18 Şubat 2015 Çarşamba

RENNAN PEKÜNLÜ YAZDI: "İslam Rönesansı Bizans’ın küllerinden doğdu"


 
 
Bilim, doğaya ilişkin bilgi koleksiyoncusu değildir. Toplanan verilerden bir genellemeye gidilmeli; verilerin ardında yatan fiziksel süreç hipotezlere,hipotezler de matematiksel biçimlere dökülmelidir. Matematik, doğada gözlenen bir süreci betimlemede kullanılmalıdır.

Ticaret ve buna bağlı olarak da bilimin canlanması için gerekli dürtüyü İslam fetihleri sağladı. M.S. 613 yılında Muhammed ‘kitabını indirmeye’ başladığında Bizans İmparatorluğu Arabistan sınırları üzerindeki denetimini yitirmiş kağıttan bir kaplan görünümündeydi. İsa’nın tersine Muhammed hemen hemen tam bir politik boşluğa denk geldi. Böylece, büyük bir olasılıkla etkilenmiş olduğu Monophysite dünya görüşünü, onların toplumsal adalete ilişkin görüşlerini yaymaya başladı.

BİLİM VE TİCARET BİRLİKTE CANLANDI

Bu toplumsal adalet görüşleri, imparatorluk sınırları içindeki tüccar kesimin acılarını dindirmek amacıyla oluşturulmuştu. Vergi toplayıcılarının, tefeci ve benzer kesimlerin baskıları kırılmış, kişisel servetin bir bölümünün inanan fakirler yararına kullanılmak üzere toplumsal servete dönüştürülmesi yönünde zorunluluk dayatılmıştı. İslamın bu tinsel anlayışı, yıkılmakta olan İmparatorluğun yıkıcı ve ezici tinsel anlayışından daha üstündü ve orman yangını gibi yayılarak kendine kolayca yandaş bulmaya başladı. Muhammed’in Arap kabileleri birleştirme çabası 632 yılında başarıyla tamamlandı. Sonraki on yıl içinde Müslüman ordular İmparatorluğun ordularını yenmeye başladılar. 636 yılında Suriye’yi, bir sonraki yıl da Irak’ı ele geçirdiler. Daha sonra Mezopotamya ve Mısır düştü. İmparatorluğun emeğine yabancılaşmış olan kesimi Müslümanları kurtarıcı olarak kucaklamaya başladı. En büyük destek de Monophysite’lerden ve diğer anti-imparatorluk gruplarının başını çektiği isyankar gruplardan geliyordu. Yeni yöneticiler vergileri üçte bir oranında bazen de yarı yarıya indirdiler. Akdeniz’de ticaretin canlanışı ve zenginlik başladı. Bu değişimlerle birlikte bilime verilen destek de canlandı.

MÜSLÜMAN BİLGELERİN UYGARLIĞI

800’lü yıllarda Müslüman dünyasının özeği İran’a kaydı. Monophysite ve diğer Hıristiyan bilgelerle ortaklaşa çalışan Müslüman bilgeler, Yunan uygarlığından arda kalan bilgileri ve Hint uygarlığının birikimlerini özümsemeye başladılar. Batı Avrupa karanlık çağdan kurtulmaya çalışırken 1000’li yıllarda Arap uygarlığı doruk noktasına ulaştı. Çağdaş bilimsel yöntem ilk kez biçimlendirildi.

Bilimsel yükseliş döneminin en önemli kişisi, batıda Al-Hazen olarak bilinen İbni-el Haytam’dır. El Haytam, özellikle optik çalışmalarda John Philloponus’u aştı. Eski dönemin doğa felsefesinde kullanılan spekülatif yöntem yerine nicel ölçümlerin yapılabileceği sistematik ve yinelenebilir deneyler yaptı ve bu ölçümlerden matematiksel olarak formüle edilebilen hipotezler geliştirdi. Bu hipotezler değişik deneylerin ardında yatan fiziksel ilişkilerin öngörülebilmesini sağladı. Eğer öne sürülen hipotez ölçümlerle uyuşursa, önerilen fiziksel bağıntıdan yeni ölçümlerin öngörülerini sınamak üzere yeni deneyler tasarlanabilirdi.

Bilimsel yöntemin temel düşünceleri yaşama geçmişti. Bilim, sistematik gözlem ve ölçümlerle başlar, ancak orada durmaz. Bilim, doğaya ilişkin bilgi koleksiyoncusu değildir. Toplanan verilerden bir genellemeye gidilmeli; verilerin ardında yatan fiziksel süreç hipotezlere, hipotezler de matematiksel biçimlere dökülmelidir. Matematik, doğada gözlenen bir süreci betimlemede kullanılmalıdır. Platocu felsefede veya günümüz evrenbiliminde yapıldığı gibi, matematik, “herşeyin altında yatan gerçeklik” olarak sunulmamalıdır. Hipotezin değeri özgün mantığıyla değil, değişik ölçümleri öngörebilme yeteneğiyle ölçülmelidir.

Bu yöntemi kullanan el Haytam Batlamyus’un optik öğretisini çökertmiş ve yeni bir optik biliminin çerçevesini oluşturmuştur. El Haytam kullandığı nicel ölçümlerle Batlamyus’un mantıksal olarak türettiği yansıma ve kırılma yasalarını ve insan gözünden çıkan “görme ışınları” görüşlerini çürütmüştür.

YER-CENNET ÇELİŞKİSİNİ ÇÖZEMEYİNCE...

İslam düşünürlerinin bilimde büyük aşamalar kaydetmesine karşın İslam rönesansı 1100’lü yıllarda sönmeye başladı. 10. Yüzyıl düşünürleri o dönemin dünya görüşüne önemli saldırılarda bulunmalarına karşın daha ileri ve anlaşılır bir seçenek görüş oluşturamadılar. Yakından tanıdıkları John Philloponus’un yaptığı gibi gözlemsel bir yöntem geliştirdiler; ancak hiçbiri Philloponus’un yaptığını yapıp, yani, Yer ile cennet arasındaki çelişkiyi vurgulayıp ikiliği (düalizmi) yadsıyamadılar. Geliştirdikleri bilimsel yöntem sorunları derinlemesine sorgulayamadı. Bu sorunlar, hem Müslüman doğuda hem de Hıristiyan batıda dinsel tutuculukla yakından ilişkili sorunlardı. Müslüman imparatorluklar da tıpkı Avrupa’nın feodal devletleri gibi dinsel hiyerarşiye sıkı sıkıya bağlı olarak kurulmuştu. Müslümanlar ticareti ve belli ölçülere dek manüfaktürü yüreklendirmiş olmalarına karşın, politik erki toprak sahiplerinin ellerine bırakmıştı; toprak sahiplerinin politik erki de güçlü halifelerin elindeydi.

BİN YIL ÖNCEKİ KÖKTEN DİNCİLER

Köleleri ve köleleşmiş olan köylülerin emeğini sömüren zengin toprak sahipleriyle, özgür emek temelinde gelişen tüccar ve manifaktürcüler arasında bitmek tükenmek bilmeyen şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonunda halifelerin gücü Osmanlıların eline geçti. Osmanlılar da yeni yeni filizlenmekte olan ticaret ekonomisi ve onun desteklediği bilimsel kuruluşları dağıttı. Kökten dinciler İbni Sina gibisinden değerli filozofları Kur’an’a karşı çıkmakla, ona saygısızlık etmekle suçladılar. Bu gelişmeler sonunda ne yazık ki, kendi kendine yeterli bir bilimsel kurum oluşturma çabaları boğulmuş oldu. Yeni ve bilimsel bir dünya görüşü oluşturma çabası bundan sonra Batı’ya kayacaktı.

İBNİ SİNA’NIN JEOLOJİ ÇALIŞMALARI

El Haytam bilimsel yöntemi geliştirme çalışmalarını sürdürürken diğer İslam düşünürleri de eski dünya görüşlerini çürütmeye başladılar. Filozof, tıp bilgini ve biliminsanı olan İbni Sina, Yer’in oluşumuna ilişkin çeşitli yaradılış söylencelerini bir kenara koyarak jeolojik oluşumlar üzerine çalışmalar yürüttü. Bu çalışmaları sonucunda, bugün su üstünde bulunan tüm kara parçalarının bir zamanlar su altında bulunduğu ve depremler sonunda suların üstüne çıktığı gibisinden doğru bir sonuca ulaştı.
 
AYDINLIK / 19.12.2014

Hiç yorum yok :