23 Eylül 2016 Cuma

Sezgin Tanrıkulu ve CHP’nin Felaketine Giden Yol



CHP büyük ve köklü bir partidir. Atatürk tarafından cumhuriyetin kurucu ideolojisi üzerine inşa edilmiştir, bugünse Türkiye’nin ikinci partisi, islamcı iktidara karşı cumhuriyet ve laiklikten yana milyonlarca insanın oyunu birleştirdiği limandır. Her dört seçmenden birinin oyunu almaktadır, ancak açık bir biçimde başarısızdır. Başarısızdır çünkü 14 yıldır yolsuzlukları, skandalları ayyuka çıkmış bir iktidar karşısında hala yenilmektedir.

Bu durumu sadece halkın “ahmaklığı” ile açıklayabilir miyiz? Belli ki Türkiye’de siyaset sahnesi muhalefet tarafından ciddi biçimde boş bırakılmıştır.

Bakın şu FETÖ hadisesine, başka bir ülkede olsa, ne başbakan, ne bakan bırakmayıp devirecek böylesi bir skandal bile  AKP’ye dokunmamaktadır. Demek ki CHP mutlak anlamda başarısız bir partidir. Pek çok insan AKP’ye muhalif başka bir güç bulamadıkları için oylarını kerhen CHP’ye vermektedir.

Peki CHP neden AKP karşısında etkisiz, neden başarısız? Şüphesiz bunun pek çok farklı sebebi olabilir. En çok dile getirilen genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun yetersiz olduğu görüşü. Bu konuyu tartışmayı gereksiz buluyorum, çünkü bu tez doğru olsa bile pratik, çözüme dair bir veri sunmuyor. Bu konu tabi ki tartışılabilir, ama yakın gelecekte herhangi bir genel başkanlık seçimi olmadığına göre, bu tip bir argümanın yapıcı eleştiriye bir katkısı olmayacaktır. Oysa konu bir isimden daha öte, partinin temel siyasi yönelimleri ve siyaset yapma biçimi ile ilgilidir.

CHP’ye bulaşan iki öldürücü virüs

Yazının başlığında Sezgin Tanrıkulu’nun adı var ama o sadece bir sembol, uzun yıllardır CHP’ye sirayet etmiş olan bir tür siyasi hastalığın sembolü. Artık basit bir rahatsızlık ya da arıza olmaktan çıkıp ölümcül bir tehlike haline gelen bu hastalık iki virüsün birleşimi ile ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bunlardan birincisi 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye solunun her kesimine ama en çok da sosyal demokratlara bulaşmış olan liberalizm, ikincisi ise görece daha erken bir dönemde, ama yine aynı şekilde tüm sola musallat olan etnikçiliktir.

Bugün kendi kendine yarattığı %25 barajını bir türlü aşamayan CHP, 1970’lerde oylarını yüzde kırklara kadar çıkarmıştı. Bu başarı iki temel siyasi unsura dayanıyordu: CHP siyaseti emekten yanaydı ve halkçıydı.

Liberalizm, 90’lardan itibaren CHP’nin işçi sınıfı ile bağını kopardı. Sola son on – on beş yılda bulaşan etnikçilikse CHP’nin halkçılığını aldı götürdü. CHP geniş halk kesimlerinin duyarlılıklarına değil, medyaya ve sosyal mecralara egemen olmuş dar bir kliğin sözüne kulak verir oldu. 

Bizde etnikçilik esasen iberalizmin ve Avrupa’dan ithal “yeni sol” akımların kucağında büyüdü. Türkiye’de önce sosyalist solun küçük ve artık son derece itibarsız örgütlerini kuyruğuna taktı, ardından kendi dışında kalmaya çalışan bütün sola muazzam bir basınç uygulamaya başladı. Sosyal demokratlardan komünistlere kadar her örgüt bu baskıdan payını aldı.

Cumhuriyete karşı liberal – etnikçi ittifakı

Zaten birbirinin kardeşi olan, her ikisi de Amerikan icadı, Avrupa beslemesi bu iki akım, liberalizm ve etnikçilik, Türkiye özelinde özellikle iç içe geçtiler, birlikte büyüyüp serpildiler. Çünkü ortak bir düşmana, “Kemalist Cumhuriyet’e” karşı savaşıyorlardı ve çok sağlam bir ortak dostları vardı: AKP ve cemaat işbirliği ile kurulmuş olan islamcı iktidar.

2002 – 2012 dönemi bu iki akım için deyim yerindeyse “altın çağ” oldu. İslamcı ortaklarıyla beraber memleketin neredeyse bütün gazetelerini, TV’lerini ele geçirdiler, bürokraside, devlet kademelerinde hiç olmadıkları kadar etkin hale geldiler, ülkenin silahlı kuvvetlerini, yargısını, polisini, okullarını, medyasını, ticaret dünyasını, tek solcu, tek Kemalist kalmamacasına “temizlediler”. Operasyonların, kumpasların anahtar sözcükleri belliydi : liberallerinin dilinden “askeri vesayet”, etnikçilerin ağzından “çözüm süreci” düşmüyordu.

Gazetelerine yazdıkları uydurma haberler ertesi gün iddianameye dönüşüyor, bütün sivil toplum örgütleri, bütün siyasetçiler, bürokratlar karşılarında tir tir titriyordu. Hem ABD’nin, hem Avrupa’nın, hem AKP’nin, hem cemaatin, hem patronların gözdesi onlardı, itibarlarının ve güçlerinin zirvesine ulaştılar. Değil onları eleştirmek, kaşlarının üstünde göz var demek bile yürek isterdi. İsteklerine boyun eğmeyen her insanı iki taş arasında faşist, vesayetçi, Kürt düşmanı ilan ediyor, kendilerine karşı koyabilecek her yapıya, her düşünceye öldüresiye yükleniyorlardı.

Bu saldırılardan en büyük payı küçük gövdelerine rağmen liberalizme ve etnikçiliğe direnen sol-sosyalist örgütler aldı. Alay konusu oldular, dışlandılar, üyeleri şiddete uğradı, örgütleri “içeriden” dağıtıldı. Küçüklerdi ama mide bulandırıyorlardı, ikide birde etnikçiliğin, liberalizmin solculuk olmadığını anımsatıyorlardı, itibarsızlaştırılmaları, suskunluk sarmalında boğulmaları gerekiyordu.

ABD planının önündeki engel olarak CHP

Cumhuriyetçiler ve CHP ise sadece fikri anlamda değil, büyük bir kitlesel gövde ve siyasi güç olarak da sorun yaratıyordu. Bu noktada şunu anımsatmak gerekiyor: Türkiye ve benzeri ülkelerde liberalizm ve etnikçilik müstakil, yerli akımlar değildir, her ikisi de aslen Batı’nın bizim gibi memleketleri “hizaya getirmek” için kullandığı aparatlardır. Küçük sosyalist örgütlerin verdiği baş ağrısı liberal etnikçilerin moral durumları ile sınırlı kalırken, CHP’nin yarattığı sorun bunların asıl sahiplerinin canını sıkıyordu. CHP, Amerikalılar için AKP’den bile önemliydi, kocaman gövdesi ve cumhuriyetçi refleksleriyle ABD’nin AB ile pişirdiği ve bizim islamcıları da ortak ettiği Büyük Ortadoğu Projesi’nin önünü tıkıyordu.

CHP’ye gizli çekim videolara varacak kadar adice operasyonlar çekildi. Sosyal demokratların her sözü ağızlarına tıkıldı, her akşam, her sabah medyada bir cumhuriyetçinin, bir Kemalistin aşağılanmasına itibarsızlaştırılmasına tanık olduk. Bir yandan Silivri zindanları adam öğütürken, diğer yandan liberal ve etnikçi lobi “sahayı temizlemek” için tam gaz çalışıyordu. CHP içinde liberalizm veya etnikçilikten herhangi birine pirim vermeyen pek çok isim ayıklandı. Bunlar ya “demokratik usüllerle” gönderildiler veya siyasi/sosyal baskılara boyun eğmek zorunda kaldılar. Cumhuriyetçiler, Atatürkçüler veya halkçı siyasetten yana olanlar önseçim benzeri “demokratik” yöntemlerle siyaset dışına itilirken, onların yerini neredeyse tamamı “kontenjandan” paraşütle gelen yeni isimler aldı. Her ne hikmetse bunların içinde bol miktarda liberal, bol miktarda etnikçi göze çarpıyordu. Toplumun laiklik, Atatürk, cumhuriyet gibi hasasiyetleri üzerinden oy toplayan CHP’de suyun başına bir anda hiç de o taraklarda bezi olmayan kişiler oturuverdi.

CHP operasyonunun başarılı sonucu : Sezgin Tanrıkulu

İşte Sezgin Tanrıkulu, bu siyasetçi profili için tipik bir örnektir. Son icraatı malumunuz, Ahmet Altan’ın yargılanması sırasında gidip ona destek olması, boy boy fotoğraflar vermesidir. Tanrıkulu sıradan bir CHP’li değildir, bir genel başkan yardımcısıdır, Altan da sıradan bir “gazeteci” değildir. Ergenekon’un Balyoz’un baş aktörlerinden biridir. Zaten dava da Balyoz kumpasına dair bir davadır.

Altan, aralarında CHP milletvekilli Dursun Çiçek’in de bulunduğu subaylara kurulan tezgahtaki rolü sebebi ile yargılanmaktadır. Altan’ın başında bulunduğu ve FETÖ’ye ait olan Taraf Gazetesi, sadece Balyoz’da değil Ergenekon ve benzeri tüm kumpaslarda yalan haberlerle tetikçilik yapmış, solculara ve Kemalistlere yönelik linç kampanyalarının başını çekmiş ultra-liberal, ultra-etnikçi ve ultra-ABD’ci bir yayın organıydı. Mahkemenin kararı ne olursa olsun Türkiye kamuoyu artık tüm bu işleri ayan beyan biliyor. Taraf’taki pozisyonları ve yazıp çizdiklerine bakılırsa Ahmet Altan ve ultra-Amerikancı mesai arkadaşı Yasemin Çongar sadece Dursun Çiçek’in değil, başka CHP’lilerin de hayatına kast etmişlerdir: İlhan Cihaner, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Mehmet Haberal. Hayatına kast etmiş diyorum, çünkü biliyorsunuz bu davalar Yarbay Ali Tatar, Kuddusi Okkır gibi pek çok insanın yaşamına mal oldu. Hal böyle iken, yine CHP’den en üst düzeyde bir yönetici bu isimlere “destek vermek için” mahkeme salonunda yerini almaktadır.

CHP’ye çökmüş liberal etnikçiliğin bir örneği olarak Sezgin Bey, geçmişinde CHP’li olan biri değildir. Hatta geçmişteki (ve bugündeki) siyasi çalışmaları neredeyse tamamen HDP’liler ile yürütülen işlerdir. Bunda anormal olan bir durum yok, kendisi Diyarbakırlıdır, PKK’nin yan örgütü gibi çalışan, Eren Keskin gibi isimlerle tanıdığımız İnsan Hakları Derneği ile ortaklaşa hayata geçirilen İnsan Hakları Vakfı’nın -pek çok HDP’li isim ile birlikte-  yöneticileri arasında yer almaktadır. Bu alanda o denli etkindir ki, çalışmaları sebebi ile 1997 yılında Amerikan Robert Kenedy Vakfı’nca ödüllendirilmiştir.

Sezgin Bey’in paraşütle makamına inişi

Böylesi bir durumda bile bir bireyin kendini fikren CHP’ye yakın hissedip orada siyasete atılması gayet doğaldır. Doğal olmayan, Sezgin Bey’in CHP’ye giriş biçimidir. Gençlik yıllarından beri etnikçi liberallerle “insan hakları” çalışmaları yapan Sezgin Bey, 2010 yılında (yani 47 yaşına geldikten sonra) CHP’ye katılmıştır. Hangi seviyeden dersiniz? Üye olarak? Delege olarak? İlçe başkanı ya da il yöneticisi olarak? Belediye meclisi üyesi olarak? Vekil olarak? Hayır hiç biri değil, Sezgin beyin “kıymetli kişiliğini” ve “siyasi değerini” genel başkan yardımcılığından aşağısı kurtarmamıştır! Partide bu pozisyonun üzerinde bir tek makam vardır o da genel başkanlık makamıdır, Allahtan genel başkan hala “seçimle” gelmektedir de Sezgin Bey doğrudan en tepeye oturmamıştır!

Bundan daha ilginç olanı ise öykümüzün milletvekili olma bölümüdür. Sezgin Bey, CHP çatısı altında üç kez milletvekili seçilmiştir. Her üç seçimde de adı yıllardır avukatlık mesleğini icra ettiği, baro başkanlığı yaptığı ve ABD’den ödül alacak denli “başarılı” çalışmalar yürüttüğü Diyarbakır’ın değil İstanbul’un aday listelerine yazılmıştır. Siyasete genel başkan yardımcısı seviyesinden başlatılacak denli “büyük” bir transferin kendi memleketinde CHP’nin alabildiği oy %1’i bile bulmamaktadır. Partiye hiçbir somut getirisi olmayan Tanrıkulu “garanti” bir yerden, İstanbul’dan ve parti içindeki pozisyonu da garantilenerek ön seçime dahi sokulmadan milletvekili yapılmıştır. Tanrıkulu’nun arkasında acaba nasıl bir güç vardır?

Bu soruya dair bazı ipuçlarını 18 Ekim 2010 tarihli Merkez Yürütme Kurulu Toplantısı’nda buluyoruz. Bu toplantıda dönemin milletvekili Şahin Mengü, Kemal Kılıçdaroğlu’nu  Sezgin Tanrıkulu hakkında şu sözlerle uyarıyor : ”Bu kişiye dikkat edin, ABD’nin adamıdır. Baro Başkanlığı sırasında birkaç defa ABD’ye götürülmüştür. ABD’liler, bir insanı önce denerler. İşlerine yaramayacağını anladıkları zaman bir daha çağırmazlar. Başkan Clinton’ın Türkiye ziyaretinde siyasetçiler dışında görüştüğü birkaç “özel” kişiden biridir. Ayrıca, bölgede Barzani’nin Türkiye Temsilcisi olduğuna dair iddialar da vardır…”

CIA’nın TR-705 kodlu haber alma elemanı Sezgin Bey

Bizler “gerçekten de Sezgin Bey’in arkasında Amerika mı var acaba” diye düşünürken, Wikileaks belgeleri patladı. CIA’nin gölge kuruluşu Stratfor’a ait belgelere göre Tanrıkulu, ABD gizli servisinin kurduğu Stratfor’un Türkiye’deki TR-705 kodlu haber alma elemanıydı. Ancak belgelere bakılırsa Sezgin Bey sıradan bir haber alma elemanı değildi. İlişkilerini ABD’nin “Kürdistan işleri bürosu” gibi çalışan Adana Konsolosluğu üzerinden yürütüyordu ve kişisel görüşlerinden daha fazlasını paylaştığı, bir tür “işbirliğinin” tarafı olduğu anlaşılıyordu.

Örneğin, 2 Mart 2006 tarihli yazışmaya göre “bölgedeki çabaları için Amerika’ya minnettar olduğunu ancak Ebu Garip fotoğraflarının Amerikan imajına verdiği zarardan kaygı duyduğunu” belirtiyor. 12 Temmuz 2007’de Amerikalılara DTP’den vekil adaylığına dair ayrıntılı bilgi veriyor.

21 Haziran 2007’de ise çok daha ilginç bir görüşme var : Tanrıkulu, Amerikalılara Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Barzani hakkında yaptığı suç duyurusu ve tutuklama talebini şikayet ediyor. Buradan anlıyoruz ki Atatürkçüleri ABD’ye şikayet eden bir adam Atatürk’ün partisine genel başkan yardımcısı olmuş, hey güzelim Türkiye, sen nelere kadirsin!

Büyükelçi’nin Washington’a yazdığı 2 Mart 2006 tarihli bir bilgi notundan Sezgin Bey’in itibarlı bir haber alma elemanı olduğunu ve geçmişte tıpkı Selahattin Demirtaş gibi, amacı ABD dostu siyasetçiler yetiştirmek olan “Uluslararası Ziyaretçi Programı” katılımcısı olduğunu öğreniyoruz. Büyükelçi, Sezgin Bey’in bu programda yer almış olmasını bir güven işareti olarak belirtiyor.

Cumhuriyetin kurucu partisini HDP’nin kuyruğuna takma çabası

Tüm bu veriler Sezgin Bey’in CHP’ye gelişi ve yükselişi hakkında bize bazı ipuçları sunuyor. Ama asıl dikkat etmemiz gereken Ahmet Altan’la yan yana verdiği poz. Çünkü bu poz Sezgin Bey’in CHP içinde sandığımızdan çok daha güçlü olabileceğini gösteriyor. Öyle ya, partinin canına kast etmiş, neredeyse tüm siyasi varlığını CHP’ye ve onun ideolojisine küfür etmekte bulan bir adama genel başkan yardımcısı düzeyinde bir destek veriyorsanız gelebilecek tepkilerden hiç mi hiç çekinmiyorsunuz demektir!

Evet, anlaşılan o ki Tanrıkulu gibi etnikçi-liberallerin CHP üzerinde etkisi ilk bakışta görülenin hayli üzerinde. CHP, halkın genelinde ortak hale gelmiş duygulara sağır kalıyor. PKK ile ilgili konularda hiç olmadığı kadar tutuk davranıyor, çoğu zaman HDP tarafından istismar ediliyor, kullanılıyor ve buna dair hiç bir doyurucu tepki vermiyor. Amerikan çizgisini temsil eden etnikçi liberaller CHP’yi hızla halktan uzaklaştırıyor.

Bakın son derece dramatik tek bir olay üzerinden CHP’nin nasıl yanlış yönlendirildiğini görelim:

PKK, ABD’nin iş savaş arzusuna hizmet edecek şekilde Türkiye’nin en önemli siyasi figürlerinden biri olan CHP Genel Başkanı’na suikast düzenliyor. Tüm ülke infial halinde iken CHP bu olay karşısında akıl almaz bir tutukluk sergiliyor. Kendisine düzenlenen suikastte bile genel başkanın yanlış yönlendirildiğini, PKK’yi ağzına almadan açıklama yaptığını hayretler içinde gördük. İnsan düşünmeden edemiyor, kimbilir yakınındaki Tanrıkulu tipinde adamlar kulağına ne tür yalan yanlış bilgiler fısıldıyor.

Son dönemde ne PKK’nin en şiddetli askeri çıkışları ne de HDP’nin siyasi hamleleri  Türkiye kamuoyunda bir karşılık bulmadı, etnikçi siyaset Türkiye’de hiç olmadığı kadar yalnızlaştı. Etnikçilerin tamamen ABD’ye angaje siyasetleri ve sivillere yönelik vahşice eylemleri sonunda pek çok solcunun gözü açıldı, PKK/HDP yürüdüğü Amerikancı yolda yalnızlaştı. Halkın gözünde ise sorun artık “cumhuriyeti yıkmaya yönelik bir terör sorununa” indirgenmiş durumda. CHP’den de bu hassasiyetle hareket etmesi bekleniyor. CHP ise bu hassasiyeti göstermediği için halka güven veremiyor, AKP’nin hücumları karşısında derin yaralar alıyor.

Havuz medyasında CHP’yi PKK’ye destek veriyormuş gibi gösteren haberler çıkıyor. Biz bunlara gülüyoruz, inanmıyoruz. Ama Sezgin bey gibilerin evrile çevrile servis edilen eylemleri ortalama vatandaşın ikna olmasına, CHP’den uzak durmasına yetiyor. Bu tip eylemler, hangi niyetle yapılırsa yapılsın partinin görüntüsünü telafisiz biçimde bozuyor.

Tanrıkulu’nun dinci, solcu, liberal versiyonları

Etnikçilerin yarattığı basıncın bir benzeri liberaller tarafından laiklik konusunda üretiliyor. Milli Görüşçülüğünden zerre vazgeçmemiş islamcılar CHP içinde kendine yer bulabiliyor, kontenjan vekili oluyor, tarikatları cemaatleri kollayan raporlar yazıyor. Bakın Bekaroğlu gibi kimseler Başbakan Binali Yıldırım’dan daha islamcıdırlar, AKP’ciler “biz gömlek değiştirdik” diyorlar, bunlar onu bile demiyor, varın buradan hesap edin.

En başta söylediğim gibi Tanrıkulu bir örnektir. Bunun dinci versiyonu vardır, gazete köşelerinde “hocalık” yapan sözde solcu versiyonu, liberal versiyonu vardır. Kerameti kendinden menkul bu insanlar CHP’ye çöreklenmiş asalaklar misali, oradan beslenip ikbal, şan şöhret veya para sahibi olurlar. Kimin sırtından? İkide bir aşağıladıkları “laikçi beyaz Türklerin” sırtından.

Başka bir büyük partinin kapısına bastırmayacağı bu adamlar CHP’de kendine yer bulmakla kalmayıp parti politikalarını belirleyecek konuma kadar yükselebiliyorlar. Daha fenası, bu tufeyli sürüsü CHP’yi AKP karşısında iyice güçsüz, iktidarsız bir hale getiriyor ve bunu da demokratikleşme, solculaşma adı altında yapıyor.

Dincilik ve etnikçilik başta olmak üzere pek çok konuda ne dediği anlaşılmaz bir örgüt görüntüsü çizen CHP, bugün geçmişte olduğundan kat be kat güçsüz bir halde. Kendi elleriyle kendi sınırını yaratmış, oylarını %25 çizgisine hapsetmiş durumda.

Sezgin Tanrıkulu gibi isimler ve bu isimlere gösterilen müsamaha, CHP’nin felaketine giden yolun taşlarını döşüyor. Yarın seçim gelip çattığında bunları Konya’daki, Muğla’daki, Çanakkale’deki CHP seçmenine izah edemezsiniz. Üç beş tane etnikçiye, aklı kendine yetmez çakma solcuya veya dinciye iyi görüneyim derken evdeki bulgurdan olursunuz. CHP’nin Kürtlerden de Türklerden de daha fazla oy alabilmesinin tek yolu bir an önce kendi özüne dönmesi, Cumhuriyet’in kurucu partisi olmanın şuuruyla hareket etmeye başlamasıdır. Bu “genel başkan kim olmalı” sorusundan çok daha yakıcı ve önemli bir konudur.

Deli Gaffar

22.09.2016