30 Nisan 2011 Cumartesi

" Bir mayıs, pir mayıs "

Fransa’da 1 Mayıs üstüne ilk “kan” , zamanımızdan 118 yıl önce küçük sanayi kenti Fourmies’de damladı.

Bölgede çok eski zamanlardan kalma bir 1 Mayıs geleneği vardı ve genç nişanlıların yüzyıllardan beri birbirlerine "çiçekli akdiken dalı" verdikleri bu özel gün, 1889 yılından öteye “işçi bayramı” olarak kutlanıyordu.
Ama tatil değil iş günüydü ve on üç, on dört yaşındaki çocuklar da “deneyimli” işçi sayılıyorlar, tekstil atölyelerinde her gün on iki saat bir lokma ekmek parası karşılığında çalıştırılıyorlardı.
Yaşlı genç Fourmies işçileri, bayram günü “sekiz saatlik” mesai istemiyle grev yapmaya karar verdiler. 1891 yılı 1 Mayıs sabahı, grevciler, sokaklarda “bize 8 saat, 8 saat gerek” sloganını açık saçık bir Fransız şarkısının bestesine uydurarak neşeyle dolaştılar.
Dokuma atölyelerinin önünde jandarmayla hafif bir dalaş yaşandı ve birkaç işçi tutuklandı. Öğleden sonra grevciler, tutuklanan yoldaşlarını kurtarmak üzere hapsedildikleri belediye binasının önünde toplandılar.
Kadın işçiler, sabahki şarkının sözlerini “Bize erkeklerimiz, erkeklerimiz gerek…” diye değiştirmişlerdi.
İtiş kakış sırasında, jandarmaya takviye gelen askerlerin yavaş yavaş gerilediğini gören bir piyade subayı, grevcilerin üstüne “Ateş!” emrini verdi.
9 kişi öldü, 33 kişi yaralandı. Aralarında, otuz yaşını aşkın sadece bir işçi vardı. Diğerleri, dokuma atölyelerinde çalışan işçi çocuklardı…
Ölülerden biri, Maria Blondeau adlı bir genç kız, ellerinin arasında kanlı bir “akdiken” dalı tutuyordu. Nişanlısı, henüz o sabah vermişti kendisine sevgililerin simgesi bu çiçekli dalı.
Fourmies kentinde yaşanan dram, ordu ve hükümetin şiddetle eleştirilmesine yol açtı ve 8 Kasım 1891 seçimlerinde, Karl Marx’ın damadı Paul Lafargue’ı tarihin ilk “sosyalist” milletvekili olarak meclise taşıdı!
8 saatlik mesai için 17 yıl daha beklemek gerekti ve Fransız işçileri bu hakkı ancak 1918’den sonra kazandı.
1 Mayıs’ların “akdiken” çiçeklemesi ise “un brin de muguet”, bir sap müge, geleneğiyle sürdürülüyor. Mayısın birinci günü insanlar, tüm Fransa ve özellikle Paris sokaklarında, yakınlarına mutlaka ve çoğu kez yabancılara da birer sap müge çiçeği armağan ederler. Müge çiçeğiyle 1 Mayıs, o zaman bu zamandır birbirinden ayrılmaz, birlikte anılırlar. Dünya yarılsa, nisan ayının son haftası dışında müge satılmaz Paris sokaklarında…
Kışın kiraz, yazın portakal yediren küresel tarım ve güneş görmeyen diyarlarda domates patlıcan yetiştiren teknoloji düzeneği bile “sürümlük” müge yetiştirememiştir. Narin müge, adeta 1 Mayıs’a adamıştır varlığını.
1 Mayıslar dünyada da kanla yazılmış, 1886’da Chicago’da dört sendikacının katliyle başlayan kanlı dizin, Fransa’dan Polonya’ya, İngiltere’den Meksika’ya uluslararası işçi haklarının şiddet tarihçesidir. Arjantin’de bir değil iki kez kana bulanmıştır 1 Mayıslar. 1909 ve 1985’te…

Türkiye de bu gerçeğin dışında kalmamıştır.

Yurdumuzda ilk kez 1912 yılında kutlanan 1 Mayıs’ı 1935’ten öteye hem kutlamak kolay olmamış, hem de uğrunda epeyce çile çekilmiş, çokca kan dökülmüş, faili hâlâ meçhul şiddet, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de toplanan masum kalabalığın üzerine açılan ateşle zirve yapmıştır.

Ancak dünyada 1 Mayıslar için verilen canlar ve dökülen kanlar karşılığında işçiler daha fazla hak, daha geniş güvenceler kazanırken, Türkiye’nin farkı, provokatörler tarafından kana bulanan 1 Mayısların işçi haklarını budamak, sendikacılığı yok etmek için kullanılmış olmasıdır.

21. yüzyıl Türkiye’sinde yüz binlerce çocuk, 19. yüzyıl Avrupa’sının koşullarında çalıştırılıyor hâlâ. Özelleştirilen limanlarda birbiri ardından ölümcül kazaya uğrayan işçilerin çalıştırıldığı insanlık dışı koşullar, 1885’te ABD’de, 1889’da İngiltere’de greve başlayan “docker”lardan farklı değil. Umarım 1 Mayıslar artık kansız ve şiddetsiz kutlanır, böylece gerilemeye değil, ilerlemeye yarar.

Hepinize iyi bayramlar…

"Mine G. Kırıkkanat"

Bir Mayıs’ta Bilinç Gülleri Açmalı...

Cumhuriyet 01.05.2011

“Bir Mayıs’ta pembe güller açar...”


Yalnız güller mi; Taksim Meydanı’nda bu kez hangi güller açacak...

Geçmiş Bir Mayıs’lar capcanlı belleklerimizde... Anı değil, birer yaşantı olarak hep. Geçmişte yaşanan her şey unutulmuyor! İstediğin kadar anımsamaktan kaç!

On binlerce insan nice Bir Mayıs’larda kentin dört bir köşesinden Taksim’e doğru yürüdü. Marşlar, şarkılar söyleyerek! “Bugün emekçinin günü” diyerek; emeğin, insanlığın en büyük değeri, varlığının nedeni olduğuna inanarak; bunu da iktidardaki anlayışsız kadrolara duyurmak, sezdirmek, benimsetmek isteyerek!..
***
Önce bir araya geldik Beşiktaş’ta... Ellerimizde sloganlar... Hak arayan, hak isteyen, kör gözlere gerçekleri bir kez daha göstermek için... Boşa mı gitti hepsi? On binlerce emekçi her Bir Mayıs’ta bir araya geldi, bir büyük güç, bir büyük bilinç olduğunu kanıtlarcasına... Ama o günlerde kim varsa iktidarda, duymak, bilmek, öğrenmekten kaçındı. Gizli açık vurucu güçlerini kullanıp bu büyük uyanışı sindirmek, söndürmek istedi. Sendika mı, sendikalı mı!.. Öyleyse karşımızdadır, öyleyse düşmanımızdır, ne yapmalı etmeli bu uyanışı durdurmalı! Yıllardır sürüp gittiği gibi, emek de, emekçi de, emekten yana olan da susturulmalı... Bu bozuk düzen sürüp gitmeli ki, iktidar yakınları kolayca zenginlik üstüne zenginliklerini katlasınlar!..
***
Ben Bir Mayıs’ları yaşayanlardanım. O Bir Mayıs’larda gizli güçlerin nasıl yolu kesmek, insanları ürkütmek, sindirmek için cinayetlere bile başvurduklarını görenlerdenim. Sizler de yaşamadınız mı o Bir Mayıs’ları! Yaşadınız, ama ülke yönetiminin emekten, emekçiden yana bir nitelik kazanması için bir şey yapamadınız. Yapmak istediniz ama karşınızda sopayı, dayağı, silahı, yumruğu, zehirli gazları buldunuz! Tam yükseklere kaldırırken düşürdünüz o bayrağı elinizden! Her Bir Mayıs, bir uyanıştır. Ama sonu gelmeyen! O parti gider, bu gelir, o gider öteki gelir, ama emek düşmanlığı, emeğin hor görülmesi, emekçinin yenilgisi sürer gider...
***
Bugün Bir Mayıs yine! Emek gücü bir kez daha Taksim Alanı’nda toplanacak. Kentin binbir köşesinden gelecekler, bağıracaklar, türküler söyleyecekler; inanç-la, haklarını dosta düşmana karşı savunacaklar! Sonra yine, bir kez daha, çekilip gidecekler. Yeni Bir Mayıs’a kadar!

Bu kez yenilmesek, bu kez uyansak, bu kez emeğin, emekçinin, halkın düşmanları kimdir iyice öğrensek, anlasak diyorum...

Bir Mayıs’larda artık gerçek güllerin açmasını bekliyorum.

1 Mayıs 1977 Katliamı

Sosyalist Barikat 12. Sayı (Nisan 2003)

İşçi sınıfının tarihindeki en büyük katliamlardan biri olan 1 Mayıs 1977, oligarşinin kirli tarihinin de bir parçasıdır.
Uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününün 50 yıllık aradan sonra Türkiye’de 1976 yılında yüzbinlerce kişinin katıldığı kitlesel bir gösteriyle kutlanması, oligarşiyi büyük ölçüde tedirgin etmişti. DİSK’in organize ettiği 77 1 Mayıs’ı ise bu kez daha güçlü ve kapsamlı bir biçimde kutlanacaktı.
Büyük ölçüde TKP’nin etkinliği altında olan DİSK, 22 Nisan günü yaptığı açıklamada 1 Mayıs’a katılacak örgütleri ve atılacak sloganları ilan ediyor ve 20 bin DİSK görevlisinin güvenlik için hazır olduğunu duyuruyordu. Bu arada sağcı-faşist basın kışkırtıcı yayınlarına hız vermekteydi. Örneğin 20 Nisan gününün Ortadoğu gazetesi “Sol 1Mayıs’ta Halkı Galeyana Getirmek İstiyor” şeklinde manşet atmıştı. 1 Mayıs gününün Tercüman’ında ise Rauf Tamer, ”Arabalar tahrip edilecek, inşallah aldanırız ama, kanlar akacak. Çeşitli solcu gruplar arasında slogan kavgasıdır bu” diye yazıyordu. 30 Nisan tarihli Bayrak gazetesinin manşeti de, “DİSK ve Maocu Gruplar arasında çatışma bekleniyor!” şeklindeydi.
Aslında provokasyon daha mitingin afişleri asılırken başlamış ve 18 Nisan gecesi Kocamustafapaşa’da öldürülen Sadık Canaslan adlı öğrencinin sol içi çatışmada vurulduğu söylentileri yayılmıştı. Cinayetten ötürü suçlanan İGD yönetimi bir açıklamayla olayla ilgilerinin olmadığını duyurmuş; fakat bu kez 28 Nisan sabahı İzmir’de yapılan afişlemelerde İdris Türkoğlu adlı bir başka öğrenci öldürülürken aynı iddialar öne sürülmüştü.
Ve 1 Mayıs 1977 sabahı... Türkiye’nin her yanından akın akın gelen işçiler ve devrimci yurtseverler alandaki yerlerini almaktadırlar.Yürüyüş son derece düzenlidir ve katılım yaklaşık 500 bin civarındadır. Saatler 19.00’u gösterirken katılımın umulanın çok üstünde olması nedeniyle miting hâlâ bitmemiş, Anadolu’dan gelen kortejler henüz alana girememiştir. Bu arada DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler de konuşmasını tamamlamak üzeredir.

İlk silah sesi o an duyulur. Daha sonra alana hakim noktalardan kitlelerin üzerine kurşun yağmaya başlar. İlk silah sesi olayı başlatmak için bir işarettir. DİSK’in kürsü sorumlusu Sıtkı Coşkun’un “Sular İdaresi üzerinde ateş eden insanlar var. İhtar ediyoruz. Bunları etkisiz hale getirin, alın...” diye yaptığı anons işe yaramaz. İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın toplum polisinin amirine sorduğu “Bu duvarın üzerinden ateş edildi bize. Bunlar polis midir, görevli midir?” sorusu da yanıtsız kalır ve İsvan coplanır. Daha sonraki soruşturmalarda ise bu kişiler tamamen reddedilir; zaten boş kovanlar da anında toplanmıştır.
Ateş açılan noktalardan bir diğeri olan Pamuk Eczanesi’nin üst katında ise tabancalar ve mermi kovanları bulunacaktı.
Alanın tarandığı bir başka merkez de Inter Continental Oteli’ydi. Daha sonra otelin beşinci ile altıncı katının camlarında içeriden atılmış kurşunların delikleri görülecekti.

Günaydın gazetesinden Necati Doğru, ”5.katta bir odanın kapısı açıktı. Odanın pencerelerinden alanı seyreden kişiler ve masa üzerinde teleobjektifli makineler gördüğüm için gazetecilerin bu odada olduğunu sanarak içeri girdim. Adımımı atar atmaz oldukça mütecaviz bir biçimde itilerek durduruldum. Garsona bu odadakilerin kim olduklarını sordum, ‘polisler’ yanıtını aldım” diyordu. 510 numaralı odada ise MİT yuvalanmıştı
Tüm bunların yanısıra, dikkat çeken bir başka grup ise, ellerindeki çantaları bir an bile yere bırakmayan ve o gece uçakla ülkeyi terkeden 8-10 kişilik Amerikalıydı.
Son derece açık olan şey, ateşin kalabalığı kürsüye doğru sıkıştırarak panik yaratma amacıydı. Panzerler kitleyi sıkıştırıyor ve insanları en dar yokuşa, Inter Continental Oteli ile Pamuk Eczanesi arasında kalan Kazancı Yokuşu’na doğru yöneltiyordu. Olaylar başlamadan az önce Kazancı yokuşu başına park edilen mavi renkli bir Fiat kamyonet ve yerlerde rastgele duran tekerlekli el arabaları Kazancı’ya iniş ve çıkışı engelliyorlardı. Sel halinde akan insanlar kamyonetin iki yanından ve el arabalarının üzerinden geçerek Kazancı Yokuşu’ndan aşağıya doğru kaçmaya çalışıyorlardı. Tam bu sırada yokuşun biraz aşağısındaki garajdan çıkan beyaz renkli bir Renault uzun menzilli silahlarla kitleyi tarayacaktı.

Beyaz Renault’da bulunan polis memuru Necati Tınaz, daha sonra bu durumu ”üstümüze geldiler havaya ateş ettik” diye açıklayacaktır.
Sonuçta o gün Taksim Alanı’nda 126 kişi yaralanmış, 34 kişi de şehit düşmüştü. Ölümlerin 28’i ezilmeler sonucu meydana gelmişti. Yalnızca 25 kişi Kazancı Yokuşu’nda ezilerek Meral Özkol ise panzer altında kalarak yaşamını yitirmişti. Olayda 2000’e yakın mermi atıldığı saptanmış, buna karşın yalnızca 5 kişi kurşun yarası nedeniyle ölmüştü. Açılan davanın iddianamesinde, amacın “halk üzerinde yılgı, korku ve panik yaratmak” olduğu vurgulanıyordu. Ertesi gün boyalı basın, beklendiği gibi sol içi çatışmayı öne çıkarıyor ve “Maocu vatan hainleri işçi bayramını kana buladı” (Günaydın), manşetleri atıyordu. Sol gazeteler de hâlâ olayın ne olduğunu anlamamakta ısrarlıydılar. TKP’nin organı Politika’ya göre “1 Mayıs töreni tam bittiği sırada Maocu ve terörist oldukları ileri sürülen grupların silahlı saldırısına uğramıştı.” Diğer taraftan de benzer açıklamalar birbirini izliyordu. Olayların sonrasında devrimci sosyalist hareket ve Dev-Genç gibi yapılar ise olayın CIA tarafından tezgahlandığını, sol içi bir olay olmadığını vurgulamışlardı.
Olayı yakından yaşamış biri olan Şükran Ketenci ise, “Bence olayı başlatmada araç olma anlamında, yürüyüşe alınmayan gruplar suçlansa bile, olayın boyutlarını büyüten, yönlendiren çok daha değişik güçlerdi” diye açıklama yapıyordu.
Yarım yüzyıllık uzun bir aradan sonra Türkiye’de ikinci kez kutlanan 1 Mayıs, böyle sonuçlanmıştı. 8’i kadın tam 34 kişinin kanı Taksim Alanı’nı kızıla boyamıştı. Amaç, her zamanki gibi aynıydı: yükselen kitle hareketini boğmak, devrimci gelişmeyi önlemek.


İşçi sınıfı, şehitlerini unutmadı ve sonsuza dek unutmayacak...





28 Nisan 2011 Perşembe

ANDRE VLTCHEK

Novelist, poet, political analyst, journalist, photographer and filmmaker, he has covered dozens of war zones from Bosnia and Peru to Sri Lanka, Congo and East Timor. He is the author of a novel Nalezeny, published in Czech. Point of No Return is his major work of fiction written in English (to be published in French by Yago). Other works include a book of political nonfiction Western Terror: From Potosi to Baghdad (translated into Turkish and published by Bilim + Gonul); the plays Ghosts of Valparaiso and Conversations with James, translated into several languages including Spanish; and with Rossie Indira, a book of conversations with the foremost Southeast Asian writer Pramoedya Ananta Toer, Exile (translated into Korean, Spanish and Bahasa Indonesia). Non-fiction book Oceania (published by Expathos) is a result of his five years work in Micronesia, Polynesia and Melanesia and a damning attack against neo-colonialism in the Pacific. He has collaborated with UNESCO in Vietnam, Africa and Oceania through various publications including a fiction book The Story of Ann. Presently he is finishing writing his novel Winter Journey and non-fiction book about the political situation in post “New Order” Indonesia. He is a Senior Fellow at The Oakland Institute. He writes and photographs for several publications worldwide, corporate and progressive, including Z Magazine, Newsweek, Asia Times, China Daily, Irish Times, A2 and  Asia-Pacific Journal (Japan Focus). He produced the feature length documentary film about the Indonesian massacres in 1965 – Terlena – Breaking of The Nation, as well as several new documentaries in Asia, Africa, and Latin America. He frequently speaks at major universities, including Columbia, Cornell, Cambridge, Hong Kong, and Melbourne. Cofounder and Coeditor of Mainstay Press and Liberation Lit, he presently lives in Asia and Africa.

ANDRE VLTCHEK: ‘Noam Chomsky oyuna getirildi’

Cumhuriyet 28.04.2011
Buket Şahin: Noam Chomsky ‘İstanbul Buluşmaları’nın onur konuğuydu. Sitesinde yayımladığı değerlendirme yazısında, Türkiye’deki medya özgürlüğünü övdü. Şahsen çok şaşırdım. Sahte belge üretim merkezleri haline gelen cemaat ödenekli yandaş medyada yazan bazı yazarların ders verdiği bir üniversite tarafından düzenlenen seminer ne kadar özgür olabilir?

Andre Vltchek: Bu endişenizi Chomsky’e aynen sizin sözlerinizle ileteceğim. Eminim bilmek ister. Oyuna getirildiği belli, haklısınız. Dışarıdan bakıldığında AKP hükümeti çok yanıltıcı mesajlar veriyor. Aynı anda hem bölgedeki Müslüman hücre merkezlerle hem Batı’yla işbirliği yapıyor bir yandan da Brezilya ve İran gibi Batı’ya kafa tutan mücadeleci kamp oyuncularıyla taraf tutuyor. Fakat görünüşe aldanmamak, gerçekçi olmak lazım. Bu görünüm ilerici veya sola kayan bir eğilim değil. İsrail veya ABD’ye olan karşı tavrı, sosyalist adalete veya sosyalizme inandığından değil elbet, tam tersine kötülükten inattan kaynaklanan bir nispet! AKP hükümetinin çifte standart politikalarını Türkiye’deki muhalif yazarların aktarması gerekiyor…

Andre Vltchek ile röportaj 2: "Emperyalist güçler iktidarları kullanıyor"

Vltchek’e göre Türkiye’ye gerçek özgürlük, Atatürk’ün öngördüğü ideallerle gelebilir

Dünya tarihi AKP tipi kukla hükümet örnekleriyle dolu’ diyen Andre Vltchek, Türkiye’deki gelişmeleri endişeyle izlediğini söylüyor.

Vltchek’le röportajımızın son buluşması Pera Müzesi’nde gerçekleşiyor. Çarlık Rusyası döneminin en sevdiği ressamı Ilya Repin’in tablosu önünde hasretini çektiği sanat şehri Leningrad’dan bahsediyor. Sergiyi gezdikten sonra İstiklal Caddesi boyunca çay molaları için müdavimi olduğum mekânlarda durakladık. Taksim meydanına yaklaşırken solda bir binanın üst katlarında yer alan ve 90. yılını kutlayan ‘TKP’ ofisini gösterdim kendisine. Kırmızı tramvayla Galatasaray meydanına geri geldik ve Ara Kahve’de ‘kahve’ molası verdik. 1950’lerin İstanbulu’nu yansıtan bir Ara Güler fotoğrafı önünde söyleşiye devam ettik...


Buket Şahin: Bir savaş muhabiri olarak Endonezya, Peru, Meksika, Sri Lanka, Nepal, Hindistan, Doğu Timor, Tayland, Ruanda, Filistin’de, emperyalizmin beslediği iç savaşları ‘canlı’ yayımladınız, belgeseller çektiniz. Yugoslavya iç savaşı sırasında Türkiye’yi sık sık ziyaret ettiniz. Geçen 20 yıllık süre içinde bir gazeteci olarak Türk dış politikası size nasıl görünüyor?


Andre Vltchek: Bosna savaşı sırasında İstanbul’a sık sık tatile gelirdim. Bosna çatışmasını daha iyi irdelemek, daha doğrusu Batı’nın, Avrupa’daki en iyi ve en son komünist ülke Yugoslavya’yı parçalamaktaki gerçek amacının köklerine inmek için… İstanbul’un arka sokaklarını dolaşırken ‘Drina Köprüsü’ kitabının Yugoslav yazarı İvo Andriçh’i okurdum. Bu şehri, muhteşem güzelliğinin ötesinde tarihin her katmanına sahip olduğu için çok seviyorum. Düzinelerce özgün kültür hâlâ temsil ediliyor. O günlerde, Osmanlı’nın nasıl işlediğini ve Balkanlar’ın buradan nasıl gözüktüğünü hayal etmeye çalışırdım.

‘Eşitlikten söz edilmiyor’
Buket Şahin: Bir gezgin olarak benim için de en güzel ödül kedilerin ve martıların beklediği masal şehir İstanbul’a dönmektir...


Andre Vltchek: Bir sonraki kitabımı Boğaz’a bakan bir evde yazmak isterim. İstanbul bir yazar için ilham veren eşsiz bir şehir. Türkçe konuşamıyorum, ama birçok Türk dostum var ve ülkenizdeki siyasi olayları yakından takip ediyorum. Politik ve dini gidişatta Türkiye’nin hem kendi coğrafyasında, hem tüm dünyada çok önemli bir konuma geleceğini gören birisi olarak çok daha yakın takip etmem gerekir. Yakın dostum Noam Chomsky de ülkenize geldi.


Buket Şahin: ‘3D Yanılgısı’ adını verdiğim ‘Din, Darbe, Demokrasi’ kavramlarının içi boşaltılarak dayatıldığını acı çekerek izliyoruz. Karşıdevrimi yaşayan Türkiye’de özgürlük çığlıkları atılıyor ama kimse eşitlikten bahsetmiyor, bir zamanlar solcu geçinen ödenekli kalemler adeta yalakalık için yarış ediyorlar. Türk solu ve demokrasisi en çok yarım-aydın dediğimiz bu devşirmelerden zarar gördü, hâlâ görmekte...


Andre Vltchek: Beni şoke eden, Türkiye’nin laikler ve dinciler arasında veya Batı’dan medet umanlarla Doğu’daki Türk bağlantılarını tercih edenler arasında nasıl bölündüğü. Beni en çok üzen, İstanbul’da yaşayan çoğu entelektüelin, din bağnazlarıyla sadece Batılı düşünceler sayesinde mücadele edileceğini düşünmeleri. Demek istediğim, Batıcı politik ve sosyal kurumlarda yerleşmiş düşünceler. Köklü bir kültürden gelen ve sorunlarının yanıtlarını bu kültürde araması gereken Türkiye’nin Avrupa veya ABD’den dikte edilmesine hiç ihtiyacı yok! Bir gün, Türkiye’nin de ‘gerçek özgürlük’ ve ‘sosyal adalet’ için mücadele eden ülkeler kulübüne katılmasını umuyorum. Latin Amerika’da bunun birçok esin kaynağı örnekleri vardır! Lenin deyince, SSCB çok kötü bir değişim geçirmiştir Gorbaçov’dan bu yana. Buna tanık olmamak için Rusya’ya gitmeyi reddediyorum. Endonezya’daki süreçle Türkiye arasında çok benzerlikler var. CIA aynı taktikleri uyguluyor. Bunu önlemek için tek yol, Türk solunun örgütlenerek yeni bir siyasi güç oluşturması. O zaman İstanbul’a daha sık gelirim, hatta yardım etmek için gelirim!

Yeni düzen mantığı
Buket Şahin: Antiemperyalist bir yazar olarak, 2010’un son günlerine damgasını vuran WikiLeaks’in bir CIA-MOSSAD oyun planı olduğu konusunda ne düşünüyorsunuz? Bizim başbakanın da adı geçen belgelere göre İsviçre bankalarında sekiz gizli hesabı olduğu açıklanıyor. 1989 yılında İsviçre’nin önde gelen UBS bankasında uzun dönem ‘swift’ denen para transfer işlemleri konusunda staj yapmıştım. Gizli hesapların özelliğine dair sıkı bir ön eğitimden geçirilmiştik, bilgi sızdırılması durumundaki yaptırımları bilirim ve hiçbir hesabın şeffaf olamayacağını da; zira şahsa ait değil, numaralandırılmış hesaplardır…


Andre Vltchek: Hayal kırıklığı yaratabilir ama şahsen komplo teorilerinin takipçisi ve hayranı değilim. Belki de gerçeğin kendisinin hayal gücümüzün ötesinde çok daha korkunç olduğuna inandığımdan. WikiLeaks, Vaşington’daki hükümetle elçilikleri arasındaki diplomatik kablolu yazışmaları aktarıyor. Gerçekçi olalım: İnsanlığa karşı işlenmiş en büyük suçlar elçilikler tarafından yaratılmamıştır, hatta diplomatlar arasında tartışılmamıştır! Burada söz konusu olan genelde yüksek eğitimli ve sıkı bir diplomasi eğitiminden geçerek atandıkları ülkede tahribat kontrolünü ve diplomatik bilgileri derleyerek analiz eden kişilerin yazışmalarıdır. Sivil ve askeri darbeleri planlayan, ölüm timlerini finanse eden, ulus devletleri ve dünyanın birçok yerini tahrip edenler diplomatik kablo kullanmazlar. Sızan bu belgeleri okuyarak Amerika ve Batı’nın dış politikasını değerlendirmek saçma olur. Her ne kadar bu belgelerde fesatlıklar görsek de özellikle Afrika’da diplomatların Kenya’da rejim değişikliğine dair tartışmaları gibi. Sızan bilgiler bize içinde yaşadığımız dünyayı analiz etmekte yardımcı olabilir ama kesinlikle gerçek tam resmi göstermez…


Buket Şahin: Batı uygarlığının savaşlardan beslendiğini söylediniz. İslam ülkeleri tek tek iç savaşa sürüklenirken, Suudi Arabistan ve ipleri ABD’nin elinde olan Türkiye’deki faşist uygulamaları göz ardı eden Avrupa ve ABD medyasının tutumu ile savaşan Ortadoğu ülkelerine dair ne söyleyeceksiniz?


Andre Vltchek: Batı’nın daimi müttefikleri Bahreyn ve Suudi Arabistan monarşileri yerinde sayıyor, haklısınız. Öte yandan, Saddam yönetimindeki Irak ve Kaddafi yönetimindeki Libya zalim diktatörlükler olmasına rağmen bölgede en yüksek ‘İnsani Gelişme Göstergesi’ sağlayan ülkelerdi. Yeni-sömürgecilik mantığına göre hareket eden Batı emperyalizmi, elbette petrol gelirini insani gelişmelere harcayan sosyal diktatörlüklere tahammül edemeyecek ve yok edecekti. Libya’da ne olacak, bilinmiyor, ancak hükümet karşıtı ve kumaşını kimin dokuduğu bilinmeyen Kaddafi karşıtı güçler de en az hükümet kadar zorbalık yapıyor. Mübarek’in Suharto’dan ne farkı vardı? Eğer Türkiye’de de halkçı bir direniş olacaksa, neye karşı savaşıldığının altı iyi çizilmelidir. Türkiye’de militan İslamcılığa karşı savaşan laikler Batılı bir yönetimin hayalini kuruyorlar. Bence bu çok garip, zira, Mısır, Suudi Arabistan, Afganistan ve Endonezya örneklerinde ispatlandığı üzere, militan İslamcılık ve Batı emperyalizmi en yakın işbirlikçilerdir. Türkiye için gerçek özgürlük, ancak devrimci, antiemperyalist Atatürk’ün idealleri doğrultusundaki sosyal devlet ve sosyalist anlayışla gerçekleşebilir, günümüzde, yeniden uyanan Latin Amerika ve Asya’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi…











Andre Vltchek ile röportaj 1: "Sömürünün dâhiyane formülü: Ilımlı İslam"

Cumhuriyet 27.04.2011

Vltchek, emperyalistlerin egemenliklerini sürdürmek için dini kullandıklarını söylüyor
“Din emperyalizmince türetilmiş ‘New Age: Yeniçağ Tarikatları’ sayılan ‘Moon’ ‘Scientology’, ‘Falun Gong’ ve ‘Gülen Hareketi’ tarikatları arasında ekonomik yapılanma bakımından da büyük benzerlikler vardır.”

Vltchek, efsane yazar Endonezyalı Pramoedya Ananta Toer’le son görüşmeyi yapar ve onun hakkında ‘Sürgün’ adlı bir kitap yazar. Suharto diktatörlüğünü anlatan ‘Terlena: Bir Ulusun Parçalanması’ adlı bir de belgesel çeker. Bu belgeselde Pram’ın hayallerindeki Endonezya’nın 40 yıl önce öldüğünü, işbirlikçi Suharto askerlerinin çizmesi altında ezildiğini, zalim bir hırsızlığın ağırlığı altında parçalara ayrıldığını, şiddet yanlısı dinbazlar ve rantçı kapitalizmin sonucu çürüdüğünü aktarır.
Pram’ın sürgününden 45 yıl sonra Silivri toplama kampında bizim Pram’larımız yaşıyor… “Küresel Terör, Sömürgeleşme ve Batı Yalanları” kitabının “Endonezya’da Cihad, Köktendinci İslam ve Dini Höşgörüsüzlük” başlıklı bölümünde, Vltchek, Suharto döneminden bu yana laiklik karşıtı ‘İslami Muhafızlar Cephesi’nin (FPI) Cakarta’daki Ulusal Anıt önünde saldırdıkları laikleri, polisin müdahale etmediği ve izleyici kaldığı üniversite öğrencilerine yapılan saldırıları tek tek anlatır. FPI’nın ‘sapkın ve kâfir’ olarak adlandırdığı barlara, farklı din mensuplarına ve özellikle laik gruplara yaptıkları sistematik yıldırıcı eylemleri şöyle yazar:
“...2008 de çıkan ‘elektronik bilgi ve işlem yasası’ sadece pornografiyi yasaklamıyor. Yasa gereğince internette din karşıtı mesajları yayımlayanlar da 6 yıla kadar hapis ya da 1 milyar rupiah para cezasına çarptırılıyor (yaklaşık 110 bin dolar). ‘Yanlış haber mi?’ İktidarın sevmediği her şey ‘yanlış’tır...”
“...Şırınga edilen Suudi paraları ve yüksek dozda Vahabi inancı yüzünden bütün Güneydoğu Asya’da ve hatta Çin’de bile Sünni Ortodoks inancı her yere yayılmakta...” diye anlatır. Cakarta’daki vurdumduymaz uluslararası diplomasi ve medyanın, dünyanın bu en kalabalık nüfuslu dördüncü ülkesini ‘hoşgörülü ve ılımlı’ bir devlet olarak gösterdiğini anlatır. Yersiz bir haçlı ahlak seferi başlatıldığını ve bu paravanın arkasında tavana vuran gıda fiyatlarını, genel çaresizlik duygusunu, yolsuzluğa karşı mücadelenin durma noktasına geldiğini dile getirir.
Yıllar önce Malezya ziyareti sonrası geçtiğim Endonezya’da seçim arifesinde başkan adaylarının sözlerinden çok eşlerinin türbanlı posterleri gündemdeydi. ABD nüfusuna eş, 230 milyon nüfusla dünyanın en büyük Müslüman ülkesi olan Endonezya’da türbanın nasıl politik bir simge haline geldiğini izlemiştim.

CIA üretim merkezi
Amerika’nın dünya egemenliğini sürdürmek için CIA’nın kontrolünde faaliyet gösteren işbirlikçi tarikatları ve türetilmiş dinlerine bakalım. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Sovyetler’in boşalttığı alana göz diken ABD-İngiltere emperyalizmine hizmet etmek için finanse edilen ‘Fethullah Gülen Hareketi’ ve CIA laboratuvarında yaratılmış ‘Ilımlı İslam’ projesi, emperyalizmin İslam coğrafyasındaki ayağını oluşturdular. ABD’nin tayin ettiği ve CIA pasaportu taşıyan 3000 dolar maaşlı öğretmenlerin kontrolündedir Fethullah Gülen okulları. Amerikancı İslamcılar için her şey satılıktır. En iyi pazarladıkları ve kullanabilecekleri malzeme din olduğu için dini satıyorlar okullarda. Siz hiç ılımlı Hıristiyanlık veya ılımlı Yahudilik diye bir şey duydunuz mu?! Son röportajında, Gülen’i ‘radikal’ ve ‘tehlikeli’ görmediğini vurgulayan CIA ajanı Graham Fuller, “Onun hareketi belki İslami, siyasi ve sosyal düşünüşün tekâmülü noktasında en ümit verici olandır” şeklinde konuştu. ‘Moon’ tarikatının basın organı Washington Post yazarı Jeff Stein de yazısında Gülen’in başlattığı hareket için ‘ılımlı’ sıfatını kullandı. Benzer şekilde ‘Intelligence Online: Sanal İstihbarat’, Gülen’in tüm dinlere hoşgörüyü savunan görüşleriyle hareketini El Kaide ve diğer radikal gruplarla doğrudan rekabete soktuğunu ifade ederek arka çıktılar...
Din emperyalizmince türetilmiş “New Age: Yeniçağ Tarikatları” sayılan “Moon” ‘Scientology’, ‘Falun Gong’ ve ‘Gülen Hareketi’ tarikatları arasında ekonomik yapılanma bakımından da büyük benzerlikler vardır. Fethullah Gülen’in kasetlerinde bizzat ifade ettiği, “devleti ele geçirme taktikleri”, aynen Çin’i parçalamak için finanse edilen “Falun-Gong” hareketinde de mevcuttur. Amerika, küresel egemenliğini kullanmak için bu dinleri ve tarikatları kullanmaktadır.

Andre Vltchek, ısrarla bir Mevlana gösterisi görmek istediğini belirtiyor. Silivrikapı’da ‘Evrensel Mevlana Âşıkları’ gösterimini izledikten sonra tramvayla Çemberlitaş’taki ‘Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ne varıyoruz. Cadı kazanı adlı bitki çayını içerken soruyorum:

Buket Şahin: Obama ve Hillary’nin Endonezya’ya yaptıkları son resmi ziyaretlerde ılımlı İslamı ve işbirlikçi hükümetleri göklere çıkardılar. ‘Japan Focus’ta yayımlanan son yazınızda, onların söylediklerinin tam tersine, ülkede dini hoşgörüsüzlüğün son noktaya geldiğini anlatıyorsunuz. Cakarta’daki ‘Syarif Hidayatullah’ adlı Devlet İslam Üniversitesi’nde ilkokul mezunu olduğu kuşkulu Fethullah Gülen’in düşüncelerinin sunulduğu bir seminer düzenlendi. CIA güdümündeki ılımlı İslamın uygulamalarının Endonezya ve Türkiye’de birbiriyle örtüştüğü apaçık ortada. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

‘Dünyayı kandırıyorlar’

Andre Vltchek: Hem Hillary hem Obama ılımlı İslamı övmektedirler. Her yerde olduğu gibi, Endonezya için de yalan söylüyorlar. Obama’nın geçmişine bakalım: Babası yenilikçiydi, hatta bazıları Kenyalı Marksist bir ekonomist olduğunu kabul eder. Obama’nın annesi, onun Endonezyalı memur olan üvey babasıyla Hawaii’de tanışır, evlenirler. 1967 yılında hep beraber Cakarta’ya taşınırlar. Şimdi düşünelim; 1965 yılında, ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın en kanlı askeri darbesini destekledi, çoğunluğu yasal ve demokrat Endonezya PKI partisinin komünist üyeleri, Çinli azınlıklar, sanatçılar, öğretmenler ve aydın sınıftan oluşan yaklaşık 3 milyon insan katledildi.
Genç Obama ve annesi Cakarta’ya tam da bu zamanda, geldiler. Obama çok mutluydu, annesi de öyle! O faşist ülkede büyürken ne kadar mutlu olduğunu her seferinde duygulanarak dile getirir. Bu arada Obama’nın askeri üs olan Posh Menteng semtinde yaşadığını da belirteyim! Şimdi 2 ile 2’yi yan yana koyalım. 1965 ve 1966’daki katliamları kim yaptı? Ordu. Başka kim? Din adamları. Fakat komünist aydınlara karşı yapılan katliamlar sadece Müslümanlar tarafından yapılmadı, Bali adasında en korkunç ve fanatik katliamlar yapıldı, ada halkının yüzde 10’u Hindularca katledildi.
Hillary en son Cakarta’yı ziyaret ettiğinde, Endonezya, bir Hıristiyan okuluna saldırı sonucu sokaklara düşen çoğu yaralı öğrenci haberleriyle çalkalanıyordu. Çoğunluğu Papualı veya Maluccalı olan çocuklara yapılan eylem, ırkçılık ve dini hoşgörüsüzlüğün sonucuydu. Batı hiçbir şey olmamış gibi davrandı ve hiçbir Batılı medya bu olayları yazmadı. Aynı dönemde kiliseler yakıldı ve liberal İslam grubundan aşırı olmayan Müslümanlara saldırılar düzenlendi. Endonezya’nın laik anayasasını korumak için ülkenin dört bir yanından gelen protestocular, aşırı İslamcılar tarafından dövüldü ve polis hiçbir müdahalede bulunmadı. Peki Hillary ne dedi? Laik ve hoşgörülü Endonezya’ya övgüler dizdi, dünyanın en büyük Müslüman ülkesindeki kadınlara yapılan düzenlemeleri beğendiğini söyledi.
Endonezya Başbakanı Susilo Bambang Yudhoyono eski Suharto dönemi generalidir. Karısı 1965 katliamı baş sorumlusu generalin kızıdır. Endonezya turbo-kapitalist bir ülkedir, ülkenin bir zamanlar eşsiz olan doğasını Batılı maden, petrol ve tomruk şirketlerine yağmalatmaktadır. Getirinin hiçbiri halka gitmez, kendisine ‘elit’ denmesinden hoşlanan hırsız işadamları, ordu ve sözüm ona ‘demokratik yollardan seçilmiş’ kişiler tarafından çalınmaktadır. Din, halkın bugünü ve geçmişi değil, sadece geleceğini düşünmesinden emin olmak ister. Yasaklanan komünist partiyle birlikte ‘sosyal’ olan hiçbir şeyle ilgilenmemelerini ister. Hepsi düzenin çarkına uyumludur.

Buket Şahin: Ilımlı İslamın mimarı, Gülen’in ABD vizesine bizzat onay veren Graham Fuller “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında, Türklerin Kemalizmi terk edip ılımlı İslamı benimsemesini öneriyor...

Andre Vltchek: Endonezya ve Türkiye’nin çok ortak noktaları var. Örneğin, Batı’nın çıkarları için din meselesini nasıl kullandığı. Türkiye’nin yenilikçi ve laik entelektüelleri Endonezya’ya gitmeli ve çıplak gözleriyle ‘en kötü senaryo’yu, din, iş dünyası ve emperyalizmin işbirliğiyle ne hale geldiğini görmeliler. Bununla birlikte, dürüst olarak şunu ifade etmek isterim, bir politik analist olarak değil, bir şair ve romancı olarak: Daha yeni İstanbul’da bir hafta geçirdim ve dünyanın en güzel şehirlerinden biri bence.

Buket Şahin: İstanbul’u mekân tutan -veya zorla tutturulan- nice efsane kalemler var tarih boyunca. Cervantes, Hemingway, Melville, Agatha Christie gibi… Dört yıl boyunca sürgün yaşayan ve dönemin en önde gelen entelektüelleriyle Büyükada’daki konakta buluşmalar yapan Troçki gibi…

Andre Vltchek: Hemingway dışındakileri bilmiyordum. Cakarta ise gezegenin en çirkin yerlerinden biridir. Küçültmek için söylemiyorum, zira vahşi kapitalizm, onu bu hale getirmiştir. İstanbul hâlâ tarihi dokusunu ve sanat olaylarını korurken, Cakarta da bunların hepsi yok edildi, yağmalandı.






25 Nisan 2011 Pazartesi

CANADA FREE PRESS:As part of the Ergenekon investigation, over the past four years, hundreds of non-Islamist leaders from generals to journalists have been arrested and held without trial.

Turkey’s cautionary tale
 - Caroline Glick  Friday, April 15, 2011

Today’s Turkey is a cautionary tale for the West. But Western leaders are loath to consider its lessons.


Ever since Turkey’s Islamist Justice and Development AKP party under Recip Tayip Erdogan won the November 2002 elections, Western officials have upheld the AKP, Erdogan and his colleagues as proof that political Islam is consonant with democratic values. During Erdogan’s June 2005 visit to the White House, for instance, then-president George W. Bush praised Turkish democracy as “an important example for the people in the broader Middle East.”
Unfortunately, nine years into the AKP’s “democratic” regime it is clear that Erdogan and his colleagues’ embrace of the language and tools of democracy was a mile wide and an inch thick. They used democracy to gain power. Now that they have power, they are systematically destroying freedom in their country.
Turkey ranks 138th in the international media freedom group Reporters Sans Frontieres country index on press freedom. Sixty-eight journalists are languishing in Turkish jails for the crime of doing their job. The most recent round-up of reporters occurred in early March. And it is demonstrative of Turkey’s Islamist leaders’ exploitation of democratic freedoms in the service of their tyrannical ends.
As Der Spiegel reported last week, veteran journalists Ahmet Sik from the far-left Radikal newspaper and Nedim Sener from the highbrow Milliyet journal were among those rounded up. As radical leftists, both men oppose the AKP’s Islamist politics. But they shared its interest in weakening the Turkish military.
The Left opposed the military’s constitutional role as the overseer of Turkish democracy because the military used that role to persecute leftists. The AKP party opposed the military’s power because it blocked the party’s path to Islamizing Turkish society and politics. When the AKP turned its guns on the military it used leftist journalists to support its actions.
This collusion came to a head in 2007. In a bid to destroy the legitimacy of the military, the AKP regime has engaged in unprecedented levels of wiretapping of the communications of senior serving and retired generals.
This wiretapping operation preceded the exposure in 2007 of the so-called Ergenekon conspiracy in which senior military commanders, journalists, television personalities, entertainers and businesspeople have been implicated in an alleged attempt to topple the AKP government. As part of the Ergenekon investigation, over the past four years, hundreds of non-Islamist leaders from generals to journalists have been arrested and held without trial.
Ironically, Sik, who is now accused of membership in the Ergenekon plot, was an editor at the leftist weekly magazine Notka that “broke” the conspiracy story.
As Der Spiegel notes, the arrest of Sik and Sener shows that the AKP’s early embrace of investigative reporters and championing of a free press was purely opportunistic. Once Sik, Sener and the other 66 jailed reporters had finished discrediting the military, the regime had no need for them. Indeed, they became a threat.
Both Sik and Sener have recently written books documenting how Turkey’s version of the Muslim Brotherhood, the Fetulah Gulen network, has taken over the country’s security services.
In an interview this month with the opposition Hurriyet Daily News and Economic Review, former Turkish president Suleyman Demirel warned that the AKP has established “an empire of fear” in Turkey.
TURKEY’S DESCENT into Islamist tyranny has not simply destroyed freedom in Turkey. It has transformed Turkey’s strategic posture in a manner that is disastrous for the West. And yet, in this arena as well, the West refuses to notice what is happening.
Earlier this week the US Ambassador to Ankara Francis Ricciardone gave an interview to the Turkish media in which he romantically upheld the US-Turkish partnership. As he put it, “Our interests are similar. Even if we have different methods and targets, our strategic vision is the same.”
Sadly, there is no way to square this declaration with Turkish policy.
This week it was reported that NATO member Turkey is opening something akin to a Taliban diplomatic mission in Ankara. Turkey supports Hamas and Hizbullah. It has begun training the Syrian military. It supports Iran’s nuclear weapons program. It has become the Iranian regime’s economic lifeline by allowing the mullahs to use Turkish markets to bypass the UN sanctions regime.
In less than 10 years, the AKP regime has dismantled Turkey’s strategic alliance with Israel. It has inculcated the formerly tolerant if not pro- Israel Turkish public with virulent anti-Semitism. It is this systematic indoctrination to Jew-hatred that has emboldened Turkish leaders to announce publicly that they support going to war against Israel.
The Turkish government stands behind the al- Qaida- and Hamas- linked IHH group. IHH organized last year’s pro-Hamas flotilla to Gaza in which IHH members brutally attacked IDF naval commandoes engaged in a lawful mission to maintain Israel’s lawful maritime blockade of Gaza’s coast. With the support of the Turkish government, IHH is now planning an even larger flotilla to assault Israel’s blockade of Gaza next month.
Actually, in a sign of the intimacy of its ties to the AKP regime, this week IHH announced it is considering postponing the next pro-Hamas flotilla in order to ensure that its illegal pro-terror campaign will not harm the AKP’s electoral prospects in Turkey’s national elections scheduled for June.
American and other Western officials have argued that it would be wrong to distance their governments from Turkey or in any way censure the NATO member because doing so will only strengthen the anti-Western forces in the anti- Western government. Instead, Western leaders have done everything they can to appease Erdogan.
The US even allowed him to invade Iraqi Kurdistan.
Unfortunately, this appeasement policy has only harmed the West and NATO. Take the behavior of NATO’s Secretary-General and former Danish prime minister Anders Fogh Rasmussen. As Denmark’s prime minister, Rasmussen stood up boldly to the Islamists when they demanded that he apologize for the Danish newspaper Jyllands Posten’s publication of caricatures of Muhammad in 2005. Yet when Turkey threatened to veto his appointment as NATO secretary-general in 2009 over the Islamists’ rejection of free speech, Rasmussen abandoned his strong defense of Western liberal values to placate the Turks.
In a humiliating speech Rasmussen said, “I was deeply distressed that the cartoons were seen by many Muslims as an attempt by Denmark to mark or insult or behave disrespectfully towards Islam or the Prophet Muhammad… I respect Islam as one of the world’s major religions as well as its religious symbols.”
Rasmussen then proceeded to appoint Turks to key positions in the alliance.
Far from reining in Turkey’s anti-Western policies, by maintaining Turkey in NATO Western powers have been forced to curtail their own defense of their interests.
NATO’s incoherent mission in Libya is case in point. It can be argued that Germany’s large and increasingly radicalized Turkish minority played a role in German Chancellor Angela Merkel’s decision to risk her country’s good ties with Britain and France and refuse to support the Libyan mission. So, too, it was reportedly due to President Barack Obama’s deference to Turkey that the US failed to support the anti-regime forces until Gaddafi organized a counteroffensive against them. So if as appears increasingly likely, Gaddafi is able to survive the NATO-backed insurgents’ bid to overthrow him, he will owe his survival in no small measure to Erdogan.
TURKEY IS a cautionary tale for the West, which is now faced with the prospect of AKP-like regimes from Egypt to Tunisia to Jordan to the Persian Gulf. And the real issue that Western leaders must address is how things in Turkey were permitted to deteriorate to the point they have without any US or European official lifting a finger to stem the Islamist tide? The answer, it would seem, is a combination of professional laziness and cultural weakness. This mix of factors is also on display in the US’s behavior toward the revolutionary forces active throughout much of the Arab world.
Professional laziness stands at the root of the West’s decision not to contend with the unpleasant truth that the AKP is an Islamist party whose basic ideology has more in common with Osama bin Laden’s values than with George Washington’s. This truth was always available. Erdogan and his colleagues did not make any special efforts to hide what they stand for.
The West chose not to pay attention because its senior officials knew if they did, they would have to do something. They would have had to distance themselves from Turkey, remove Turkey from NATO and seek to contain the power of the Erdogan regime. And this would have been hard and unpleasant.
So, too, they knew that if they noticed the nature of the AKP they would have to throw themselves deep into Turkish society and defend the superiority of Western values over Islamist values. They would have had to locate and support Turkish leaders who are willing to adopt Western values and then cultivate, fund and empower them. This also would have been hard and unpleasant.
Likewise, in post-Mubarak Egypt, it is easier to believe fairy tales about Facebook revolutions and Westernized student leaders than face the harsh truth that from Amr Moussa to Mohamed ElBaradei to Yousef Qaradawi there are no leaders in post-Mubarak Egypt who support the peace with Israel or believe that Egypt has common interests with Israel and the US. There are no potential leaders in Egypt who share Western values of individual liberty and human rights.
And as in Turkey, the price for recognizing these inconvenient facts is taking effective action to counter them. As in Turkey, the West will be forced to do hard things like develop a policy of containing rather than engaging Egypt, and of identifying and cultivating forces in Egyptian society that are willing to embrace John Locke, John Stuart Mill and Adam Smith over Hassan al-Banna and Qaradawi.
Rather than do any of these hard things, Western leaders have lied to themselves about the nature of these forces and regimes. They have told themselves that there is no problem with the likes of Erdogan and his Egyptian cohorts, and opted to limit their meddling in the internal affairs of others to endless attempts to undermine and overthrow successive pro- Western, democratic, non-leftist governments in Israel. These governments, they have argued, must be replaced by leftist parties in order to feed the West’s fantasy that all the problems of the region, all its Qaradawis and Erdogans, will magically become Thomas Jeffersons and John Adamses if Israel would just cut a deal with the PLO.
This fantasy is convenient for lazy Western cultural cowards. They know that there will be no pushback for their policies. Israel won’t attack them. And by pretending the Islamists share their values and strategic interests they are free to take no action to defend their values and strategic interests from Islamist assault.
But while this strategy has been convenient for policymakers, it has done great damage to their countries. The growing menace that is Islamist Turkey teaches us that professional laziness and cultural squeamishness are recipes for strategic disasters.

23 Nisan 2011 Cumartesi

EMPERYALİZMİN KURUMLARI:The Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program

The Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program form a joint transatlantic research and policy center. The Joint Center has offices in Washington and Stockholm, and is affiliated with the Paul H. Nitze School of Advanced International Studies of Johns Hopkins University and the Institute for Security and Development Policy. It is the first Center of its kind, and is today firmly established as a leading center for research and policy worldwide, serving a large and diverse community of analysts, scholars, policy-watchers, business leaders and journalists.

MISSION

The Central Asia-Caucasus Institute and the Silk Road Studies Program constitute a joint Transatlantic Research and Policy Center. The Center is independent and privately funded, and has offices in Washington, D.C., and Stockholm, Sweden. The Center is affiliated with the Paul H. Nitze School of Advanced International Studies of Johns Hopkins University, and with the Stockholm-based Institute for Security and Development Policy. It is the first Center of its kind in both Europe and North America, and is firmly established as a leading focus of research and policy worldwide, serving a large and diverse community of analysts, scholars, policy-watchers, business leaders, journalists, and students.

Origins
The Central Asia-Caucasus Institute and the Silk Road Studies Program were designed, in 1996 and 2002 respectively, to respond to the increasing need for information, research and analysis on these regions with the identical ambition: to help bring these regions out of the shadows of the American and European consciousness to which fate had consigned them. By encouraging Americans and Europeans to enter into an active and multi-faceted engagement with the region, and by promoting serious and well-informed policies towards it, the founders hoped the new institutes could help a neglected world area to reclaim its legitimate and appropriate place in the world order. Realizing the complementary and identical aims of providing rigorous, applied and policy-relevant research on this region, as well as the added value of further structured cooperation in research, teaching, and publications, CACI and SRSP resolved in 2005 to institutionalize their existing cooperation and to formally merge into a joint Research and Policy Center.

Agenda
The joint Center strives to promote study and policy-related work on the region through five main channels: Impartial research; publications and dissemination; forums and conferences; teaching; and acting as a "switchboard" for knowledge and information.

Impartial Research
The joint Center fosters both fundamental and applied research in a wide range of disciplines in the social sciences and humanities, ranging from short research projects involving a sole researcher to larger, multi-year endeavors involving numerous researchers. This research is undertaken mainly at the Center's two offices, but often involves sponsoring research in the field. The Center also often receives visiting scholars. In fields formerly dominated by males, women have been prominent among scholars at the Center. Featured research initiatives include continuous work on U.S. and European policies toward the region; a multi-year cooperative project and the narcotics trade in Eurasia; and a multi-year initative on conflict management in Northeast Asia. For further information, consult the "Research" tab on the left.

Publications and Dissemination
A main task of the joint Center is the publication and dissemination of its research to a large and varied audience consisting of both policymakers, academics, and the educated public. The Center aspires to fulfill this task through publishing research findings in a wide variety of outlets; through issuing a series of publications on the issues under its mandate; and through frequent interviews and lectures given by the Center's staff at to various media outlets and institutions around the world. The Center publishes the following publications:

- A book series in cooperation with M.E. Sharpe Publishers.

- The Silk Road Papers, the Center's Occasional Papers series ranging from 50 to 150 pages in length, are published electronically and in print, and are freely available online.

- The Central Asia-Caucasus Analyst is a globally leading periodical for analysis and information on the region, freely accessible online. Established in 1999 and edited by Svante E. Cornell, the Central Asia-Caucasus Analyst has established itself among the world's most authoritative sources of analysis and information on the region.

- The Fact Sheets, Eurasian Narcotics, are based on an extensive database and provide insights on the drug problem in each regional country in an accessible manner.

- News Digests. The Central Asia-Caucasus Analyst includes a News Digest, while the Center also provides a weekly news digest on the narcotics and security situation in Eurasia.

Forums and Conferences
The Center organizes two periodic forums in their respective locations as well as occasional joint conferences. In Washington, the W.P. Carey Forum has developed into the country's premier locus for rigorous discussion of issues pertaining to Central Asia and the Caucasus. In Stockholm, the Silk Road Forum fosters discussions on the region in a similar manner. These forums have several aims:

- To keep the region in the attention of the western foreign policy makers;

- To make available the fruits of the most authoritative research on the region;

- To bring attention to questions that are important but neglected in the public debate;

- To give important officials in the region an opportunity to present their views to a wider audience than might otherwise be available to them.

Teaching
While devoted mainly to research and policy issues, the joint Center regularly offers undergraduate and graduate courses on the region as well as supervision of master's and doctoral theses. In Washington, graduate courses on Central Asia and the Caucasus are provided at Johns Hopkins' School of Advanced International Studies.

A Switchboard of Knowledge and Information
The Center serves the most promising scholars and analysts working on Central Asia and the Caucasus. Such men and women are extremely decentralized. The best younger researchers in the U.S. and Europe frequently teach at universities and colleges that are distant from the traditional academic centers of international studies. Numerous centers for serious study exist throughout Central Asia and the Caucasus, among them being the Institutes of Strategic Studies that exist in every capital, and with which the Center maintains regular ties. The joint Center has become an unofficial embassy for Central Asia and Caucasus Studies in Washington and a kind of "intellectual switchboard" for such studies globally. The Washington office welcomes hundreds of visitors each year, including individuals, groups, and official delegations, while the Stockholm office, building on a long and leading tradition of studies of Central Eurasia in Europe, serves the same function.

The Center's Officers
The Joint Center's Chairman is Dr. S. Frederick Starr. A research professor at SAIS, Starr co-founded the Kennan Institute, served for 11 years as President of Oberlin College, and served in the early 2000s as pro-tem Rector of the University of Central Asia. He is a leading specialist on the society and politics of Central Asia including Afghanistan, as well as Russian politics and foreign policy, U.S. policy in Eurasia, and the regional politics of oil. The Center's Research Director is Dr. Svante E. Cornell. An Associate Research Professor at SAIS, Cornell is a specialist on security issues, regional security and state-building in the Caucasus, Turkey, and Central Asia. The Center's Program Director is Dr. Niklas L.P. Swanström. Swanström is a specialist on conflict management, security, and negotiation in Northeast and Central Asia.

The Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program: 2008 YILINDA KURGULANMIŞ, 2023 TÜRKİYESİ İLE İLGİLİ SENARYOLAR...HANGİ SENARYO?

Prospects for a ‘Torn’ Turkey: A Secular and Unitary Future?


Svante E. Cornell
Halil Magnus Karaveli

SILK ROAD PAPER October 2008

Turkey in 2023: the Republic at 100

Judging the Likelihood of Scenarios


Attributing degrees of likelihood to the three scenarios mentioned above is necessarily tentative. The least probable scenario is the third, which appears at best a possible result of a confluence of negative trends. As for scenario one, it is fully plausible given the strength and clarity of current trends in Turkey. Yet a reading of recent history also suggests that the prospect of a linear development in Turkey is not probable, and that any ruling coalition is likely to be weakened and replaced within the timeframe envisaged in this study. That leaves scenario two, which is by far the most optimistic scenario for Turkey’s future. Again, that scenario may appear to be wishful thinking given the current acrimonies of Turkish politics and the growing “culture wars”, to borrow and American term, in society. In the final analysis, the most likely development for Turkey lies in some form of combination of the event foreseen in scenarios one and two.

The Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program: 2008 YILINDA KURGULANMIŞ, 2023 TÜRKİYESİ İLE İLGİLİ SENARYOLAR...SENARYO 3: ASKERİ İDARENİN DÖNÜŞÜ.

Prospects for a ‘Torn’ Turkey: A Secular and Unitary Future?


Svante E. Cornell
Halil Magnus Karaveli

SILK ROAD PAPER October 2008

Turkey in 2023: the Republic at 100

Scenario Three: Return of Military Stewardship


In a third scenario, the tensions between Islamic conservatism and secularism had finally become impossible to contain. The AKP government was emboldened by its ability to defeat the challenge to its power in 2008, and did not bother to take the seculars’ sensibilities into due consideration. A new constitution was tailored, curtailing the power of the Constitutional court and with a redefinition of secularism to imply a greater public role for religion. Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan and president Abdullah Gül miscalculated when they assumed that the military would not be able to challenge them; the AKP government was overthrown by the military in 2011, in an intervention reminiscent of the March 9, 1971, memorandum and the February 27, 1997, “postmodern coup” – but with a more pointed threat of a full-scale coup. The Chief of the General staff, Gen. Işık Koşaner, who had struck a staunchly secularist and die-hard nationalist chord in his inauguration speech as new army chief in 2008, had in fact been forced to take pre-emptive action as a coup outside the chain of command threatened.

The conditions in 2011 were markedly different to those of 2007-2008, when the hands of the military had been tied by external and internal factors. The global economic crisis of 2008-2010 had effectively undermined the power of the AKP government, which was no longer seen as being able to offer economic stability and growth. The AKP had also lost much of its international backing. Although the EU had remained supportive of the Turkish Islamic conservatives, it no longer seemed to offer any prospect of membership to Turkey. Thus, for the secular, pro-European voters, therationale for supporting the AKP had disappeared. These were instead increasingly attracted by the neo-nationalism of the opposition Republican People’s party, the CHP. Most importantly, the AKP had lost its backing in the U.S, when it failed to deliver support when the incoming U.S. Administration decided to take action against Iranian nuclear facilities. Indeed, the U.S.-Israeli attack on Iran in 2010 changed the map of the Middle East. With the replacement of the Iranian theocracy by a secular regime in an ensuing popular uprising, the perception of Turkish secularism in the U.S. had changed as well. By then, it had become apparent that “moderate” Islamism did not serve America’s interests, leading to a re-evaluation in the U.S. of the secular alternative for the Middle East.

The extended transitional regime brought in by the military took decisive measures to counter-act the effects of decades of Islamicization. Significantly, the education system was overhauled. Notably, the expansion of the imam schools was checked, and secular alternatives to the attractive schools run by the religious fraternities were created. However, the suspension of democracy exacerbated ethnic tensions. The Kurdish population was increasingly tempted by separatism. Gen. Koşaner, who as new army chief in 2008 had called for giving priority to a military solution to separatism, responded by the use of force, leading to an intensification of conflict that further damaged Turkey’s international standing and tested the unity of the country to its limits, as in the early 1990s. Furthermore, military authoritarianism had the effect of radicalizing the Islamic movement.

The Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program: 2008 YILINDA KURGULANMIŞ, 2023 TÜRKİYESİ İLE İLGİLİ SENARYOLAR...SENARYO 2: DEMOKRATİK UZLAŞMA.

Prospects for a ‘Torn’ Turkey: A Secular and Unitary Future?


Svante E. Cornell
Halil Magnus Karaveli

SILK ROAD PAPER October 2008

Turkey in 2023: the Republic at 100

Scenario Two: Democratic Reconciliation


In a second scenario, the 100-year old republic has managed to reconcile conservatism and secularism. The AKP was fatally hit by the global economic crisis more than a decade ago, and growing revelations of highlevel corruption that were reminiscent of the center-right of the 1990s. Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan was not re-elected in 2011. Yet, the stumbling of the AKP did not amount to a defeat for Islamic conservatism. A new, untainted leader emerged from within the ranks of the AKP and formed a new party. The new party explicitly positioned itself as a centrist force, appealing to religious conservatives as well as to a significant portion of the seculars. It also received the implicit support of the military, which feared the consequences of political instability, significantly wanting to avert the risk that the Kurds in the southeast would revert to the Kurdish nationalist party, under a new incarnation after being closed down in late 2008.

The crumbling of the AKP served as an encouragement to secular opinion, which had become dispirited by the apparent invincibility of the Islamic conservatives displayed in 2007-2008. When the fears that the republic was about to become an “AKP republic” – where the opposition to the ruling party was destined to be driven to the margins of the political system – were dissipated, the seculars regained a healthy self-confidence. The attraction of extremist alternatives diminished with the earlier desperation; and the civilian secularism that had manifested itself during the mass rallies in 2007 was channeled into politics. When Deniz Baykal was finally persuaded to resign as leader of the Republican People’s Party, he was replaced by Kemal Kılıçdaroğlu, who had caught the public attention in 2008 when he had contributed to revealing the rampant corruption among AKP dignitaries circles. The CHP re-emerged as a modern, European-style social democratic centrist party. The reformation of the party – as well as the strengthening of civilian secularism – owed a lot to the support given by European parties, EU institutions and European civil society associations.

With a center-right party appealing to the religiously conservative bourgeoisie, to the Kurds of the southeast, as well as to right-leaning seculars, and a social democratic alternative that caters to the center-left seculars while being equally attentive to the economically vulnerable part of the conservative electorate, the centenary republic had been equipped with a political equation that manifested democratic reconciliation and secured stability.

The Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program: 2008 YILINDA KURGULANMIŞ, 2023 TÜRKİYESİ İLE İLGİLİ SENARYOLAR...SENARYO 1: DAHA MUHAFAZAKAR BİR TÜRKİYE.

Prospects for a ‘Torn’ Turkey: A Secular and Unitary Future?

Svante E. Cornell

Halil Magnus Karaveli


SILK ROAD PAPER October 2008

Turkey in 2023: the Republic at 100
Scenario One: A More Conservative Turkey



In this scenario, the republic that celebrates its 100th anniversary is a markedly more conservative nation than what its founder, Mustafa Kemal Atatürk, had once envisaged. Yet, it is also a country with strong, secular traditions that continues to set it apart among most other Muslim countries. Turkey has by no means become an Islamic state, ruled by the Sharia. But Islamic conservatism has become established as the dominant societal force. The co-existence of two divergent world-views – religious conservatism and secularism – will have continued to generate friction, and to furnish Turkish politics with a defining context.


In its second term in power (2007-2011) the AKP government was severely tested by a global economic crisis, which threatened to reconfigure the dynamics and alignments that had once opened the gates of power for it. The flight of foreign capital in particular during the global crisis revealed the vulnerabilities of the Turkish economy, and made it difficult for the AKP to maintain the generous welfare policies which had contributed to its victory in the elections of 2007.


Yet, Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan once again proved that he is an astute leader, capable of overcoming dire challenges. The AKP recovered, and won the elections held in 2011. The main opposition party, the secularist and nationalist Republican people’s party, CHP, had once again failed to evolve into a modern social democratic force, and hence remained more or less marginalized. Instead, a new centrist force emerged as the main opposition party, together with the far-right MHP. In 2014, Turkey held its first popular election for president; Recep Tayyip Erdoğan won with a large margin and succeeded Abdullah Gül, who became prime minister. Erdoğan was re-elected in 2019.


The continued marginalization of the opposition made it difficult for the AKP to control its authoritarian impulse to have it all; a new political crisis erupted in 2011 when President Gül appointed Islamic-oriented judges to the Constitutional court. However, the new constitution that the AKP had tailored and put to referendum in 2010 had already curtailed the powers of the court, which could no longer rule on the closure of political parties, except when they were involved in acts of violence. Yet, the Chief of Staff, General Işık Koşaner, reacted sharply to the appointments to the court, and issued a
warning that the principles of Atatürk had to be respected. As had happened in 2007-2008, the military, fearful of scaring off foreign investments, and failing to receive a green light for a coup from Washington, had to content itself with issuing a verbal warning, after which it got back to business-asusual with the Islamic conservative government.
The AKP managed to keep the Kurdish issue under control. Islamic loyalty proved more powerful than the nationalist temptation. Yet, the Kurdish PKK continued to cause trouble. Its acts of violence sparked Turkish nationalism, and occasionally exacerbated tensions between Turks and Kurds in the western and southern parts of the country. Secular opinion remained politically marginalized, and was increasingly attracted to anti-Islamist and anti-western neo-nationalism.
2008

22 Nisan 2011 Cuma

STEPHEN LARRABEE, 21.04.2011 TARİHLİ AYDINLIK GAZETESİNE AÇIKLAMALARDA BULUNDU..





Başbakan Erdoğan'ın akıl hocası ABD'li Stephen Larrabee: "KILIÇDAROĞLU, BAYKAL'DAN OLUMLU"


  • 12 Haziran'da Türkiye genel seçimlere gidiyor. CHP'deki değişim seçim sonuçlarına nasıl yansır?
  " KILIÇDAROĞLU başa geldikten sonra meydana gelen bazı olumlu gelişmeler var. Geçmişte CHP son derece milliyetçi, Amerikan ve Avrupa karşıtı denilebilecek bir yönde ilerliyordu. Sanırım KILIÇDAROĞLU geldikten sonra bu durum değişti. Bununla birlikte, bana öyle geliyor ki KILIÇDAROĞLU partinin desteğini artırabilecek bir güce sahip değil. Sanırım % 25- 26 oy alabilir ve elbette bu AKP'yi zorlamak için yeterli değil kesinlikle. Ama ABD'deki ve Avrupa'daki genel izlenim, Baykal'la, Baykal'ın son yıllarıyla karşılaştırıldığında KILIÇDAROĞLU döneminde CHP'nin çok daha olumlu bir yönde hareket ettiği şeklinde. Sanırım ABD ve Avrupa CHP'de pozitif bir değişim görüyor, ama CHP iktidara gelebilecek bir güce sahip değil."

  • Seçimlerden sonra oluşacak genel tabloyu nasıl görüyorsunuz ?
" Tayyip Erdoğan milliyetçi partilerin, özellikle MHP'nin oylarını çalmaya çalışıyor ve bunda başarılı. Dolayısıyla şu anda bana öyle görünüyor ki MHP eskisi kadar güçlü olamayacak. MHP'nin % 10'luk seçim barajını aşacağı kanısındayım ancak bundan öteye gidebileceğini sanmıyorum. Milliyetçilik genel olarak yükselişte. Erdoğan bu dönemi iyi kullanıp milliyetçilik kartını oynadı ve bu da MHP'ye ve milliyetçilere olan desteği azalttı.

Röportajı Yapan: MERVE AKSUNA

BAYKAL KOMPLOSUNDA ABD'NİN PARMAK İZİ

Rand Corporation adı bir düşünce kuruluşunun ötesinde,bizim gibi ülkeler için karanlık ilişkiler, entrika, karmaşa demektir..


Baykal olayında da adresin bu karanlık kuruluşu göstermesi şaşırtıcı değil..
Baykal’ın bir komplo sonucu CHP’nin başından uzaklaştırıldığı sır değil..Ama dikkat çekici olan,hiçbir basın kuruluşu bu çok kolay bir şekilde ortaya çıkarılacak olan komplo üzerinde durmaması,gazetecilik mesleğinin yerine getirilmemesi..

Sebep basit..
Komplo da ,hakim medyanın işbirliği de söz konusu..
Ve tabii,komplonun asıl patronunun ABD patentli olması..
ABD,Baykal’ın ipini “teskere” sonrası hazırlamıştı..
"ABD karar vericileri, ‘2003 yılında Tezkere’ye karşı tavrından sonra artık CHP’ye güvenilmez’ değerlendirmesi yapıyorlardı "
CIA denetiminde çalışan RAND Corporation, 2010 yılı başında, Amerikan Hava Kuvvetleri için bir rapor hazırladı.
Raporun adı: "Troubled Partnership : U.S.- Turkish Relations in an Era of Global Geopolitical Change"
Türkçesi: "Sıkıntılı Ortaklık - Küresel Jeopolitik Değişim Çağında Türk-Amerikan İlişkileri" Rapor, RAND'ın Avrupa Güvenliği Masası görevlisi Stephen Larrabee tarafından kaleme alınmış.

Raporun 28. sayfada Amerika'nın CHP'nin üzerini çizdiği şöyle açıklanıyor:

"Türk demokrasisi, güçlü laik bir muhalif parti eksikliğinin sıkıntısını yaşamaktadır. Son yıllarda laik ana muhalefet partisi CHP, giderek dozunu arttıran milliyetçi ve Batı karşıtı bir siyaset izlemektedir. CHP, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği davasına öncülük etmek yerine, AB'ye en şiddetli eleştirileri yapar hale gelmiştir ve Türk ordusunun maşası olmaktan biraz daha ötede olduğu izlenimini vermektedir. "

"CHP'nin değişime karşı direnci, partinin halk içindeki itibarını keskin bir şekilde düşürmüştür. Son seçimde parti %22-23'ü geçememiştir ve acil olarak bir siyasi gençleşmeye ve üst yönetimde değişikliğe gereksinimi vardır. Deniz Baykal 20 yıldır parti lideridir. Bu süre içinde CHP hiçbir seçimi kazanamamıştır. Buna rağmen, modası geçmiş parti iç yapısı nedeniyle Baykal ciddi bir muhalefetle karşılaşmamıştır. Çünkü bu modası geçmiş yapıda delegeleri parti lideri seçer, ve, konumlarını parti liderine borçlu olan delegeler lidere görevine devam etmesi için oy verme zorunluluğu hissederler. Bu durum, Baykal'a parti üzerinde sıkı kontrol kurma imkanı vermiş; partinin modernleşmesi ve Türkiye'nin büyüyen siyasi ve sosyal sorunlarına cevap verme çabalarını engellemiştir."

Amerika'nın Baykal ve CHP'yi ne ile suçladığını ayrıntılayalım..

-Milliyetçi olmak

-Batı (emperyalizm) karşıtı bir siyaset izlemek

-Avrupa Birliği üyeliğini körü körüne savunmamak

-Avrupa Birliği'ni eleştirmek.

-Türk ordusu ile iyi ilişkiler içinde olmak

Raporu kalemme alan Larrabe, ABD’nin Yahudi lobilerine yakınlığı ile ünlüdür..

Larrabee Rand raporunda ,Baykal’a komplodan üç ay önce şöyle yazıyor..“CHP’nin üst yönetimi değişmelidir” Yani,CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'a karşı yapılan komplo'nun izleri Stephen Larrabee'nin Şubat ayında ele aldığı RAND Raporunda açıkça görülüyordu. Larrabe, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon ve CIA'nın en önemli strateji uzmanlarından biri olarak tanınıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın bu kilit adamının , Türk Dışişleri'nin 'başdanışmanı'. Pentagon'un Türkiye uzmanı gibi ünvanlarından da bahsediliyor..

RAND Raporundan satırlara bakalım.. "Türk siyasetinde Amerika karşıtlığı net bir şekilde görülebilir. Özellikle ana muhalefet partisi CHP'nin siyasi evrimi buna en iyi örnektir. CHP geleneksel olarak en Batı ve Amerikan yanlısı partilerden birisidir. Ancak parti 2003 yılından bu yana (1 Mart Tezkeresi), giderek artan bir boyutta, daha millici ve Amerikan karşıtı bir duruş benimsemiştir. Bunun en büyük nedeni, ABD'nin Irak siyaseti ve Türkiye'nin PKK'ya karşı verdiği mücadeleye ABD'nin destek vermek konusundaki isteksizliğidir." (S. 17- 'Irak ve Kürtlerin Meydan Okuması / Iraq and the Kurdish Challenge' başlığı.)
RAND Raporu, CHP'nin AB'ye karşı tutumundan rahatsızlığı da dile getiriyordu: "Türk demokrasisi, güçlü bir laik muhalif partinin eksikliğinden dolaya, sıkıntı çekmektedir. Son yıllarda laik ana muhalefet partisi CHP, giderek yükselen bir milliyetçi ve Batı karşıtı siyaset izlemektedir. CHP, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği davasına öncülük etmek yerine, AB'ye en şiddetli eleştirileri yapar hale gelmiştir ve Türk ordusu için maşa olmaktan daha öte olduğu izlenimini vermiştir."(S.102- 'Sıkıntılı Ortaklık / Troubled Partnership' başlığı.)