CHP büyük ve köklü
bir partidir. Atatürk tarafından cumhuriyetin kurucu ideolojisi üzerine inşa
edilmiştir, bugünse Türkiye’nin ikinci partisi, islamcı iktidara karşı
cumhuriyet ve laiklikten yana milyonlarca insanın oyunu birleştirdiği limandır.
Her dört seçmenden birinin oyunu almaktadır, ancak açık bir biçimde
başarısızdır. Başarısızdır çünkü 14 yıldır yolsuzlukları, skandalları ayyuka
çıkmış bir iktidar karşısında hala yenilmektedir.
Bu durumu sadece
halkın “ahmaklığı” ile açıklayabilir miyiz? Belli ki Türkiye’de siyaset sahnesi
muhalefet tarafından ciddi biçimde boş bırakılmıştır.
Bakın şu FETÖ hadisesine, başka bir ülkede olsa, ne başbakan, ne bakan
bırakmayıp devirecek böylesi bir skandal bile AKP’ye dokunmamaktadır.
Demek ki CHP mutlak anlamda başarısız bir partidir. Pek çok insan AKP’ye
muhalif başka bir güç bulamadıkları için oylarını kerhen CHP’ye vermektedir.
Peki CHP neden AKP
karşısında etkisiz, neden başarısız? Şüphesiz bunun pek çok farklı sebebi
olabilir. En çok dile getirilen genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun yetersiz
olduğu görüşü. Bu konuyu tartışmayı gereksiz buluyorum, çünkü bu tez doğru olsa
bile pratik, çözüme dair bir veri sunmuyor. Bu konu tabi ki tartışılabilir, ama
yakın gelecekte herhangi bir genel başkanlık seçimi olmadığına göre, bu tip bir
argümanın yapıcı eleştiriye bir katkısı olmayacaktır. Oysa konu bir isimden
daha öte, partinin temel siyasi yönelimleri ve siyaset yapma biçimi ile
ilgilidir.
CHP’ye bulaşan iki öldürücü virüs
Yazının başlığında
Sezgin Tanrıkulu’nun adı var ama o sadece bir sembol, uzun yıllardır CHP’ye
sirayet etmiş olan bir tür siyasi hastalığın sembolü. Artık basit bir
rahatsızlık ya da arıza olmaktan çıkıp ölümcül bir tehlike haline gelen bu
hastalık iki virüsün birleşimi ile ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bunlardan
birincisi 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye solunun her kesimine ama en çok da
sosyal demokratlara bulaşmış olan liberalizm,
ikincisi ise görece daha erken bir dönemde, ama yine aynı şekilde tüm sola
musallat olan etnikçiliktir.
Bugün kendi
kendine yarattığı %25 barajını bir türlü aşamayan CHP, 1970’lerde oylarını
yüzde kırklara kadar çıkarmıştı. Bu başarı iki temel siyasi unsura dayanıyordu:
CHP siyaseti emekten yanaydı ve halkçıydı.
Liberalizm, 90’lardan itibaren CHP’nin işçi sınıfı ile bağını kopardı. Sola
son on – on beş yılda bulaşan etnikçilikse CHP’nin halkçılığını aldı götürdü. CHP geniş halk kesimlerinin duyarlılıklarına değil, medyaya ve sosyal
mecralara egemen olmuş dar bir kliğin sözüne kulak verir oldu.
Bizde etnikçilik
esasen iberalizmin ve Avrupa’dan ithal “yeni sol” akımların kucağında büyüdü.
Türkiye’de önce sosyalist solun küçük ve artık son derece itibarsız örgütlerini
kuyruğuna taktı, ardından kendi dışında kalmaya çalışan bütün sola muazzam bir
basınç uygulamaya başladı. Sosyal demokratlardan komünistlere kadar her örgüt
bu baskıdan payını aldı.
Cumhuriyete karşı liberal – etnikçi ittifakı
Zaten birbirinin
kardeşi olan, her ikisi de Amerikan icadı, Avrupa beslemesi bu iki akım,
liberalizm ve etnikçilik, Türkiye özelinde özellikle iç içe geçtiler, birlikte
büyüyüp serpildiler. Çünkü ortak bir düşmana,
“Kemalist Cumhuriyet’e” karşı savaşıyorlardı ve çok sağlam bir ortak dostları
vardı: AKP ve cemaat işbirliği ile kurulmuş olan islamcı iktidar.
2002 – 2012 dönemi
bu iki akım için deyim yerindeyse “altın çağ” oldu. İslamcı ortaklarıyla
beraber memleketin neredeyse bütün gazetelerini, TV’lerini ele geçirdiler,
bürokraside, devlet kademelerinde hiç olmadıkları kadar etkin hale geldiler,
ülkenin silahlı kuvvetlerini, yargısını, polisini, okullarını, medyasını,
ticaret dünyasını, tek solcu, tek Kemalist kalmamacasına “temizlediler”. Operasyonların, kumpasların anahtar sözcükleri belliydi :
liberallerinin dilinden “askeri vesayet”, etnikçilerin ağzından “çözüm
süreci” düşmüyordu.
Gazetelerine
yazdıkları uydurma haberler ertesi gün iddianameye dönüşüyor, bütün sivil
toplum örgütleri, bütün siyasetçiler, bürokratlar karşılarında tir tir
titriyordu. Hem ABD’nin, hem Avrupa’nın, hem AKP’nin, hem cemaatin, hem
patronların gözdesi onlardı, itibarlarının ve güçlerinin zirvesine ulaştılar.
Değil onları eleştirmek, kaşlarının üstünde göz var demek bile yürek isterdi. İsteklerine boyun eğmeyen her insanı iki taş arasında faşist,
vesayetçi, Kürt düşmanı ilan ediyor, kendilerine karşı koyabilecek her
yapıya, her düşünceye öldüresiye yükleniyorlardı.
Bu saldırılardan en büyük payı küçük gövdelerine rağmen liberalizme ve
etnikçiliğe direnen sol-sosyalist örgütler aldı. Alay konusu oldular, dışlandılar, üyeleri şiddete uğradı, örgütleri
“içeriden” dağıtıldı. Küçüklerdi ama mide bulandırıyorlardı, ikide birde
etnikçiliğin, liberalizmin solculuk olmadığını anımsatıyorlardı,
itibarsızlaştırılmaları, suskunluk sarmalında boğulmaları gerekiyordu.
ABD planının önündeki engel olarak CHP
Cumhuriyetçiler ve
CHP ise sadece fikri anlamda değil, büyük bir kitlesel gövde ve siyasi güç
olarak da sorun yaratıyordu. Bu noktada şunu anımsatmak gerekiyor: Türkiye ve
benzeri ülkelerde liberalizm ve etnikçilik müstakil, yerli akımlar
değildir, her ikisi de aslen Batı’nın bizim gibi memleketleri “hizaya
getirmek” için kullandığı aparatlardır. Küçük sosyalist örgütlerin verdiği
baş ağrısı liberal etnikçilerin moral durumları ile sınırlı kalırken, CHP’nin
yarattığı sorun bunların asıl sahiplerinin canını sıkıyordu. CHP, Amerikalılar için AKP’den bile önemliydi, kocaman
gövdesi ve cumhuriyetçi refleksleriyle ABD’nin AB ile pişirdiği ve bizim
islamcıları da ortak ettiği Büyük Ortadoğu Projesi’nin önünü tıkıyordu.
CHP’ye gizli çekim
videolara varacak kadar adice operasyonlar çekildi. Sosyal demokratların her
sözü ağızlarına tıkıldı, her akşam, her sabah medyada bir cumhuriyetçinin, bir
Kemalistin aşağılanmasına itibarsızlaştırılmasına tanık olduk. Bir yandan
Silivri zindanları adam öğütürken, diğer yandan liberal ve etnikçi lobi “sahayı
temizlemek” için tam gaz çalışıyordu. CHP içinde
liberalizm veya etnikçilikten herhangi birine pirim vermeyen pek çok isim
ayıklandı. Bunlar ya “demokratik usüllerle” gönderildiler veya
siyasi/sosyal baskılara boyun eğmek zorunda kaldılar. Cumhuriyetçiler,
Atatürkçüler veya halkçı siyasetten yana olanlar önseçim benzeri “demokratik”
yöntemlerle siyaset dışına itilirken, onların yerini neredeyse tamamı
“kontenjandan” paraşütle gelen yeni isimler aldı. Her ne hikmetse bunların
içinde bol miktarda liberal, bol miktarda etnikçi göze çarpıyordu. Toplumun laiklik, Atatürk, cumhuriyet gibi hasasiyetleri
üzerinden oy toplayan CHP’de suyun başına bir anda hiç de o taraklarda bezi
olmayan kişiler oturuverdi.
CHP operasyonunun başarılı sonucu : Sezgin Tanrıkulu
İşte Sezgin
Tanrıkulu, bu siyasetçi profili için tipik bir örnektir. Son icraatı malumunuz,
Ahmet Altan’ın yargılanması sırasında gidip ona destek olması, boy boy
fotoğraflar vermesidir. Tanrıkulu sıradan bir
CHP’li değildir, bir genel başkan yardımcısıdır, Altan da sıradan bir
“gazeteci” değildir. Ergenekon’un Balyoz’un baş aktörlerinden biridir. Zaten
dava da Balyoz kumpasına dair bir davadır.
Altan, aralarında
CHP milletvekilli Dursun Çiçek’in de bulunduğu subaylara kurulan tezgahtaki
rolü sebebi ile yargılanmaktadır. Altan’ın başında bulunduğu ve FETÖ’ye ait
olan Taraf Gazetesi, sadece Balyoz’da değil Ergenekon ve benzeri tüm
kumpaslarda yalan haberlerle tetikçilik yapmış, solculara ve Kemalistlere
yönelik linç kampanyalarının başını çekmiş ultra-liberal, ultra-etnikçi ve
ultra-ABD’ci bir yayın organıydı. Mahkemenin kararı ne olursa olsun Türkiye
kamuoyu artık tüm bu işleri ayan beyan biliyor. Taraf’taki
pozisyonları ve yazıp çizdiklerine bakılırsa Ahmet Altan ve ultra-Amerikancı
mesai arkadaşı Yasemin Çongar sadece Dursun Çiçek’in değil, başka CHP’lilerin
de hayatına kast etmişlerdir: İlhan Cihaner, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay,
Mehmet Haberal. Hayatına kast etmiş diyorum, çünkü biliyorsunuz bu
davalar Yarbay Ali Tatar, Kuddusi Okkır gibi pek çok insanın yaşamına mal oldu.
Hal böyle iken, yine CHP’den en üst düzeyde bir yönetici bu isimlere “destek
vermek için” mahkeme salonunda yerini almaktadır.
CHP’ye çökmüş
liberal etnikçiliğin bir örneği olarak Sezgin Bey, geçmişinde CHP’li olan biri
değildir. Hatta geçmişteki (ve bugündeki) siyasi çalışmaları neredeyse tamamen
HDP’liler ile yürütülen işlerdir. Bunda anormal olan bir durum yok, kendisi
Diyarbakırlıdır, PKK’nin yan örgütü gibi çalışan, Eren Keskin gibi isimlerle
tanıdığımız İnsan Hakları Derneği ile ortaklaşa hayata geçirilen İnsan Hakları
Vakfı’nın -pek çok HDP’li isim ile birlikte- yöneticileri arasında yer
almaktadır. Bu alanda o denli etkindir ki, çalışmaları sebebi ile 1997 yılında Amerikan
Robert Kenedy Vakfı’nca ödüllendirilmiştir.
Sezgin Bey’in paraşütle makamına inişi
Böylesi bir
durumda bile bir bireyin kendini fikren CHP’ye yakın hissedip orada siyasete
atılması gayet doğaldır. Doğal olmayan, Sezgin
Bey’in CHP’ye giriş biçimidir. Gençlik yıllarından beri etnikçi
liberallerle “insan hakları” çalışmaları yapan Sezgin Bey, 2010 yılında (yani
47 yaşına geldikten sonra) CHP’ye katılmıştır. Hangi seviyeden dersiniz? Üye
olarak? Delege olarak? İlçe başkanı ya da il yöneticisi olarak? Belediye
meclisi üyesi olarak? Vekil olarak? Hayır hiç biri değil, Sezgin beyin “kıymetli kişiliğini” ve “siyasi değerini”
genel başkan yardımcılığından aşağısı kurtarmamıştır! Partide bu
pozisyonun üzerinde bir tek makam vardır o da genel başkanlık makamıdır,
Allahtan genel başkan hala “seçimle” gelmektedir de Sezgin Bey doğrudan en
tepeye oturmamıştır!
Bundan daha ilginç
olanı ise öykümüzün milletvekili olma bölümüdür. Sezgin Bey, CHP çatısı altında
üç kez milletvekili seçilmiştir. Her üç seçimde de adı yıllardır avukatlık
mesleğini icra ettiği, baro başkanlığı yaptığı ve ABD’den ödül alacak denli
“başarılı” çalışmalar yürüttüğü Diyarbakır’ın değil İstanbul’un aday
listelerine yazılmıştır. Siyasete genel başkan yardımcısı seviyesinden
başlatılacak denli “büyük” bir transferin kendi memleketinde CHP’nin alabildiği
oy %1’i bile bulmamaktadır. Partiye hiçbir somut
getirisi olmayan Tanrıkulu “garanti” bir yerden, İstanbul’dan ve parti içindeki
pozisyonu da garantilenerek ön seçime dahi sokulmadan milletvekili yapılmıştır.
Tanrıkulu’nun arkasında acaba nasıl bir güç vardır?
Bu soruya dair
bazı ipuçlarını 18 Ekim 2010 tarihli Merkez
Yürütme Kurulu Toplantısı’nda buluyoruz. Bu toplantıda dönemin
milletvekili Şahin Mengü, Kemal Kılıçdaroğlu’nu
Sezgin Tanrıkulu hakkında şu sözlerle uyarıyor : ”Bu kişiye
dikkat edin, ABD’nin adamıdır. Baro Başkanlığı sırasında birkaç defa ABD’ye
götürülmüştür. ABD’liler, bir insanı önce denerler. İşlerine yaramayacağını
anladıkları zaman bir daha çağırmazlar. Başkan Clinton’ın Türkiye ziyaretinde
siyasetçiler dışında görüştüğü birkaç “özel” kişiden biridir. Ayrıca, bölgede
Barzani’nin Türkiye Temsilcisi olduğuna dair iddialar da vardır…”
CIA’nın TR-705 kodlu haber alma elemanı Sezgin Bey
Bizler “gerçekten
de Sezgin Bey’in arkasında Amerika mı var acaba” diye düşünürken, Wikileaks
belgeleri patladı. CIA’nin gölge kuruluşu
Stratfor’a ait belgelere göre Tanrıkulu, ABD gizli servisinin kurduğu
Stratfor’un Türkiye’deki TR-705 kodlu haber alma elemanıydı. Ancak
belgelere bakılırsa Sezgin Bey sıradan bir haber alma elemanı değildi.
İlişkilerini ABD’nin “Kürdistan işleri bürosu” gibi çalışan Adana Konsolosluğu
üzerinden yürütüyordu ve kişisel görüşlerinden daha fazlasını paylaştığı, bir
tür “işbirliğinin” tarafı olduğu anlaşılıyordu.
Örneğin, 2 Mart
2006 tarihli yazışmaya göre “bölgedeki çabaları için Amerika’ya minnettar
olduğunu ancak Ebu Garip fotoğraflarının Amerikan imajına verdiği zarardan
kaygı duyduğunu” belirtiyor. 12 Temmuz 2007’de Amerikalılara DTP’den vekil
adaylığına dair ayrıntılı bilgi veriyor.
21 Haziran 2007’de
ise çok daha ilginç bir görüşme var : Tanrıkulu, Amerikalılara Atatürkçü
Düşünce Derneği’nin Barzani hakkında yaptığı suç duyurusu ve tutuklama talebini
şikayet ediyor. Buradan anlıyoruz ki Atatürkçüleri
ABD’ye şikayet eden bir adam Atatürk’ün partisine genel başkan yardımcısı
olmuş, hey güzelim Türkiye, sen nelere kadirsin!
Büyükelçi’nin
Washington’a yazdığı 2 Mart 2006 tarihli bir bilgi notundan Sezgin Bey’in
itibarlı bir haber alma elemanı olduğunu ve geçmişte
tıpkı Selahattin Demirtaş gibi, amacı ABD dostu siyasetçiler yetiştirmek olan “Uluslararası
Ziyaretçi Programı” katılımcısı olduğunu öğreniyoruz. Büyükelçi,
Sezgin Bey’in bu programda yer almış olmasını bir güven işareti olarak
belirtiyor.
Cumhuriyetin kurucu partisini HDP’nin kuyruğuna takma çabası
Tüm bu veriler
Sezgin Bey’in CHP’ye gelişi ve yükselişi hakkında bize bazı ipuçları sunuyor.
Ama asıl dikkat etmemiz gereken Ahmet Altan’la yan yana verdiği poz. Çünkü bu
poz Sezgin Bey’in CHP içinde sandığımızdan çok daha güçlü olabileceğini
gösteriyor. Öyle ya, partinin canına kast etmiş, neredeyse tüm siyasi varlığını
CHP’ye ve onun ideolojisine küfür etmekte bulan bir adama genel başkan
yardımcısı düzeyinde bir destek veriyorsanız gelebilecek tepkilerden hiç mi hiç
çekinmiyorsunuz demektir!
Evet, anlaşılan o
ki Tanrıkulu gibi etnikçi-liberallerin CHP üzerinde etkisi ilk bakışta
görülenin hayli üzerinde. CHP, halkın genelinde
ortak hale gelmiş duygulara sağır kalıyor. PKK ile ilgili konularda hiç
olmadığı kadar tutuk davranıyor, çoğu zaman HDP tarafından istismar ediliyor,
kullanılıyor ve buna dair hiç bir doyurucu tepki vermiyor. Amerikan çizgisini
temsil eden etnikçi liberaller CHP’yi hızla halktan uzaklaştırıyor.
Bakın son derece
dramatik tek bir olay üzerinden CHP’nin nasıl yanlış yönlendirildiğini görelim:
PKK, ABD’nin iş
savaş arzusuna hizmet edecek şekilde Türkiye’nin en önemli siyasi figürlerinden
biri olan CHP Genel Başkanı’na suikast düzenliyor. Tüm ülke infial halinde iken
CHP bu olay karşısında akıl almaz bir tutukluk sergiliyor. Kendisine düzenlenen suikastte bile genel başkanın yanlış
yönlendirildiğini, PKK’yi ağzına almadan açıklama yaptığını hayretler içinde
gördük. İnsan düşünmeden edemiyor, kimbilir yakınındaki Tanrıkulu
tipinde adamlar kulağına ne tür yalan yanlış bilgiler fısıldıyor.
Son dönemde ne
PKK’nin en şiddetli askeri çıkışları ne de HDP’nin siyasi hamleleri Türkiye
kamuoyunda bir karşılık bulmadı, etnikçi siyaset Türkiye’de hiç olmadığı kadar
yalnızlaştı. Etnikçilerin tamamen ABD’ye angaje siyasetleri ve sivillere
yönelik vahşice eylemleri sonunda pek çok solcunun gözü açıldı, PKK/HDP
yürüdüğü Amerikancı yolda yalnızlaştı. Halkın gözünde ise sorun artık
“cumhuriyeti yıkmaya yönelik bir terör sorununa” indirgenmiş durumda. CHP’den
de bu hassasiyetle hareket etmesi bekleniyor. CHP
ise bu hassasiyeti göstermediği için halka güven veremiyor, AKP’nin hücumları
karşısında derin yaralar alıyor.
Havuz medyasında
CHP’yi PKK’ye destek veriyormuş gibi gösteren haberler çıkıyor. Biz bunlara
gülüyoruz, inanmıyoruz. Ama Sezgin bey gibilerin evrile çevrile servis edilen
eylemleri ortalama vatandaşın ikna olmasına, CHP’den uzak durmasına yetiyor. Bu
tip eylemler, hangi niyetle yapılırsa yapılsın partinin görüntüsünü telafisiz
biçimde bozuyor.
Tanrıkulu’nun dinci, solcu, liberal versiyonları
Etnikçilerin
yarattığı basıncın bir benzeri liberaller tarafından laiklik konusunda
üretiliyor. Milli Görüşçülüğünden zerre vazgeçmemiş islamcılar CHP içinde
kendine yer bulabiliyor, kontenjan vekili oluyor, tarikatları cemaatleri
kollayan raporlar yazıyor. Bakın Bekaroğlu gibi
kimseler Başbakan Binali Yıldırım’dan daha islamcıdırlar, AKP’ciler “biz
gömlek değiştirdik” diyorlar, bunlar onu bile demiyor, varın buradan hesap
edin.
En başta
söylediğim gibi Tanrıkulu bir örnektir. Bunun
dinci versiyonu vardır, gazete köşelerinde “hocalık” yapan sözde solcu
versiyonu, liberal versiyonu vardır. Kerameti kendinden menkul bu insanlar
CHP’ye çöreklenmiş asalaklar misali, oradan beslenip ikbal, şan şöhret veya
para sahibi olurlar. Kimin sırtından? İkide bir aşağıladıkları “laikçi beyaz
Türklerin” sırtından.
Başka bir büyük
partinin kapısına bastırmayacağı bu adamlar CHP’de kendine yer bulmakla
kalmayıp parti politikalarını belirleyecek konuma kadar yükselebiliyorlar. Daha
fenası, bu tufeyli sürüsü CHP’yi AKP karşısında iyice güçsüz, iktidarsız bir
hale getiriyor ve bunu da demokratikleşme, solculaşma adı altında yapıyor.
Dincilik ve
etnikçilik başta olmak üzere pek çok konuda ne dediği anlaşılmaz bir örgüt
görüntüsü çizen CHP, bugün geçmişte olduğundan kat be kat güçsüz bir halde.
Kendi elleriyle kendi sınırını yaratmış, oylarını %25 çizgisine hapsetmiş
durumda.
Sezgin Tanrıkulu
gibi isimler ve bu isimlere gösterilen müsamaha, CHP’nin felaketine giden yolun
taşlarını döşüyor. Yarın seçim gelip çattığında
bunları Konya’daki, Muğla’daki, Çanakkale’deki CHP seçmenine izah edemezsiniz.
Üç beş tane etnikçiye, aklı kendine yetmez çakma solcuya veya dinciye iyi
görüneyim derken evdeki bulgurdan olursunuz. CHP’nin Kürtlerden de
Türklerden de daha fazla oy alabilmesinin tek yolu bir an önce kendi özüne
dönmesi, Cumhuriyet’in kurucu partisi olmanın şuuruyla hareket etmeye
başlamasıdır. Bu “genel başkan kim olmalı” sorusundan çok daha yakıcı ve
önemli bir konudur.
Deli Gaffar
22.09.2016