22 Nisan 2011 Cuma

İKTİDARLARIN VE DEVRİMLERİN MEŞRUİYETİ

   İnsanlık sınıflı topluma (uygarlığa) adım attığı günden bu yana, toplumlar yönetenler/iktidar sahipleri ve yönetilenler olarak ikiye ayrıldılar. Devletleşme demek olan bu ayrışmayı en ilkelinden en gelişmişine kadar bütün toplumlar yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Toplumun en genelde, egemenler ve yönetenler ile bağımlı olanlar ve yönetilenler olarak bölünmesi, kapitalizmle birlikte en gelişmiş, en incelmiş biçimlere bürünmüş, ama bölünmenin özü değişmemiştir.

   Bu bölünme, kuşkusuz ki bir ekonomik ilişkiler temelinde gerçekleşir ve şekillenir. Bölünmedeki iktidar/yöneten konumu, aynı zamanda cebir ve şiddet tekelini elde tutma ayrıcalığıdır. Bu konum bir kere ele geçirilince, konumun kendisi, yani cebir ve şiddet tekeline sahip olmayla elde edilen güç, onu sürdürmede de, yeniden üretmede de belirleyici olur ve olmaktadır. Daha açık ve günümüzde işleyişle somutlaştırarak söylersek, iktidar gücü, zor kullanma tekeli bir kere ele geçirilince, egemenliği sürdürmede, iktidar konumunda kalmada temel araç, iktidar konumunun sağladığı cebir ve şiddet kullanma olanağı oluşturur.

Ama, yine bilinir ki, hiçbir iktidar konumu, toplum üzerindeki hiçbir egemenlik, sadece cebir ve şiddetle sürdürülemez. Bunun için, toplumsal bir rıza’nın sağlanması da gerekir.

Yönetilenlerin rızasının alınması…Kapitalizmle birlikte millet dediğimiz topluluklar ortaya çıktı ve milletin, kimin tarafından yönetileceği konusundaki rızasına da “milli irade” adı verildi. Bu rızaya ya da günümüzdeki yaygın adıyla, “milli irade”ye, iktidarların meşruiyet kaynağı diyoruz. Toplumları yöneten iktidarların meşru, yani toplum tarafından kabullenilebilir olup olmadıklarının ölçütü, bu konudaki toplumsal rıza ya da (modern zamanların kavramıyla söylersek) “millet iradesi”dir.

…Türkiye’de Cumhuriyet rejimi, milletin nasıl bir sistemde yaşayacağına ve hangi güç tarafından yönetileceğine ilişkin rızasını ya da iradesini, silahlı savaşla ortaya koyması temelinde kuruldu. Milli ya da toplum iradesinin en yüksek, en kesin, en net, en katıksız ifadesiydi bu ortaya koyuş biçimi…

   İnsanların canını ortaya koyarak ifade ettiği, ölümüne bir savaşla ortaya koyduğu iradesi, hiçbir seçim, sandık, “Batı demokrasisi”, “Kopenhag kriteri”, “AB normu” vb ile ölçülemez ve karşılaştırılamaz. Böyle beyan edilmiş iradenin üstünde olan başka hiçbir irade beyanı biçimi olamaz. Bu gerçeğin, Cumhuriyet Devrimi önderinin de tekrarlamayı sevdiği ve 17.yüzyılda başlayan Avrupa devrimlerinden beri bütün dünya devrimcilerinin benimsediği ifade biçimi, “DEVRİMLERİN KANUNU BÜTÜN KANUNLARIN ÜSTÜNDEDİR” formülasyonudur. Bu ifadeyle dile getirilen gerçek, kendilerine devrimciyim diyen insanların bağlandığı bir öznel ilke, bir tercih olmanın çok ötesinde, bir toplumsal yasadır…

…Türkiye’de “çok partili” siyasi yaşam ya da “demokrasi’ye geçiş”, bir devrimin sonucu olarak gerçekleşmedi. Sözkonusu olan “geçiş”, içte egemen sınıfın önderliğini kendisinin yaptığı devrimden vazgeçmesinin ve dışta ülkeyi Atlantik kampına bağlamasının bir ürünü olarak gündeme geldiği için, başlayan süreç ne gerçek anlamda çok partili oldu, çünkü kurulan yeni siyaset sahnesinde emekçi sınıfların siyasi akım ve örgütlerine yer yoktu. Ne de demokratik bir özellik taşıdı. Hatta tam tersine, rejim, demokratikleşmek bir yana, daha da antidemokratikleşti, daha da gericileşti.

   “Çok partili” yaşam Türkiye’yi demokratikleştirmedi, ama iktidarların meşruiyet kaynağı konusuna “yeni” bir unsur ekledi: SEÇİM SANDIĞI ! Ulusun özgür yurttaşlarının katıldığı serbest seçimlerden değil, “milli iradenin” esaslı sınırlama, sakatlama ve güdümlenme mekanizmaları ile sandığa sokulup çıkarılmasından söz ediyoruz.

   Aslında, “seçim” ve “sandık” Türk toplumunun yaşamında yeni bir olay değildi. Zaman zaman kesintiye uğramış olsa da, taa Meşrutiyet’e kadar giden 40 yıllık bir geçmişi vardı. Peki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan “çok partili”, seçimli, sandıklı siyasi yaşamın rejim bakımından yeni olan özelliği neydi?

   Bu özellik, “yeni” unsurun giderek meşruiyetin tek kaynağı olarak kabul edilmeye başlanmasıydı. Meşruiyet konusunda yaşanan bu süreç, aynı zamanda Türkiye’de Cumhuriyet’in yıkımı, karşı devrim süreci oldu…

   Hükümetlerin meşruiyet kaynağı, “milli irade”nin tek belirme biçimi olarak dayatılan “sandıktan çıkma”, kurucu iradeyi bastırdı ve onun üstüne çıkarıldı. Sonuç: Bugün sistemin bir Mafya-Tarikat-Gladyo sistemine dönüştüğü koşullarda yaşanan meşruiyet krizidir. Daha doğrusu, toplumun aşamadığı kurucu meşruiyet temeli, yani Cumhuriyet ile, “sandıktan çıkma”ya dayanan meşruiyet arasındaki çelişmedir. Öyle bir “sandıktan çıkma” ki, toplumun tercihi, binbir bukağı ile; binbir kısıtlama, baskı, aldatma, hile, şantaj, komplo, hukuksuzluk, keyfilik, zorbalık, rüşvet vb ile adeta “kendi celladına aşık” hasta insan psikolojisinin tercihi haline getirilmiş durumdadır.

   Türkiye halkına, 1940’ların ikinci yarısında girilen karşı devrim sürecinde, iktidarların meşruiyet kaynağı olarak “sandıktan çıkma” sunulmuştu. Son elli yılı böyle yaşadık. Bugün bu dönemin de sonuna gelinmiş durumda. Mafya- Tarikat- Gladyo Sistemi olarak adlandırdığımız ve Cumhuriyet’i yok ederek kendini var etmiş sistem için bugün, meşruiyet konusunda, “sandıktan tavşan çıkarma”dan daha büyük aldatmaya dönüşmüş “sandıktan parlamento/Meclis çıkarma”da yetmemektedir. Bu günlerde, meşruiyet’in kaynağı, doğrudan doğruya BM’in 12 üyeli Güvenlik Konseyi’nin üç emperyalist devleti ile onların yardakçısı üç devlet yönetiminin oyuna indirgenmiştir. Yardakçıların bağımsız bir iradesi olmadığına, onların iradesi ile son tahlilde üç büyük emperyalist devletin iradesiyle şekillendiğine göre, gerçekte, üç buçuk devletin iradesine indirgenmiş durumdadır.

   Mecliste 24 Mart 2011 günü yapılan Libya’ya asker gönderme tezkeresi oylaması, bugünkü Meclisin de, iktidarı ile muhalefeti ile, Mafya-Tarikat- Gladyo Sisteminin bir peçesi olmak dışında hiçbir irade ve işlevinin kalmadığını göstermektedir….

ARSLAN KILIÇ



TEORİ- NİSAN 2011