HASAN YALÇIN; 'Dönekler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HASAN YALÇIN; 'Dönekler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2016 Pazartesi

CENGİZ ÇANDAR: DİNGİLİ KIRIK ADAM 3

Korkunun Güttüğü Adam

   “Güdücü duygu” diye bir kavram var mı acaba psikolojide, “temel içgüdü” gibi bir kavram ? Cengiz Çandar’ın güdücü duygusu korkudur. Yaşamın kader belirleyici bütün anlarında, bilinci, korku tarafından belirleniyor.


Paniğin Esiri

 12 Mart’ın arananlar listesinde adı çıkınca, belki darbenin sadece kendisi için yapıldığını sanmıştı. Yazıişleri müdürlüğünü yaptığı Proleter Devrimci Aydınlık dergisinde çıkan bir yazıdan dolayı 7,5 yıl hapis cezasına çarptırılınca bu düşüncesi kesinlik kazanmış olmalı. İdama mahkum olmuş da, ipi boğazında dolaşır gibiydi. Paniği öylesine büyüktü, perişandı.

 Filistin’e giderken sınırı geçer geçmez, işte bu aynı duyguyla diz çöküp Suriye toprağını öpüyor. Filistin kamplarında ise, herhalde işlediği bazı suçların da büyüttüğü öldürülme korkusunu, arkadaşlarına karşı silahlanarak yatıştırabilecektir.

Katiliyle Göz Göze

  3 Mart 1991 günü Cengiz Çandar, o zaman “Yüzyıl” adıyla çıkmakta olan 2000’e Doğru dergisinin kapağındaydı: “Özal’ın uluslararası kuryesi Cengiz Çandar / Gerillacılıktan MİT’e, MİT’ten Pentagon’a.” Öyle bir vaveyla kopardı ki, o günlerde Güneş gazetesindeki yazılarını okuyanlar, katillerinin silahlarını doğrultmuş olarak yazısını bitirmesini beklediklerini ve bitirir bitirmez de onu vurup öldürdüklerini sandılar.

  Dehşete kapılmıştı. “Katilimle göz göze geldim” diye yazıyordu. Vasiyette bile bulundu; öldürülürse, Doğu Perinçek ve Aydınlıkçıların sorumlu tutulmasını istiyordu. Güya dergi, katiller kolayca tanıyabilsinler diye, kapağına onun resmini basmıştı. Ama hadi o neyse, bir de evini tarif ediyordu. Oysa dergide, Cengiz Çandar’ın evinin sadece bulunduğu semtten söz ediliyor, üstelik sıkı bir şekilde korunduğu belirtiliyordu.

Devlet Koruması Altında

  Dergideki ilgili bölüm, Cengiz Çandar’ın korku evrenini tanımlamak açısından çok çarpıcı bilgiler içeriyor: “Humeyniciliği döneminde Halkın Mücahitleri Cengiz’i öldürmek için çok uğraşmışlar. Şimdi ise Cengiz Çandar, devlete bakarsanız ‘Filistinli örgütlerin’ ölüm listesinde. Kendisine çok yakın kaynakların Yüzyıl’a ulaştırdığına göre, Cengiz’i Türk devleti korumaya aldı. Ölüm listesinde olduğunu Cengiz’e haber veren çok önemli bir ‘Devlet görevlisi’, meslektaşlarından biri olmalı. Cengiz’in Göztepe’de, Bağdat Caddesi’ne 20 metre kadar uzaklıktaki, bahçesinde çam ağaçları ve mor lambalar bulunan lüks apartman dairesini iki polis ve bir kurt köpeği koruyor. Ancak bütün çabalara rağmen Cengiz’in öldürülme korkusunu gidermek mümkün olmuyor. Son zamanlarda sık sık yurtdışına gönderilmesi koruma önlemlerinin bir parçası sayılıyor.”

  Korku, ihanetin anasıdır ve ihanet korkuyu büyütür. Çok dönen, çok daha korkak olur; çünkü, her yerden saldırı bekler.

Amerika’ya Kaçış

  Cengiz Çandar o günlerde Çankaya’daydı, Özal’ın bendesiydi. Dolayısıyla Güneş gazetesinden yükselttiği, “potansiyel katilleri yakalayın” feryatlarına, Turgut Özal’ın duyarsız kalması düşünülemezdi. Çandar’ın “Cinayeti Gördüm” başlıklı yazısının çıktığı 5 Mart günü, derginin Ankara bürosu,  ünlü DGM Savcısı Nusret Demiral’ın emriyle polis tarafından basıldı; yöneticileri ve çalışanları gözaltına alınarak bir hafta işkenceli sorgudan geçirildiler.


  Ancak ne tümen gücündeki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın gölgesinde yaşıyor olmak, ne DGM Savcılığı’nın koruması, ne kapısında bekleyen polisler ve kurt köpeği, hiçbiri Cengiz Çandar’ın korkusunu gideremeyecekti. Soluğu Amerika’da aldı. Yıllar sonra Turan Yavuz, “ölüm korkusuyla Türkiye’den ABD’ye kaçtığında, 35 gün evinde misafir ettiğini” yazdı. (Milliyet, 21 Aralık 1993)

Hasan YALÇIN / "Dönekler"
2002

CENGİZ ÇANDAR: DİNGİLİ KIRIK ADAM 1

CENGİZ ÇANDAR: DİNGİLİ KIRIK ADAM 2

10 Nisan 2016 Pazar

CENGİZ ÇANDAR: DİNGİLİ KIRIK ADAM 2

Zekeriya

   Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi, 12 Mart askeri darbesinden sonra, eğitim görsünler, Filistin halkının mücadelesini desteklesinler ve çağrıldıkları zaman dönüp Türkiye’deki devrimci çalışmaya katılsınlar diye, bazı üyelerini Filistin’e göndermişti. Cengiz Çandar onlardan biriydi, sahte pasaportundaki ismi Zekeriya’ydı. Şimdi Cengiz Çandar, bu basit hikayeyi bile bambaşka bir biçime sokuyor.

  Güya, Aydınlık’ta çıkan bir yazı nedeniyle 7,5 yıl hapis cezasına çarptırılınca Filistin’e gitmeye kendisi karar vermiş, “çok becerikli Nuri Çolakoğlu’nun hazırladığı” sahte belgeler sayesinde sınırı geçmiş. (Aksiyon, 2 Aralık 2000) Yoksa Nuri Bey, o günlerde sahte pasaport atölyesi mi işletiyordu ? Bu, Çandar’ın küçük yalanı. Büyük yalanı ise Yeni Yüzyıl gazetesine anlattığı yaşam hikayesinde. “Ben nasıl MİT ajanı olabilirim ki” diyor. “Bütün hayatım, görüşlerim ortada benim. İç organları bile görünen şeffaf biriyim.” (Yeni Yüzyıl, 1 Ocak 1995)

Çöplüğe Yığılan Hayat

 Gerçek bir hayat hikayesi yoktur döneğin. Yaşamının devrimci döneminden nefret eder. Bir yanılgılar yığını olarak görür onu. Elinden gelse, en küçük ayrıntısına kadar, toptan silip temizleyeceği kesindir. Yeni yaşamında yükselişinin buna bağlı olduğunu düşünür. Cengiz Çandar’ın, “Perinçek’le aynı grup içinde bulunmayı, hafızalar silinebilse de yok edebilsem” (Aksiyon) sözleri işte buraya oturur.

 Ne büyük mutsuzluk, döndükten sonraki yaşamının savunulacak bir yanı yoktur. Yaşadıklarını her an inkarın süpürgesiyle toplayıp, unutmanın faraşına doldurmaya devam edecektir. Kötü yollarda ömür tüketmiş bütün insanlar gibi gerçek yaşamlarını ruhlarının çöplüğüne yığıp, kendileri için yalanlardan oluşan bir hayat hikayesi uydururlar. Cengiz Çandar’ın MİT’in ilişki konusunda söyledikleri işte bu sınıfa girmektedir.

Sınırda Dönüş

  Cengiz Çandar’la Şahin Alpay’ın Suriye’ye geçer geçmez diz çöküp toprağı öptükleri ve “Yaşasın Özgürlük” diye bağırdıkları anlatılır. Askeri rejimin baskıları, işkence ve hapislik tehlikesi gerilerde kalmıştır. Tabii devrimci arkadaşlar ve devrimcilikle birlikte. Geçtikleri sınır, sadece Türkiye- Suriye sınırı değil, devrimcilikle gericiliğin de sınırıdır.

 Sonradan yaşananlar, giderek belli bir anın gerçek anlamı ve içeriği haline gelir. Hayatları gösteriyor ki, Cengiz Çandar ve kader arkadaşı o andan itibaren Türkiye’yi bilinçlerinden ve gönüllerinden tamamen ve ebediyen silip atmışlardır. Bundan sonra özgürlüğü, demokrasiyi ve mutluluğu dışarıda, Türkiye topraklarının ötesinde ve gericilikte arayacaklardır. Yurtsuz, kökleri boşlukta…Artık istihbarat örgütlerinin avı olmuşlardır.

Arkadaşlarına Karşı Silahlı

 Aynı dönemde Filistin’de bulunan Faik Bulut, Cengiz Çandar’ın “El Fetih’e geçmeden önce zaten devrimci saflardan uzaklaştığını” anlatır. (Faik Bulut- Filistin Rüyası) Arkadaşları gerilla kamplarında eğitim görürken Cengiz Çandar, Şam’da apartman dairelerinde yaşayacaktır.

 Kampta birlikte yaşayanların anlatımına göre, “Cengiz’de paranoya vardır; her zaman bir saplantı yaratır, onun peşinden koşar”. Kampta geçen sert bir tartışmadan sonra Cengiz Çandar öldürülme korkusuna kapılıyor, Lübnan’daki devrimci bir kitapçıya gidip, arkadaşlarının kendisini öldüreceğini söylüyor, silah istiyor. Kitapçı bir silah bulup veriyor. Cengiz Çandar, kampta, aylarca arkadaşlarına karşı gizlice silahlanmış olarak yaşıyor.

Cinayete Giriş

 Merkez Komitesi üyesi Bora Gözen’le birlikte Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi üyesi sekiz devrimci, 20 Şubat 1973 günü Nahr El Bared Kampında İsrail tarafından katledildi. Yıllar sonra eski MİT yöneticisi Sabahattin SAVAŞMAN, Nahr El Bared baskınının, MİT’le MOSSAD’ın ortak operasyonu olduğunu yazdı ve katliamdan ünlü MİT’çi Hiram Abas’ı sorumlu tuttu. (3.Adam Anlatıyor / MİT CIA İlişkisi) Hiram Abas’ın yardımcısı ve en yakın adamı Mehmet Eymür, Amerika’ya kaçmadan önce, Savaşman’ın Nahr El Bared katliamına ilişkin anlatımını doğrulayan açıklamalarda bulundu.

 Cengiz Çandar’ın kampı bırakıp Şam’da yaşadığı sırada, katliamı yapanlara herhangi bir yardımda bulunup bulunmadığı, Faik Bulut gibi o tarihlerde Filistin’de bulunmuş insanların kafalarını sürekli uğraştıran bir sorundur. Ama artık cevabı tamamen önemsiz bir soru. Çünkü Nahr El Bared katliamında oynamış olabileceği rol, Çandar’ın daha sonraki yıllarda yaptıklarının; ayrıca Türkiye’ye, ezilen insanlığa ve devrimcilere karşı sergilediği kin ve nefretin yanında ancak cinayete başlangıç sayılabilir.


   Cinayet, döneğin dönüşüyle başlar.

Hasan YALÇIN / DÖNEKLER

Yazının Birinci Bölümü:

9 Nisan 2016 Cumartesi

CENGİZ ÇANDAR: DİNGİLİ KIRIK ADAM- 1



Bir insanın yaşamındaki kırılma noktalarını alt alta yazarsanız, kişiliğinin röntgeni çıkar ortaya. İşte Cengiz Çandar’ınki:

1968’de “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi” diyen bir devrimci;

1970’te sonradan çıkarılıncaya kadar Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Merkez Komitesi Üyesi;

1971’de Filistin’de gerilla;

1970’lerin ikinci yarısında Yaser Arafatçı;

1980’de Humeyni’ci;

1987’de MİT Müsteşar Yardımcısı meşhur Hiram Abas’ın adamı;

1990’da Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz’ın yanında “resmi” görevli;

1991’de Turgut Özal’ın Danışmanı ve bendesi;

NATO seminerlerinde eğitimci;

“ABD Çevik Kuvveti’nin karargahına girebilen tek Türk gazetecisi”;

Graham Fuller gibi CIA yöneticilerinin meslektaşı ve özel dostu;

Mesleğe Vatan gazetesi’nde başlayıp, Cumhuriyet, Hürriyet, Güneş ve Sabah’tan geçerek Yeni Şafak’ta karar kılmış, Karen Fogg’un makbuz karşılığı parayla yazı yazdırttığı gazetecisi;

Gerektiğinde Türk, gerektiğinde Osmanlı, gerektiğinde dönme, ama hepsinden fazla Amerikalı.

Özetle, Bilimsel Sosyalizm’den dinciliğe savrulan bir ideoloji ve kurtuluş savaşçılığından emperyalizme atlayan bir siyasal çizgi.

İstasyondan İstasyona

   Her döneğin kendini açıklayış tarzı farklıdır. Şahin Alpay ve Ertuğrul Özkök gibileri, dönekliği meziyet olarak savunan döneklerdendir. Cengiz Çandar türü ise, üstelik kibirlidir; kendisinin değil dünyanın döndüğünü ileri sürer.

“Her istasyonda durduk işte. Sadece durmadık, yemek de yedik. Sonra yine bindik.” (Yeni Yüzyıl, 1 Ocak 1995)

   Cengiz Çandar, çağlarla ve uçurumlarla birbirinden ayrılmış düşünceleri ve ölümüne çarpışan siyasal güçleri kısacık bir yaşam içinde arka arkaya savunuşunu, işte böyle açıklıyor. Bu kadar basit. Sanırsınız ki, Humeynicilik treni sosyalizm istasyonundan; Pentagon’un yolu ise, “Altıncı Filo defol” eylemlerinden geçmektedir.

Amerika’yla Oynaşan Kader

   “Dingili kırık”, bir köylü deyimidir. Daha önce söylenmemiş olsaydı, Cengiz Çandar için mutlaka söylenirdi. Hiçbir ilkesi yok. Hayatı boyunca hiç olmadı. Elbette Amerika’ya bağlılık dışında. Ne gam, kırık dingilin de bir ucu boyunduruğa bağlıdır. Yaşamının sadece 1980’lerden sonraki bölümünün değil, tamamının Amerika’ya adanmış olduğunun en sonunda, üstelik bilinçaltını araştırarak kendisi tahlil etti. 4 Ağustos 1998 tarihli Sabah gazetesinde şunları yazdı:

   “Kader çizgim bu ülkeyle garip bir oyun içinde adeta… Orta öğrenimimi Amerikan okullarında geçirdim. Üniversite yıllarında, anti-Amerikan gösterilerin elebaşılarından biri oldum. Ortaokul ve lise yılları sanki belleğime Amerika’yı gerçek kimliğiyle, kendisi olarak kavramaya başlamam, bu ülkeye ilk kez ayak bastığım 80’li yılların tam ortasından itibarendir. Orta öğrenimde bilinçaltıma gizlenmiş olanlar; o sırada geri gelmeye başladı. (…) Amerika’yı artık geçmişin anti-Amerikan eylemlerinden pişmanlık duymayacak biçimde ama anti-Amerikan duyguların zerresi kalmayacak ölçüde yakından tanıdığımı ve kavradığımı biliyorum.”

Kolej Yetiştirmesi

  Alıntının değeri, Cengiz Çandar’ın Amerikancılığını göstermesinde değil. Bunun için kanıta ihtiyaç yok. Kendisi, Beyaz Saray’daki kliklerden birine mensup olduğunu bile yazıp duruyor. Öğretici olan, bağlanmanın Amerikan kolejlerinde atılmış temeline yapılan vurgudur. O temel üzerine işte ancak Cengiz Çandar türü yetişiyor. Gençlik yıllarındaki anti-Amerikan eylemler konusundaki duygusal özeleştiri ise dönekliğin soyunma geleneğinin gereği.

 Dönenler, döndükleri yere çırılçıplak giderler; yaptıklarının bir tür çocukluk sayılmasını dileyerek. Dikkat edilirse Cengiz Çandar, 1968’deki rolünden söz ederken de artık böbürlenmekten, “liderdim” edebiyatından vazgeçmiş, o zamanki rolünü polis sözlüğünden aldığı “elebaşı” tanımına indirgemiştir.

Araştırmacılar İçin Yöntem

   Dingili kırık adam, hayatını kendisi yaşamaz. Başkaları yaşar onun yerine. Güçlünün iradesine göre savrulur durur. Kişiliği, çamur gibidir. Her türlü biçimi almaya her an hazır ve cıvık. İhanet yeteneği sınırsız, her türlü kötülüğe elverişli bir malzemedir. Bütün bu özellikleriyle, ama sadece tarihçiler için azımsanamayacak bir değeri vardır.

   Araştırmacı, dingili kırık adamın kişiliğini bir Sümer tableti gibi çözüp yorumlayarak önemli toplumsal sonuçlara ulaşabilir. Çünkü dingili kırık adam tarih yapmaz ama, tarihi yapan güçler tarafından belirlenir, biçimlendirilir. Bu açıdan Cengiz Çandar’ın kişilik röntgeni, çok açıklayıcı bir örnektir. Orada hem 1960’lardaki muhteşem devrim dalgasının böyle bir adamı bile devrimci saflara getiren gücünü görüyoruz; hem 70’ler boyunca yaşanan geri çekilişi neredeyse adım adım izleme olanağı buluyoruz; hem de 80’ler ve 90’lardaki emperyalist tırmanışın ürkütücü tahribatını saptayabiliyoruz.




Hoparlör


  Cengiz Çandar bütün yazdıklarını, Pentagon’un strateji uzmanlarından tercüme edip alıyor. Yazılarının yarısı tırnak içindedir, diğer yarısı ise tırnak içindekileri açıklar. Yaşamı boyunca ürettiği bir cümlelik bile özgün düşünce yoktur. Dingili kırık adam, kafasının içinde başkasının beynini taşır. Ağzından başkaları konuşur. Cengiz Çandar’ın konuşurken dudaklarına, dikkat çekici bir hareketle hoparlör biçimi vermesi sebepsiz değildir. (Devam Edecek)

Hasan YALÇIN
DÖNEKLER
2003

23 Ekim 2015 Cuma

ÇETİN ALTAN: SIRADAN BİR DÖNEK- 2

   

  1960’ların ikinci yarısında biz, İTÜ’nün sosyalist gençleri, hem Çetin Altan hayranıydık, hem Prof.Dr.Tarık Özker’in öğrencileri. Önemini sonradan anlayacağımız bir büyük çelişmeydi aslında bu.

  Ham elmanın yeşili canlı, genç sosyalistin coşkusu büyük olur. Sosyalizmi henüz benimsiyorduk ve Çetin Altan’ın hakim sınıfa ve iktidara yönelik alaycı ve çarpıcı üslubu, parlak sömürü tasvirleri, gençlik heyecanlarımızı tatmin ediyor ve büyütüyordu. Çetin Altan’a İTÜ’nün Gümüşsuyu Yurdu yemekhanesinde verdirttiğimiz konferans ünlü bir ses sanatçısının konserinden bile daha görkemliydi. İktidarı yerden yere vuran ve halkı göklere çıkaran Çetin Altan büyük alkış toplamış, bizim de gurudan başımız göğe değmişti.

  Çetin Altan şimdi, Türkiye’nin bilim açısından uçsuz bucaksız bir çölden ibaret olduğunu adeta cinsel bir haz duyarak yazarken, tam bir cahil ve tam bir palavracıdır. Bırakalım her alandaki sayısız bilim insanımızı, Türkiye sadece Prof.Dr.Tarık Özker’i yetiştirmiş olmasıyla bile, dünya önünde gururlanabilirdi. Tarık Özker, ömrünü genç kafalarda bilimsel düşüncenin tomurcuklanması için mücadeleye vermişti; İTÜ’den yetişmiş mühendis nesillerini “neden”, “niçin” ve “nasıl” sorularıyla tanıştırdı. Sosyalist bir bilim adamı olarak, Amerikan üniversitelerinden her sene aldığı davetleri reddetmiş ve Türkiye’de kalmıştı. Fizik bilimini sadece fizik olarak okutmazdı; aynı zamanda toplumsal olayları ve tarihsel süreçleri bilimsel olarak tahlil etmemizi isterdi. Bizim Çetin Altan’la yatıp Çetin Altın’la kalktığımız o günlerden birinde, kendisiyle fakülte koridorunda karşılaştık. Aynı zamanda deli dolu bir insandı, beni yakamdan tuttuğu gibi odasına götürdü, masasının karşısına oturttu. “Şarlatan bu Çetin Altan” dedi; “Devrimci değil, şarlatan ve hiçbir bilimsel görüşü yok”.

 Tarık Özker’in, o gün bana bu teşhisini kabul ettirmesi mümkün değildi; biliyordu bunu. Ama ulaştığı sonucu, devrimci öğrencisinin bilincine sunuyordu. Fizik biliminin Çetin Altan hakkındaki laboratuvar test raporu olarak. Aynı zamanda bir vasiyet gibi. Türkiye, Prof.Dr.Tarik Özker’i çoktan yitirdi. Ben ise en azından 30 yıldır, Çetin Altan’ın adına ne zaman rastlasam mutlaka Tarık Özker’in değerlendirmesini hatırlarım: “Şarlatan bu Çetin Altan, hiçbir bilimsel görüşü yok.”

  Kitlelerin bilgi ve bilinç yetersizliği, şarlatanların yaşama ve üreme ortamıdır. 1960’ların Türkiye’sinde sosyalizm bilgisi son derece yetersiz ve yüzeyseldi. DP döneminin tutuklamaları sosyalizmin geçmişle bağlarını koparmış ve birikimin yeni kuşaklara aktarılmasını önlemişti. Türkiye’ye özgü teori, program ve strateji, henüz son derece kabaydı, yok gibiydi. Bilimsel sosyalizmin klasikleri, üstelik yarım yamalak çevirilerle, Türkçe’ye yeni kazandırılıyordu. Çetin Altan, sağdan soldan duyduklarını bu pazara, “sosyalizm” diye etiketleyip sürdü. Görüşlerinin tamamı yüzer gezer fikirlerden oluşuyordu ve kaba bir sömürü edebiyatından ibaretti. Sosyalizm konusunda ömrü boyunca, ağzından çıkan lafların toplamının yüzde biri kadar bile okumadığı kesindir.

  Bütün halk avcıları gibi, ne yaparsa daha çok alkışlanacağını çabuk öğrendi. Boş ama, tumturaklı cümlelerle konuşurdu. Giderek bir demagog olup çıktı. Alkış cehaleti azdırır. Ama aynı zamanda kişiliği bozar. Çetin Altan’ın alkışı arttıkça, kuşkusuz öğrenme ihtiyacı azaldı; her şeyi bildiği duygusuna kapıldı. Kitleleri aldatırken, kendisi hakkında yanlış fikirler edindi. Oldum sandı. Kibirlendi.

  Oysa öğrenmek, bilmediğini bilmekle başlar ve alçakgönüllülük gerektirir. Demagog, iddiasıyla bilgisi arasındaki uçurumu, boş böbürlenmeyle ve mugalatayla doldurur. Çetin Altan şimdi, “40 kadar kitap ve 40 bin kadar köşe yazısı yazmakla” övünüyor. Yazdığından fazlasını da konuşmuştur kesinlikle. Kendine biçtiği değerle, gerçek değeri arasındaki fark bu kadarıyla bile giderilemeyecek büyüklüktedir.

  Çetin Altan’ın dönüşünde alkışın ve cehaletin rolü çok büyüktür. Fırtına önce hafif nesneleri saçar savurur. 27 Mayıs 1960’tan sonra yükselen devrim dalgası Amerika’yı telaşlandırmıştı. Genç ve deneyimsiz devrimci hareket provokasyonlara karşı hazırlıksız, saldırılara karşı savunmasızdı. Ajanları ve her an ajan rolü oynayabilecek demagogları tanıyıp hizaya getirecek disiplinli bir yapı yoktu. Tertipler, saldırmalar, öldürmeler başlayıp, devrimciliğin zorlukları öne çıkınca, Çetin Altan döndü. Hangi halka bağlılık ve tarih bilinciyle, hangi sosyaliz bilgisiyle, hangi örgüt terbiyesiyle kalacaktı ki devrim saflarında ?

  Alkış bitince artistler sahneden çekilir.


  Demagog, alkış pazarında hangi malın müşterisi varsa onu satan adamdır. Ve sattığı malı değiştirdiğinde esnaf, esnaf olmaktan çıkmaz. Dün cahildi, bugün de cahildir. Değişen, pazarladığı maldır. O zaman yoksulluk ve sömürü edebiyatı revaçtaydı, onu sattı; dönem değişti, emperyalizmin mallarıyla çıktı müşterinin karşısına.

HASAN YALÇIN- DÖNEKLER (S.31-34)

22 Ekim 2015 Perşembe

ÇETİN ALTAN: SIRADAN BİR DÖNEK- 1

   

   “Ben politikacılık yapmadım” diyor Çetin Altan, “sadece rahat yazı yazabilmek için Meclis’e girdim, ama o zaman da dokunulmazlığımı kaldırdılar. Benim siyasete ihtiyacım yok.” (Mustafa Karaalioğlu’yla röportaj, Yeni Şafak,21.04.2002)

  Sanılır ki, yazı yazıyor diye devletin bütün polisleri, savcıları, mahkemeleri ve tabii “etrak-ı biidrak”, yani anlayıştan yoksun Türklerin tamamı, bu “büyük yazarı” kovalamaktadır ve yazmasa öleceği için dokunulmazlık zırhından yararlanmak amacıyla TBMM’ne sığınmıştır. Yoksa, ne işi vardır politika çamurunun içinde ?

   Ama sıra politikacılık konusunda böbürlenmeye gelince tuğla büyüklüğünde bir kitap indirilir raflardan, üstünde “Ben milletvekili iken” yazılıdır. Büyük “yazı adamı”, yazı adamlığını bu kez, “büyük politikacılığını” ve Parlamento maceralarını anlatmak için kullanmıştır. Bu kadar da değil, Çetin Altan’ın politika yıllarını övünerek anlattığı sayısız yazısı ve konuşması vardır. “Yazı adamlığı” onun, böbürlenmeye en uygun konumdur diye, deneye sınaya kendini oturttuğu son posttur.

   Özden yoksunluk, kendini yalan ve gürültü şeklinde ifade eder.

  Çetin Altan, 1967’de emekçiler tarafından kendisine gönderilen mektupları toplayıp Onlar Uyanırken adıyla bir kitap yaptı. Kitabın kendisine ait giriş bölümünde şöyle yazıyor:

   “Türkiye’nin ezilen, horlanan, çağının dışında bırakılan emekçileri…bütün gücün kendi sınıflarında olduğunu görecek ve sınıflarının özgürlüğünü kimseden bir şey ummadan kendilerinden yana olan namuslu aydınlarla sağlamaya çalışacaktır…Ve ancak bu büyük çaba sonunda gerçek olarak kurtulacaklardır…Bu mücadelede elbette başı belaya girenler, felaketlere uğrayanlar, eziyet çekenler olacaktır…Ama şunu unutmamak gerekir ki, insanlığın kurtuluşu için uğraşanlar ölümsüzdürler. Onların her yaptıkları yarın doğacak bebeklerin mutlu dünyasında bir taze gülüş olarak açılacak ve onların varlığı evrenin içindeki atom cümbüşünde gelip geçtikleri bir sinema perdesinin gerçek sahibi olarak sonsuzluğa perçinlenecektir…Sosyalizm alabildiğine geniş, alabildiğine derin, alabildiğine insanca bir çabanın hiç bitmeyecek bir meyvasıdır. Yaşantının mutluluğunu böyle bir meyvanın lezzetinde duyanlar, çağlarını anlamış ve gerçekten yaşamış olanlardır.”

   Dikkat edilirse, Meclis’e rahat yazı yazmak için girdiğinin henüz farkında değildir ve “sosyalist politikacı” kisvesiyle konuşmaktadır. Bu yüzden cicili bicili, “bebeklerin gülüşü”, “meyvaların lezzeti”, “sinemaların perdesinin sahibi olarak sonsuzluğa perçinlenme” gibi ifadelerle, olabildiğince güçlü bir inanç gösterisi yapıyor.

   Laf salatası, halk avcılarının tezgahında satılır.

 Çetin Altan, hayatının herhangi bir döneminde ne Bilimsel Sosyalizm’i öğrendi, ne de sosyalist oldu. Sosyalistlik pozu yaptı ve kendi pozuna belki kendisi de inandı; o kadar. Kendini ve halkı aldattı. Türkiye’de henüz sosyalizm bilinmiyordu. Devrime gözlerini yeni açan insanların etkilenmesi kolaydı.

 27 Mayıs 1960 hareketiyle ivme kazanan devrimcilik, iki yazarı kitlelerin sevgilisi yapmıştı. Akşam’da yazan Çetin Altan, Cumhuriyet’te yazan İlhan Selçuk. İkisi de kitleler ve TİP tarafından siyasete çağrıldı. İlhan Selçuk, emin yollardan, adımlarını yoklaya yoklaya atarak yükselme yolunu seçti ve gazetecilikte kaldı.

 Çetin Altan’ın kişiliği farklıydı; ün, takdir ve alkışa direnmesi mümkün değildi. Böyle oluşunun sebebini, Çetin Altan her sorulduğunda kendisi izah eder: “Sekiz yaşında yatılı okula bıraktılar, bir daha da kimse aramadı…Sevilmemiş insanlar, inasanları mahkum etmeye çalışırlar kendilerini beğenmeye.” (Ahmet Tulgar’la söyleşi, 7 Nisan 2002, Milliyet Pazar) Aynı ifade, eşi Solmaz Kamuran tarafından İpek Böceği Cinayeti adıyla yazılan biyografisinde aynen vardır. Çetin Altan o yıllarda ve hayatı boyunca hep tribüne oynadı. Olayların merkezinde olmak ve kendini alkışlatmak için elinden geleni yaptı. Bu amaçla içeriksiz ama süslü konuşur ve yazar; sesinin kalınlığı, üslubu, duruşu, hepsi alkışa davetiyedir.

 TİP listelerinden bağımsız milletvekili olarak girdiği Meclis onun için bir kişisel şov sahnesiydi. Daha sonra üyesi olduğu TİP’de başına buyrukluğuyla öne çıktı. 60’ların sonuna gelindiğinde artık kitle hareketi geri çekiliyordu, Çetin Altan’a yol görünmüştü. Parti’den ayrıldı, devrimciliğe, sol’a, sosyalizme sırtını döndü.

  Halk avcısı her zaman halkın sırtında yaşar ve sürekli orada durmak ister. Halk üstteyken onun ellerinde yükselir; yenilip alta düşünce, bu kez yenenlerle birlikte biner halkın sırtına.


  Stalin, Troçki için “Alkış uğruna Kızıl Meydan’da intihar etmeye razıdır” demişti. Çetin Altan da kesinlikle özel bir dönüşle, kendi şanına yakışır bir şekilde ve alkışlar arasında dönmüş olmayı tercih ederdi. Ama, dönüşünün diğer döneklerden en küçük bir farkı, kendine özgü hiçbir yanı yok. Oral Çalışlar, Hadi Uluengin, Cengiz Çandar ve Taner Akçam neden ve nasıl dönmüşlerse o da aynı şekilde dönmüştür. Yol da aynıdır, güzergah da aynı. Devrim dalgasının saraylardan sürükleyip getirdikleri arasında yer almış, halkın sırtına basarak yükselebildiği yere kadar çıkmış, dalga geri çekilirken diğerleri gibi o da halkı suçlayarak saraya dönmüştür.

HASAN YALÇIN- "Dönekler"- S.27- 30