30 Haziran 2017 Cuma

Dünden Bugüne Nasıl Gelindi ? Yeni Dünya Düzeni Senaryoları ve Türkiye-4

22 Şubat 1995 Çarşamba- Cumhuriyet Gazetesi / HALUK GERAY


-4-
Dinsel ve Etnik Senaryolar

   Bazı yazarlar, öncelikle İslami gruplar konusunda bilgi toplanması gerektiğini vurgulayarak şu tavsiyelerde bulunmaktadırlar(*):

   "Genellikle İslami grupların tümü, Batı'nın çıkarlarına tehdit olarak alınıp aynı kaba konmaktadırlar. Bu, yanlıştır ve haksızdır. Batı'nın laiklikten etkilenmiş olan yaklaşımı, İslamcılarınn bazı taleplerinin haklılığını ve sağladıkları toplumsal hizmetleri gözardı etmektedir. Genel olarak Batı, kendi laik ulusal devlet modelinin evrensel olmadığını öğrenmek durumundadır. Ve diğer siyasal örgütlenme modellerinin de geçerli olabileceği kabul edilmelidir."

   Ghassam Salame, Batı'nın, Ortadoğu'daki rejimleri “derece derece" ılımlı İslamcı güçlerle birleştirmeye çalışmasını önermektedir. Salame'nin Batılı hûkümetlere bir başka tavsiyesi, "insan haklarına" dayanan ilkelerin neredeyse gözardı edilmesini önermekle eşanlamlıdır:

   "Batı, demokrasinin sadece bir kişi-bir oy sistemi üzerine kurulmadığını kabul etmelidir. Kalkınan toplumlarda etnik ve dinsel grup hakları, insan ve birey hakları kadar önemlidir. Bu nedenle azınlıkların korunması Ortadoğu'da her yaklaşımın bir parçası olmalıdır. İslam, tarihi olarak, bireylere kendi dini bağlılıklarına uygun olarak yaşama biçimleri için formüller bulmuştur. Eğer Müslümanlar köktendinciliğe göre yönetilecekse, Müslüman olmayanlar  kendi yaşama ve geleneklerine göre yönetilme hakkına sahip olmalıdır. Bu tür benzersiz yasal ve toplumsal çoğulculuk, Batı türü çoğulculuğun yaratılmasından daha acil ve daha kolaydır. İslamcılar, bu tür biçimlere, Batı tipi çoğulcu politikaları kabul etmekten daha hazırdırlar."

   "Batı tipi çoğulculuk" yerine "etnik/dinsel cemaatlerin çoğulculuğundan" ne anlamak gerekiyor? Batı'da dinsel ya da dinsel olmayan her topluluğa -sınırı yurttaşlık ve temel insan haklarıyla çizilmiş olmak koşuluyla- örgütlenme hakkı tanındığına göre, "'cemaatlerin çoğulculuğu" olmadığı söylenemez. Kimsenin bir diyeceği yok. Ama kimse, "Bizim kitapta peygamber gelmeyecek diyor. Bu kişi peygamber olamaz" demiyor. Dolayısıyla Batılı yazarların, cemaatlerin çoğulculuğundan anladığı, aslında "cemaatlere özgürlük" adı altında  bireylerin cemaatler tarafından totaliter bir şekilde kontrol edildiği; ikinci sınıf bir çoğulculuk olduğu anlaşılıyor. Bu yaklaşımın, en azından bazı senaryolarda Batı tarafından göz önüne alınacağı ortaya çıkmaktadır. Dizinin ileriki bölümlerinde bu konuda somut bir senaryoya da değinilecektir.

   ABD'nin Irak'taki senaryoları da, Irak'ın güneyindeki Şiilerin, çoğunluğu Şii olan İran'a yaklaşmamalarının sağlanmasını gerektirmektedir. Bağdat'taki Sünni azınlığın, demokrasiye geçilmesiyle birlikte Şii çoğunlukla el değiştirmesinin kaçınılmaz olacağı düşünülerek; Şii çoğunluğun yönetimde olduğu bir Irak'ın, İran'la birlikte bir cephe oluşturması ABD'nin işine gelmeyecektir. Irak-İran yakınlaşması da Arap ülkelerindeki rejimleri rahatsız edecektir. Bu nedenle. Irak'taki Şii cemaati ve/veya toplumu ile uzlaşmanın biçimi de, İslam'la uzlaşma gerektirmektedir ki Irak'taki Şiiler İran'a kaymasın. Ayrıca Filistin sorununun çözülmemesinden kaynaklanan Hamas gibi anti-Amerikan köktendinci grupların en büyük kozları, Filistin sorunu çözülme yoluna girdikçe ortadan kalkmaktadır. Böylece. İslam'la barışmaya uygun bir iklim oluşmaktadır. ABD Başkanı BiII Clinton'ın Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı Anthonv Lake, 21 Eylül 1993'te yaptığı konuşmada, "Hoşgörü ve barışa saygı duyan İslam inancına sahip olanlara her türlü dostluğu göstereceğiz'' demektedir.

Lozan tehdit altında

Laiklik konusunda Atatürk ilkelerini eleştiren Paul Henze, "Türkiye; 21. Yüzyıl'a Doğru" isimli raporunda, üstü örtülü de olsa, Lozan'ın öldüğünü ilan etmektedir. Henze'ye göre, "Türkiye'nin 1990'lardaki en büyük zorluğu. Kürtlere yönelik uygulamaların başarıyla değiştirilmesine yönelik yolları bulmak olacaktır. Klasik Atatürkçü pozisyon, yani Hıristi yanların azınlık olduğu, ama Müslümanların azınlık olamayacağı pozisyonu sona erdi artık." Lozan Anlaşması'ndaki en önemli unsurlardan biri, yeni kurulan genç cumhuriyette, Müslüman olmayanlar dışında azınlıklar 'bulunmadığının anlaşmada yer almış olmasıdır. Türkiye'yi "azınlıklar" kisvesi altında değişik Batı güçleri arasında parçalayan Sevr Anlaşması'na karşılık Lozan, Cumhuriyetin uluslararası sahada tanınması anlamına geliyordu. Henze, Müslümanlar dışında azınlık olmadığı yolundaki pozisyonun geçersiz olduğunu söyleyerek Lozan'ın öldüğünü açıklamaktadır.

Henze, senaryosunda şunları da belirtmektedir:

"Türkiye, 1990’larda ülkenin nüfusunun pek çok iç içe geçmiş yumaklardan oluşan ve bunların her birinin istedikleri takdirde bir dereceye kadar kimliklerinin tanındığı yeni toplumsal ve yasal bir düzenlemeyi geliştirmek durumundadır. Ülke, bu işi başarıyla yaparsa daha güçlenmiş olarak çıkacaktır."

Aklı başında herkesin ilk anda kabul edebileceği bir fikirden yola çıkmaktadır Henze. Kabul edilebilir fikirlerden yola çıkan Henze, kabul edilmesi daha zor olana doğru geliştirmektedir senaryolarını. Henze, Kürtlerin dilleri. kültürleri ve siyasi örgütleriyle farklı bir etnik grup olarak tanınmasının ne getireceğinin farkındadır:

"Kürtlerin farklı etnik bir grup olarak tanınması, Türkiye Cumhuriyeti’ni ülkedeki çok farklı etnik grupların en azından bir bölümünün de kendi kimliklerinin tanınması isteklerine yol açmasıyla karşı karşıya bırakacaktır. Tehlike, aslında, etnik yapısalcılıktadır. Devletin her örgütlenmesini etnik temelde yapması. eski Sovyetler veya Yugoslavya'daki gibi parçalanmışlık getirir. Bunlar kötü örneklerdir. Federalizmin mutlaka etnik bir biçim alması gerekmez. Bölgelere göre federalizm çok daha esnek bir kavramdır."

Federalizm bölünme getirir mi?

"İç içe geçmiş yumaklardan" işe başlayan Henze, sonunda üniter devletin bölünerek federalist bir yapıya geçilmesini önererek bitirmektedir işi. Bu gelişmeyle, ülkenin bütünüyle parçalanması yolunun açılacağından kaygı duyanlara, federalizm etnik kimlik üzerine değil de bölgeler üzerine yapılandırılırsa, Yugoslavya ve eski Sovyetler Birliği 'ndeki gelişmelerin yaşanmayacağını söyleyerek yanıt vermektedir. Etniklik tabanında örgütlenme ile coğrafi-bölgesel tabanda federasyon üzerinde durmakta yarar var. Henze eski Yugoslavya'dan söz ederken, örneğin Bosna-Hersek, sadece Boşnakların yaşadığı bir federe birimmiş izlenimini veriyor. Oysa Bosna-Hersek de, diğer Yugoslavya federe birimleri de "etnik saflık" taşımıyordu.. Her coğrafi bölümlenme, belli bir etnik grubun ağırlığı olsa bile başka unsurların varlığını dışlamaz. Bu açıdan etnik temel üzerinde bölümlenme ile coğrafi bölgesel federasyon arasında sahte bir zıtlık yaratılmaktadır. Federasyon şeklinde her bölümlenme, hem federasyon içinde hem de diğer federasyonların kendi içlerinde ve aralarında yeni çatışma odakları yaratabilir Bu çatışma odaklarının ortak paydalarından biri de etnik veya dinsel kimlikler olabilir. Bu açıdan, bölgesel federalizm gelirse Türkiye; eski Sovyetler ve Yugoslavya gibi olmaz izlenimini veren Henze, bu iddiasıyla inandırıcı olamamaktadır.

ABD stratejileri değişiyor

1940'lardan beri Türkiye'deki Kürtleri unutmuş olan ABD ve Batı dünyası, 1980'lerin sonunda Kürt sorununu yeniden keşfetmeye başlamıştır. 40 yıldan fazla bir süre, Kürt sorununun Batı tarafından neden unutulduğu, Soğuk savaş yıllarındaki stratejilerle ilgilidir. İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen 18 ay içindeki sosyalist rejimlerin yayılması, ABD'yi karşı politikalar geliştirmeye yöneltti'(**). 1947 yılında ortaya atılan Truman Doktrini, Rusların güneye doğru yayılmasını engellemek için "hür milletleri desteklemeyi" amaçlıyordu. Onu izleyen Marshall Planı daha çok Sovyetler'in Batı'ya yönelik genişlemesini engellemeye yönelikti. Güneydoğu Asya ve diğer ülkelerdeki sosyalist devrimler, ABD'nin çevreleme politikasını geliştirmesine yol açtı. 1980'Iere yaklaşıldığında askeri stratejist Barry Rubin, Ortadoğu'da çatışmanın Sovyet ve Batı blokları arasında olduğunu; ABD'nin bu bölgeye asker gönderme fikrine alışması gerektiğini savunarak Çevik Güç (Çekiç Güç'le karıştırılmamalı) oluşturulmasını gündeme getirdi.(***).

Değişen ABD çıkarları

ABD'nin yerel ayaklanmaları tehdit olarak kabul etmesiyle eşzamanlı olarak, Orta Avrupa dışında Sovyetler'in geçebileceği başka boşlukların olup olmadığı incelenmeye başlandı. Doğu Anadolu, Sovyetler'e böyle bir boşluk sunuyordu. Bu saptamadan sonra Doğu Anadolu'da Çevik Kuvvet çerçevesinde yeni üsler kurulması fikri ortaya atıldı. ABD stratejistlerinden Eliot Cohen, "Doğu Anadolu'daki üsler kâğıt üzerinde Basra ile ilişkilendirilmemişse de, bir kriz anında büyük hizmetleri geçecek" diyordu.

(*) Ghassan Salame, "islam and the West", Foreign Policy, Spring 1993, ss. 22-37.

(**)Lany Webch. "Air Power in Low and Midintensity- Conflict", ISSP, July 1992.


(***) Ufuk Güldemir, Çevik Kuvvet'in Gölgesinde: Türkiye 1980- 1984, (İstanbul, Tekin Yayınları), 1987.





Prof. Ergün Aybars, yeni dünya düzeninin Atatürkçülük'le çelişkilerini değerlendirdi: Üniter devleti parçalamak ilk aşama

Dizinin daha önceki bölümlerinde görüşlerine yer verdiğimiz Prof. Dr. Ergün Aybars'a, bu kez yeni dünya düzeninde Atatürkçülük üzerine sorular soruyoruz.

- Atatürkçülüğün yeni dünya düzeni ile çatıştığı belirtiliyor. Bu konuda sizin görüşlerinizi alabilir miyiz?

Aybars: İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasının iki kutuplu denge politikasının yerini, şimdilik tek merkezli bir dünya görünümü aldı. Ancak bu bizi aldatmamalıdır. Çünkü dağılan Sovyetler Birliği'nin bütün mirası Rusya'ya bırakıldı. Rusya yeniden yapılanma için stratejik çekilme yapıyor. Kızılordu hâlâ duruyor. Rusya Avrupa topraklarından, kendisi için çok pahalı olduğundan, karşılığında, Batıdan para ve arka bahçesinde serbesti garantisi alarak çekildi.

   Türkiye, daha 1950'lerde bile Atatürkçü modeli ile Ortadoğu'da örnek alınması halinde tehlikeli bir ülkeydi. Özellikle petrol ülkelerindeki şeyhlik-emirlik düzeni, büyük güçlerin çıkarlarına uygun bir modeldir. Atatürkçü bir modelse emperyalizm için hep endişe kaynağı oldu. Bu sebeple Türkiye üzerinde oynanan oyunlar 1965-80 arasında da, 1980 sonrasında da biçimse! ve yöntem olarak farklı görünse de özde aynı oldu. 1965- 1980 döneminin komünistleri ve şeriatçıları, şimdilerin sözde demokratları olarak yine Atatürkçülüğe saldırıyorlar. İkinci cumhuriyetçilik, neo-Osmanlıcılık hareketlerinin Turgut Özal'ın ölümü ile hızını yitirmesi gözlemleniyor. Bakalım, Yeni Demokrasi Hareketi ne kadar sürecek?

- Federalizmin de bir çıkış yolu olarak görüldüğü, bazı yabancı uzmanlarca belirtiliyor. Aslında Türkiye'de de bu görüşü savunanlar var. Üniterlik/ federalizm tartışması önemli midir?

Aybars: Türkiye'ye dıştan ve içten demokrasi adına dayatmalardan daima kuşku duyduğumu belirtmek isterim. 19. yüzyılda Osmanlı devletine karşı Hıristiyan kartını oynayan Batı, bir yandan dış borçlandırma yoluyla Osmanlı devletini mali iflasa sürükleyip Düyun-u Umumiye ile tutsak almıştı. Batı Anadolu'yu Yunanistan'a, Doğu Anadolu'yu Ermenilere verme politikası (1878-1920) Sevr'e kadar aşama aşama ustaca oynandı. Bu oyunu bozan Atatürk oldu. Bugün Batı, geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeler üzerinde insan hakları ve demokrasi kartını oynuyor. Haiti, demokrasi adına kurtarılıyor! Bosna- Hersek'te insanlar Müslüman oldukları için katlediliyorlar. Türkiye'de ise aynı Batı oyunları sürüyor. Batı'nın Doğu Anadolu'da büyük bir Ermenistan kurmaktan vazgeçtiğini sanmak yanılgısına düşmeyelim. Kürt kartı, görünüşü kurtarmak için kullanılan bir araçtır. Üniter devleti bu kartla parçalamayı başaranlar, sonraki aşamada Ermeni ve Rum kartını da gündeme getirebilirler.


1-Dünden Bugüne Nasıl Gelindi ? Yeni Dünya Düzeni Senaryoları ve Türkiye-1
(Atatürk’e Karşı Sinsi Plan)


2-Dünden Bugüne Nasıl Gelindi ? Yeni Dünya Düzeni Senaryoları ve Türkiye-2
(ABD'nin Tarikat Hesapları)


3-Dünden Bugüne Nasıl Gelindi ? Yeni Dünya Düzeni Senaryoları ve Türkiye-3
(Şeriatçılarla Uzlaşma Arayışı)

28 Haziran 2017 Çarşamba

Dünden Bugüne Nasıl Gelindi ? Yeni Dünya Düzeni Senaryoları ve Türkiye-3

21 Şubat 1995 Salı- Cumhuriyet Gazetesi / HALUK GERAY


-3-

Şeriatçılarla Uzlaşma Arayışı

   Türkiye'ye küresel senaryolarında en fazla yer veren yazarlardan biri de Samuel Huntington'dır. Huntington'ın, 'Uygarlıkların Çatışması' makalesi, yeni dünya düzeninin temel çatışmalarının uygarlıklar arasında olacağını belirtmekte ve Batı'ya tavsiyelerde bulunmaktadır(*). Bu çalışma, sadece akademik düzeyde değil dünya çapında siyasetçi ve devlet adamları arasında da tartışılmaktadır. Yazıda, "Halkların en yüksek ve en geniş kültürel kimlikleri" olarak tanımlanan uygarlığın hem nesnel (dil, tarih, din, gelenek, kurumlar) hem de sübjektif (halkların kendilerini nasıl tanımladıkları) öğelerinin bulunduğundan yola çıkılmaktadır. Dünyanın, Batıcı, Konfüçyüsçü, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerika uygarlıklarının kendi arasında ve özellikle Batı'yla çatışmasıyla karşı karşıya kalacağını savunan Huntington, ekonomik modernleşme ve toplumsal değişimin dünya çapında insanları yerel kimliklerinden ayırdığını, bunun sonucu olarak ulusal devletlerin bir kimlik kaynağı olarak zayıfladığını, ortaya çıkan boşluğu pek çok yerde dinin doldurduğunu söylüyor. Huntington bölgesel ekonomik blokların ortaya çıkmasının da kültürel ve dini bloklaşma ile bir arada gittiğine dikkat çekiyor. Türkiye'nin yanında İran, Pakistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan ve Afganistan'ın yer aldığı Ekonomik İşbirliği Örgütü'nü (EKO) 'Arap olmayan Müslüman ülkeleri bir araya getiren' bir örgüt olarak tanımlıyor. Avrupa Birliği ise Avrupa kültürü ile Hıristiyanlık etrafında oluşuyor.

Uygarlıkların fay hatları

   Uygarlıkların fay hatları sınırlarının, ileride çatışma sınırlarını oluşturacağını söyleyen Huntington, Avrupa'daki en önemli bölünme hattının, Batı Hıristiyanlığının 1500'deki doğu sınırı olduğunu belirtmektedir. Bu hat Finlandiya, Baltık devletleri ve Rusya'yı ayırmakta; Belarus ve Ukrayna'yı ikiye bölerek, güneyde Habsburg ve Osmanlı imparatorluklarının tarihi sınırlarıyla buluşmaktadır. Bu çizginin batısında ortak deneyler vardır; feodalizm, Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma, Fransız devrimi, sanayi devrimi. Hattın batısı ekonomik açıdan daha iyi durumdadır ve demokratik sistemler olarak Avrupa'yla bütünleşmeyi hedeflemektedir. Bu çizginin güneyinde ve doğusunda kalanlar ise ekonomik açıdan daha zayıf, istikrarlı demokratik siyasal sistemleri geliştirme olasılıkları zayıf ülkelerdir. Hattın doğu ve güney tarafı (Rusya, Ortodoks Doğu Ukrayna, Sırbistan, Bulgaristan, Makedonya. Yunanistan, Arnavutluk, Türkiye) daha çok Ortodoks ve Müslüman ağırlıklıdır.

Dine yeni bakış

   Huntington, çatışmakta olan ve ileride de çatışmaya devam edecek uygarlıklar arasında, Türkiye'yi İslam uygarlığının Türk alt-bölümüne yerleştirmektedir. İslam'ın Türk alt bölümü yanında Arap ve Malay alt bölümleri bulunmaktadır. Yazar, Türkiye’yi kendi sınıflandırdığı alt bölüm içinde göremediği için olsa gerek, dünya çapında en fazla 'parçalanmış' ülke olarak tanımlamaktadır. Parçalanmış ülkelerin yeni dünya düzenindeki yerine geçmeden önce, aralarında İslamiyet ve Ortodoksluğun bulunduğu çeşitli kültürlerde laiklik, anayasacılık, insan hakları, eşitlik, hürriyet, hukuk devleti, demokrasi gibi fikirlerin ‘titreşimler yaratmadığına' inandığını belirtelim. Batı'nın bu fikirleri yayma düşüncesi 'insan hakları emperyalizmi'ne karşı tepkiler yaratmakta ve temeldeki özgün değerlere dönüşü hızlandırmaktadır. Bazı ülkelerin, toplumun hangi uygarlığa ait olduğu konusunda bölünmüş olduğuna dikkat çeken Huntington, Türkiye'yi bu ülkelere en açık ve 'prototip' ülke olarak göstermektedir. Atatürk'ün modern ve laik bir Batılı ulus devlet kurmak istediğini söyleyen yazar, toplumdaki bazı unsurlarınsa Türkiye'nin Müslüman bir Ortadoğu ülkesi olduğuna inandıklarını belirtmektedir. Ancak, Türkiye'nin yerinin belirlenmesinde çok önemli bir nokta, ülke içindeki tartışmalardan çok, Batı'nın Türkiye'ye yönelik tutumudur.

Türkiye'ye Taşkent adresi

   Huntington, Batı’nın Türkiye'yi Batılı olarak tanımamasına dikkat çekmektedir. Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi içine almayacağının belli olduğunu belirten Huntington, Henze'nin sorduğu soruyu yinelemektedir: “Mekke'yi reddetmiş ve Brüksel tarafından reddedilmiş Türkiye, nereye bakacaktır?" Sorunun yanıtını 'belki de Taşkent' olarak veren Huntington, şunları belirtmektedir:

"Tarihsel olarak Türkiye, en fazla parçalanmış ülkedir. Meksika zamansal olarak en yakın parçalanmış ülkedir. Küresel olarak en önemli parçalanmış ülke Rusya'dır. Bir parçalanmış ülke, kendi uygarlık kimliğini yeniden tanımlayabilmek için üç unsura ihtiyaç duyar: Birincisi, ülkenin siyasi ve ekonomik eliti genel olarak bu hareket hakkında destekçi olmalıdır. İkincisi, kendi kamusu buna hazır olmalıdır. Üçüncüsü, alıcı uygarlıktaki belirleyici grupların öbürünü kucaklamaya hazır olmasıdır. Meksika örneğinde üçü de mevcuttur. Türkiye örneğinde ilk ikisi mevcuttur. Rusya örneğinde üçünün olup olmadığı da Batı'ya girme anlamında belirsizdir."

   Türkiye'de hem elitlerin hem de halkın Batılı kimliği kabule hazır olduğunu kabul eden Huntington, 'alıcı uygarlığın etkili gruplarının' Türkiye'yi kabule hazır olmadığını söyleyerek aslında 'parçalanmanın' içsel değil, dışsal olduğunu da itiraf etmektedir. Acaba, Batı ülkelerinin senaryolarında, Türkiye'yi arasına kabul etmeyerek, ‘Taşkent'e ve Ortadoğu'ya bakmasını sağlamak mı yer almaktadır?

‘Türkiye Batılı olmamalı'

   Huntington'un Batılı ülkelere yaptığı tavsiyeler, bu sorunun yanıtını kendiliğinden vermektedir:

   "Kısa dönemde, Batı kendi içinde daha fazla işbirliğini teşvik etmeli (Avrupa-Kuzey Amerika), Doğu Avrupa ve Latin Amerika gibi Batı'ya yakın kültürleri kendi içine katmalı; Rusya ve Japonya ile işbirliği ilişkilerini sağlamalı ve teşvik etmeli; yerel uygarlık içi çatışmaların büyük uygarlık içi çatışmalara doğru tırmanmasını engellemeli; Konfüçyen ve İslami devletlerin askeri genişlemesini sınırlandırmalı; Konfüçyen ve İslami devletler arasındaki çatışma ve farklılıkları sömürmeli; meşru Batı çıkarlarını yansıtan uluslararası kurumları ve değerleri güçlendirmeli ve Batılı olmayan devletlerin, bu kurumlara katılımını teşvik etmelidir. Uzun dönemde ise, aynı zamanda, Batı'nın diğer uygarlıkların altında yatan dini ve felsefi varsayımların temelini ve bu uygarlıkların halklarının kendi çıkarlarını nasıl gördüklerinin yollarını daha fazla anlamayı geliştirmesi gerekmektedir. Bu, Batı ve diğer uygarlıklar arasındaki ortak unsurları tanımlamasını gerektirecektir. İlgili gelecekte, evrensel bir uygarlık olmayacak, onun yerine bir arada yaşamayı öğrenmesi gereken farklı uygarlıklar olacaktır."

   Huntington, yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Batı'ya kabul edilecek ülkeler arasına Türkiye'yi katmamaktadır. Huntington, hem halkının büyük çoğunluğunun hem de yönetici elitlerin Batılı olmayı amaçladığını kabul ettiği Türkiye'yi, kendisi de Batı uygarlığına alınacak bir ülke olarak görmemektedir. Bunun nedeni, Türkiye'nin, yeni dünya düzeninde alacağı rolü, Batılı bir ülke olarak değil, 'İslam uygarlığının Türki alt grubu' olarak üstlenmesinin Batı'nın çıkarına uyacağı varsayımı olabilir. Böyle bir Türkiye, Huntington'un kısa dönemde Batı'ya yaptığı tavsiyelerin yerine gelmesinde 'piyon' olarak kullanılabilir. Bu yaklaşımın, eski CIA'cı Henze'nin dizinin birinci bölümündeki yaklaşımına paralelliği, her halde rastlantıdır! Huntington, Türk halklar ile Slavlar arasındaki çatışmalara da büyük önem vermektedir:

   "Rus tarihinin büyük bir bölümü, Slavlarla, sınırlarda yaşayan Türki halkların savaşıdır ve Rus devletinin kurulduğu 1000 yıl öncesine gider. Bu durum sadece Rus politikalarına değil, Rus karakterine da hâkim olmuştur. Bugün Rus gerçeğini anlamak, Rusları yüzyıllardır uğraştıran büyük Türk etnik grubuyla ilgili kavramlara sahip olmayı gerektirir."

Uzlaşmanın adı , 'ılımlı İslam'

   Yeni dünya düzeninde, ABD'nin şeriatçı güçlerle, kültürel ve siyasi anlamda bir uzlaşma aradığı açığa çıkmaktadır. ABD'li bazı yazarların kavramlarında şeriatın yerini 'ılımlı İslam’ veya 'ılımlı köktendincilik' almaktadır. ABD kökenli ve saygıdeğer olarak bilinen akademik dergilerde son iki yıldır bu eğilimi gözlemek mümkündür. Bu makaleler, ABD tarafından dünyanın dört bir tarafındaki hedef kitlelere ulaştırılmaktadır. Bu dergilerin bazılarında, akademisyenlik düzeyleri tartışmalı bazı yazarlar, Atatürk'e ve Türkiye demokrasisine saldırmaktadırlar. Şeriatçı Sudan'ın Londra Büyükelçiliği'nin Basın Ataşesi Abdelwahab El-Efendi, İslam dünyasında demokrasiyi ele alırken, Türkiye'yi, "Müslüman dünyasının, Arap olmayan kesimlerinde durum daha iyi değildir. Türkiye'de Atatürk'ün eleştirisi ve empoze ettiği laik politik ve toplumsal sistemin temellerini eleştirmek yasaktır" diyerek karalıyor(**). Londra'dan Türkiye yazılırsa, ancak bu kadar yazılır herhalde!.. 'Medine Vesikası’ndan, laiklik tartışmalarına kadar İslamcılann birer birer boy göstererek milyonlarca izleyiciye ulaştığı bir ülkede 'Atatürk'ün ve laik sistemin' eleştirilmesinin yasak olduğu yazılabiliyor. Genel olarak Ortadoğu ve İslam dünyasında demokrasiyi inceleyen diğer yazarların da Kürt sorununu bahane ederek Türkiye'yi demokratik bir rejim olarak göstermedikleri dikkat çekmektedir.

   Halklarının büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde, sadece Türkiye'de 'Müslümanlar'ın yıllardır kendi siyasal partileriyle seçimlere girdiklerine bir tek yazıda bile dikkat çekilmemektedir. Yoksa Suudi Arabistan, yıllardır Batı üniversitelerindeki çeşitli kürsülere sağladığı milyonlarca dolarlık maddi yardımın semeresini mi almaktadır?

İslam'a yeni rol

   Aslında Batı karşısında İslam karşıtlığı, özellikle İran İslam devriminden sonra İslami hareketlerin Batı karşıtı olmalarına duyulan tedirginlikten kaynaklanmaktaydı. ABD ve Batı, başka nedenler yanında bu yüzden İran-lrak savaşında Irak'a destek vermişti. 1979'dan sonra Batı kamuoyunda gelişen söylem, güçlü anti-İslam duygularla beslenmekteydi.

   1979-1991 yılları arasında laiklik eleştirileri sınırlı kalmıştır. Soğuk Savaş'ın çeşitli düzeylerde sürüyor olması da bu tutumda etkili olmuştur. Ancak, Batı, yeni dünya düzeninde İslam'a da yeni roller biçmeye hazırlanmaktadır.

   En önde gelen amacın, İslam'ın anti-Batı söyleminin kırılması olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle ABD yazınında, anti-Amerikancı olmadığı takdirde köktendincilikle uzlaşma arayışı içinde olunduğu söylenebilmektedir.

HALUK GERAY
21 Şubat 1995 Salı- Cumhuriyet Gazetesi 

(*) Samuel P. Huntington, 'The Clash of Civilizations?', Foreign Affairs. Summer 1993, ss. 22-49.


(•*) Abdelwahab El-Efendi. 'Eclipse of Reason: The Media in the Muslim World' Journal of International Affairs, Summer 1993, ss. 163-193.


Dizini birinci ve ikinci bölümleri için bakınız:

Dünden Bugüne Nasıl Gelindi ? Yeni Dünya Düzeni Senaryoları ve Türkiye-1
(Atatürk’e Karşı Sinsi Plan)


Dünden Bugüne Nasıl Gelindi ? Yeni Dünya Düzeni Senaryoları ve Türkiye-2
(ABD'nin Tarikat Hesapları)

21 Haziran 2017 Çarşamba

Suudi Hanedanlığının Sonunu Gören Kızılprens

En güzel çiçekler bataklıkta yaşarmış. Talal Bin Abdülaziz El- Suud, Suudi bataklığın nadide çiçeklerinden. “Kızıl Prens” olarak bilinir. 86 yaşında ve gayet dinç. Suudi hanedanlığın kurucusu Abdülaziz El-Suud’un oğlu. Babasından sonra tahta geçen tüm Krallar ile şimdiki Suudi Kralı Selman’ın kardeşi. Hanedanlığın Kızıl Prensi Talal, İsrail, ABD ve İngiltere’den hiç haz almadı onlarda kendisinden. Bundan mütevellit Kral tahtına oturamadı.

Dünyanın sayılı zenginleri arasında yer alan 62 yaşındaki Prens Velid Bin Talal’ın babasıdır. 8’i erkek 6’sı kız çocuğu babasıdır. Talal’ın oğlu Velid’in ilk eşinden doğma “Küçük Barbi” olarak bilinen 44 yaşındaki Prenses Sara’nın dedesidir. Aykırı giyim tarzı ve yaşam üslubu ile magazin dünyasının yakinen ilgilendiği 33 yaşındaki Emire El-Tavil’in (Uzun Emire) kayınpederidir. Talal Oğlu Velid, News Corp. Citigroup, Apple ve Twitter şirketlerinde büyük hisse malikidir. Four Season, Fairmont ve Raffles otellerinin sahibidir. Net serveti hakkında sadece takribi bir tahmin yürütülebilir.

SURİYE'YE YARDIM EDEN PRENS

Suriye’nin başkenti Dımaşk’a (Şam) inşa edilen görkemli Four Season oteli Talal Oğlu Velid’in şahsi emri ile kuruldu. Ayrıca az ve orta gelirli aileler için devasa sosyal konutlar projesini finanse etti. Suriye’ye yapılan yatırım ve yardımın arka perdesinde ilginç bir hikaye var. 11 Eylül 2001’de New York’ta İkiz Kuleleri vuran terör eyleminin ardından ABD ve Dünya kamuoyunda Suudi Arabistan’a karşı ciddi bir anti-pati oluştu. Terör eylemine katılanların ezici çoğunluğu Suudi Arabistan vatandaşıydı.

Talal oğlu Velid New York’a giderek kentin Belediye Başkanı Rudy Giuliani ve New York Senatörü Hillary Clinton ile bir araya geldi. Hani şu Zarrab’ın yargıcından “ikiyüzlü” suçlamasına maruz kalan Giuliani. Başkan Turp’a (Trump) danışmanlık yapan, ABD-Türkiye arasında Zarrab ve Halk Bankası Müdür yardımcısı Atilla için mekik dokuyan Gulyabani. Terör eylemi kurbanlarının ailelerine medya önünde başsağlığı dilemek ve 10 milyon dolar bağışta bulunmak istedi. Belediye Başkanı Giuliani “İkiz Kuleler Kurbanları Vakfı” adına bağışı kabul etti.

NEW YORK'TA FİLİSTİN'İ SAVUNDU

Kameraların önünde Talal oğlu Velid, “bu hain terör eylemini kınıyorum. Hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet geride bıraktıkları sevdiklerine sabır ve metanet diliyorum. Vuku bulan bu elim terör hadisesi ABD’nin Orta-Doğu’da uyguladığı politikalarının bir neticesidir. ABD’nin politikalarını gözden geçirmesi ve hatalarından ders almasını diliyorum. ABD bölgemizdeki olaylara ama özellikle Filistin meselesine adil yaklaşmalıdır. İsrail BM kararlarını hiçe saymakta ve Filistin halkına karşı katliamlarına devam etmektedir. İsrail’in bu cinayetleri vuku bulurken dünya üç maymunu oynamaktadır” der.

Bunun üzerine Siyonist Hillary Clinton ve Rudy Giuliani, “Bu açıklamaları ret ediyoruz. Liberal demokratik değerler ile yönetilen ABD ve İsrail ile teröre destek veren ülkeler arasındaki farkı idrak edemeyen bu açıklamalar sadece yanlış değil aynı zamanda terör sorununun bir parçasıdır ” açıklamasında bulunurlar . Verdiği çek vakıf tarafından kabul edilmediği bildirilir ve para iade edilir. Buna mukabil Talal oğlu Velid, “o vakit bu para ve daha fazlası bu iki mahlukun en çok nefret ettiği Suriye’ye yatırım olarak harcansın” emrini verir.

İşte bu Velid’in babası Talal siyaset bilimci, şair, yazar ve etkili bir hatip. Bir Suriye aşığı. Esad ve Suriye ordusuna gizlice para aktardığı suçlamalarına maruz kaldı. Mezhepçiliği İslam’ın içine sokulmuş en tehlikeli virüs olarak telakki eder. Şimdiki Suudi Kral Selman ve babası tarafından tahta aday gösterilen Veliaht Muhammed, Talal ve oğlu Velid’ten haz almazlar. Yıldızları ve dünyaları barışık değil. Riyad’ta Velid’in babası Talal’ı dinleme fırsatı bulmuştum. Dünya devletleri ve politikalarını yorumlayan tahlilleri olağanüstü entelektüel potansiyelini ortaya koymuştu.

RİYAD BAŞARILI OLAMAYACAK

Dostlarım dün “Katar Krizini” analiz eden konuşmasını ilettiler. Sözü Suudi hanedanlığın kurucusu ve ilk Kralı Abdülaziz El-Suud’un oğlu 86 yaşındaki delikanlı Kızıl Prens’e bırakalım;

“ Suudi ve İran arasındaki krizin kesin bir mağlubu olacak o da Suudi Arabistan. Ne yaparsa yapsın bu krizi tırmandıran Suudi yönetimi başarılı olamayacaktır. Öncelikle Suudi yönetimi aynı anda ve henüz netice alamadan Suriye-Irak Cephesi, Yemen Cephesi ve en nihayet İran ve tüm Şiilere karşı Cephe açarak kendi felaketinin sonunu başlatmıştır. Kaybetmekte olduğu Irak, Suriye ve Yemen’de kazanmak için Suudi yönetim, İran ve tüm Şiilere karşı krizi tırmandırma ve olası bir savaşı son şans olarak görüyor. Bu sayede radikal Sünniler ile kararsız Sünnileri harekete geçireceğini umuyor. İranlı hacılara yönelik saldırılar ve hayatı boyunca hiçbir şiddet eylemine katılmamış Sünni ve Şii Suudilerin saygı duyduğu Suudili Şii Şeyh Numeyr’in idam edilmesi bu plan için yapıldı.

Suudi yönetimi Irak ve Suriye’ye askeri olarak müdahale edemez. İstese de böyle bir askeri güce sahip değil. Suudi askeri gücü Yemen’de tüketiliyor. Irak ve Suriye için yüzlerce milyar dolar harcayarak maddi olarak çöktü. Elinde kalan tek alternatif Şii düşmanlığı projesi. Şiileri provoke etmek için tüm imkânlarını seferber etti. Ancak Sünni dünyaya kendisinin Şiiler tarafından tehdit edildiği ve hedef alındığını propaganda etti. Bu çalışma ile kararsız ahmak Sünniler hedef kitle seçildi. Kararsız Sünnilerin kazanılması için yoğun bir propaganda yapıldı. Kutsal mekânların ama özellikle Mekke ve Medine’nin Şiiler ve İran tarafından hedef alındığı, tahrip edileceği ve yerinden sökülüp taşınacağı tedavüle sokuldu.

Suudi yönetimi kararsız Sünnileri kazanır ve büyük çoğunluğu Şiilere karşı aynı çatı altında toplayabilirse benzer senaryo Şiilerden sonra Suudi din anlayışı ile uyum içinde olmayan tüm İslam mezheplerine karşı tavzif ve istihdam edilecek. Rusya, Hindistan ve Çin’e karşı Suudi yönetimi kontrolündeki Sünniler harekete geçirilecek. Budistler ile Müslümanlar arasındaki çatışmalar derinleştirilecek. Uygur ve diğer Türki kökenli Sünni hareketler daha çok desteklenip teşvik edilecek. Bu projelerde yer alanlar son merhalede sadece Batı'ya hizmet ediyor olacak.

Batı, Suudi yönetimi üzerinden Sünnileri bu savaşa provoke ederken aynı mahfil, Lübnan Hizbullah Partisi lideri Hasan Nasrallah’ın ifade ettiği gibi, en zengin petrol havzalarının olduğu ve Suudili Şiilerin yoğun yaşadığı bölgelerde Şii devletin kurulabileceğini telkin ediyor. Ancak Şiiler bu teklifi ret ediyor. Amma ve lakin bu teklife sıcak bakan Şiilerde olacaktır ve bunların üzerinden Suudi sahasındaki Sünni-Şii çatışması derinleştirilecektir.

Doğu bölgesinde Batı ajanlarının kontrolünde silahlı eylemler patlak verebilir. Katar’da bölgenin en büyük askeri üssüne sahip ABD oraya yakın Doğu Arabistan’a müdahale ederek işgal edebilir. Petrol havzalarının %90’nı barındıran Doğu Arabistan Suudi yönetiminden koparılabilir. Arabistan Vahhabi, ılımlı Sünni, Şii, Zaydi ve daha nice mezhepler arasında bölünebilir. Mekke ve Medine’nin yer aldığı Hicaz bölgesi bu bölge üzerinde tarihi hak iddia eden Haşimilerin temsilcisi olduğunu iddia eden İngilizlerin piyonu Ürdün Kralına verilebilir”

Mehmet YUVA
Aydınlık/16.06.2017

Zulfikar’ın Anlattıkları



İran’ın, Suriye’nin Deyr ez-Zor ilindeki IŞİD komuta karargahını ve diğer merkezlerini füzelerle vurması, resmi düzeyde kısa bir süre önce Tahran’da terörist saldırılar yapan IŞİD’in cezalandırılması olarak açıklandı.

Ancak İran’ın füze operasyonuyla sadece cezalandırdığı IŞİD’e değil, IŞİD’in varlığını fırsata dönüştürmek isteyen uluslararası ve bölgesel güçlere de mesajlar verdiği hem İran içinde hem de İran dışında dile getirildi.

Örneğin eski Devrim Muhafızları Komutanı ve Nizamın Maslahatını Belirleme Kurulu Genel Sekreteri Muhsin Rızai, füze operasyonu ile ilgili olarak ''Bu, IŞİD'den intikamın başlangıcıydı. Daha büyük bir tokat yolda. Terörizmin destekçileri de İran'ın gücünün mesajını alsın'' dedi.

Lübnan’dan yayın yapan el-Meyadin televizyonunun internet sitesinin genel yayın yönetmeni Ali Haşim, Twitter hesabı üzerinden İran’ın füze saldırısını ‘Tahran’ın, Tel Aviv’e, Riyad’a ve Washington’a verdiği bir mesaj’ diye yorumladı.

İsrail Kanal-7 televizyonu da ‘’İran'ın füze saldırısıyla ilgili açıklamasında Suudi Arabistan, İsrail ve ABD gibi düşmanlarına imalı bir tehdit var’’ yorumunu yaptı.

İran’ın füze saldırısının anlamını en iyi özetleyen ifade Sputnik farsça servisinde yayımlanan bir yazının ‘Başkaları sesini duysun diye IŞİD’e tokat’[1] şeklindeki başlığıydı.

Evet askeri olarak IŞİD cezalandırılmıştı; ama bu cezalandırmanın şekli ve zamanlaması, IŞİD’in varlığını bölgesel çıkarları için fırsat olarak kullanmak isteyenlere mesajlar veriyordu.
Bütün bunlardan hareketle şunu söylemek mümkün: İran’ın füze saldırısının iki muhatabı ve iki mesajı ve iki de hedefi var.

Füze saldırısının muhatapları

Füze saldırısının birinci muhatabı Tahran’da terörist saldırılar yapan IŞİD’di. İkinci muhatabı ise IŞİD ve benzeri terör örgütlerini bölgesel çıkarları için fırsata dönüştürmeye çalışan ülkeler. Daha somut bir ifadeyle Suriye, Irak, Yemen ve Lübnan’daki yenilgilerinden İran’ı sorumlu tutan Suudi Arabistan, İsrail ve Amerika.

İran’ın IŞİD’le birlikte Suudileri, İsrail’i ve Amerika’yı muhatap alması, bu ülkelerin son birkaç aylık tutumuyla yakından ilgili.

Suudi Dışişleri Bakanı Adil el-Cubeyr, Münih güvenlik konferansında “İran’ın bölgedeki davranışları artık tahammül edilebilir nitelikte değil. İran ya davranışlarını değiştirmeli ya da ya da daha fazla baskı altına alınmalıdır’ demiş; Tahran’daki terörist saldırıdan kısa bir süre önce de Suudi Savunma Bakanı Muhammed bin Salman, İran’ın bölgedeki etkisini kırmak için 'savaşın İran topraklarının içinde yaşanmasına çalışacaklarını’[2] söylemişti.

İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman'ın Münih’teki güvenlik konferansında söyledikleri Suudilerinki ile paraleldi. Lieberman: “Bölgedeki sorun üç kelime ile anlatılabilir: İran, İran, İran. İranlılar, Bahreyn’den Yemen’e, Lübnan’dan Suriye’ye kadar Ortadoğu bölgesindeki tüm ülkelerin istikrarını zayıflatmaya çalışıyor. Onların asıl hedefinin Suudi Arabistan olduğunu düşünüyorum”[3] derken, ABD Savunma Bakanı James Mattis de İran’a karşı İsrail’in de yer aldığı bir bölgesel ittifak kurulması için çalıştıklarını açıklamıştı.

Trump’ın Riyad ziyaretinden kısa bir süre önce Suudi Arabistan’a ve İsrail’e giden James Mattis, İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman’la düzenlediği ortak basın toplantısında şunları söylemişti:

“Bizim İsrail’le ittifakımız, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerindeki ortaklarımızla işbirliğini de içeren geniş kapsamlı bölgesel güvenliğin temel taşını oluşturmaktadır. Benim hedefim, tehditleri ortadan kaldırmak ve düşmanlarımızı korkutmak için katılımımızı arttırmaktır.”[4]

ABD Başkanı Donald Trump’ın Riyad ziyaretinde Mattis’in ima ettiği gibi İran’a karşı bir Ortadoğu NATO’su kurulmadı; ancak ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, ‘İran içinde rejimi değiştirmek isteyen unsurları desteklediklerini’[5] açıkça ifade etti.

Füze saldırısının mesajları

İran, kendisini hedef alan saldırıda terör örgütlerini tetikçi; kendisine karşı açık bir ittifak yapan Suudiler, İsrail ve Amerika’yı ise azmettirici olarak görüyor. Bu yüzden de terör örgütlerini kendilerini en güvende hissettikleri yerlerde cezalandırarak azmettiricileri üzerinde caydırıcılık yaratmayı hedefliyor.

Örneğin geçtiğimiz yılın haziran ayında Suudilerin yönlendirmesi ve Irak Kürdistan Bölgesi’nin desteği ile İran içinde saldırılar yapan Hizb-i Demokrat ve Komala gibi örgütler, İran tarafından Kürdistan Bölgesi’nin içinde cezalandırıldı. Erbil yönetimi de bu örgütlerin liderlerini toplayarak İran’da yaptıkları eylemlerin Kürdistan Bölgesi’nin güvenlik ve istikrarına zarar verdiğini belirterek İran’a yönelik saldırıların durdurulmasını istedi.[6]

İran, Tahran’daki terörist saldırıdan çok kısa bir süre sonra IŞİD’i şu an kendisi açısından en güvenli yer olan Suriye’nin Deyr ez-Zor kentinde cezalandırdı. Şiilere yönelik düşmanlığıyla ün yapmış olan IŞİD’i Hz. Ali’nin kılıcıyla aynı adı taşıyan Zülfikar füzeleriyle vurdu.

Hz. Ali, Zülfikar’ı, Medine’de Mekkeli müşriklere; Hayber’de Yahudilere; Sıffin’de Muaviye ordusuna ve Nehrevan’da da Haricilere karşı kullanmıştı. IŞİD ve onun varlığını fırsata dönüştürmek isteyenler de bunların tamamından izler taşıyor. Dolayısıyla operasyona dair bu ayrıntılar, IŞİD’in kolayca anlayacağı mesajlar içeriyor.

IŞİD ve benzeri terör örgütlerin varlığını bölgedeki çıkarları için kullanan Suudilere, İsrail’e ve Amerika’ya verilen mesaja gelince…  

IŞİD’in Avrupa kentlerinde yaptığı çok sayıdaki terörist saldırı ya cevapsız kaldı; ya da Paris saldırısından sonra birkaç savaş uçağıyla Rakka’yı rastgele bombalayan Fransız hükümetinin yaptığı gibi sadece iç kamuoyunu teskin etmeye yönelik cevaplar verildi.

İran’ın bölgeye gönderdiği insansız uçakların çektiği görüntülerden operasyon öncesinde ciddi bir istihbarat çalışması yapıldığı ve IŞİD’in hassas merkezlerinin tespit edildiği anlaşılıyor. İnsansız uçakların kameralarının odaklandığı binalara birkaç dakika içerisinde bir füzenin düşmesi ise Zulfikar’ın isabetteki hassasiyetini gösteriyor.

Amerika’nın bölgedeki tüm askeri üsleri, Suudilerin ekonomik ve askeri tesisleri ve İsrail’in ise tamamı, İran’ın ya Zulfikar gibi orta menzilli ya da Şehab ve Zilzal gibi uzun menzilli füzelerinin menzili içinde yer alıyor.

İran Deyr ez-Zor’da IŞİD’i füzelerle vurarak bölgedeki savaşı İran sınırlarının içine yönelten Suudilere, İsrail’e ve Amerika’ya cevabını sınır ötesinde verebileceğinin mesajını iletiyor. “İran’a bir mesajım var: İsrail’i tehdit etmeyin” diyen Benyamin Netanyahu’nun güçlü gözükmeye çalışan tedirgin açıklaması İran’ın mesajını en iyi anlayan tarafın İsrail olduğunu gösteriyor.

Göründüğünün aksine İsrail, bölgesel bir sıcak savaşta en zayıf halkayı oluşturuyor; çünkü Amerika’nın askeri üslerinin de Suudilerin ekonomik ve askeri tesislerinin de telafisi var; ancak Dimona’daki nükleer tesisi, ya da Hayfa’daki amonyak tesisleri imha edilen İsrail’in varlığının telafisi yok.

Filistinlilerin roketlerinden korunmak için geliştirdikleri Demir Kubbe ile İran’ın füze tehdidinden korunmak için geliştirilen ve Malatya Kürecik’te radarı da bulunan Arrow’lar önemli birer füze savunma sistemi; ancak bunların İran’ın ve Hizbullah’ın on binlerce füzesine karşı İsrail’i en zayıf halka olmaktan kurtarması beklenmiyor.

İran’ın hedeflerini belirleyen şartlar

Hedeflere gelince… İran’ın bölgedeki hedefleri, Amerika, Suudi Arabistan, İsrail ve diğer müttefiklerinin hedeflerine paralel olarak gelişti.

Tahran’a göre Amerika ve müttefiklerinin hedefi İran’ı kuşatmak ve Irak, Suriye ve Lübnan’dan Filistin’e uzanan Direniş Ekseni zincirinin halkalarını birbirinden koparmaktı.

Amerika ve müttefikleri ise İran ve müttefiklerinin ‘Direniş Ekseni’ diye tanımladığı İsrail karşıtı hattı ‘Şii Hilali’ diye sundular ve böylece onu mezhebi bir argümanla yalnızlaştırmaya çalıştılar.

2003’teki Irak işgali sırasında Amerika saldırı, İran ise savunma konumundaydı. Bu denge Irak’ta başlayan siyasi süreçler sebebiyle 2005’ten itibaren değişmeye başladı. Amerika da bu değişimin farkına vardığı için 2003’te ‘şer ekseni’ ilan ettiği İran’la 2005’te Irak konusunda 4 tur müzakere yapmak zorunda kaldı.

Amerika, Irak işgaline 2011’de tam bir başarısızlıkla son vermek zorunda kaldı. Çünkü ne Irak’ta öngördüğü modele uygun bir siyasi yapı kurabildi, ne İran’ı kuşatabildi. Bir başka deyişle öngördüğü hedeflerini gerçekleştiremediği gibi Irak’tan hezimetle ayrıldı. İşgal ettiği Bağdat’tan tek bir askeri üs bile alamayan Amerika, yakın müttefikleri tarafından da Irak’ı altın tepside İran’a vermekle suçlandı.

İran’a yönelik ikinci kuşatma hamlesi, 2011’de bu kez Suriye üzerinden geldi. Amerika ve müttefikleri, Tahran’ın bölgedeki tek Arap müttefiki olan Suriye’yi İran’dan koparmaya çalıştı. İran 21 Mart 2011’de başlatılan Suriye krizi aracılığıyla yeniden savunma konumuna düşürülürken Amerika, bu kez tüm müttefikleriyle birlikte saldırı konumuna geçti. Bu saldırı vekalet savaşı yoluyla askeri düzeyde Suriye’yi, dinin ve paranın sınırsızca kullanıldığı psikolojik savaş düzeyinde ise Suriye’nin yanında duran herkesi; en çok da hep Şam’ın en yakın müttefiki Tahran’ı hedef aldı.

Vekalet savaşı, Şam’da devrim yapmayı öngören askeri hedefinde başarısız oldu; ama sınırsızca kullandığı dini ve mezhebi argümanlarla Şam’ın yanında duranları şeytanlaştırmayı öngören psikolojik savaş hedefinde başarılı oldu.

Suriye’ye yönelik psikolojik savaşın stratejisi ‘Suriye’nin Dostları Grubu’ adını kullanan ülkeler tarafından belirlendi.

Suriye ve müttefiklerine yönelik propaganda o kadar güçlüydü ki Suriye için 11 ayda ‘Dostlar Grubu’ kuran ülkelerin neden 60 yıldır ‘Filistin’in Dostları Grubu’ kurmadığı sorulmadı.

Suriye’yi tahrip eden bir savaşta silahlı gruplar için milyarlarca dolar harcayan İslam ülkelerinin, Filistin’e neden tek bir kurşun bile vermediği düşünülmedi. Suriye’de neden savaşı, Filistin’de ise neden barışçı siyasi çözümü destekledikleri anlaşılmadı.  

Dünya Müslümanlarına Suriye için cihat çağırısı yapan İslam alimlerinin neden aynı çağrıyı Filistin için yapmadığı; intihar saldırısı yaptığında şehit olacağına inanan on binlerce militanın, niye mekan olarak İsrail’i değil de Suriye’yi tercih ettiği sorgulanmadı.    

Suriye ile ilgili psikolojik savaşın stratejik hedefi Arap ve İslam dünyasına Filistin sorununu unutturmaktı. Çünkü Suriye, Filistin’in tarihsel coğrafyasıyla bütünlüğünü savunan ve Camp David düzenine uyum sağlamayan tek Arap devletiydi.

Suriye Dostları Grubunun en büyük finansörü olan Suudiler ise 1967 topraklarında bir Filistin devletinin kurulmasına karşılık tüm Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesini öngören ‘barış planı’ sunuyordu.

Filistin’in öncelik olmaktan çıkarılması, İsrail’in tehdit olmaktan çıkarılmasını sağladı. Suriye’nin öncelik olarak belirlenmesi ise Şam’a destek veren İran ve Hizbullah’ın tehdit olarak görülmesine zemin yarattı.

Özetle eğer Suriye krizi olmasaydı, Suudiler bugün İsrail’le açıkça ilişki kuramazdı; Hamas’ı ve Hizbullah’ı terör örgütü ilan edemezdi. Bölge için İsrail’in değil İran’ın tehlike olduğunu söyleyemez ve bu söze İslam dünyasından destek bulamazdı.  

İran’ın hedefleri

Amerika ve müttefiklerinin ortaya koyduğu kuşatma hedefi, İran’ı başta Irak ve Suriye olmak üzere kendisi için stratejik derinlik olarak gördüğü bölgelerde askeri varlığını arttırmaya zorladı. Çünkü Amerika, 2011’de tek bir askeri üs bile alamadan çekildiği Irak’a 2014’te geri dönmüş; 2011’de müttefikleriyle birlikte yönetimini deviremediği Suriye’ye de yine 2014’te giriş yapmıştı.

Irak ve Suriye’de öngördüğü rejimi kurmakta başarısız olan Amerika’nın, bu ülkelere bu kez terörle mücadele gerekçesiyle girmesi, stratejik hedefinde değişiklik yaptığı anlamına gelmiyordu.

İran’a göre, Amerika’nın bölgeyle ilgili stratejik hedefi, bölge ülkelerini birbirine düşman devletçiklere bölmek, buralara yönelik müdahalelerini sürekli kılmak ve İsrail’in askeri üstünlüğünü ve varlığını garanti altına almaktı. Dolayısıyla Amerika’nın bu hedefini gerçekleştirmesini önlemenin yolu da Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak olabilirdi.

İran’la Amerika, bölgeyle ilgili zıt hedeflere sahip olsa da benzer araçlar kullanıyor. Zira Amerika, bölünmenin siyasi zeminlerini Suudi Arabistan, Türkiye ve İsrail gibi müttefikleri aracılığıyla yaratırken sahada ÖSO ve YPG gibi örgütleri kullanıyor.

İran ise siyasi düzeyde Rusya, Suriye ve Irak gibi müttefikleri, askeri düzeyde de Haşd Şabi ve Hizbullah gibi örgütler ile birlikte Irak ve Suriye’yi tek parça halinde tutmayı hedefliyor.

Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumu, Irak’ta; ÖSO ve YPG’nin ise Rakka, Deyr Zor, Ürdün ve Irak sınır hattındaki hareketliliği ise Suriye’de bu iki zıt hedef için finale doğru gidildiğini gösteriyor.

Amerika, YPG öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri ile Fırat’ın doğusundan itibaren Suriye’nin kuzeyini ve Suriye-Irak sınırının kuzeydoğusunu; desteklediği ÖSO grupları ile de Suriye Irak sınırının güneydoğusu ile Suriye Ürdün sınırını Suriye’den bölmeye çalışıyor.

İran ve Suriye ise Suriye, Irak, Ürdün sınır hattını kontrol altına alarak bu bölünmeyi önlemeye çalışırken Haşd Şabi de Irak’ın Suriye ve Ürdün sınırını kontrol altına almaya çalışarak 2011 öncesindeki sınırların korunmasına destek veriyor.

‘Vekiller’ yetersiz, artık ‘asıllar’ da sahada

Amerika, Suriye’nin Irak ve Ürdün sınırı yakınındaki Tenf bölgesine asker gönderdi, burada ÖSO gruplarına eğitim verdi. Tenf’e HIMARS füze sistemleri konuşlandırdı, Irak sınırına yaklaşan Suriye ordusu ve müttefiklerini birkaç defa havadan bombaladı. IŞİD kuşatmasını kırmak için Deyr Ez-Zor’a doğru hareket eden Suriye ordusunun önünü YPG liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri ile kesmeye çalıştı ve Suriye uçağını düşürdü. Ürdün’de geçtiğimiz ay Rusya ile iki defa gizli görüşme yaptığı belirtilen Amerika,[7] Suriye uçağına yaptığı saldırı konusunda da Rusya’ya bilgi verdiğini iddia etti. Rusya ise bunu yalanlayarak Amerika’yı uyardı.[8]

İran’ın Deyr ez-Zor’daki IŞİD karargahlarına yönelik füze saldırısı işte bu gelişmelerin ardından yapıldı.  

Amerika’nın Suriye’ye asker ve teçhizat konuşlandırması ve Suriye ordusuna saldırması, Suriye’nin Türkiye sınırı ile Irak ve Ürdün sınır hattını bölme hedefinde vekil güçlerine destek olarak sahaya girdiğini gösteriyor.

İran’ın Deyr ez-Zor’a yönelik füze saldırısı ve Rusya’nın Suriye uçağını düşüren Amerika’ya misilleme tehdidi,[9] bu iki ülkenin de tıpkı Amerika gibi vekil güçlerine destek olarak sahaya doğrudan girebileceğinin işareti olarak okunabilir.

Türkiye nerde?

2011’den beri Suriye ile ilgili her türlü gündemde taraf olan Türkiye’den bütün bu gelişmelerle ilgili olarak tek bir sesin bile çıkmaması oldukça dikkat çekici.

Halbuki artık Suriye’nin geleceği ile ilgili olarak rejim bahsi söz konusu değil, tüm bölgenin olduğu gibi Türkiye’nin de geleceğini etkileyecek olan iki hedef bahis konusu.

Ayrıca, çatışma da artık Suriye hükümetiyle muhalifleri arasında değil; Suriye’nin bölünmesi hedefinin tarafları ile Suriye’nin tek parça halinde kalması hedefinin tarafları arasında yaşanıyor.

Ancak Türkiye, yaklaşık 900 kilometrelik sınırını ve hatta kendi ulusal güvenliğini etkileyecek bu gelişmelerle değil, Suudilerin Katar’ı evcilleştirmek için başlattığı krizle ilgileniyor.

Çünkü ‘Suriye’de yeni süreç başlarken Türkiye’nin lisanı ve lisan-ı hali’ başlıklı yazıda da ifade edildiği gibi Türkiye, lisanıyla Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunurken, lisan-ı hal ile Suriye’nin parçalanmasına destek veriyor.

’Katar krizinin çözümünde Suudi Arabistan’ın çok önemli bir rolü’’[10] olduğuna inanan Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasını da ‘’Büyük Kürdistan kurulacak ve İran, Türkiye ve Irak'ın planlarını bozacak"[11] diyen Suudi Arabistan’dan bekliyor olmalı.    

Alptekin DURSUNOĞLU
Yakın Doğu Haber
ydh.com.tr/21,06,2017
  



[1] Sputnik farsça servisi. 18 Haziran 2017. سیلی را داعش خورد تا صدایش را دیگران بشنوند  https://ir.sputniknews.com/opinion/201706192603194/

[2] CNN Türk. 7 Mayıs 2017. Son dakika: İran'dan büyük tehdit http://www.cnnturk.com/dunya/son-dakika-irandan-buyuk-tehdit

[3] YDH. 20 Şubat 2017 Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail’den İran’a karşı ortak tavır http://www.ydh.com.tr/HD15081_turkiye-suudi-arabistan-ve-israilden-irana-karsi-ortak-tavir.html

[4] YDH. 28 Nisan 2017. İran’a karşı Ortadoğu NATO’su http://www.ydh.com.tr/HD15202_irana-karsi-ortadogu-natosu.html

[5] Milliyet. 15 Haziran 2017. İran'dan ABD Dışişleri Bakanı Tillerson'a tepki http://www.milliyet.com.tr/iran-dan-abd-disisleri-bakani-dunya-2469095/

[6] YDH. 30 Haziran 2016. KDP ve KYB’den İran karşıtı gruplara uyarı http://www.ydh.com.tr/HD14756_kdp-ve-kybden-iran-karsiti-gruplara-uyari.html

[7] Takvim. 10 Haziran 2017. Amerikan ve Rus yetkililer Ürdün'de iki defa gizlice görüştü http://www.takvim.com.tr/dunya/2017/06/10/amerikan-ve-rus-yetkililer-urdunde-iki-defa-gizlice-gorustu

[8] BBC, 19 Haziran 2017. ABD Suriye uçağını düşürdü, Rusya Washington'u uyardı http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-40325793

[9] Milliyet. 19 Haziran 2017. Son dakika... ABD, ilk kez bir Suriye uçağını düşürdü! Rusya misillemeyle tehdit etti 
http://www.milliyet.com.tr/abd-suriye-ucagini-dusurdu-dunya-2470870/

[10] Sputnik, 20 Haziran 2017. Cumhurbaşkanlığı: Suudi Arabistan'ın Katar krizinin çözümünde çok önemli bir rolü var https://tr.sputniknews.com/politika/201706201028960282-cumhurbaskanligi-suudi-arabistanin-katar-krizinin-cozumunde-cok-onemli-bir-rolu-var/

[11] Sputnik. 18 Haziran 2015. Suudi Kralı Selman'ın danışmanı Eşki: Bağımsız Kürdistan'ın kurulması kaçınılmaz 
https://tr.sputniknews.com/roportaj/201506181016078033/