28 Eylül 2016 Çarşamba

Turkey Travel Warning


Last Updated: September 23, 2016
The U.S. Department of State continues to warn U.S. citizens of increased threats from terrorist groups throughout Turkey. U.S. citizens should avoid travel to southeast Turkey and carefully consider the risks of travel to and throughout the  country. The U.S. Department of State is updating this Travel Warning to reflect the September 23, 2016 decision to end the authorization for the voluntary departure of family members of employees posted to the U.S. Embassy in Ankara and the U.S. Consulate General in Istanbul, which was made following the July 15, 2016 attempted coup. In addition, effective September 24, 2016, the Department of State is ending the ordered departure of family members of U.S. government personnel posted to the Consulate in Adana and family members of U.S. government civilians in Izmir. The Department of State will authorize employed adult dependents (21 year or older) of employees to return to Adana.


U.S. citizens should still carefully consider the need to travel to Turkey at this time. The Department continues to monitor the effects of the ongoing State of Emergency; recent terrorist incidents in Ankara, Istanbul, Gaziantep, and throughout the Southeast; recurring threats; visible increases in police or military activities; and the potential for restrictions on movement as they relate to the safety and well-being of U.S. citizens in Turkey. Delays securing consular access to U.S. citizens detained or arrested by security forces, some of whom also possess Turkish citizenship, continue. 

This replaces the Travel Warning dated August 29, 2016.

Foreign and U.S. tourists have been explicitly targeted by international and indigenous terrorist organizations in Turkey. As stated in the Worldwide Caution dated September 9, 2016, in the past year, extremists have carried out attacks in France, Belgium, Germany, and Turkey. European authorities continue to warn of additional attacks on major events, tourist sites, restaurants, commercial centers, places of worship, and the transportation sector. Most recently, extremists have threatened to kidnap and assassinate Westerners and U.S. citizens. U.S. citizens are reminded to review personal security plans, monitor local news for breaking events, and remain vigilant at all times.

U.S. government personnel in Turkey remain subject to travel restrictions in the southeastern provinces of Hatay, Kilis, Gaziantep, Sanliurfa, Sirnak, Diyarbakir, Van, Siirt, Mus, Mardin, Batman, Bingol, Tunceli, Hakkari, Bitlis, and Elazig. In particular, the U.S. Mission to Turkey may prohibit movements by its personnel to these areas on short notice for security reasons, including threats and demonstrations. Finally, due to recent acts of violence, such as the August 20 suicide bombing in Gaziantep, the September 12 bombing in Van, and the potential for reprisal attacks due to continued Turkish military activity in Syria, U.S. citizens are urged to defer travel to large, urban centers near the Turkish/Syrian border.

For your safety:

  • Avoid travel to southeastern Turkey, in particular large, urban centers near the Turkish/Syrian border.
  • Stay away from large crowds, including at popular tourist destinations. 
  • Exercise heightened vigilance and caution when visiting public areas, especially those heavily frequented by tourists.   
  • Stay away from political gatherings and rallies. 
  • Follow the instructions of local authorities in an emergency.  
  • Stay at hotels with identifiable security measures in place. 
  • Monitor local media. 
For further detailed information regarding Turkey and travel:

ABD’nin Yeni Silahı Cumhuriyet Gazetesi ve CHP mi?



CHP güzel ve yerinde ve çok doğru bir politik muhalifliğe soyundu, mağdurlara ne olacak diyor?

Gerçi FETÖ’ye el uzatmış başkanıyla mağdur Beşiktaş’a pek sahip çıktığı yok, olsun, diyelim.

Yazarlık, medya, partilerin politik öncelikleri konusunda tuhaf ‘dengesizlikler’den kuşkulanarak ahlak tartışmamıza girelim.

Ahlak tartışmamıza şöyle başlayalım, bir FETÖ’cü pilot, uçakla bomba atıp yüzlerce insanı öldürmüş. Ve hala bu FETÖ’cü katillerin daha hangi bombaları atacağından habersisiz.

Bir de aynı FETÖ’cü subayın, maaşı kesildiği için evde aç kalan kızını düşünün.

Büyük ‘ahlaki sorumuzu’ soralım, önceliğiniz hangisidir?

Bence ‘dengeli’ olmalıyız, bu vahşi terörist pilotu bir kenara bırakıp, kızının mağduriyetini öne çıkartamayız, kızının mağduriyetini de öne çıkartıp, terörist babasının muhtemel vahşiliklerini göz ardı edemeyiz.

Her iki olaya da eşit adil hukuk ölçülerinde ve dengeli bakabilmeliyiz.

Ama şayet, kızının mağduriyetini çok öne çıkartıp, vahşi terörist babasını görmezden gelirsek, burada ‘tuhaf bir dengesizlik’ oluyor demek.

İşte CHP politikalarında kuşkulandığımız yer burası.

CHP ve Cumhuriyet gazetesi kızın mağduriyetine gereğinden çok fazla eğilerek terörizme karşı muhalefeti ‘pasifize mi?’ ediyor.

Mesela Ahmet-Mehmet Altan gözaltına alınınca Cumhuriyet gazetesi başyazarı bu büyük ve kahraman yazarları(?) öve öve bitirememişti, aklıma, geldi, bunu ekranda da söyledim.

Yalçın Küçük seksen yaşında bilge bir yazar, haksız hukuksuzca kumpasla içeri atıldı ve bu söyleyeceklerim mahkeme tutanaklarında geçiyor, yani herkesin bilgisinde.

Yalçın Küçük’ü gardiyanlar Zekeriya Öz’ün emriyle taciz ederler, Yalçın Küçük direnir ve gardiyanlar seksen yaşında bu bilge adamı yerlerde sürükleyip tekme tokat girişirler, muhtemelen Zekeriya Öz kameralardan gardiyanların .te parmak tacizlerini ve dayağını ekrandan afiyetle izlemiştir, sebep, Yalçın Küçük’ün seksen yaşında dahi kırılmayan iradesini kırmak.

Başta Cumhuriyet gazetesi, Yalçın Küçük gibi bir insanın taciz edilip yerlerde sürüklenip dövülmesini haber dahi yapmadı, hatta o tutanakları inceleyen gazeteci merakları hiç olmadı.

İşte bu işkenceleri görmeyen gazeteci yazarlar kanlı bir darbe yapmış FETÖ’nün en gözde yazarlarının içeri alınmasına dayanamayıp, bize insanlık ve özgürlük dersleri vermeye başlayınca, insan bu soruları sormadan edemiyor, hangisine öncelik vermeliyiz, hangi haberi daha çok öne çıkartmalıyız, bunun bir ölçüsü dengesi yok mu?

Cumhuriyet gazetesinin Ahmet Altan’ın gözaltısıyla Yalçın Küçük’e yapılan işkence arasındaki ‘seçiciliği’ bu yazımızda bize ahlaki olarak rehberlik etsin.

Neyi seçip neyi manşete çekiyoruz, dediğimizde, bir politik duruş yansıtıyoruz, demektir ve bu politik duruşun ahlaki zafiyetlerinde bir kasıt var mı yok mu işkilleniyoruz.

Mesela iki gün önce Cumhuriyet gazetesi ve CHP’nin nasıl bir ‘politik’ muhalefete yöneldiklerini bize bu yeni durumu çok iyi anlatıyor.

Cumartesi Anneleri’nin dramını Cumhuriyet gazetesi sekiz sütun manşete çekti, şüphesiz Cumartesi Anneleri’nin dramı manşet değerindedir, hak, hukuk aramak, her gazetenin ve yazarın en birinci sorumluluğudur, burada sorun yok, az bile yapılıyor.

Sorun, aynı gazetenin, tarihlerde eşi görülmemiş Balyoz ve Ergenekon davasının bitişini dahi haber yapmaması, Balyoz ve Ergenekon’ın mağdur ettiği yüzlerce aileden kimseyi haber yapmayışı

Geçelim, aynı gazete, doğuda öldürülen masum öğretmenleri ve sivil köylüleri aynı ölçekte ve aynı büyüklükte manşete çekmeyişidir.

Bunlar hep ‘yayın politikası?’

Manşetlerdeki ‘vicdan’ dengesizdir ve geçmişte başımıza gelen felaketlere bakarak bu dengesizliklerin tesadüfi olmadığını söyleyecek tecrübedeyiz.

Bu politik yayınların sebebi, sol, sosyal demokrat, cumhuriyetçi muhalif kitleyi, terörizmle savaşta, yeniden ‘pasifize’ etmektir.

Sadece bir tarafın acılarını romantize etmek diğer tarafı hiç görmemek, taraf olmaktır, kime taraf?

Bu meşum gazete ve onun gaspçıları, oysa, öldürülen öğretmenlerin hayat hikayelerinden yüzlerce romantize edecekleri bol malzeme bulabilirlerdi.

Ancak, başka bir şey yaptılar, mesela, teröristlerle ‘diyalog’ sürecine manşetleriyle girdiler. Mesela teröristlere ‘taviz veren’ yazılar yazıp haberler yaptılar, mesela, teröristler bu gazeteyi hep kendilerine ‘açık kapı’ gördüler.

Tabii ki gasp edilen bu gazete ve CHP, bu sinsi politikalarla kendi kitlesine güvenini zedeledi, vatan sevgisi ve ahlakı, zarar gördü. Ve partileri ve gazeteleri baştan aşağı FETÖ’cü ve PKK’lı unsurlarla dolup taştı.

Üstüne terörizmle savaşı ‘güvenlikçi politikalar’ deyip küçümseyip vatan savunmasını sulandırdı ve hendekleri ve iç savaşı haklı bir isyan gibi gösteren sözcüleri dahi genel başkan yardımcılığı bünyesinde barındırdı.

Ve şimdi görüyoruz ki, hem İngiliz elçisi hem ABD elçisi, eleman kaybından dolayı olacak, sahaya kendileri çıkmaya başlamış, Karadeniz’de çevrecilerle ve Doğu’da güvenlik dolayısıyla girilemeyen bölgelere vızır vızır girip çıkmaya, diplomatik dokunulmazlıklarıyla savaş alanlarında dahi halı saha gibi top çevirmeye başladılar.

ABD elçisinin vızır vızır girip çıkmaya başladığı yerlerin başında da CHP geliyor.

Sormayalım mı, ABD elçisinin en çok görüldüğü yer neden Cumhuriyet gazetesi ve CHP’dir.

Hepimiz geçmiş tecrübelerimizle biliyoruz, bu CHP’nin, politik tereddüdü bir politik nezaketi değildir, Cumhuriyet gazetesi ve CHP, ABD elçisinin elinde kalan son silahtır.

ABD, 15 Temmuz gecesi kırk bine yakın FETÖ’cü ajanını kaybetti ve kırk yıllık mevzi elinden çıktı en azından zayiat fazla.

Şimdi boşalan bu mevzileri yeniden tahkim etmek için, Cumhuriyet gazetesi ve CHP’yle çalışması, yayın politikalarına ve önceledikleri muhalefet politikalarına bakarsak, bizi hiç şaşırtmaz.

ABD’nin Türkiye’nin PKK ve FETÖ’yle savaşını CHP içinde pasifize etme çabaları yeni değildir, sadece yeniden ‘toparlanmadır.’

Cumhuriyet gazetesi ve CHP vasıtasıyla terörizme karşı savaşta bir yığın mantıksızlıklar bulması düne kadar zor olmadı bugünden sonra da pek zahmetli olmayacak.

‘Mantıksızlık şeyler’in CHP’li vekiller ve ihanet içindeki liberaller ve Cumhuriyet gazetesi etrafında çoğaltılması yaygaralaştırılması hiç de sürpriz değildir.

Ancak bu mantıksız bir çok şeyle sol muhalefetin yeniden ‘zehirlenmesi’, ABD elçiliğinin darbe sonrası acil gündemi olduğu açıktır.

Hedef, düne kadar PKK ve FETÖ’yle içi içe yan yana politikalar oluşturan CHP’yi zehirleyen politikalara CHP’yi yeniden kitlesiyle birlikte hizalamaktır.

Yarın bu ülkede ikinci bir darbe olur mu, ya da bambaşka bir felaket yaşar mıyız, ciddi bir güvenlik endişemizdir ve ne zaman olur hangi ölçekte olur, bilemeyiz.

Ancak, Cumhuriyet gazetesi ve CHP’deki yeni muhalif ayarları gördükçe artık bir şeyden eminiz.

Mesela Allah korusun, yarın birgün olabilecek bir iç karışıklıkta, Cumhuriyet gazetesi ve CHP, FETÖ ve PKK’ya uzakta ve karşısında bir yerde asla olmayacağını, önceledikleri bu politikalarla yavaş yavaş hissediyoruz.

Cumhuriyet gazetesi ve CHP’ye hazırlanan yeni yer, bir iç kalkışmada PKK ve FETÖ’ye yakın bir yerde ‘beklentiler’ içinde olmak.

FETÖ ve PKK’yla savaşı, mantıksız kafa karıştırıcı politik bir söylemle zehirlemek ve sol muhalif kitlenin kafasını yeniden karıştırmak, CHP ve Cumhuriyet gazetesinin darbe sonrası yeni ev ödevi olduğu, kuşkudan öte manşetlerindeki politikalarında ve söylemlerinde apaçık duruyor.

15 Temmuz gecesine kadar başardıkları gibi, vatana sahip çıkmak isteyen sol muhalefeti CHP’de bir daha pasifize edip etkisizleştirmek.

Bu amaç, Cumhuriyet gazetesi ve CHP’yi bir iç karışıklıkta galeyana gelmiş kitlelerin hedefine saldırısına açık bir ‘politik yerde’ tutmak.

Bu kabusların kabusu bir faciadır, bu yüzden, bugünden, Cumhuriyet gazetesi ve CHP ‘politik önceliklerini’ ve ‘politik dengesinin’ ayarını iyi yapabilmeli.

ABD’nin yanında verdiği bu görüntüyü hızla eleştirmeli, vatan savunması ve terörizmle savaşı, mantıksız argümanlarla zayıflatıp kendi muhalif kitlelerini zehirlememeli.

ABD, ülkemizde FETÖ’sü ve PKK’sıyla pek mutlu ve uzun bir hayat yaşadı, bırakın, ABD kendi enkazını kendisi toplasın.

Bırakın ABD yeni oyunlarını yine FETÖ’sü ve PKK’sıyla kendince yoluna koysun, CHP ve Cumhuriyet gazetesine girip çıkan ne?

FETÖ ve PKK’nın kırılan kollarını ve boşluğunu doldurmak CHP’nin ve Cumhuriyet gazetesinin görevi değildir.

Aksine muhalefet ABD’nin güvenini değil halkın güvenini kazanmalı ve terörizmle savaşta en küçük kuşkuya fırsat vermemeli.

Görülen o ki, 17-25 Aralık’ta da MİT Tırları’nda da 15 Temmuz darbesi öncesi de CHP’yi şeytani ‘beklentiler’ içine sürükleyenler yine iş başında.

ABD’nin CHP’yi bir daha yeni şeytani ‘beklentiler’ içine sokmayı bu kadar ‘hızlı’ başarması manidardır, demek ki, bu şeytani beklentilerle siyasette yapanların CHP’de ve Cumhuriyet gazetesinde taraftarları çoktur ve hepsi hareket halinde tetiktedir.

Yani darbe gecesi ve sonrası hem Cumhuriyet gazetesinde hem CHP’de, CHP’nin birkaç günlük ‘milli duruşunu’ dahi hazmedemeyenlerinin sayısının çokluğu, darbe gecesi hayal kırıklıkları sonrası ABD’yi çok heveslendirmiştir.

Nihat GENÇ
Aydınlık/27.09.2016

Bir Yatak İki Ayı




Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin yakınlarda verdiği bir mülakatta, “Rusya akılla anlaşılmaz, ona ancak inanabilirsiniz” demiş. Rusya’yı anlamak isteyenlere şu sözlerle ipucu vermiş: “Rus kültürü çok kapsamlıdır. Eğer Rusya’yı anlamak ve hissetmek istiyorsanız, Tolstoy, Çehov ve Turgenyev okumalı, Çaykovski dinlemeli ve klasik Rus balesi izlemelisiniz”

Uzun Brejnev döneminin ardından (bu döneme “SSCB’nin kış uykusu” da denir) hızla kapitalizme geçen Rusya bütün neoliberal eğilimleri, uluslararası sermayeyle bütünleşmeye çalışan “küresel” oligarkları silindir gibi ezerek bir tür “sosyalizmsiz Stalinizm”e geçmeyi, bütün fikir akımlarını “kadim Rus devleti” anlayışında birleştirmeyi başardı. Günümüzde Rusya, hem Çar hem de Komünist Partisi Merkez Komitesi gücünde bir iktidara sahip, milliyetçi, kapitalist ve emperyal bir ülkedir.

Aynısı Çin için de geçerlidir. Onu anlamak için Batı’da Sinoloji diye ayrı bir bilim dalı geliştirmişler. Batı, sosyalist Çin’de Büyük İleri Atılım (1958-60), Sağ Oportünizme Karşı Mücadele ve Kültür Devrimi (1966-76) gibi muazzam kitle hareketlerini anlamakta zorlanmış; SSCB’nin Çin sınırına yığınak yaptığı ve Vietnam Savaşı’nın devam ettiği bir sırada (1972), Mao Zedung’la Richard Nixon’ı aynı fotoğraf karesinde gören dünya komünistleri hayretler içinde kalmışlardır (şimdi de Çin siyasetinde Mao Zedung Düşüncesi’ne doğru bir eğilim görüyoruz ama neler olduğunu henüz anlayamıyoruz).

İDEOLOJİ VE JEOPOLİTİK

Bunlar kadim ve büyük emperyal devletlerdir. Geçmişte ideolojiye fazla önem verdikleri için jeopolitiği ihmal ettikleri doğru değildir. Tam tersine, jeopolitik gerektirdiğinde ideolojiyi ihmal etmişlerdir. Sovyetler Birliği için sadece 1939 tarihli Molotov-Ribbendrop Paktı bile yeterli bir örnektir. Kızıl Ordu Generali Tuhaçevskiy’in Polonya Seferi (1919-21), Finlandiya’yla “Kış Savaşı” (1939-40), daha öncesinde Brest-Litovsk Anlaşması (1918); bunların hepsi Rus jeopolitiğinin gerekleridir. Mesela Troçki, Sovyet dış politikasıyla ilgili yazılarında “Çarlık İmparatorluğu’nun bulunduğu bölgede meydana gelen proletarya devrimi” ifadesini kullanır. 1922 yılında aynen şöyle demiştir: “Devrimci yayılma hatları Çarlığın yayılma hatlarıyla aynıdır; çünkü devrim coğrafi koşulları değiştirmez.” Ekim Devrimi’nin bu jeostratejik konseptini Stalin dikkatle sürdürmüş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın yarısını ele geçirmiştir. İdeoloji başka işe yarıyor, jeopolitiğin alternatifi değil.

İNEK VE AYI

İstanbul/Çanakkale Boğazı, Kafkasya ve Karadeniz, Rusya için tarihsel olarak Baltık Bölgesi’nden daha önemli stratejik noktalardır. Rusya’nın Doğu Akdeniz’de elde ettiği tahkimat ile kendi anakarası arasında kalan bu stratejik noktaları önümüzdeki savaşta en azından (en azından!) kullanabilmek için elinden geleni yapacağı kesindir.

Geri zekâlı NATO teorisyenlerinin ve AB uzmanlarının Rusları zerre kadar anlamadıkları açıktır. Sebebi basittir. Putin’in dediği gibi, “Rusya akılla anlaşılmaz.” Şaakaşvili’nin Soros’un paracıklarıyla yapmaya çalıştığı Gül Devrimi’ni Rusya’nın tanklarıyla nasıl ezdiğini, Kırım’ı bir hamlede nasıl ilhak ettiğini, Doğu Akdeniz’e bir gecede nasıl daldığını gördük.

2008 yılında Rusya’nın NATO temsilcisi Dimitriy Rogojin, “Bizi eleştirenler, bir ineğe ‘seni parçalayıp yutacağız, çünkü açız,’ diyen bir kurda benziyor,” demiş; “ancak biz inek değil Rus ayısıyız,” diye eklemiştir.

Yanlış hatırlamıyorsam, ünlü “Johnson mektubu” döneminde, yani 1960’ların ilk yarısında İsmet İnönü, “Büyük devletlerle ilişki kurmak ayıyla yatağa girmeye benzer” demişti. Derinleşen III. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin daha işin başında iki büyük ayıyla aynı yatağa girdiğini görüyoruz. Birine tutunmak istiyor ama diğerinden kopamıyor.

İnek olmamak için kararlı olmak ve sıkı durmak, dış politikayı parti politikalarına alet etmemek gerekir. Ziraat Mektebi’ndeki o soğuk odayı aydınlatan gaz lambasının ışığında düşünen 38 yaşındaki Mustafa Kemal’in kurmay dikkatine ihtiyacımız var.  

Yavuz ALOGAN
Aydınlık/10.09.2016

24 Eylül 2016 Cumartesi

“Perinçek’in Uzantıları”



İsmet İnönü Bulvarı’ndaki Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı binasının önünden geçerken bisikletimi sağa çekip durdum. Binanın ön cephesini kaplayan resme baktım. Resimde Mustafa Kemal ile RTE, sivil giyimli, aynı boyda, neredeyse simetrik olarak yan yana duruyorlardı. Görüntü iki şekilde yorumlanabilirdi: birincisi, “ondan güç alıyorum”; ikincisi, “onun yerinde artık ben varım.” Daha sonra, bir zamanlar bağrında Atatürk Orman Çiftliği olan, şimdi ise Saray heyulâsının bir kâbus gibi üzerine çöktüğü, her köşesi polis tarafından tutulmuş Gazi Mahallesi’ne doğru pedal basarak yola devam ettim.

Cemaatçi ya da tarikatçı olsaydım korkardım. AKP döneminde edindiğim servetin ve her türlü imkânın bir anda buharlaşma ihtimali karşısında “titrerdim mücrim gibi baktıkça istikbalime.” Başbakan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın her konuşmada “Gazi”yi anması; Dışişleri Bakanı’nın Slovenya seyahatinde “Suriye’de kapsayıcı ve laik bir yönetim gerekli” demesi; Adalet Bakanı’nın “Türkiye, tam bağımsız, tam egemen, güçlü ve büyük bir devlettir” diyerek ABD’ye meydan okurken “Başöğretmenimiz” ifadesini kullanması, bende derin kaygılar yaratırdı.

Nitekim korkuyorlar. Hepsinde, “Lan n’oluyoruz!” havası var. FETÖ soruşturmasıyla yokuş aşağı hızlanan kamyonun bir noktadan sonra kontrolden çıkacağını, direksiyona “laikçiler”in geçeceğini ve topunu birden altına alıp ezeceğini düşünüyorlar.

Ahmet Taşgetiren’in Star’daki yazısı sadece bir örnek. Şu sözlerdeki derin siyasi manaya bakınız: “En büyük risk ... muhafazakâr bilinen kadroların ‘FETÖ mensubu’ yaftasıyla tasfiye edilmesi ve özellikle Doğu Perinçek’in uzantılarına alan açılmasıdır.” Kerenskiy de Temmuz 1917’de buna benzer şeyler söylemişti ama anlatması uzun sürer.

Yola devam ettim, polisin GBT soruşturmasından geçtikten sonra Saray bölgesine girdim. Bir zamanlar Atatürk’ün evinin olduğu yerden yokuş aşağı Yenimahalle’ye doğru hızlanırken, bazı sosyalist arkadaşların bu gerici koroya katıldıklarını hatırladım. Mesela şöyle: “Akit-Perinçek-Erdoğan el ele” ya da “iflah olmaz biçimde gerici müttefik arayan Perinçek.” Hadi ya! Sahiden mi?

Tandoğan (“Anadolu” değil!) Meydanı’ndan Anıtkabir’e doğru tırmanırken, kendi kendime söylenmeye başladım: Hepiniz ondan öğrendiniz! BOP Eşbakanı’nın kim olduğunu, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmak gerektiğini, Atlantik sisteminde kalması halinde Türkiye’nin bölüneceğini, Amerikancı darbe ihtimalini, Kontrgerilla’nın ne olduğunu, MİT’in nasıl felç edileceğini, Ermeni soykırımının emperyalist bir yalan olduğunu, siyasetin ancak gerçekler zemininde yapılabileceğini, cezaevinde ağlaşmadan nasıl dik durulacağını ... yoksa küçükken sosyalizmi de ondan mı öğrenmiştiniz?

Hırant’ın öldürüldüğü, sizin ABD Konsolosu’nun arkasında saf tutarak “Hepimiz Ermeniyiz!” diye bağırdığınız günün akşamı cinayeti kimin hangi sebeple işlediğini anlatan; Çiller Özel Örgütü’nü, FETÖ’cü yapılanmayı yıllarca sorgulayıp açıklayan; “bu gidişle” PKK’nin Amerika’nın kucağına oturacağını 25 yıl önce gören; bizler güzelce sosyalistlik ederken Silivri zindanında elli kere müebbet yemiş, 70’ini geçmiş bir devrimci olarak, Gladyo’nun bir numarasını (Gül), iki numarasını (RTE) ve üç numarasını (FETÖ) ilan eden, “Hepiniz milletin ayakları altında ezileceksiniz!” diye meydan okuyan kimdi?

Yiğidi eleştirin elbette (ben de eleştiririm), ama hakkını yemeyin ve en önemlisi meydanı boş bulup en gerici-emperyalist kurtlarla birlikte ulumayın. Ayıptır! Eğer hükümet ani bir sapmayla ABD’nin kuyruğuna takılıp “Perinçek’in uzantıları”na saldırırsa, ya Irak Komünist Partisi gibi “demokrasi budalası/turuncu devrimci” olursunuz ya da esir kamplarında “çatı partisi” kurarsınız. Tarih güçsüzlerin iradesini umursamaz. “Büyük karar” zamanıdır; hiç kimse olduğu yerde kalamayacak.

Böyle tehlikeli işlere (laf aramızda!) hiç bulaşmasanız bence daha iyi olur. Önderlik edebileceğiniz kıvamda bir proletarya bulamadığınıza göre, sivil toplumcu bir eylem olarak mesela bisiklet yollarının yapılması için mücadele edebilirsiniz. Böylece bir “sosyal fayda” da sağlamış olursunuz. Üstelik bisiklet sürmek emin olun zihninize bambaşka bir küşâyiş (parlaklık) verecektir.

Yavuz ALOGAN

Aydınlık/17.09.2016

Hain Liberaller İçeri Atılınca Ülke Toprağını Verme Cumhuriyet Gazetesine Kaldı



Sevgili Okuyucu, sabırla, Aslı Aydıntaşbaş’ın son yazısından şu satırları okuyun:

...Türkiye’nin dış politikada içine girdiği fasit daire ve Batılı müttefikleriyle girdiği düşük yoğunluklu kavgadan çıkmasının sadece ve sadece 2 formülü var. Bu ülkenin önünü açacak, demokrasisine katkıda bulunacak, yeniden yükseliş trendini başlatacak 2 temel meseleden söz ediyorum. Birincisi Kürt meselesinde barış süreci (ki maalesef Ankara halihazırda buna kapalı), ikincisi de Kıbrıs’ta çözüm.


Kıbrıs’ta çözüm, 10 yıldan bu yana  ilk kez yeniden gündemde. Bir uzanma mesafesinde.  Ankara biraz konsantre  olursa, olmayacak iş değil.  Önce bu işin Türkiye’yi nasıl rahatlatacağını anlatayım. Çözüm olursa Kıbrıs Türk’ü anında Avrupa Birliği’ne girecek, Türkçe resmen bir AB dili olacak, Türkiye’nin AB süreci buzdolabından inecek, kapalı olan AB fasılları şıkır şıkır açılacak. Hayal kurmuyorum. Dış politikada dev, hatta tektonik bir düzelmeden söz ediyorum. Fasılların çoğu Kıbrıs blokajı yüzünden açılamıyor ya da kapanamıyor. Bu durum mecburen değişecek. AB sürecinin sahiden başlaması da otomatikman demokrasinin kalitesini bir tık yükseltecek, biraz nefes almamızı sağlayacak. 

Dahası da var,  İsrail’le yeni başlayan normalleşme süreciyle birlikte Türkiye, Kıbrıs açıklarındaki petrol ve doğalgaz sahalarından kendisine yeni kaynaklar yaratabilecek. Enerji konusunda rahatlayacak, Rusya’ya bağımlılığı azalacak. 

İhtiyaç olan,  Annan Planı  döneminde olduğu gibi  cesur, sağlam  bir yaklaşım. Bu yaklaşımın temel prensibi,  KKTC  üzerinden Avrupa’ya yeniden yönelmek  ve bunun için ezber bozan bir şekilde müzakere sürecine asılmak olmalı…”


Sabırla okudunuz mu, ben yine de özetleyeyim, otuz yıldır ‘aynı balonları’ okuyorsunuz, Türkiye istikrarı ve mutluluğu ve refahı kazanmak istiyorsa, hem Kıbrıs’ı hem Güneydoğu’yu vermeli.

Şayet bu toprakları verirse, şayet cesur sağlam adımlar atarsa, gelsin yükseliş trendleri gelsin şıkır şıkır açılan Avrupa kapıları.

Batı’nın bu dayatma ve toprak talepleri artık Cumhuriyet Gazetesi’nde dillendiriliyor.

Kıbrıs’ı ve Güneydoğu’yu vermek, bu ülkede otuz yıldır, her liberalin en büyük ‘kutsal savaşı.’

İşte yine başladılar...

Bu ülkede otuz yıldır ‘toprak vererek’ barışmak ihanetini bir fikirmiş gibi söyleyip yazanların çoğu içerde, çoğu, baktılar olmuyor, ülkeyi işgale darbeye kalkıştılar.

Anlaşılan Cumhuriyet gazetesi yeniden kolları sıvadı, ‘toprak taleplerinin’ yeni karargahı oluverdi.

Cumhuriyet gazetesi ‘ver kurtul’ dayatması konusunda neden bu kadar iştahlı.

Neden emperyalistlerin istila hareketi ve öfkesinin ateşli sözcülüğünü yapıyor?

Oysa o Cumhuriyet gazetesinde emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı savaşan ‘güzel adamlar’ vardı.

O güzel adamlar güzel atlarına binip gitmediler, o güzel adamların bindiği atların kafaları o gazetede kopartıldı.

Öldürülen kafaları, kırılan o beyaz atlarına binmiş adamların yerine ise, emperyalistler adına bize hala toprak verin demokrasiniz gelişsin diyen sözcüleri yerleşti.

Otuz yıldır aynı masal aynı balon, doğuda ve Kıbrıs’ta toprak ver, Avrupa kapıları açılsın, mutluluk ve refah ve bolluk gelsin, hala bunlara inanan, hala bunları yazabilen, hala bu ‘ihaneti’ pazarlayanlar var.

Kardeşlerim, ABD’nin ve AB’nin geliştirdiği ‘en mükemmel silah’ nedir, işte, durmaksızın, ‘toprak ver özgürlük gelsin’ diyen bu yazılardır.

‘Demokrasine katkıda bulunmak mı istiyorsun, o halde toprak ver...'

Bu yazılar ABD’nin ve AB’nin geliştirdiği en mükemmel silahtır, sizi içerden kuşatır, üstelik Cumhuriyet’in kalesi denilen Cumhuriyet gazetesini ele geçirir.

Evet, bu ‘balonları’ yazanların bir çoğu içeri tıkıldı, ancak, Cumhuriyet gazetesi ve CHP içinde yeniden bir ‘toparlanma’ içindiler.

‘Artıklar’ hem CHP’de hem Cumhuriyet gazetesinde yeniden ‘toplama’ bir silah inşa ediyor, o bildiğiniz otuz yıldır kullanılan silah: ‘Ver kurtul, ver özgürlük gelsin, ver mutluluklar gelsin, ver Avrupa kapıları açılsın. Ver demokrasinin kalitesini yükselt…’

Neyi veriyorsun?

Babanın malını mı veriyorsun?

Babanın evinden bir kilim, bir halı, bir koltuk, bir biblo eşyası olsa dahi vermemek için dünyayı başımıza yıkarsın, ama, ülke toprağına gelince, ver gitsin.

Kim öğretti size bu kadar kolay ‘ver gitsin’ demeyi?

Ülkeyi toprağını vermek ihanet değil mi, toprak vermek ve toprak pazarlığı yapmak ve toprak vermeyi bir fikirmiş hatta barışmış gibi göstermek hala neden bu kadar ‘kolay?’

Şu yüzden kolay, çünkü vatan satmanın iki türü var...

Birincisi ‘hain niyetli’ satmak, ki, cezası vatan hainliğidir.

İkinci, satma türü, ‘iyi niyetli’ satmak ki, bu türünde, mutluluk özgürlük refah ve açılan Avrupa kapılarından söz edip, vaatlerle satarsın.

Sam Harris, İnancın Sonu kitabında, 12 Eylül’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırılar sonrası doğu ve batının, istila savaş ve terörizmi ve şiddeti tartışırken, saçma sapan iddialarda bulunur.

Şimdi özetlerken lütfen kafanızı sıkı tutun karışmasın...

Der ki, evet Amerika’da işgalci ve öldürüyor, ama, Amerika, ‘iyi niyetli’ bir ahlak’ın sahibi.

Çünkü Amerika bazen öldürdükten sonra ‘pişman’ oluyor, öldürdükten sonra bazen ‘ağlıyor’, çoğu zaman yanlış öldürdüğünü kabul ediyor ve çoğu zaman öldürürken hiç sevinmiyor.

Oysa Ladin ve Saddam öldürmekten zevk alıyor ve öldürdükleri zaman hiç pişman olmuyor.

Saddam ile Amerika, evet, her ikisi de öldürüyor ama, aralarında ‘ahlaki’ bir fark var.

Amerikalılar ‘iyi niyetli...’

Evet, bence de Aslı Aydıntaşbaş ‘iyi niyetli...’

Evet, PKK hain bir örgüt ve ülke toprağına saldırıyor ve hiç pişmanlık duymuyor, bu yüzden biz PKK’yı vatan haini terörist kategorisine koyuyoruz.

Ama Aslı Aydıntaşbaşlar farklı, bu yazarlar ise ülke topraklarını vermenin pazarlığını yaparken ‘iyi niyetli’liler, ince kalpli ve neşeliler, asla ‘kötü hain’ değiller.

‘İyi niyetli’ olunca suç ve ahlak konusunda ‘hainlik’ nedir ne değildir, kafanız karışmasın.

Kafanızı rahatlatmak için başka bir ahlaki kıstas vereyim, rahatlayın: Bakın, hem PKK hem Aslı Aydıntaşbaşları buluşturan asıl yer şurası:

Her iki tarafta hiç ama hiç pişmanlık duymuyor.

Başta Cumhuriyet gazetesi ‘toprak ver, ki, Avrupa’ya girebilesin ve demokrasi kaliten artsın yazılarını yazmaktan hiç sıkılmıyor.

Söyle Cumhuriyet gazetesi özgürlük nedir, özgürlük, doğuda ve Kıbrıs’ta toprak verip kazanılan mutluktur.

Ve tabii bu mutluluk tarifiyle, Avrupa’dan Alternatif Nobel gibi bilmem ne ödüllerinin almasının ve Aydınlık’a saldırmalarının sebebini anlamak çok zor değil.

Sevgili okuyucu, siyasette diplomaside tarihte akılda hiçbir yerde: toprak vermekle mutluluğun, toprakla vermekle özgürlüğün, toprak vermekle refahın, toprak vermekle barışın, toprak vermekle refahın, toprak vermekle ülkenin önünün açılmasının, hiçbir ilişkisi yoktur.

Toprak vermekle mutlu olmanın, toprak vermekle demokrasiyi geliştirme, ilişkisini, yazıp çizenler, dünde ve bugünde, tüm tarihte ve tüm dünyada, sadece bu toprakların liberallerine ait bir ihanettir.

Otuz yıldır yazıyorlar, otuz yıldır cevap veriyoruz: toprak vererek barış sağlamak, sadece işgal kuvvetlerinin iddiasıdır.

Ve bu iddiayı seslendiren yazarlar işgal kuvvetlerinin en mükemmel silahıdır.

Cumhuriyet gazetesi, kimin silahı, kuvayı milliyenin mi, işgal kuvvetlerinin mi?

Bağımsızlığın ve Kuvay-ı Milliye'nin gazetesi olun, ödülü size halkınız versin.

Şu hale bak, Kuvay-ı Milliye'yi öğrendiğim Cumhuriyet gazetesine bir gün gelecek Kuvay-ı Milliye dersi vereceğim bin yıl geçse aklıma gelmezdi.

Nihat GENÇ
Aydınlık / 24.09.2016

Alman Gazeteci Haisenko: Rus Uçağını ABD’li Neoconlar Düşürdü



Alman gazeteci, yazar Peter Haisenko, Suriye’de sona eren ateşkes üzerine bir yazı kaleme aldı. Haisenko, Suriye’de yaşanan savaşın sorumlusu olarak ABD’yi gösterdi.

Suriye’de hükümet ile ayrılıkçı gruplar arasında yapılan ateşkeste ABD’nin rolünü sorgulayan yazar, “Görüşmeler neden ABD ile yapılıyor? ABD’nin terör grupları ile ilişkisinin boyutu nedir” diye sordu.

ABD TERÖR GRUPLARINI EĞİTİP SİLAHLANDIRIYOR

Peter Haisenko’nun makalesinde ABD’nin Afganistan ve Irak saldırıları da yer aldı,  “ABD, El Kaide’yi öne sürüp uluslararası hukuk kurallarını çiğneyerek Afganistan ve Irak’a saldırdı. Aynı ABD, Suriye krizinin başından beri El Kaide ile bağlantılı El Nusra ve benzeri örgütleri silahlandırıp, eğitiyor ve Suriye’ye sokuyor.”

RUSYA VE SURİYE, ABD’NİN PLANINI BOZDU

Rusya’nın, Suriye yönetiminin onayını alarak yaptığı hava operasyonlarının ABD’nin planlarını bozduğunun altını çizen Peter Haisenko, "Esad gitsin" korosunun keyfini kaçırdığını vurguladı.

ABD’nin Rusya’nın eline geçen teröristlerin CIA ile bağlantılarının açığa çıkmasından çekindiğini yazan Alman gazeteci, ABD’nin İsviçre’de defalarca gerçekleştirilen barış görüşmelerine razı olduğu iddiasında bulundu.

TÜRKİYE’NİN DEĞİŞEN DIŞ POLİTİKASI ABD’Yİ ZORA SOKTU

Savaşın yalnızca Washington'a diş göstererek ve onunla sert şekilde mücadele ederek kazanılabileceğini belirten Haisenko, makalesinde “ABD son 70 yıldır her zaman askeri olarak kendinden çok zayıf ülkelere saldırarak güç gösterisinde bulundu, bu gidişat ancak onun karşısında güçlü ve dik olarak durarak önlenebilir” ifadelerine yer verdi.

Türkiye’nin değişen dış politikası sonucunda ABD’nin desteklediği terörist grupların artık Türkiye sınırını eskisi gibi rahat kullanamadıklarını ve bu nedenle de ABD’nin Suriye’ye karşı savaşan grupları artık tam olarak kontrol altında tutamadığını söyleyen yazar buna kanıt olarak da ÖSO’nun geçtiğimiz günlerde ABD askerlerini tehdit ederek mevzilerden kovmuş olmasını gösterdi. Alman gazeteciye göre eldeki verilerin hepsi ABD’nin Suriye’de örtülü bir savaş verdiğini kanıtlıyor.

‘ABD PLANLARI ÇÖKTÜ, ESAD ARTIK DAHA GÜÇLÜ’

Peter Haisenko, bölgenin ABD’ye karşı birleştiğini kaydetti, “Amerikan planları çöktü. Esad eskisinden daha güçlü. Rusya ve Çin, ABD tehdidine karşı birleşti. Ankara Moskova hattı da tekrar güçlenme eğiliminde. Artık bölge ülkeleri Rusya’ya karşı birleşerek değil, Rusya’nın desteğini alarak savaşın durdurulabileceğini gördü.”

MERKEL GİDERSE ABD’NİN KABUSU GERÇEK OLUR

Merkel önderliğindeki Alman Hükümetini de eleştiren Peter Haisenko, Merkel hükumetini ABD’nin emirleri doğrultusunda hareket etmekle suçladı. Haisenko, Merkel hükumetinin Almanya’da yönetimi kaybetmesiyle ABD’nin kabusunun tam anlamıyla gerçekleşeceğini vurguladı.

Yazıda, ABD’nin savaş suçlarına 80 Suriye askerini öldürerek bir yenisini eklediği belirtilirken, Türkiye tarafından düşürülen Rus uçağının da ABD’li neoconlar (yeni muhafazakarlar) tarafından düşürülmüş olmasının yüksek bir ihtimal olduğu ifade edildi.

BÜTÜN DÜNYA ABD’YE KIRMIZI KART GÖSTERMELİ

Yazısının sonunda ABD’yi işlediği suçlardan dolayı hiçbir zaman yargılanmayan bir azılı suçluya benzeten araştırmacı gazeteci Peter Haisenko, barışın yolunu da gösterdi, “ABD’ye kırmızı kart göstererek dünyada barışı hakim kılabiliriz. Bunun için, ABD’nin haksız savaşlarını finanse etmesini sağlayan boyutlarda ki dış borçlarının dünya ülkeleri tarafından daha fazla kabul edilmemesi gerekir.”

Onur Tekin /Avusturya
Aydınlık/21.09.2016

23 Eylül 2016 Cuma

Sezgin Tanrıkulu ve CHP’nin Felaketine Giden Yol



CHP büyük ve köklü bir partidir. Atatürk tarafından cumhuriyetin kurucu ideolojisi üzerine inşa edilmiştir, bugünse Türkiye’nin ikinci partisi, islamcı iktidara karşı cumhuriyet ve laiklikten yana milyonlarca insanın oyunu birleştirdiği limandır. Her dört seçmenden birinin oyunu almaktadır, ancak açık bir biçimde başarısızdır. Başarısızdır çünkü 14 yıldır yolsuzlukları, skandalları ayyuka çıkmış bir iktidar karşısında hala yenilmektedir.

Bu durumu sadece halkın “ahmaklığı” ile açıklayabilir miyiz? Belli ki Türkiye’de siyaset sahnesi muhalefet tarafından ciddi biçimde boş bırakılmıştır.

Bakın şu FETÖ hadisesine, başka bir ülkede olsa, ne başbakan, ne bakan bırakmayıp devirecek böylesi bir skandal bile  AKP’ye dokunmamaktadır. Demek ki CHP mutlak anlamda başarısız bir partidir. Pek çok insan AKP’ye muhalif başka bir güç bulamadıkları için oylarını kerhen CHP’ye vermektedir.

Peki CHP neden AKP karşısında etkisiz, neden başarısız? Şüphesiz bunun pek çok farklı sebebi olabilir. En çok dile getirilen genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun yetersiz olduğu görüşü. Bu konuyu tartışmayı gereksiz buluyorum, çünkü bu tez doğru olsa bile pratik, çözüme dair bir veri sunmuyor. Bu konu tabi ki tartışılabilir, ama yakın gelecekte herhangi bir genel başkanlık seçimi olmadığına göre, bu tip bir argümanın yapıcı eleştiriye bir katkısı olmayacaktır. Oysa konu bir isimden daha öte, partinin temel siyasi yönelimleri ve siyaset yapma biçimi ile ilgilidir.

CHP’ye bulaşan iki öldürücü virüs

Yazının başlığında Sezgin Tanrıkulu’nun adı var ama o sadece bir sembol, uzun yıllardır CHP’ye sirayet etmiş olan bir tür siyasi hastalığın sembolü. Artık basit bir rahatsızlık ya da arıza olmaktan çıkıp ölümcül bir tehlike haline gelen bu hastalık iki virüsün birleşimi ile ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bunlardan birincisi 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye solunun her kesimine ama en çok da sosyal demokratlara bulaşmış olan liberalizm, ikincisi ise görece daha erken bir dönemde, ama yine aynı şekilde tüm sola musallat olan etnikçiliktir.

Bugün kendi kendine yarattığı %25 barajını bir türlü aşamayan CHP, 1970’lerde oylarını yüzde kırklara kadar çıkarmıştı. Bu başarı iki temel siyasi unsura dayanıyordu: CHP siyaseti emekten yanaydı ve halkçıydı.

Liberalizm, 90’lardan itibaren CHP’nin işçi sınıfı ile bağını kopardı. Sola son on – on beş yılda bulaşan etnikçilikse CHP’nin halkçılığını aldı götürdü. CHP geniş halk kesimlerinin duyarlılıklarına değil, medyaya ve sosyal mecralara egemen olmuş dar bir kliğin sözüne kulak verir oldu. 

Bizde etnikçilik esasen iberalizmin ve Avrupa’dan ithal “yeni sol” akımların kucağında büyüdü. Türkiye’de önce sosyalist solun küçük ve artık son derece itibarsız örgütlerini kuyruğuna taktı, ardından kendi dışında kalmaya çalışan bütün sola muazzam bir basınç uygulamaya başladı. Sosyal demokratlardan komünistlere kadar her örgüt bu baskıdan payını aldı.

Cumhuriyete karşı liberal – etnikçi ittifakı

Zaten birbirinin kardeşi olan, her ikisi de Amerikan icadı, Avrupa beslemesi bu iki akım, liberalizm ve etnikçilik, Türkiye özelinde özellikle iç içe geçtiler, birlikte büyüyüp serpildiler. Çünkü ortak bir düşmana, “Kemalist Cumhuriyet’e” karşı savaşıyorlardı ve çok sağlam bir ortak dostları vardı: AKP ve cemaat işbirliği ile kurulmuş olan islamcı iktidar.

2002 – 2012 dönemi bu iki akım için deyim yerindeyse “altın çağ” oldu. İslamcı ortaklarıyla beraber memleketin neredeyse bütün gazetelerini, TV’lerini ele geçirdiler, bürokraside, devlet kademelerinde hiç olmadıkları kadar etkin hale geldiler, ülkenin silahlı kuvvetlerini, yargısını, polisini, okullarını, medyasını, ticaret dünyasını, tek solcu, tek Kemalist kalmamacasına “temizlediler”. Operasyonların, kumpasların anahtar sözcükleri belliydi : liberallerinin dilinden “askeri vesayet”, etnikçilerin ağzından “çözüm süreci” düşmüyordu.

Gazetelerine yazdıkları uydurma haberler ertesi gün iddianameye dönüşüyor, bütün sivil toplum örgütleri, bütün siyasetçiler, bürokratlar karşılarında tir tir titriyordu. Hem ABD’nin, hem Avrupa’nın, hem AKP’nin, hem cemaatin, hem patronların gözdesi onlardı, itibarlarının ve güçlerinin zirvesine ulaştılar. Değil onları eleştirmek, kaşlarının üstünde göz var demek bile yürek isterdi. İsteklerine boyun eğmeyen her insanı iki taş arasında faşist, vesayetçi, Kürt düşmanı ilan ediyor, kendilerine karşı koyabilecek her yapıya, her düşünceye öldüresiye yükleniyorlardı.

Bu saldırılardan en büyük payı küçük gövdelerine rağmen liberalizme ve etnikçiliğe direnen sol-sosyalist örgütler aldı. Alay konusu oldular, dışlandılar, üyeleri şiddete uğradı, örgütleri “içeriden” dağıtıldı. Küçüklerdi ama mide bulandırıyorlardı, ikide birde etnikçiliğin, liberalizmin solculuk olmadığını anımsatıyorlardı, itibarsızlaştırılmaları, suskunluk sarmalında boğulmaları gerekiyordu.

ABD planının önündeki engel olarak CHP

Cumhuriyetçiler ve CHP ise sadece fikri anlamda değil, büyük bir kitlesel gövde ve siyasi güç olarak da sorun yaratıyordu. Bu noktada şunu anımsatmak gerekiyor: Türkiye ve benzeri ülkelerde liberalizm ve etnikçilik müstakil, yerli akımlar değildir, her ikisi de aslen Batı’nın bizim gibi memleketleri “hizaya getirmek” için kullandığı aparatlardır. Küçük sosyalist örgütlerin verdiği baş ağrısı liberal etnikçilerin moral durumları ile sınırlı kalırken, CHP’nin yarattığı sorun bunların asıl sahiplerinin canını sıkıyordu. CHP, Amerikalılar için AKP’den bile önemliydi, kocaman gövdesi ve cumhuriyetçi refleksleriyle ABD’nin AB ile pişirdiği ve bizim islamcıları da ortak ettiği Büyük Ortadoğu Projesi’nin önünü tıkıyordu.

CHP’ye gizli çekim videolara varacak kadar adice operasyonlar çekildi. Sosyal demokratların her sözü ağızlarına tıkıldı, her akşam, her sabah medyada bir cumhuriyetçinin, bir Kemalistin aşağılanmasına itibarsızlaştırılmasına tanık olduk. Bir yandan Silivri zindanları adam öğütürken, diğer yandan liberal ve etnikçi lobi “sahayı temizlemek” için tam gaz çalışıyordu. CHP içinde liberalizm veya etnikçilikten herhangi birine pirim vermeyen pek çok isim ayıklandı. Bunlar ya “demokratik usüllerle” gönderildiler veya siyasi/sosyal baskılara boyun eğmek zorunda kaldılar. Cumhuriyetçiler, Atatürkçüler veya halkçı siyasetten yana olanlar önseçim benzeri “demokratik” yöntemlerle siyaset dışına itilirken, onların yerini neredeyse tamamı “kontenjandan” paraşütle gelen yeni isimler aldı. Her ne hikmetse bunların içinde bol miktarda liberal, bol miktarda etnikçi göze çarpıyordu. Toplumun laiklik, Atatürk, cumhuriyet gibi hasasiyetleri üzerinden oy toplayan CHP’de suyun başına bir anda hiç de o taraklarda bezi olmayan kişiler oturuverdi.

CHP operasyonunun başarılı sonucu : Sezgin Tanrıkulu

İşte Sezgin Tanrıkulu, bu siyasetçi profili için tipik bir örnektir. Son icraatı malumunuz, Ahmet Altan’ın yargılanması sırasında gidip ona destek olması, boy boy fotoğraflar vermesidir. Tanrıkulu sıradan bir CHP’li değildir, bir genel başkan yardımcısıdır, Altan da sıradan bir “gazeteci” değildir. Ergenekon’un Balyoz’un baş aktörlerinden biridir. Zaten dava da Balyoz kumpasına dair bir davadır.

Altan, aralarında CHP milletvekilli Dursun Çiçek’in de bulunduğu subaylara kurulan tezgahtaki rolü sebebi ile yargılanmaktadır. Altan’ın başında bulunduğu ve FETÖ’ye ait olan Taraf Gazetesi, sadece Balyoz’da değil Ergenekon ve benzeri tüm kumpaslarda yalan haberlerle tetikçilik yapmış, solculara ve Kemalistlere yönelik linç kampanyalarının başını çekmiş ultra-liberal, ultra-etnikçi ve ultra-ABD’ci bir yayın organıydı. Mahkemenin kararı ne olursa olsun Türkiye kamuoyu artık tüm bu işleri ayan beyan biliyor. Taraf’taki pozisyonları ve yazıp çizdiklerine bakılırsa Ahmet Altan ve ultra-Amerikancı mesai arkadaşı Yasemin Çongar sadece Dursun Çiçek’in değil, başka CHP’lilerin de hayatına kast etmişlerdir: İlhan Cihaner, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Mehmet Haberal. Hayatına kast etmiş diyorum, çünkü biliyorsunuz bu davalar Yarbay Ali Tatar, Kuddusi Okkır gibi pek çok insanın yaşamına mal oldu. Hal böyle iken, yine CHP’den en üst düzeyde bir yönetici bu isimlere “destek vermek için” mahkeme salonunda yerini almaktadır.

CHP’ye çökmüş liberal etnikçiliğin bir örneği olarak Sezgin Bey, geçmişinde CHP’li olan biri değildir. Hatta geçmişteki (ve bugündeki) siyasi çalışmaları neredeyse tamamen HDP’liler ile yürütülen işlerdir. Bunda anormal olan bir durum yok, kendisi Diyarbakırlıdır, PKK’nin yan örgütü gibi çalışan, Eren Keskin gibi isimlerle tanıdığımız İnsan Hakları Derneği ile ortaklaşa hayata geçirilen İnsan Hakları Vakfı’nın -pek çok HDP’li isim ile birlikte-  yöneticileri arasında yer almaktadır. Bu alanda o denli etkindir ki, çalışmaları sebebi ile 1997 yılında Amerikan Robert Kenedy Vakfı’nca ödüllendirilmiştir.

Sezgin Bey’in paraşütle makamına inişi

Böylesi bir durumda bile bir bireyin kendini fikren CHP’ye yakın hissedip orada siyasete atılması gayet doğaldır. Doğal olmayan, Sezgin Bey’in CHP’ye giriş biçimidir. Gençlik yıllarından beri etnikçi liberallerle “insan hakları” çalışmaları yapan Sezgin Bey, 2010 yılında (yani 47 yaşına geldikten sonra) CHP’ye katılmıştır. Hangi seviyeden dersiniz? Üye olarak? Delege olarak? İlçe başkanı ya da il yöneticisi olarak? Belediye meclisi üyesi olarak? Vekil olarak? Hayır hiç biri değil, Sezgin beyin “kıymetli kişiliğini” ve “siyasi değerini” genel başkan yardımcılığından aşağısı kurtarmamıştır! Partide bu pozisyonun üzerinde bir tek makam vardır o da genel başkanlık makamıdır, Allahtan genel başkan hala “seçimle” gelmektedir de Sezgin Bey doğrudan en tepeye oturmamıştır!

Bundan daha ilginç olanı ise öykümüzün milletvekili olma bölümüdür. Sezgin Bey, CHP çatısı altında üç kez milletvekili seçilmiştir. Her üç seçimde de adı yıllardır avukatlık mesleğini icra ettiği, baro başkanlığı yaptığı ve ABD’den ödül alacak denli “başarılı” çalışmalar yürüttüğü Diyarbakır’ın değil İstanbul’un aday listelerine yazılmıştır. Siyasete genel başkan yardımcısı seviyesinden başlatılacak denli “büyük” bir transferin kendi memleketinde CHP’nin alabildiği oy %1’i bile bulmamaktadır. Partiye hiçbir somut getirisi olmayan Tanrıkulu “garanti” bir yerden, İstanbul’dan ve parti içindeki pozisyonu da garantilenerek ön seçime dahi sokulmadan milletvekili yapılmıştır. Tanrıkulu’nun arkasında acaba nasıl bir güç vardır?

Bu soruya dair bazı ipuçlarını 18 Ekim 2010 tarihli Merkez Yürütme Kurulu Toplantısı’nda buluyoruz. Bu toplantıda dönemin milletvekili Şahin Mengü, Kemal Kılıçdaroğlu’nu  Sezgin Tanrıkulu hakkında şu sözlerle uyarıyor : ”Bu kişiye dikkat edin, ABD’nin adamıdır. Baro Başkanlığı sırasında birkaç defa ABD’ye götürülmüştür. ABD’liler, bir insanı önce denerler. İşlerine yaramayacağını anladıkları zaman bir daha çağırmazlar. Başkan Clinton’ın Türkiye ziyaretinde siyasetçiler dışında görüştüğü birkaç “özel” kişiden biridir. Ayrıca, bölgede Barzani’nin Türkiye Temsilcisi olduğuna dair iddialar da vardır…”

CIA’nın TR-705 kodlu haber alma elemanı Sezgin Bey

Bizler “gerçekten de Sezgin Bey’in arkasında Amerika mı var acaba” diye düşünürken, Wikileaks belgeleri patladı. CIA’nin gölge kuruluşu Stratfor’a ait belgelere göre Tanrıkulu, ABD gizli servisinin kurduğu Stratfor’un Türkiye’deki TR-705 kodlu haber alma elemanıydı. Ancak belgelere bakılırsa Sezgin Bey sıradan bir haber alma elemanı değildi. İlişkilerini ABD’nin “Kürdistan işleri bürosu” gibi çalışan Adana Konsolosluğu üzerinden yürütüyordu ve kişisel görüşlerinden daha fazlasını paylaştığı, bir tür “işbirliğinin” tarafı olduğu anlaşılıyordu.

Örneğin, 2 Mart 2006 tarihli yazışmaya göre “bölgedeki çabaları için Amerika’ya minnettar olduğunu ancak Ebu Garip fotoğraflarının Amerikan imajına verdiği zarardan kaygı duyduğunu” belirtiyor. 12 Temmuz 2007’de Amerikalılara DTP’den vekil adaylığına dair ayrıntılı bilgi veriyor.

21 Haziran 2007’de ise çok daha ilginç bir görüşme var : Tanrıkulu, Amerikalılara Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Barzani hakkında yaptığı suç duyurusu ve tutuklama talebini şikayet ediyor. Buradan anlıyoruz ki Atatürkçüleri ABD’ye şikayet eden bir adam Atatürk’ün partisine genel başkan yardımcısı olmuş, hey güzelim Türkiye, sen nelere kadirsin!

Büyükelçi’nin Washington’a yazdığı 2 Mart 2006 tarihli bir bilgi notundan Sezgin Bey’in itibarlı bir haber alma elemanı olduğunu ve geçmişte tıpkı Selahattin Demirtaş gibi, amacı ABD dostu siyasetçiler yetiştirmek olan “Uluslararası Ziyaretçi Programı” katılımcısı olduğunu öğreniyoruz. Büyükelçi, Sezgin Bey’in bu programda yer almış olmasını bir güven işareti olarak belirtiyor.

Cumhuriyetin kurucu partisini HDP’nin kuyruğuna takma çabası

Tüm bu veriler Sezgin Bey’in CHP’ye gelişi ve yükselişi hakkında bize bazı ipuçları sunuyor. Ama asıl dikkat etmemiz gereken Ahmet Altan’la yan yana verdiği poz. Çünkü bu poz Sezgin Bey’in CHP içinde sandığımızdan çok daha güçlü olabileceğini gösteriyor. Öyle ya, partinin canına kast etmiş, neredeyse tüm siyasi varlığını CHP’ye ve onun ideolojisine küfür etmekte bulan bir adama genel başkan yardımcısı düzeyinde bir destek veriyorsanız gelebilecek tepkilerden hiç mi hiç çekinmiyorsunuz demektir!

Evet, anlaşılan o ki Tanrıkulu gibi etnikçi-liberallerin CHP üzerinde etkisi ilk bakışta görülenin hayli üzerinde. CHP, halkın genelinde ortak hale gelmiş duygulara sağır kalıyor. PKK ile ilgili konularda hiç olmadığı kadar tutuk davranıyor, çoğu zaman HDP tarafından istismar ediliyor, kullanılıyor ve buna dair hiç bir doyurucu tepki vermiyor. Amerikan çizgisini temsil eden etnikçi liberaller CHP’yi hızla halktan uzaklaştırıyor.

Bakın son derece dramatik tek bir olay üzerinden CHP’nin nasıl yanlış yönlendirildiğini görelim:

PKK, ABD’nin iş savaş arzusuna hizmet edecek şekilde Türkiye’nin en önemli siyasi figürlerinden biri olan CHP Genel Başkanı’na suikast düzenliyor. Tüm ülke infial halinde iken CHP bu olay karşısında akıl almaz bir tutukluk sergiliyor. Kendisine düzenlenen suikastte bile genel başkanın yanlış yönlendirildiğini, PKK’yi ağzına almadan açıklama yaptığını hayretler içinde gördük. İnsan düşünmeden edemiyor, kimbilir yakınındaki Tanrıkulu tipinde adamlar kulağına ne tür yalan yanlış bilgiler fısıldıyor.

Son dönemde ne PKK’nin en şiddetli askeri çıkışları ne de HDP’nin siyasi hamleleri  Türkiye kamuoyunda bir karşılık bulmadı, etnikçi siyaset Türkiye’de hiç olmadığı kadar yalnızlaştı. Etnikçilerin tamamen ABD’ye angaje siyasetleri ve sivillere yönelik vahşice eylemleri sonunda pek çok solcunun gözü açıldı, PKK/HDP yürüdüğü Amerikancı yolda yalnızlaştı. Halkın gözünde ise sorun artık “cumhuriyeti yıkmaya yönelik bir terör sorununa” indirgenmiş durumda. CHP’den de bu hassasiyetle hareket etmesi bekleniyor. CHP ise bu hassasiyeti göstermediği için halka güven veremiyor, AKP’nin hücumları karşısında derin yaralar alıyor.

Havuz medyasında CHP’yi PKK’ye destek veriyormuş gibi gösteren haberler çıkıyor. Biz bunlara gülüyoruz, inanmıyoruz. Ama Sezgin bey gibilerin evrile çevrile servis edilen eylemleri ortalama vatandaşın ikna olmasına, CHP’den uzak durmasına yetiyor. Bu tip eylemler, hangi niyetle yapılırsa yapılsın partinin görüntüsünü telafisiz biçimde bozuyor.

Tanrıkulu’nun dinci, solcu, liberal versiyonları

Etnikçilerin yarattığı basıncın bir benzeri liberaller tarafından laiklik konusunda üretiliyor. Milli Görüşçülüğünden zerre vazgeçmemiş islamcılar CHP içinde kendine yer bulabiliyor, kontenjan vekili oluyor, tarikatları cemaatleri kollayan raporlar yazıyor. Bakın Bekaroğlu gibi kimseler Başbakan Binali Yıldırım’dan daha islamcıdırlar, AKP’ciler “biz gömlek değiştirdik” diyorlar, bunlar onu bile demiyor, varın buradan hesap edin.

En başta söylediğim gibi Tanrıkulu bir örnektir. Bunun dinci versiyonu vardır, gazete köşelerinde “hocalık” yapan sözde solcu versiyonu, liberal versiyonu vardır. Kerameti kendinden menkul bu insanlar CHP’ye çöreklenmiş asalaklar misali, oradan beslenip ikbal, şan şöhret veya para sahibi olurlar. Kimin sırtından? İkide bir aşağıladıkları “laikçi beyaz Türklerin” sırtından.

Başka bir büyük partinin kapısına bastırmayacağı bu adamlar CHP’de kendine yer bulmakla kalmayıp parti politikalarını belirleyecek konuma kadar yükselebiliyorlar. Daha fenası, bu tufeyli sürüsü CHP’yi AKP karşısında iyice güçsüz, iktidarsız bir hale getiriyor ve bunu da demokratikleşme, solculaşma adı altında yapıyor.

Dincilik ve etnikçilik başta olmak üzere pek çok konuda ne dediği anlaşılmaz bir örgüt görüntüsü çizen CHP, bugün geçmişte olduğundan kat be kat güçsüz bir halde. Kendi elleriyle kendi sınırını yaratmış, oylarını %25 çizgisine hapsetmiş durumda.

Sezgin Tanrıkulu gibi isimler ve bu isimlere gösterilen müsamaha, CHP’nin felaketine giden yolun taşlarını döşüyor. Yarın seçim gelip çattığında bunları Konya’daki, Muğla’daki, Çanakkale’deki CHP seçmenine izah edemezsiniz. Üç beş tane etnikçiye, aklı kendine yetmez çakma solcuya veya dinciye iyi görüneyim derken evdeki bulgurdan olursunuz. CHP’nin Kürtlerden de Türklerden de daha fazla oy alabilmesinin tek yolu bir an önce kendi özüne dönmesi, Cumhuriyet’in kurucu partisi olmanın şuuruyla hareket etmeye başlamasıdır. Bu “genel başkan kim olmalı” sorusundan çok daha yakıcı ve önemli bir konudur.

Deli Gaffar

22.09.2016