgür emeği hem daha üretken hem de daha ekonomik yapıyordu.

Özgür emeğin teknolojiyi desteklemesi ve ekonomik büyüme, ticaretin genişlemesini yüreklendirirken teknolojiye olan ilgi arttı. Yeni bir öğrenme biçimi doğudan geliyordu. Bu hiç de şaşırtıcı değildi. Seferlerinden dönen Haçlılar, Arap biliminsanlarının ve filozoflarının çalışmalarını ve Batı toplumlarında yitip gitmiş olan eski Yunan eserlerinin çevirilerini beraberinde getirmişlerdi.

BİLİMSEL ÇALIŞMANIN İLK AMACI

1200’lü yıllarda İngiliz keşişlerinden Robert Grosseteste, İslam dünyasının bilimsel yöntemlerini özümsemeye başladı. Avrupa’nın bir sonraki neslinden benzer çalışmaları sürdüren Roger Bacon çıktı. Bacon, bilimsel çalışmanın ilk amacının, çalışma sonuçlarının yaşama uygulanması olduğunu savundu. Yapıtlarındaki düşsel bölümlerde geleceğin teknolojik şaheserlerle dolu olacağına değiniyordu: Denizaltılar, uçan makineler ve özdevimli (otomatik) aygıtlar, vb. Ancak Bacon’ın bu bilimsel kurguları o gün için uygulamaya yönelik olmaktan çok ütopikti.

DENEY Mİ ALLAH’IN HİKMETİ Mİ?

Grosseteste ve Bacon’ın bilim ve bilimsel yöntem anlayışları İslam’ınkinden daha kısıtlıydı. Ne Grosseteste ne de Bacon bilimsel deney yapmış kişilerdi. Onlar yalnızca bilimsel yönteme ilişkin görüşlerini dile getiriyorlardı. Her ikisi için de deney çok önemli olmasına karşın, “Allah’ın hikmetiyle” kıyaslandığında ikincil öneme sahipti. Bacon, “ilahi ilhamla gelen gerçeğin” en büyük otorite olduğunu, deneyin ise bunların arasından hangi otoritenin geçerli olduğunun ayıklanma işinde kullanılabileceğini savunuyordu. Deney hiçbir zaman otoriter gerçeğin özünü yadsıyamazdı. Bacon’ın deney ve gözlemlere olan zayıf vurgusu dahi onu kilisenin gazabından ve gözaltına alınmaktan kurtaramadı. Bacon Arapların yeni bilimsel yöntemlerini özümsemeye çalışırken Thomas Aquinas da eski Yunan uygarlığının ve özellikle Aristo’nun görüşlerini o dönemin baskın dünya görüşü olan Augustine’ci görüşle bütünleştirmeye çalışıyordu. Aquinas’a göre bilginin tek kaynağı, inanç ve “ilahi ilhamla gelen gerçek”ti. Bu süreçte us, inanç ve “ilahi ilhamla gelen gerçeğin” yardımcısı rolündeydi. Gerçeğin belirlenmesinde, örneğin evrenin bir başlangıcının olup olmadığının anlaşılması konusunda us yetersiz kalınca, gerçek yanıtı İncil verecektir.

FEODALİZM ÇÖKER BİLİMİN YOLU AÇILIR

Ortaçağ biliminin sınırlı rolü, o dönemin endüstri ve ticaretinin sınırlarını yansıtıyordu. Serfler ürettikleri artı değerleri lordlara ödüyor, burgherler ve manüfaktürcülerin pazar hacmını da asiller belirliyordu. Sonuçta, teknolojinin ve ekonomik genişlemenin boyutlarını eski düzen çiziyordu.

Ancak, feodalizm genişleyebilmek için yeni topraklara gereksinim duymaya başladı. 1300’lü yıllarda tarım alanları yetersiz kalmaya başlayınca asiller (lüks yaşantılarından ve savaşlardan vazgeçmeyi düşünmediklerinden) borçlandılar. Bu borçları, hizmetlerinde çalışanlara ağır vergiler yükleyerek ödeme yolunu seçtiler. Köylülerin tahıl depoları hızla tükendi. Avrupa sık sık açlık yaşamaya başladı. Şehir ve kasabalar pislik yığınına dönüştü ve sonunda 1348 yılında Avrupa’nın feodal toplumu vebadan kırılırken, nüfusunun üçte biri yitip gitti.

Bilimin gelişebilmesi için eski toplumun zayıflaması ve görüşlerinin gözden düşmesi gerekirdi. Eski Avrupa toplumları ve Müslüman dünyası merkezi bir devletle yönetilmediğinden benzer krizlerden bağışık kalmayı ve toplumsal muhalefeti ezmeyi başarabilmişlerdi. Ancak veba salgını feodal lordların otoritesinin çöküşünü hazırlayan etmenlerden biri oldu. 1337-1453 yılları arasında Fransa’da süren 100 yıl savaşları, anarşinin yayılmasına neden oldu. İngiltere’de IV. Henry’nin 1399 yılında başlayan kötü yönetimi 100 yıl sürecek olan bir dizi hanedan savaşlarını başlattı. Böylece feodal asiller kendi kendilerini tarih sahnesinden silmek gibi “asil” bir görevi yerine getirdiler.

Feodal toplum düzeninin 14. yüzyılın ortalarında çöküşü, bilimin ve çağdaş toplumun önündeki engelin temizlenmesini simgeler. Bu çöküşü izleyen 250 yıl içinde de eski evren modeli çökmüş ve yenisi utku kazanmıştır.
 
AYDINLIK / 24.12.2014

23 Şubat 2015 Pazartesi

US historian Webster Tarpley says that the United States created the Islamic State and uses jihadists as its secret army to destabilize the Middle East.

 
 
The Islamic State is a secret army of the United States and Abu Bakr al-Baghdadi, a leader of the terrorist group, is a close friend of US Senator John McCain, says US historian Webster Tarpley, according to Iranian News Agency IRNA.

The author, known for his book “9/11 Synthetic Terror: Made in USA”, said that all terrorism around the world is created and facilitated by the US government.
 
These are not Tarpley’s first comments in which he blames the United States for creating the Islamic State. Earlier, Press TV had an interview with Tarpley during which he explained his rationale why he thinks the United States was behind the creation of the terrorist group.

Tarpley began by saying that the money that supports the Islamic State and its operations comes from Saudi Arabia, a key US ally in the Middle East. The main money donor of the Islamic State is allegedly Prince Abdul Rahman al-Faisal, the brother of Saud bin Faisal Al Saud, Saudi Arabia’s Foreign Minister, and Prince Turki bin Faisal Al Saud, the former Saudi Ambassador to the United States. Having said that, Tarpley concludes that if the United States really wanted to get rid of the Islamic State, it would have easily issued an ultimatum to Saudi Arabia and told the Gulf Kingdom to stop sending arms and money to the terrorists in Iraq and Syria.

Second, Turkey, a NATO member with a huge army, is right next to the war-town Syria and Iraq, where the jihadists operate. Tarpley asks the important question: why cannot the Turkish Army come into the lawless Syrian and Iraqi territory and simply wipe the jihadists off the face of the Earth in a matter of weeks, especially if the United States and NATO were so keen to destroy the Islamic State?

If the United States actually thought that the Islamic State was a monstrosity that must be destroyed at all cost, Tarpley asks why wouldn’t the White House join the government of Bashar Assad in Syria, the legally recognized government and the UN member state, in the fight against the jihadists and crush them once and for all? And also, why did the US troops bomb Syrian units loyal to Assad, once the Syrian army started to defeat the jihadists and push them away? Counterproductive and senseless at best, the secret supporter of the militants at worst, Tarpley says.

And lastly, referring to how the jihadist group is using social media and Internet to spread its propaganda and recruit new fighters, Tarpley said there is an interest in not having the Islamic State propaganda shut down online. All major Internet companies are based in the United States and therefore the White House could easily limit, if not close down, the presence of Islamic State on the Internet, if it wanted to.
 
Although Tarpley’s line of thinking might seem a little too provocative to some, the questions that he asks are nonetheless important. There is certainly a connection between the emergence of al-Qaeda and the American involvement in Afghanistan back in the 1980s. And since al-Qaeda was a forefather of the Islamic State, there might be a possibility of a more intimate relationship between the government of the United States and the jihadists, currently cutting people’s heads off in Iraq and Syria.

KAYNAK: SPUTNIK
22.02.2015

İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Merziye Afham, Suriye’de silahlı gurupların silahlandırılmasının geçmiş hataların tekrarı olduğunu söyledi.

KAYNAK: IRNA (İRAN HABER AJANSI) (23.02.2015)
http://tr.irna.ir/News.aspx?nid=2844931

                                   
                                                          
Suriye’deki terörist gurupların silahlandırılmasının uluslararası yasalara aykırı olduğunu vurgulayan Afham, geçmişte bu tutumdan dolayı IŞİD ve El Nusra gibi terörist gruplarının ortaya çıktığını ve bugün yapmak istenilen şeyin de geçmiş hataların tekrarı olduğunu ifade etti.

Bazı ülkelerin terörizmi araç olarak kullandığını belirten Afham, ABD ve bazı ülkeler, yanlış olan bu tutuma ve politikaya ısrarcı olmaları dolaysıyla bölge ve dünya ülkeleri ciddi şekilde tehditle karşı karşıya geldiğini belirtti.

Efhem, Suriye'deki teröristlerle mücadelenin en kolayı yolun, BM güvenlik konseyi kararların ve özellikle 2199 sayılı kararın ABD ve destekleyicileri tarafından uyulması ve teröristlere sağlanan lojistik ve silah desteğin ciddi olarak kesilmesi olduğunu kaydetti.

Suriye, Güvenlik Konseyinden Gerekli İcraatları Almasını Talep Etti

 
 
ŞAM – Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanlığı Uluslararası Güvenlik Konseyinde; Türkiye’deki rejimin 22 Şubat Pazar gecesi Suriye topraklarına bulunduğu açık saldırıyı kınamasıyla birlikte BM misakı ve ilgili kararları kapsamında gerekli icraatları almasını talep etti.
 
Bakanlık bugün BM genel sekreteri ve Güvenlik Konseyi başkanına gönderdiği iki eş mektupta; Türkiye’nin bulunduğu bu çirkin saldırının Suriye Arap Cumhuriyeti, egemenliği ve topraklarına açık ve net bir düşman saldırı niteliği taşıdığına dikkat çekti.
 
Suriye’nin daha önce BM genel sekreteri ve Güvenlik Konseyi başkanına gönderdiği resmi mektuplarda Türkiye’deki rejimin Suriye’yi devlet ve halk olarak hedef alan, masum sivillere karşı insanlık dışı vahşetlerde bulunan terör örgütlere muhtelif tür desteğine dikkat çektiğini hatırlatan bakanlık; bu rejimin dünyanın her yerinden gelen yabancı radikal teröristlerin Suriye’ye girişlerini kolaylaştırmakla yetinmediğini, onlara güvenli barınak, eğitim, silah ve finans sağladığının bir kez daha altını çizdi.
 
Bakanlık Türkiye’deki rejimin BM’nin terör örgütleri listesinde yer alan Kaide Örgütünün Suriye’deki kolları olan Nusra Cephesi, IŞİD ve daha başka terör örgütlere destekle yetinmediğini, Türk yüzlere asker ve askeri araçla bizzat kendisinin 22 Şubat Pazar gecesi Suriye topraklarına açık ve aleni bir saldırıda bulunduğuna vurgu yaptı.
 
Türkiye dışişleri bakanlığının bu saldırının arifesinde Suriye’nin İstanbul’daki büyükelçiliğine Süleyman Şah Türbesini mezarını başka bir yere nakletme niyetini bildirdiğine dikkat çeken Bakanlık; fakat 1921 yılında dönemin işgalci Fransız yönetimi ile Türkiye arasında imzalanan anlaşma gereğince Türk otoritelerin Suriye Cumhuriyeti hükümetinin onayını beklemediğinin altını çizdi.
 
Tarihte ‘Ankara Anlaşması’ olarak bilinen söz konusu anlaşmanın Süleyman Şah Türbesiyle ilgili bentlerine ışık tutan Bakanlık; anlaşmanın Türkiye hükümetinin sadece mezarı koruma ve üstüne Türk bayrağı asma hakkı tanıdığının altını çizdi.
 
Bakanlık Türkiye rejiminin mezarı başka bir yere taşıması ardından mezar yeri yada Suriye toprakları üzerinde hiçbir mülkiyeti kalmadığı gibi bundan sonra da anlaşma metnine geri dönme yada dayanak olarak almanın hiçbir şekilde mümkün olmadığının altını çizdi.
 
Mektubunda Süleyman Şah Mezarının 1970’li yıllarda Suriye ve Türkiye arasında ikili anlaşma kapsamında kamu mülkü olan bir araziye taşındığına işaret eden Bakanlık; temelde o zamanda da Türkiye’nin türbenin bulunduğu topraklar üzerindeki mülkiyet hakkını kaybettiğine vurgu yaptı.
 
Bakanlık dolayısıyla Türkiye rejiminin şu an Suriye topraklarına bulunduğu saldırıyı aklama çabaları ve iddialarının hiçbir geçerliliği ya da doğrululuğu olmadığına vurgu yaptı.
 
Türkiye dışişleri bakanlığının 21 Şubat Cumartesi günü Suriye’nin İstanbul’daki Konsolosluğuna gönderdiği belgede Suriye toprakları ve ulusal egemenliğine saldırısını 29 Eylül 2012 tarihli 419 sayılı genel konsolosluk tezkeresiyle aklamaya çalıştığına dikkat çeken Bakanlık; Türkiye rejiminin türbe yerinin Türkiye’ye ait topraklar olarak göstermeye çalıştığına işaret etti.
 
Bakanlık 419 sayılı söz konusu tezkerenin, türbe yerinin Türkiye toprakları olduğunu içermediğini, sadece ve sadece Suriye hükümetinin o süreç içinde türbenin maruz kaldığı hasarı belirleyecek teknik bir komite teşkil edeceğine taahhüt ettiğini içerdiğine vurgu yaptı.
 
Bakanlık mektubunda Türkiye dışişleri bakanlığının 21 Şubat 2015 tarihinde Suriye konsolosluğuna gönderdiği belgede; türbenin güvenlik nedenlerinden dolayı taşınacağını belirttiğine dikkat çekti.
 
Mezarın yerini değiştirmekle Türkiye rejiminin yapması gerekenin bu mezarı Suriye topraklarına değil de Türkiye topraklarına taşıması gerektiğini vurgulayan Bakanlık; öyle ki Türkiye’nin bundan sonra Suriye toprakları üzerinde Süleyman Şah türbesi için toprak, mülkiyet yada hak talep etmesinin kesinlikle artık mümkün olmadığının altını çizdi.
 
Sözlerine devam eden Bakanlık; Süleyman Şah türbesinin IŞİD teröristlerinin bulunduğu bir bölgede yer aldığını, bu terör çetelerinin de bölgede sivil halka ait ev, kilise, mezar ve türbeleri yıkmasına rağmen Süleyman Şah türbesine hiçbir zarar vermediklerine bir kez daha dikkat çekti.
 
Mezarı taşıma sırasında da Türk askerleri ile IŞİD çeteleri arasında hiçbir çatışmanın yaşanmadığına dikkat çeken Bakanlık; tüm bunların Türkiye rejimi ile dünya güvenliği ve istikrarını tehdit eden IŞİD Örgütü arasındaki derin bağları ve koordinasyonu net bir şekilde yansıttığına vurgu yaptı.
 
Türkiye rejiminin mezarı taşımak için askeri güç kullandığının altını öznemle çizen Bakanlık; bunun BM’de üye olan bağımsız ve egemen devletlere karşı güç kullanma niteliği taşımasıyla uluslar arası kanunlar ve BM misakına teşkil ettiği ihlalin ciddiyetine vurgu yaptı.
Bakanlık aynı zamanda Türkiye sınırlarına yakın düşen Eşme Köyüne işaretle Türkiye ordusunun Suriye Arap Cumhuriyeti topraklarının parçası olan bir köyü güç kullanarak işgal ettiğinin altını çizdi.
 
Bunun Ankara Anlaşmasıyla hiçbir ilişkisi yada bağlantısı olmadığına dikkat çeken Bakanlık; Türkiye rejiminin bu yönde öne sürdüğü neden ve gerekçelerin tamamının geçersiz olduğunun altını çizdi.
 
Türkiye rejiminin 1921 tarihli Ankara anlaşmasının hüküm ve bentlerini açık ve net bir şekilde ihlal ettiğine önemle dikkat çeken Bakanlık; Türkiye rejiminin bunun tüm sorumluluk ve sonuçlarına katlanacağına vurgu yaptı.
 
Bakanlık mektubunun sonunda Güvenlik Konseyinden söz konusu mektubu konseyin resmi belgelerine eklemesini talep etti.
 
KAYNAK: SANA
23.02.2015
http://sana.sy/tr/?p=24698