18 Eylül 2016 Pazar

Nasıl Tayyipçi Oldum




Bugüne kadar büyük bir gururla taşıdığım Beyaz Türk kimliğimi ilk kez bir-iki sene önce Nişantaşı'ndaki bir bahçe katındaki ev davetinde sorgulamaya başladım. DVD'den Bryan Ferry konseri izleyen bir grup Nişantaşı sakini Türkiye'nin geleceğinden ne kadar endişeli olduklarını yabancı likörleri yudumlayarak kendi aralarında tartışıyorlardı.


Hepsinin hali vakti yerindeydi, kağıt üzerinde yaptıkları işler olsa da aslında hiçbiri çalışmıyordu. İyi eğitim görmüşler, ama bu eğitimi üretken bir yere kanalize etmemişlerdi. Biri ressamdı mesela, ama 50'yi geçen yaşına rağmen hâlâ resimde isim yapamamıştı mesela. Diğerlerinin göstermelik bile olsa bir uğraşı var mıydı, emin değilim.

Herhangi bir politik eylemde bulunmadıkları gibi siyasi derinlikleri de yok denecek kadar azdı.

Gezi direnişini Twitter başından takip edip olası devrimden heyecanlanıyorlar, 2013'ten beri de papağan gibi aynı sözü tekrarlıyorlardı: Tayyip gitsin de nasıl giderse gitsin.

Bir kısmı daha önce Avrupa Birliği'ne katıksız şartsız bağımlılık, İslamcılarla diyaloğun önemi, sivil toplumculuk gibi Türkiye'ye Murat Belge tarafından ithal edilmiş, bugün hâlâ T24 gibi liberal gündemin sitelerinde sakız gibi uzayan klişeleri benimsemişti.

Beyaz Türk kavramı, Ufuk Güldemir tarafından Özal'ın Kürt kimliğinden dolayı Çankaya Köşkü'ne çıkmasına itiraz eden kesimleri tarif etmek için üretilmişti. 2010 referandumundan sonra ‘Hayır' diyenleri kapsayacak şekilde genişledi, sonra da dönüşümden çıktı.

Bu kitlenin bir başka özelliği de müthiş aymazlığı, kandırılabilirliği ve siyasi tembelliği. Cem Boyner'in Yeni Demokrasi Hareketi'nin 90'larda yarattığı medya rüzgarının sandıkta hiç karşılığı olmaması bu tembelliğin ilk yenilgisiydi. Oysa aynı yıllarda Refah Partisi arı gibi örgütlenip, çalmadık kapı bırakmayıp büyük bir siyasi hareketi diriltip merkeze kabul ettirmişti. Refah Partisi'nin devamının nereye vardığı ortada, YDH kitlesi ise hâlâ durdukları yerde: Nişantaşı'nda ev partisi, Asmalımescit'te meyhane sofrası, Facebook'ta T24 yazıları paylaşırken.

Bu tipler bugünlerde Ahmet Altan'ın tutuklanmasından dolayı infial duyuyor. Marshall McLuhan'ın infial hissi ahmaklara saygınlık kazandırır önermesine cuk oturan öfkeyle, “büyük” romancının mağduriyetine öfke kusuyorlar. Herhalde hayatlarında hiç roman okumamışlar.

Türkiye'yi ve siyasetini anlamayan (ya da çıkarları dolayısıyla kendi işine geldiği gibi anlayan) ve analizleri en az son birkaç romanı kadar yerlerde sürünen Orhan Pamuk da dünyaya bu infialin sesini duyuruyor.

Ahmet Altan sahiden bir romancı olduğu için mi gözaltına alındı?

Türkiye'nin ifade özgürlüğüyle ilgili tartışmasız sorunları olduğu ortada; hiçbir zaman İsviçre değildik, hiçbir zaman da olmayacağız bu gidişle. FETÖ soruşturmasında gözle görülür aksaklıklar yaşandığını kimi hükümet yetkilileri bile şaşkınlıkla ifade eder oldu.

Yabancılar Türkiye'nin dinamiklerini anlamıyor da Beyaz Türkler içinde yaşadıkları siyasi iklimin ayrıntılarına hakim olmayabilir mi? Ya aptallıktan ya da alçaklıktan, çoğu zaman da ikisinin karışımından dolayı, infial korosunun güvenli kıyılarında yer almak daha çok işlerine geliyor.

Çünkü Ahmet Altan'ın da, T24'ün de, kendi analiz yeteneklerini bu kanalların dikte ettiğiyle takas edenlerin de tek motivasyonu bilindik klişe: Tayyip gitsin de nasıl giderse gitsin…

Altanların vs. Erdoğan'dan kurtulmak için şahsi çıkarları var; liberallerle AKP'nin arası bozulunca uyduruk televizyon programları vs.'den akan milyonlarca dolarlık para bir anda kesildi. Muhalif kontes Nuray Mert'in TRT'ye program yaptığını hatırlar mısınız? Hiçbiriniz, izlemedik, ama parası tıkır tıkır yattı.

Bu şahsi çıkar ve para musluğunun kesilmesinden dolayı oluşan öfke, Türk liberallerini ülkenin en kirli örgütlerinden FETÖ'yle işbirliğine bile sürükledi. Cengiz Çandar'ın eski kasetleri çıktı; Fethullah Gülen gibi bir şarlatanı büyük bir alim olarak pazarlıyor. Aynı koroda Taha Akyol, Nilüfer Göle, Şahin Alpay gibiler de var. Nasıl bir akademik birikim bu sahtekarı filozof yapacak kadar aklayıp pazarlayabildi.

Dahası, ortada Gülen suç şebekesinin yaptıkları var. Yalan belgelerin servis edilmesi, bunların dolaşıma sokulması, Ahmet ağabeyin bastığı yalanın propagandasının Mehmet kardeş tarafından medyada dolaşıma sokulması var.

Tayyip nasıl giderse gitsin, diye gözleri kör olanlar, Hasan Cemal gibi Altanlar'ın tutuklanmasını kınayanlar Gülen gibi bir suç örgütüyle işbirliği yapmaktan çekinmiyor. Aptallık mı, alçaklık mı?

Bu sesi çok gür çıkan ama niteliği sivrisinek büyüklüğündeki düşük liberal koronun son yarattığı düşünce terörü kendilerinden olmayanı “Tayyip'çi” diye damgalamak. Ortada seçilmiş bir iktidar ve gizli kapaklı işler çeviren bir suç şebekesi varsa ve illa bunlardan biri seçilecekse çok tereddüte lüzum yok.

Eğer, 17-25 Aralık ya da 15 Temmuz'da kazara Gülen örgütü kazansaydı Türkiye'nin geleceği Altan Ailesi'nin denetiminde hepimizin seks kasetlerinin belgelendiği, evimize böceklerin yerleştirildiği, yer yer faili meçhul cinayetlerin can aldığı, sahte belgelerle her an hapse düşeceğimiz bir canavar olmaya devam edecekti.

Beyaz Türkler aldatılmaya razılar ve kendi aptallıklarıyla bir terör örgütünü meşrulaştırarak hepimizin geleceğini tehlikeye atıyorlar.

Türkiye'de Gülen tehlikesiyle mücadele edebilecek kapasiteye sahip tek lider Erdoğan; diğer partilerin, özellikle CHP'nin nasıl Gülen'le aynı yatağa girdiğini gördük. Dahası, Erdoğan seçilmiş bir lider; seçildiği gibi bir daha seçilmeyebilir de. Ama Gülen hücreleri ne seçimle geldi ne seçimle gider ve şimdi bitirilmezse kapkaranlık bir örgüt rejimi kontrolü altına alacak.

Tıpkı Beyaz Türkler gibi kimi Batılılar da Gülencilerin yıllar içinde yaptıkları kumpasları anlatınca “Sen Tayyip'çi misin” diyorlar. Artık Beyaz Türk demesinler de, ne derlerse desinler.


Oray EĞİN
Sözcü/18.09.2016