ÖZDEMİR İNCE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖZDEMİR İNCE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Nisan 2014 Çarşamba

ÖZDEMİR İNCE/ Hüsnü Mahalli’nin çok önemli bir yazısı

Bugün, Hüsnü Mahalli’nin 14.4.2014 tarihli Yurt gazetesinde yayımlanan “Utanan var mı?” başlıklı yazısından söz edeceğiz. Sözü ona bırakacağız. Başta Arap dünyası olmak üzere İslam Dünyası’nın hal-i pürmelalini anlatan en iyi yazı olarak gördüğüm bu makaleyi, sizlere de okutmak zorunda olduğumu düşündüm. Kendim araya gireceğime, en iyisi bu, yer kalırsa ben de bir şeyler eklerim:
 
***
[“NECAT EL-NAHARİ Yemenli Yahudi genç bir bayan. 1981’de Yemen’de doğdu 1993’te İsrail’e göç etti. Yemenli ve genel olarak Arap Yahudilerine yönelik ırkçı davranışlarına tepki olarak İsrail’i terk ederek üniversite eğitimi için Kahire’ye gitti. Necat genç bir mimar olarak 2004’te İsrail’e döndü. Üç yıl orada kalan Necat 2007’de Merkezi Beyrut olan uluslararası bir şirkette çalışmaya başladı. Ama tüm bu süre için İsrail’de egemen olan Siyonist ideolojiye karşı etkin mücadele etti. Sosyal medya üzerinden bu çabasına devam eden Necat bu aralar Arap Facebook ve Twitter’inde çok konuşuluyor.
 
Neden mi?
 
Yanıtını Necat’tan okuyalım.
 
‘Bu aralar birçok arkadaşım Yahudilikten vazgeçip Müslüman olmamı istiyor.Bazıları da Yahudi olduğum için beni lanetleyip cehennem ile cezalandırılacağımı söylüyor.Geçenlerde bir arkadaşım Muhammed Peygamber ile ilgili bir hikaye anlattı.Bir Yahudi, komşusu Muhammed’e hep kötü davranıp zarar verirmiş. Muhammed de sabırla tepki göstermez komşusuna hep iyi davranırmış. Bir gün Yahudi hastalanıp yatağa düşünce Muhammed ziyaretine gider ve yardımcı olur. Bu davranış karşısında şaşkına dönen Yahudi özür diler ve Müslüman olur...
 
Muhammed Peygamber’in bu kişisel özellikleri Yahudi’nin Müslüman olması için yeterli olmuştu. Üstelik Yahudi’nin o sıralar henüz Kur’an hakkında hiçbir bilgisi yoktu.
 
Arkadaşım bu hikayeyi anlatınca kendi kendime ‘Acaba Müslümanlar şimdi Yahudileri ne ile ikna edecek?’ diye düşünmeye başladım.
 
Şimdi Müslüman olmamı isteyen dostlara seslenmek istiyorum...
 
Diyelim ki; ben Müslüman olmaya karar verdim. Peki hangi mezhebe katılacağım? Her mezhep diğerini kafir ilan ediyor ve katlinin vacip olduğunu söylüyor. Ben Sünni mi yoksa Şii mi olacağım? Bir de bunlar içinde bir sürü tarikat var. Acaba hangisine bağlı olursam barış içinde yaşarım?
 
Geçenlerde bir grup Müslüman arkadaşla sohbet ederken biri Muhammed Peygamber’in bir hadisini anlattı. Hadise göre Müslümanlar 70 millete ayrılacak ve bunlardan yalnızca biri cennete gidecek. Ben de arkadaşa ‘bu grup hangisidir’ diye sorduğumda ‘bilmiyorum’ dedi.
Bu durumda ben o grubun içinde nasıl olabilirim?
 
Hangi din adamı bana cennete gitme garantisi verecek?
 
Üstelik her mezhep, tarikat ve cemaat ‘o grup benim’ diyor.
 
Bugün Müslümanlar birçok yerde kendi aralarında savaşıyor ve çok iğrenç bir şekilde birbirlerini kesiyorlar. Bu durumda bir Yahudi birbirini kesen insanların dinine nasıl girecek?
Siz hiç Yahudilerin din uğruna birbirini öldürdüğünü duydunuz mu?
 
Üstelik İsrail bir din devleti olarak kurulmuştur.
 
Suriye’de ister rejim ister muhalifler tarafından olsun tümü Müslüman 150 bin insan öldürüldü.
 
Müslüman gruplar bile birbirini boğazlıyor.
 
Suriyeli askerin yüreğini söküp kanını içen muhalifi herkes görmüştür.
 
Bu ne biçim Müslümanlık?
 
Irak’ta ise Şii-Sünni iç savaş çatışmalarında en az 280 bin Müslüman ve az sayıda Hıristiyan öldürüldü. Örnekleri çoğaltabilirim ama bu kadarı yeterli.
 
Peki bu durumda bir Yahudi ya da Hıristiyan normal koşullarda rahat bir şekilde Müslüman olabilir mi?
 
Elbette bu anlattıklarımın hiçbirinin gerçek İslam ile ilişkisi yoktur ve olamaz.
 
Çünkü semavi dinlerin tümü barıştan yana.
 
Muhammed Peygamber insanları İslama davet ettiğinde onları zulüm, fakirlik ve cehaletten kurtulma ve özgürlük ile adalet içinde yaşama sözü ile ikna etti.
 
Peki şimdi Yahudileri İslama davet edenler onlara neyin sözünü verecek?
Dürüst ve açık sözlü olalım...
 
Bugün Müslüman ülkelerin çoğunda fakirlik, cehalet, yolsuzluk, hırsızlık, her türlü iğrençlik, insan hakları ihlalleri, diktatörlük, geri kalmışlık, zulüm çok yaygın.
 
Arap Baharı ayaklanmaları işte bu nedenle olmuştur.
 
Peki Hıristiyan ve Yahudilerin yönettiği ülkelerde neden olmuyor bunlar?
 
Bugün birçok Müslüman daha onurlu bir yaşam için kafir dediği Hıristiyan ülkelere göç ediyor.
 
Kusura bakmayın ama bu ülkeler Müslümanların iç çamaşırlarını bile üretiyor.
 
Evet ben bir Yahudiyim ama İslama büyük saygım var.
 
Geçenlerde bir arkadaşım Kur’an’dan bazı ayetler gönderdi bana.
 
İlgimi çekti ve Kur’an ve Kur’an ile ilgili birçok şey okumaya başladım.
 
Şimdi soruyorum:
Olağanüstü dini bir anayasaya yani Kur’an’a ve harika bir Peygambere sahip olan İslam âlemi nasıl olur da bu hale gelir?’
 
Necat El-Nahari’nin samimi bu sorusuna yanıtı ben vereyim:
‘Gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet’”.]
***
İlahiyatçılara, tefsircilere, samimi Müslümanlara göre İslam akıl ve ilim dini! Ama 600-700 yıldır Müslümanlar ve İslam bilginleri bu akıl ve ilmi nedense kullanmıyorlar. İslam bezirgânları, İslamcı siyasetçiler akıl ve ilimden bucak bucak kaçıp hurafe bataklıkları üretiyorlar. Müslümanlar birbirlerini boğazlamaktan başka bir şey yapmıyorlar: Celaheti durmadan üreterek bir Cehalet Rönesansı yaratıyorlar ve Celaheti Egemen güç haline getiriyorlar.
 
Müslümanlar, laikliği benimsemeden, laikliğe saygı duymadan, onunla kavga etmemeyi öğrenmeden başkalarına ve hukuka saygılı insan olamazlar. Başkalarına ve hukuka saygılı insan düzeyine çıkmadan da birbirlerini boğazlamaktan kurtulamazlar. Tarih bunu göstermiş ve kanıtlamıştır.
 
Türkiye Cumhuriyeti bu gerçeği kanıtlamış, doğru yolu göstermiş ama ne yazık ki ihanete uğramıştır.
 
***
Bu ülkede; Araplar, Arap ülkeleri, Arap Baharları konusunda sadece kurbağalar vıraklamıyor.
 
1965 yılından bu yana Avrupa ve dünya ile sıcak temasım var. Arkadaşlık ve dostluk ilişkilerim var. Ama hiç kimse bana, iyi bir insan olduğum için, Hıristiyan olmamı teklif etmedi. Müslümanlar neden herkesi Müslüman yapmak istiyor? Ama kimse bunun ne anlama geldiğini araştırmıyor. Bu ne aşağılık duygusu?
 
Adonis’ten esinlenerek tekrarlayacağım: Dini iktidarın bağımsızlığı, [yani her hocanın bir derebeyi (feodal) olması] ve iktidarın dine dönüşmesi (mutasyonu): İşte Arap ülkelerinde hükümetlerin gittiği yol budur.
 
Erdoğan kaptanlığında Türkiye, Arap denizinde pusulasız yol alıyor. Ama Erdoğan’ın yıldız okuma yeteneği yok!
 
AYDINLIK / 30,04,2014

18 Nisan 2014 Cuma

ÖZDEMİR İNCE/ Scaramouche: Erkeksen dışarı gel!

Başbakan R.T. Erdoğan, önüne gelene “Sıkıysa siyasete gir!” meydan okumasıyla ünlüdür. Kendisine ve klanına “Siyaseti bırak, sıkıysa ticarete gir, hem siyaset hem ticaret olmaz!” denilmiştir ama o başka. Başbakan, her şeyi kendisine en uygun koşullarda yapar.
 
 
“Scaramouche’la R.T. Erdoğan’ın ne ilgisi var” diye soracaksınız. Anlatayım:
 
***
Scaramouche, İtalyan Commedia dell’arte tiyatrosunun (bizim ortaoyunu gibi) bir soytarı tipidir. Bunu aklımızda tutalım.
 
Scaramouche, Rafael Sabatini’nin 1921 yılında yayımlanan romanının adıdır.
 
İki kez filmi yapıldı. 1952 yılında yapılan, George Sidney’in yönettiği, Stewart Granger, Eleanor Parker, Janet Leigh ve Mel Ferrer’in önemli rolleri paylaştığı çevrimini 1955-56 yıllarında görmüştüm.
 
***
Uzatmayalım: Filmin öyküsünü internette aradım. Sadece İngilizce öykü var. O da, içine Kraliçe Marie Antoinette’in karıştığı saray kumpaslarıyla ilgili. Oysa filmden aklımda kalan şu: Fransız Devrimi’nden önceki günler. Meclis’te iki parti vardır. Soyluların partisinin bir silahşör üyesi vardır Meclis’te. Burjuva partisinin ileri gelenlerini, bir punduna getirip düelloya davet eder ve işini bitirir. Burjuva partisi çaresizdir. Sonunda, iyi bir silahşor bulurlar. Bir soylunun gayri meşru oğludur. Adamı Scaramouche kılığına sokarlar ve ortaya salarlar.
 
Filmin sonunda Scaramouche rolündeki Stewart Granger, Marquis de Maynes rolündeki Mel Ferrer’i öldürür ve film mutlu son ile “The End” olur.
 
Filmde ister Mel Ferrer, ister Steward Granger olsun, rakiplerinin yüzüne mendillerini fırlatıp, onları şafak vakti kilisenin arkasındaki ormana davet ederler.
 
***
Başbakan da tıpkı Marquis de Maynes’ın, yasaların ve adaletin uygulanmasını talep eden Meclis üyelerini düelloya davet etmesi gibi, iş ve görevini yapan insanları siyasete atılmaya davet ediyor. Yani düelloya davet ediyor. Ama her an karşısına bir Scaramouche çıkacağından haberi yok.
 
Kimleri düelloya davet etmiyor ki?.. Gazetecileri, TÜSİAD yöneticilerini; Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay ve HSYK üyelerini siyasete davet ediyor.
 
Bir zamanlar generalleri düelloya davet ederdi.
 
Başbakan’a göre: Görevle ilgili işlerinde kendisinin istediği kararı vermeyenler, işlerine muhalif siyaseti karıştırmakta ve siyaset yapmaktadırlar. O halde cüppelerini çıkartıp siyaset denize girmelidirler.
 
Böyle bir ölçüsüz tepkiye karşı aynı türden tepki göstermek de mümkündür. “Sana ne be, keyfimin kâhyası mısın?!” denilebilir. Ama karşıdaki, demokrasiden habersiz olsa bile yasalar tarafından korunan bir başbakandır.
 
Üstelik, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada (olumsuz anlamda) eşi benzeri olmayan bir başbakandır.
 
***
Bir Marquis de Maynes olarak, Cumhuriyet rejiminin temel direği olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesini kesinlikle tanımamakta ve “Canım aramızda ayrılık gayrılık mı var” diyerek yasama (TBMM), yürütme (Hükümet) ve yargı erkini (Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay ve her kademede öteki mahkemeler) tek elde toplamak istemektedir. O tek el de kuşkusuz kendi elidir.
 
Kendin pişir, kendin ye! Afiyet şeker olsun, lop lop et olsun ağam!
 
Marquis de Maynes böyle bir şey yapabilirdi; çünkü kendini bağlayacak bir anayasa ya da düelloyu yasaklayan bir yasa yoktu. Meclis’te yapılması gereken tartışmayı kilisenin arkasındaki ormanda kılıcının ucuyla hallediyordu.
 
Ama, hoşunuza gitsin gitmesin, iş şimdi öyle değil ağalar ve beyler. 1982’de halkın %92 oyunu almış iyi-kötü bir anayasa var.
 
***
“Kuvvetler ayrılığı, devlet organları olan yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrılmış oldukları bir devlet yönetim modelidir. Devletin her biri birbirinden ayrı ve bağımsız güçlerdeki kol ve sorumluluk alanlarına ayrıldığı ve böylece her bir güç ve kolun bir diğeri ile güç ve sorumluluk alanları bakımından bir çatışma yaşamadıkları bu model ilk olarak antik Yunan ve Roma’da geliştirildi.
 
Kuvvetler ayrılığı sistemi; yasama, yürütme ve yargı olarak tanımlanan kuvvetlerin değişik yollardan göreve gelen ve aralarında fren ve denge mekanizması bulunan farklı organlara verilmesi olarak tanımlanmıştır.
 
Devletin yasama ve yargı dışındaki faaliyetleri yürütme işlevidir.
 
Yasama kural koymak; genel, sürekli, objektif, kişisel olmayan işlemler yapabilmektir.
 
Yargı; yasama ve yürütme organından ‘bağımsız mahkemelerce görevlerin yerine getirilmesini ifade etmektedir. Yargıçların bağımsızlığı ise yasama ve yürütme organlarına bağlı olmadan Anayasaya ve hukuka uygun olarak vicdani kanılarına göre hüküm vermelerini amaçlar.” (Kaynak: İnternet)
 
***
Yasama, Yürütme ve Yargı arasında bir sıralama ve güç üstünlüğü yok sanılır. Oysa kim denetlerse, kim yargılarsa üstün odur.
 
Bu üçlü ilişki arasında bir “Primus inter pares” (eşitler arasında birinci) ilişkisi vardır. Hıristiyanlığın en önemli kiliseleri, Roma, İstanbul, Kudüs, Antakya ve İskenderiye kiliseleri geleneğe göre birbirine eşittir ama Papa’nın başında bulunduğu Roma Vatikan Kilisesi, birbirine eşit dört kilise arasında “primus inter pares”, dolayısıyla birincidir.
 
***
Kuvvetler ayrılığı sisteminde de durum böyledir:
 
TBMM’nin çıkardığı yasaların Anayasa’ya uygunluğunu Anayasa Mahkemesi denetler.
 
Hükümetin her türlü işlemini Danıştay denetler. Hükümetin ve idarenin harcamalarını, akçeli işlerini Sayıştay denetler.
 
Yargı’nın işlerini de gene yargı, yani Yargıtay ve HSYK denetler.
 
Ama Yargı’nın kararlarını ne TBMM (Yasama) ne de Hükümet (Yürütme) denetleyebilir.
O halde kuvvetler ayrılığı bilmecesinde patron, yargıdır.
 
Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu yazmaktadır. Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Yasama ve Yürütme devleti olduğunu yazmamaktadır.
 
Başbakan bu ilişkiyi kabul etmediği için önüne gelene “Erkeksen dışarı gel!” demektedir.
 
AYDINLIK; 18.04.2014

17 Mart 2014 Pazartesi

ÖZDEMİR İNCE/ Kutuplaşma saplantısı, hezeyanı ve yanılsaması

Televizyonlardaki entelekdübek kavga programlarının biçim ve içerik düzeyi, katılanların ilkellik şahikaları midemi bulandırıyor. Neredeyse katılanların tamamı boş kavramlarla, klişelerle konuşuyor.
 
Son zamanlardaki en gözde, en moda, en yanıltıcı klişe: “Kutuplaşma”. Güya siyasetçiler ve aydınlar Türkiye’yi kutuplaştırıyormuş. Ülkede barışı sağlamak için yapılması gereken ilk iş bu kutuplaşmaya son vermekmiş...
 
Hele bu klişeyi AKP yağlama-yıkama servisinin elemanlarının ağzından duyunca kusasım geliyor. Hele Hüseyin Yayman gibi, Abdülkadir Selvi gibi medrese talebelerinin ağzından duyunca...
 
12 Mart gecesi Haber Türk ve CNN Türk’ü izlerken iki kez (mecazi olarak) kustum: Birincisi Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında, ikincisi Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölgesi’nde...
Fatih Altaylı’nın karşısında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu. Aziz Kocaoğlu’nun entelektüel düzeyi karşısındaki insanı eziyor. Fatih Altaylı işi tatlıya bağlamak, güya tarafsızlığını göstermek için hemen klişeye sarılıyor: Kutuplaşma! Aziz Kocaoğlu, yorum getiriyor ama Miyase İlknur’un CNN-Türk’te, Tarafsız Bölge’de verdiği net cevap değil.
 
Tarafsız Bölge’de, AKP kalemşorlarının en Abdurrahman Çelebisi Abdülkadir Selvi, hükümetin çıkardığı bunca hırgürden ve mugalatadan sonra Kutuplaşma Barış Çubuğu’nu yakıyor. Miyase İlknur, benim aylardır beklediğim cevabı haykırıyor: “Kutuplaştırmanın mimarı Başbakan Erdoğan’dır!”
***
Şimdi gelelim şu Kutuplaşma işinin kısa tarihçesine:
 
Taha Akyol, Fatih Altaylı ve Abdülkadir Selvi gibi medya vasatlarına... Taha Akyol güya amatör tarihçi...
 
Evet, bu ülkede bir kutuplaşma var ama bu yeni değil, AKP ile başlamadı, AKP bu tarihsel kutuplaşmayı din sosuna banarak iktidara geldi. Aslına bakarsanız, kutuplaşmanın oluşturucusu da bizzat kullanılan din ve din adamı siyasetçi, siyasetçi din adamı!...
Zihinleri açmak için kutuplaşmanın adını-sanını vererek, tanımlamasını yaparak konuşalım:
Kutuplaşma denen şeyin bir ucunda Cumhuriyet ve cumhuriyetçiler var. Öteki ucunda Karşı Devrimciler, cumhuriyet karşıtları, muhalifleri ve düşmanları.
“Kutuplaşma”nın bir ucunda Cumhuriyet Devrimleri var, öteki ucunda geleneksel istemezükçüler.
 
Yapılacak ilk yanlışlık, iki tarafı eşit bir olgu-gerçek olarak ele almak. Neden? Çünkü Cumhuriyet bir taraf değil, Türk ulusunun kurduğu devletin rejiminin adı. Bir statükonun adı. 29 Ekim 1913 tarihinde resmen temeli atılmış, bir kurucu halkı, bir meclisi, anayasası olan, uluslararası devletler hukukuna göre kurulmuş, Birleşmiş Milletler ve örgütlerinin, Avrupa Parlamentosu ve örgütlerinin üyesi bir devlet. Bu devlet ve rejimi yasal bir konum ve durumdur. Bu bir olumlu statükodur. Bütün devletlerin statükosu gibi.
 
Dolayısı ile Cumhuriyet, bir devlet rejimi olarak, çift ağızlı (devlet ve rejim) bir meşru durumu temsil etmektedir.
 
Bu cumhuriyetin anayasasına ve yasalarına göre kurulmuş siyasal partiler, kendilerine kuruluş kaynağı ve dayanağı olan anayasa ve yasalara karşı olamazlar. Siyasal partiler kuruluş dilekçeleriyle cumhuriyet devletinin açık-seçik statükosunu kabul etmişlerdir. Bu statüye karşı olamazlar.
 
Kutuplaşmadan söz eden kalın kafalılar ilkin bu gerçeği anlamak ve kabul etmek zorundadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası ve yasalarına göre seçime girip iktidara gelen bir parti, sonsuza kadar iktidarda kalmayı hayal bile edemez. Seçim kazanarak iktidara gelen bir siyasal parti, devletin rejimini değiştirmek gibi darbeci bir siyasal zihniyete sahip olamaz. Oysa R.T. Erdoğan 1993 yılında bakın ne buyuruyor:
 
“Demokrasi bugüne kadar bazen bir amaç bazen ise araç olarak görülmüştür. Hem araç hem amaç olarak yorumlayanlar olmuştur. Bize göre ise de demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenin seçiminde bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler değişir, düzenler gider. Tabii bunun demokrasiyle gerçekleşmesi, halkın iradesinin tecelli etmesi güzel bir şey.” (Metin Sever-Cem Dizdar, 2 Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, 1993, s.419)
***
Anlaşıldı mı Vehbi’nin kerrakesi? Demek ki, Milli Görüş gömleğini çıkarma hokkabazlığı yapan R.T. Erdoğan, seçimle geldiği iktidarda, TC Anayasası’nın 2. maddesinde yazılı olan cumhuriyet niteliklerini değiştirebileceğini düşünmektedir. Hiçbir devlet, hiçbir cumhuriyet, hiçbir demokrasi böyle bir nankör saldırıya izin vermez.
 
Cumhuriyet; anayasasıyla, yasalarıyla kendi varlığını, satükosunu korumak zorundadır. Cumhuriyetçi partiler, devlet kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve cumhuriyetçi vatandaşlar da doğal olarak birer savunucu ve garantör olarak Cumhuriyet’in yanında yer alırlar, almak zorundadırlar. Bu bir “Kutup” ya da “Cephe” değildir!
 
Cumhuriyet’in statükosu uluslararası bir meşruiyete sahiptir. Cumhuriyeti savunanların durumları da yasal ve meşrudur. Bu nedenle, konumları doğaldır. Bu durumu “kutup” saymak ne demek? Bir devletin rejimini kutup saymak, devletler hukukuna aykırı değil mi? Demek ki TC Anayasası’nın İkinci Maddesi’nde yazılı olan ilkeleri (Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti) savunanların bir kutup oluşturduğunu iddia etmek, iddia sahiplerini yasadışına iter.
***
Ama olgular ve gerçekler, Cumhuriyet karşısında, AKP’nin simgelediği bir karşı cephenin bulunduğunu kanıtlıyor. İşte bu cepheye “Kutup” adı verilebilir. Gayri meşru, anayasa ve yasadışı, illegal bir kutup. Rüşveti bile şeriata göre meşrulaştıran bir yıkıcı kutup.
Bu kutup II. Selim’den itibaren bütün değişim ve ilerleme hareketlerine karşı çıkan “istemezükçüler” kitlesinden oluşmaktadır. Güya Osmanlı geleneği hayranı ve yeni bir Osmanlı düzeni kurmayı hayal eden AKP ve ataları, aslında, yenileşmek ve gelişmek amacıyla reformlar yapan Osmanlı’nın da karşısındadır.
 
Osmanlı Devleti’ni yıkan hastalığın virüsü Ulema (İlmiye) Sınıfı’dır, bu sınıfın eğitim ve öğretim gördüğü Medrese’dir.
 
R.T. Erdoğan, Cumhuriyet’in kökünü kazımak için kendi medresesi olan İmam-Hatip okullarını silah olarak kullanıyor.
 
Türkiye’de tek bir kutup vardır: Başında Necip Fazıl’ın Başyücesi R.T. Erdoğan’ın bulunduğu darbeci İslamcı kutup!
 
AYDINLIK; 17.03.2014

9 Haziran 2013 Pazar

ÖZDEMİR İNCE/ Erdoğan Hoca’nın çapulcu halka karşı cihadı









Çarşamba, 05 Haziran 2013; AYDINLIK

Siperin, barikatın bir yanında Erdoğan Hoca’nın ünlü deyişiyle “çapulcu halk”, öteki tarafında bizzat ve tek başına Erdoğan Hoca.
 
Türkiye’nin birçok yerinde çapulcu halk Erdoğan Hoca’nın simgelediği bir “ŞEY”e karşı ayaklanmış durumda. O “Şey”in içi “ne oldum delisi olmak”, “görmemişlik”, “zorbalık”, “saygısızlık”, “pervasızlık” gibi olumsuz niteliklerle doldurulabilir.
 
Çapulculara sorsanız çok daha ağır nitelikler bağışlarlar.
Çapulcuların herhangi bir lideri yok. Bu hem iyi ama çok tehlikeli. Hareket nerede ve nasıl duracak? Durduğu anda hiç umulmadık bir yerde tekrar başlayabilir.
Çapulcuları ancak Erdoğan Hoca durdurabilir. Çelişkili bir durum!
 
Çapulcular cephesi
 
Çapulcular cephesinin ortaya çıkmasına neden olan olgular:
 
1) Erdoğan Hoca’nın Başkan olma hayali: Bireyin yatak odasına kadar burunu sokan bir başbakanın başkan olduktan sonra neler yapabileceğini bu olay ve olaylar kanıtlamıştır. Düşman başına!
2) 31 Mart’ın intikamını almak için Topçu Kışlası’nı ihya etmek çılgınlığı!
3) Üçüncü köprünün adını Yavuz Sultan Selim koymak idraksizliği ve saldırgan saygısızlık!
4) İçki yasağı ve “İki Ayyaş” densizliği!
5) İkide bir masaya sürülen cami yaptırma resti!
6) İmam-hatip ve ilahiyat mezunlarının sınırsız kayırılması!
7) Emek Sineması!
8) Rantçılık ve paranın egemenliği!
9) Aile bireylerinin, yakınların, yandaşların kayırılması.
10) Devlet ve belediyeler eliyle yeni bir zengin sınıfın yaratılması ve yüzsüzce kayırılması.
11) Diplomalı işsizliği!
12) Bayağılaşma ve bayağılaştırma.
13) Saldırgan Suriye politikası!
14) Atatürk Orman Çiftliği!
15) Cumhuriyet ve devrimleri!
16)Tevhid-i Tedrisat kanunu ve 4+4+4 rezaleti.
17) Bundan sonrasına sizler katkıda bulunabilirsiniz.
 
Erdoğan Hoca cephesi
 
1) 3 Haziran gecesi CNN-Türk’te Ahmet Hakan’ın programında Akilcilerin veciz bir şekilde belirttikleri gibi Başbakan Hoca’nın “Psikolojik sorunları” var. “Psikolojik sorun” tehlikeli bir tanımdır. Bu tanım, icabında müşahade altına alınmayı gerektirir. Bunun sonuçlarına göre hacir altına alınma önlemi gelir. İcabında! Akilciler, “Artık başbakanlık yapamaz, yaptırılmamalı” mı demek istediler acaba? Megalomani, kendini dev aynasında görme, başkalarını küçük görme ve benzeri sağlıksız ruh hali!
2) Başkalarının görev ve yetkilerine el koyma ihtirası: Bütün bakanların ve İstanbul Belediye Başkanı’nın yetkilerini bizzat kullanması!
3) Tahrik edici dil ve üslup sorunu!
4) “Ben bilirim!” tavrı! Arapça biliyormuş ama yaptıkları ortak basın toplantısında, Fas Başbakanı’nın söylediği üç sözcüklük cümleyi anlamadı!
5) “Devlet ve hükümet benim!” havası.
6) Ülke sorunlarını bireyselleştirmesi: Çapulcuların gösterilerinde, mümkün olsa, su hortumunu bizzat kullanacak, biber gazı bombasını kendisi atacak, iki eline cop alıp çapulcuların üzerine “Allah! Allah!” deyu hücuma kalkacak!
 
Fikir hazinesinden birkaç örnek

1)”...’Dinin emrini yerine getiriyor’ diyorlar. Din toplum için, insan için hayırlı bir şey emrediyorsa bunun gereğini yapmak zararlı ve kötü mü?” diyor. (Radikal, 03.06.13)
“Zararlı ve kötü” elbette! Dinin yasaları değişmez. Laik yasalar gerektiğinde değiştirilebilir. Din bu nedenle toplumların gelişmesine engel olur. Bir başbakanın bunları bilmesi gerekmez mi?
2) “İçki içiyorsa alkoliktir. Bunun tanımı odur!”... Söz arada bir içenlere gelince; “Ya onlar bile bana veriyor. Onlar zaten alkolikler arasına girmiyorlar.” (Radikal, 03.0.13) Neredeyse, kendisine oy verenlerin günahlarının bağışlandığını, cennete gireceklerini söyleyecek.
3) “Devletin metrosunda da ahlak kuralları vardır. Kurallar aşılırsa anons yapılmasının nesi yanlış? Sonra da bir grup geliyor, ellerinde alkoller. Soruyorum, bir anne-baba kızının afedersin birinin kucağına oturmasını ister mi?” Milletin giyim kuşamını da beğenmiyor ve şöyle diyor: “Ama saygı gösteriyorum. Giyimine karışmıyorum. Ama aynı saygıyı benim eşim, kızım gibi giyinenlere de göstermediler.” (Radikal, 03.06.13)
“Kızın kucağa oturma” meselesi, başbakanın otoriter zihniyet dünyasını ele veriyor. Çirkin! Tartışmaya bile değmez! Kızının, eşinin giyiminin karşısında öznel tepki değil, yasanın ve yönetmeliğin sınırlaması vardı. Görüyor musunuz, nasıl her şeyi, “intikam” konusu haline getiriyor.
4) Erdoğan Hoca, Fas, Cezayir ve Tunus’a yapacağı ziyaret öncesinde düzenlenen basın toplantında Reuters muhabiri Birsen Altaylı’nın sorularını yanıtlamazken, bütün ruh ve zihniyet dünyasını ele veriyor. Birsen Altaylı, Erdoğan’ın üslubunun dünya kamuoyu tarafından sert ve küçümseyici bulunduğunu belirttikten sonra “Bunlara ilişkin herhangi bir yumuşatıcı tavır içine girecek misiniz?” diye soruyor.
Başbakan Erdoğan’ın cevabı: “Önce ‘yumuşatıcı ifadeler’ ne olabilir bana onu öğretirseniz ben ona göre konuşurum’ diyor. Neredeyse ayağa kalkıp gazeteci hanımı tokatlayacak.
5) Gazetecinin karşısında aciz kalan Başbakan Hoca, bir başbakanın derhal görevden alınmasını gerektirecek bir cümle söylüyor:
“Şu anda evlerinde bizim zorla tuttuğumuz bu ülkenin en az yüzde 50’si var. Biz onlara diyoruz ki ‘Aman sabırlı olun’...”
Başbakan, bu çatışmacı ve kışkırtıcı cümlenin altından kalkamaz.
 
SONUÇ:
 
Ruh sağlığı yerinde olan bir siyasetçi böyle konuşabilir mi? Çapulcu ayaklanmalarının sona ermesi için, PKK’ya bile garanti veren hükümetin, vatandaşlardan mutlaka özür dilemesi ve geleceğe yönelik güvenceler vermesi gerekmektedir. Başbakan Erdoğan, “fıtrat”ı ve içinde bulunduğu ruhsal durum yüzünden böyle bir şey yapamaz.
Türkiye’nin en önemli sorunu bizzat R.T.Erdoğan’ın varlığıdır.
Bu nedenle AKP duruma el koymak zorundadır! Ama nasıl?

ÖZDEMİR İNCE/ Taksim Kışlası ve 31 Mart isyanı

 



Çarşamba, 28 Kasım 2012; AYDINLIK


III. Selim döneminde, 19. yüzyılın başlarında (1780) inşa edilen Topçu Kışlası, Beyoğlu ve Taksim’in fiziksel çehresinde önemli izler bırakmıştır: Hem varlığı hem de yokluğu bu bölgenin kendine özgü karakterini şekillendirmiştir. Taksim Topçu Kışlası, Selimiye Kışlası’nın Avrupa yakasındaki karşılığıdır... Fotoğraflardan bilinen, bir tür ‘oryantal pasta mimarisi’ olarak tanımlanabilecek ünlü giriş cephesi de böyle bir tadilatın sonucudur; Batı’daki benzer nitelikli sayfiye, fabrika veya servis binaları mimarisini hatırlatmaktadır.
 
Topçu Kışlası, esas askeri etkinliklerin yanında, konumuna ve boyutlarına bağlı olarak pek çok farklı işlev için de kullanılmıştır; cambaz gösterileri, at yarışları, Rum hacıların konaklaması bunlar arasındadır. Kışla olarak hizmetinin sona ermesi ve satışı söz konusu olduğunda da şehir müzesi, sergi alanı gibi yeni işlevler önerilmiştir. 1913’te Sanayi ve Ticaret Şirket-i Milliye-i Osmaniye’ye satışından sonra da çeşitli gösterilere ev sahipliği yapmış ve kışlanın avlusu uzun yıllar futbol stadyumu olarak kullanılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında kısmen boş kalmış, İşgal Yılları’nda Fransız kuvvetlerinin yönetimindeki Senegalli askerlere tahsis edilmiştir.
 
Çeşitli dönüşümlerin ardından, nihayet Fransız şehirci Henri Prost’un önerileri doğrultusunda yıkım kararı alınmıştır. (1940) Buna göre kışladan boşalacak alana konutlar ve sosyal etkinlik yapıları inşa edilecektir; büyük bir park düzenlemesi Harbiye’ye kadar uzanacaktır. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde kışlanın arazisi ‘İnönü Gezgisi’ adıyla büyük bir tören meydanı niteliği de kazanacak, Taksim Meydanı ile bütünleşecektir. ‘Gezgi’nin ön tarafına İnönü’nün heykeli kurulacak, Taksim Cumhuriyet Anıtı da o noktaya kaydırılarak tasarımın bütünlüğü sağlanacaktır.
Ancak kışla kısım kısım yıkıldıktan sonra, planlanan düzenlemelerin çok azı uygulanabilmiştir. Ahırların yerini daha önce Taksim Meydan’ı almış, öndeki Talimhane apartmanlar inşa edilerek modern bir konut bölgesi karakteri kazanmıştır.” (www.hayal.et.com) ]
 
Kışlanın mimari değeri
Doğan Kuban 16 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknoloji Dergisi’nde Taksim Topçu Kışlası’nın tıpkı yapımıyla ilgili olarak şunları yazıyor:
 
“Daha 2. Mahmut zamanında topa tutularak yıktırılan Taksim Kışlası en az bilinen, birçok kez değişmiş, meydan cephesi ise Türkiye’de hiç geçerli olmamış, Fransız uydurması ‘Style Sarrasin’ (İspanyol ve Kuzey Afrika İslam mimarisi üslubunda) bir bezeme ile olasılıkla Abdülaziz döneminde yenilenmiş, çok çirkin bir dönem yapısıdır. İstanbul’da kalan kışlaları yüzeysel olarak inceleyen herkes bunu görebilir. Bunu hangi nedenle akıl etmişler acaba?”
 
Neden mi akıl etmişler?
Taksim Topçu Kışlası’nın tarihsel açıdan vazgeçilmez ve binanın yeniden yapılmasını gerektirecek büyük bir mimarî değeri olmadığını mimarlık tarihi bilgini Prof. Dr. Doğan Kuban yazıyor. Kışlanın hiçbir mimarî değeri yok, ama 31 Mart mürteci ayaklanması dolayısıyla önemi çok büyük. AKP iktidarı büyük bir olasılıkla Cumhuriyet’ten 31 Mart’ın intikamını almak için kışlayı yeniden dikmek istiyor. Aslına bakarsanız, Çamlıca’ya da cami aynı marazlı tutku yüzünden yaptırılacak. Zaten bu iktidarın 10 yıllık iktidarını değerlendirecek olursak Cumhuriyet’in reddine dayanan bir İslamî restorasyon çabası olduğunu görürüz. Evet, 31 Mart ayaklanması bastırılmamış olsaydı Cumhuriyet kesinlikle kurulamazdı. Taksim Topcu Kışlası’nın yeniden yapılmasının gerçek ve doğru nedeni budur.
 
31 Mart olayı
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da yönetime karşı yapılmış büyük bir ayaklanmadır. Rumî takvime göre 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) başladığı için bu adla anılmıştır. İsyan 12-13 nisan gecesi Taksim Kışlası’ndaki Avcı Taburu’na bağlı askerlerin subaylarına karşı ayaklanarak Meclis-i Mebusan üzerine yürümesiyle başlamış, Hareket Ordusu tarafından bastırılıp II.Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle son bulmuştur.
 
Ama bu ayaklanmanın tahrikçileri kimlerdi? Sayalım: Şeriat isteyen Derviş Vahdeti’nin yayımladığı, İngilizler tarafından finanse ve himaye edilen Volkan gazetesi, muhalif Ahrar Fırkası çevresi, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti... Kışkırtıcı ve destekçileri arasında ünlülerden adem-i merkeziyetçi Prens Sabahattin Bey, Mizancı Murat ve İsparta’nın turizm simgesi (!), günümüz iktidarının mürşidi meczup Said Nursî bulunmaktadır.
 
Değerli dostum Prof.Dr. Sina Akşin “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki” adlı kitabında (S.116-120) siyasal durumu tasvir ettikten sonra şunları yazar: “... daha da tehlikeli ve uygulamaya konulan bir çare din adamlarının ve dinci çevrelerin Hilmi Paşa’ya ve İttihat ve Terakki’ye karşı harekete geçirilmesiydi. Bu çeşit harekete elverişli olanlar, medrese, yani ilmiye talebeleriydi.”
Sloganı “Şeriat isteriz!” olan bir “asker + sivil” hükümet darbesi idi. İttihat ve Terakki muhalifleri tarafından düzenlenmiş ama başarılı olamamıştı.
 
Başarılı olsaydı ne olurdu bilinmez ama aralarında Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı kadrosu olmak üzere bütün mektepli (harbiyeli) subayların kellesi giderdi. 31 Mart başarılı olamadığı için Kurtuluş Savaşı kazanıldı ve Cumhuriyet kuruldu.
***
Tarihî açıdan çok kötü bir üne sahip, mimarî açıdan hiçbir değeri olmayan Taksim Kışlası’nı Cumhuriyet’le özdeşleşmiş Taksim’e kazık gibi dikmenin “İntikam”dan başka bir anlamı yoktur!
 

20 Kasım 2012 Salı

ÖZDEMİR İNCE/ Hasan Cemal aklı






ÖZDEMİR İNCE/ Hasan Cemal aklı

17 Eylül 2012 Pazartesi günkü Balçiçek İlter “Söz Sende” programında Orhan Miroğlu ile konuşurken Hasan Cemal & Cengiz Çandar ortaklığının “Kürt Bahçesi”nin “İki Gülü” olduklarına dair bir rivayet duydum. “Bülbül”ün eksikliği bir yana, Gül metaforu “uzmanlık”a gönderme ise, bu iki zata haksızlık yapılıyor demektir. Kendileri her konuda uzmandırlar. Sezar’ın hakkı Sezar’a yazıcının hakkı yazıcıya ama Sezar’ın hakkı da bu iki entelektüel müflise verilsin, çünkü Sezar kendi hakkını nasıl olsa alır!


Hasan Cemal kardeşimiz


Hasan Cemal kardeşimize, Serdar Turgut “Kitsch (Kiç) Entelektüellerin Avangardı” ünvanını layık görüyormuş. Bunu çağdaşımız Işıl Özgentürk’ün yazısından (Cumhuriyet, 16.09.2012) öğrendim. Serdar Turgut, “Kitsch biliyorsunuz, değerli sanat eserlerinin ucuz taklitlerini yapıp bayağılaştırarak kitleye servis eden sanat anlayışına denir. Hasan Cemal de gerçek değeri olan entelektüellerin bir ucuz taklidi gibi yaşıyor, değerli olabilecek düşünceleri alıp onların ucuz taklitlerini bir kitleye sunuyor. Bu tipler arasında hep öne çıkmak, sürekli konuya ilk el atan bir öncü olmak istiyor” diye yazıyormuş.


Benim “Şoför mahallinde oturma merakı” dediğim şey.


Hasan Cemal, “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” başlıklı kitabıyla pek böbürlerinir, gurur duyar. Kafadarları da Hasan Cemal ve kitabını pek pohpohlar. İtiraflar iyidir, ama sahibine rütbe kazandırmaz. Hasan Cemal’in kuşağından, onunla aynı ortamda bulunan yüzlerce, binlerce genç onun gibi askerin peşine takılıp darbe yapmaya, ardından taptığı puta düşman olup kırmaya kalkışmadı.


Adam olan adam hiçbir şeyhin müridi olmaz, palazlanınca da bir yığın budalanın şeyhi olmaya kalkışmaz.


Bayram değil seyran değil


Hasan Cemal, “Ve soruyorum Ak Parti İktidarına...” (Milliyet, 13.09.2012) başlıklı yazıyı yazmasaydı, ben de referans verdiği yazıyı (Ömer Şahin, Radikal, 12.09.12) okumasaydım, bu yazıyı yazmak zorunda kalmazdım. Durum özeti yapayım:


28 Şubat süreci içinde, dönemin Cumhurbaşkası Süleyman Demirel, Genelkurmay Başkanlığı’na bir yazı göndererek “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinizin sınırı nedir?” (Benim tercümem: “Siz neye dayanarak darbe yapıyorsunuz?”) diye sormuş. Genelkurmay Başkanlığı bu soruyu yanıtlamış.


Hasan Cemal’in kaynağı Ömer Şahin “Böylece TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na gelen belgeler arasında askeri darbelerin tek dayanağının İç Hizmet Kanunu’nun 35.maddesi olmadığı ortaya çıktı” diye şaşkınlıkla yazıyor. Meğer bundan başka 5 dayanak daha varmış: 1. TSK İç Hizmetler Kanunu 35 madde; 2. TSK İç Hizmetler Kanunu 2 madde; 3. TSK İç Hizmetler Kanunu 37 madde; 4. TSK İç Hizmetler Yönetmeliği 1 madde; 5. TSK İç Hizmetler Yönetmeliği 85. Madde; 6. TSK İç Hizmetlerd Yönetmeliği madde 86.


Bu maddeleri okuyan Hasan Cemal, infial içinde şunları yazıyor:


“Ve soruyorum Ak Parti iktidarına: Bu altı maddeye dokunmadan Türkiye’de askeri vesayet sona ermiş olabilir mi? Askeri vesayet’in son bulması, dayanağı anayasa ve yasalardan alan demokratik kurumsallaşmadan geçmiyor mu?”


Dingo’nun Ahırı


Hasan Cemal beyimiz, başta TSK olmak üzere devlet kurum ve kuruluşlarını galiba Dingo’nun Ahırı sanıyor. Her devlet kurum ve kuruluşunun bir yasası ve bir de kuruluş ve görev yönetmeliği vardır. Sadece Türkiye’de değil bütün çağdaş devletlerde bu böyledir. Böyle olduğunu, dünkü “İşkembeci Tayfası” (3.10.12) başlıklı yazımda, ABD askerinin yemin metnini aktarak göstermiştim: “Ben (ad, soyad), Birleşik Devletler Anayasası’nı, her türlü iç ve dış düşmana karşı kollayıp savunacağıma; anayasaya sarsılmaz bir inanç ve sadakatla bağlı kalacağıma; Birleşik Devletler Başkanının, üstlerimin emirlerine, Askeri Ceza ve Askeri Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası ile yönetmelikler uyarınca, itaat edeceğime resmen yemin ederim. Tanrım bana yardımcı ol!”


Mal bulmuş mağribi


TSK’yı Dingo’nun Ahırı sanan Hasan Cemal, bir gazetede okuduğu sıradan bir haberin üzerine Mal Bulmuş Mağribi ya da sazan gibi atlayarak gülünç duruma düşüyor. Temelde bütün anayasalar, yasalar, yönetmelikler birbirine benzer: Bütün anayasalar devlet başkanlarına ülkeyi ve anayasayı koruma görevi verir. Bütün silahlı kuvvetlerle ilgili yasalar ve yönetmelikler, ordusuna ülkeyi, anayasayı, rejimi iç ve dış düşmana karşı koruma görevi verir. Hasan Cemal güya genel yayın yönetmenliği yapmış, deneyimli ve kıdemli (doyen) gazeteci ama NATO ordularından herhangi birinin anayasal, yasal görev ve sorumluluklarını öğrenmek zahmetine bile katlanmıyor. Aklına ilk gelen TSK’nın görev ve sorumluluğuyla ilgili 6 yasa ve yönetmelik maddesinin kaldırılması.


Yani TSK, Türk yurdunu ve Cumhuriyet’i koruyup, kollamayacak; vatanı, istiklal ve cumhuriyeti korumak için harp sanatını öğrenmeyecek; yurdu ve Cumhuriyeti korumak için disiplinini mükemmelleştirmeyecek; yurdu ve Cumhuriyeti silahla korumak için silah kullanmayı öğrenmeyecek; asker kendinden beklenen görevleri hakkıyla yapabilmek için yüksek ahlak ve kuvvetli maneviyat sahibi olmayacak; asker, cumhuriyet, yurt ve millete içerden ve dışarıdan gelecek saldırılara karşı hayatını feda etmeyecek!


Keramete kıç attırmak


Hasan Cemal ve şürekası, TSK’nın canı sıkıldığı zaman bu maddelere göre darbe yaptığına inanıyor. Kin beyinlerini dumura uğratmış. Dünyada, orduyla ilgili her yasa ve yönetmelikte TSK maddelerinin bir benzeri vardır: Asker yurdunu, ulusunu, anayasasını, iç ve dış düşmana karşı silahını kullanarak korur ama kimi ülkelerde darbe yapar, yüzde 99’unda darbe yapmaz. Neden bre munkabız olasıca?!


AYDINLIK-Perşembe, 04 Ekim 2012

ÖZDEMİR İNCE/ İşkembeci tayfası



ÖZDEMİR İNCE/ İşkembeci tayfası

Müflis entelektüel ve sol kaçkını işkembeci tayfasına bir ders daha vermek gerekiyor. İster seçimle, ister atama yolu ile olsun, devlet hizmetine başlayanlar görev ve sorumluluklarıyla ilgili ant içerler, yemin ederler. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı şöyle yemin eder: “Cumhurbaşkanı sıfatıyla, devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

Asker de sivil de yemin eder! Yemin etmesinler mi? Cumhurbaşkanı Gül’ün yeminini tam anlamıyla yerine getirdiğini kim iddia edebilir.

ABD askerinin yemini

Yeminin İngilizcesi: “I, (........) , do solemnly swear (or affirm) that I will support and defend the Constitution of the United States against all enemies, foreign and domestic; that I will bear true faith and allegiance to the same; and that I will obey the orders of the President of the United States and the orders of the officers appointed over me, acording to regulations and the Uniform Code of Military Justice. So help me God.”

Yeminin Türkçesi: “Ben (ad, soyad), Birleşik Devletler Anayasası’nı, her türlü iç ve dış düşmana karşı kollayıp savunacağıma; Anayasaya sarsılmaz bir inanç ve sadakatla bağlı kalacağıma; Birleşik Devletler Başkanı’nın, üstlerimin emirlerine, Askeri Ceza ve Askeri Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası ile yönetmelikler uyarınca, itaat edeceğime resmen yemin ederim. Tanrım bana yardımcı ol!”

Demek ki ABD askeri, ABD Anayasası’nı yani rejimini her türlü iç ve dış düşmana karşı savunmak zorundaymış! Demek ki ABD’nin iç ve dış düşmanı varmış! Peki ülkesinin rejimini nasıl savunacak? Silahla olmasın sakın!

Peki neden yurt içinde şimdiye kadar rejimi savunmak zorunda kalmamış? Demek ki bütün siyasal partiler, kurum ve kuruluşlar ülkenin anayasasına ve rejimine karşı herhangi bir fesat çevirmemişler.

İspanya Anayasası’nın 8. maddesi

31 Ekim 1978 tarihli İspanyol Anayasası’nın 8. Maddesi’ni birlikte okuyalım:

“Kara, deniz ve hava ordularından oluşan silahlı kuvvetler İspanya’nın egemenlik ve bağımsızlığını güvence altına almak, ülkenin toprak bütünlüğünü ve anayasal düzenini korumakla görevlidir.”

(Las Fuerzas Armadas, constituidas por el Ejército de Tierra, la Armada y el Ejército del Aire, tienen como misión garantizar la soberanía e independencia de Espana, defender su integridad territorial y el ordenamiento constitucional.)

Bak sen şu bizim işkembeci tayfasının hayran olup bize örnek gösterdiği memlekete, bizim TSK’nın İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi’ni kendisine Anayasa maddesi yapmış.

TSK İç Hizmet Kanunu

10 Ocak 1961 tarih ve 10703 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu Madde 35 : “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.”

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti devletini içten ve dıştan gelebilecek olan tehditlere karşı savunma görevini üstlenmiş olan silahlı devlet kuruluşudur. Yaptırım gücünü Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan alır.

Şimdi, başta işkembeci ve hacıfışfış tayfaları olmak üzere bütün çiğ süt emmiş güruhu, İç Hizmet Kanunu’nun 35.maddesinin kaldırılmasını istiyor. Yurdu, rejimi, anayasayı korumak ve kollamak görevi TSK’ya verilmez ise kime verilecek? İmam hatipçilere mi?

Laf ebeliği! Rejim ve Anayasanın, Cumhuriyet ve devrimlerinin, laik okulların, demokrasinin esenliğini, güvenliğini, bütün bunları değiştirmek isteyen dış düşmanlara ve iç namertlere karşı kim savunacak?

Elinde silah olmayan ve yasa ile yetkilendirilmemiş hiçbir kurum ve kuruluş koruyamaz. Halk dedikleri yığışım hiç koruyamaz.

Yahu! Bu memlekette şu kalçın ağızlı işkembecilerin yalanlarını ortaya çıkartacak kimse yok mu? Birileri çıksın, başka ülkelerin devlet memurlarının ettiği yeminlerden, anayasaların askere yüklediği görevlerden birkaç örnek bulsun. Bu ne vurdum duymazlık!

AYDINLIK-Çarşamba, 03 Ekim 2012

18 Kasım 2012 Pazar

ÖZDEMİR İNCE/ Yabancı Anayasalar ve Türklük




ÖZDEMİR İNCE/ Yabancı Anayasalar ve Türklük

1978 tarihli son İspanyol anayasasından bazı alıntılar yapacağım:

Madde 1.2: Ulusal egemenlik, devletin gücünü aldığı İspanyol halkına aittir.
Madde 2. Anayasa kaynağını, İspanyol milletinin bölünmez birliğinden, bütün İspanyolların ortak ve bölünmez vatanından alır.”
Madde 3.1. Kastilyanca, devletin resmi İspanyol dilidir. Bütün İspanyolların bu dili bilme ödevi ve kullanma hakkı vardır. 2. Diğer İspanyol dilleri de kendi statülerine göre, ilgili özerk toplulukların resmi dilidir.”

Bildiğiniz gibi İspanya 17 özerk bölgeye ve 2 özerk şehre ayrılmıştır. Yedi özerk bölgenin her biri (Asturias , Balearic Adaları , Cantabria , La Rioja , Madrid , Murcia , ve Navarre ) aynı zamanda bir ildir.

İspanyol Anayasasının verdiği ders

Anayasa metninden anladığımıza göre: Bu anayasayı yapan ve onaylayan erkler, başta 17 özerk bölge ve 2 özerk kentte yaşayan insanların tamamını “İspanyol” olarak tanımlamaktadır. Yani, Kastilyalılar (İspanyol kökenliler), Basklar, Katalanlar, Galiçyalılar tek tek sayılmadan “İspanyol milletinin bölünmez birliği”ni oluşturmaktadırlar. Şurası kesinlikle unutulmamalıdır ki İspanya’da mevcut olan 17 özerk bölgeyi 1978 Anayasası icat etmemiştir. Bunlar taa Roma döneminin öncesinden itibaren var oldukları için devam etmektedirler.

Binlerce yıllık İspanya (İspanyol) gerçeğini onaylayan ve ülke toprağını komünler, iller ve özerk topluluklar arasında pay eden 137’ci maddesine karşın, İspanyol Anayasası bir “İspanyol Halkı”ndan, bir “İspanyol Milleti”nden, “İspanyol milletinin bölünmez birliği”den ve “Bütün İspanyolların bölünmez vatanı”ndan söz etmektedir.

Aynı durum Avrupa Birliği devletlerinin Anayasalarının tamamı için de geçerlidir.

Bu nedenle, aklı başında hiç kimse, kimilerinin gül hatırı için, yeni Anayasadan “Türk milleti”, “Türk halkı” tanım ve kavramlarını çıkartamaz. Çıkartılırsa o metne Türkiye Cumhuriyeti Anayasası denemez.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 3

“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” Bu maddede Kürtçüler, “Türkiye devletinin ülkesinin bölünmezliği kabul de, milletin bölünmezliği ne demek oluyor, Kürtlerin reddi anlamına gelmiyor mu?” diye karşı çıkıyorlar. Bu kalın kafalılara nasıl anlatsam? Her millet gibi, Türk milleti birçok oluşturucu parçadan meydana gelir. Meydana gelir de, şuraya dikkat edin, oluşturucu parçalardan meydana gelen millet bütününü parçalara ayıramazsınız. Mantıksız mı geliyor? O zaman mantığınızı zorlayın, geliştirin. Başvekil hazretlerinin tadâd etmekten (saymaktan) hoşlandığı gibi Türk Milleti, Türk, Arap, Laz, Kürt, Boşnak, Pomak, Ermeni, Rum, Süryani, Çerkez ve daha birçok parçadan oluşur. Oluşur ama sürüden koyun ayırır gibi oluşturucu parçaları ayıramazsınız. Oluşturucular çoğuldur ama millet (ulus) tektir, tekildir. İşte bu nedenden olacak İspanyol Anayasasının 2. Maddesi “Anayasa kaynağını, İspanyol milletinin bölünmez birliğinden (....) alır” diyor. ğalar ve beyler, bu cümlenin bir de İspanyolcasını okuyun.

“Articulo 2. La Constitución se fundamenta en la indisoluble unidad de la Nación española...”

Hal bu iken, birtakım çevrelerde, “Anayasaya ‘Kürt’ kimliği de girmeli”, “Anayasadan ‘Türk’ kimliği çıkmalı ve bütün etnik gruplar aynı konumda olmalı” türünden tuhaf fanteziler tekrarlanıyor. Bu insanlar galiba bir Anayasa ile bir film jeneriğini birbirine karıştırmaktalar. Mevcut Anayasanın “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” diye yazan 3.maddesi değişmedikçe söz konusu fanteziler yeni anayasaya giremez. Hatırlayalım: Anayasanın 3. Maddesi değiştirilemez. Herkes bu konuya kafasını benim kadar yorarsa, fantezi düşkünleri fantezilerinden, hayalperestler,acı da olsa, hayallerindern vazgeçecektir.

Yeni şeyler öğrenmek

Türkiye’de insanlar yeni şeyler öğrenmeye karşı dirençlidirler, geçirgen değildirler. Yeni bir şey öğrenmek istemeyenlerin başında da Diyarbakır’ın BDP’li Belediyesi Başkanı Osman Baydemir geliyor. Bay Baydemir’in Anayasa uzlaşma alt komisyonunda söylediğine göre anadilde (Kürtçe) eğitimin pazarlığı olmazmış... (Vatan, 28.02.12)

Merak ediyorum: Nasıl olacak bu iş? İspanya Anayasasından kopya vereyim: “Madde 3.2. Diğer İspanyol dilleri de kendi statülerine göre, ilgili özerk toplulukların resmi dilidir.” Demek ki anadilde eğitim yapabilmek için, dolayısıyla resmi dil sahibi olmak için, ilkin özerk bir topluluk statüsünü elde etmek gerekiyor.

Kulağı ters yönden göstermenin gereği yok: Önce statü, sonra dil. Bu arada “Türk” “Türk Milleti” gibi sözcük ve kavramları yeni Anayasadan kovmak isteyenlere bir tavsiye: Gülünç olmamak birkaç yabancı Anayasa okusunlar.


AYDINLIK- Perşembe, 30 Ağustos 2012

28 Haziran 2012 Perşembe

ÖZDEMİR İNCE/ Amiral Kolçak ve İskilipli Atıf Hoca

ÖZDEMİR İNCE/ Amiral Kolçak ve İskilipli Atıf Hoca
AYDINLIK-Pazartesi, 18 Haziran 2012

Amiral Kolçak hakkında uzun bir yazı yazdım, “Özgür Edebiyat” dergisinin Temmuz-Ağustos sayısında yayınlanacak. Bu dergide benim edebî yazı ve incelemelerim “Ne Var Ne Yok” başlığı altında yayınlanır. Yazınsal kimliğime ilgi duyanlara adını verdiğim dergiyi tavsiye ederim.

Damarlarında Türk kanı dolaşan Kolçak

Amiral Aleksandr Vasiliyeviç Kolçak (1874-1920) ilginç bir insan: Deniz subayı, kutup araştırmacısı, coğrafyacı… 1917 devriminden sonra Rusya iç savaşında Bolşevik karşıtı Beyaz Ordu komutanı. Kızıl Ordu’ya esir düştü. Moskova’dan gelen emrin aksine 7 Şubat 1920’de idam edildi. İç savaştaki rolü dışında her bakımdan bir kahraman.

Sovyet iktidarı döneminde vatan haini konumuna düşen Kolçak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden keşfedildi. Kendisini, vatanını kurtarmaya çalışan bir lider olarak gören çevreler Kolçak’ın itibarının iade edilmesi için dava açtı. Açılan davalar 1999 yılında Bölge Askeri Mahkemesi ve 2001 yılında da Rusya Federasyonu Yüksek Mahkemesi tarafından reddedildi. Buna karşın Kolçak’ı anmak için yapılan heykeller, Sovyet gazileri ve komünistlerin muhalefetine karşın 2002 yılında Saint Petersbourg’a ve 2004 yılında da Irkutsk’a dikildi. Ayrıca adı bir adaya verildi.

Kolçak’ın heykelini dikmek, adını bir adaya vermek yasa dışı ve suç. Çünkü itibarı mahkeme tarafından iade edilmemiş, ama ne yaparsın ki artık karşı-devrim iktidarda…

İskilipli Atıf Hoca

Bizim tarihimizde de bunun bir benzeri var. İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemesi'nde vatana ihanet suçuyla yargılandı ve 4 Şubat 1926 tarihinde idam edildi. Ancak Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitabı yüzünden ve Şapka Kanunu’na muhalefetten idam edildiği iddia edilir. Ki gerçek dışıdır! Kim iddia eder? Karşı-devdimci İslamcılar, Milli Görüşçüler, muhafazakarlar, AKP’liler ve… ve huzurlarınızda solu psikiyatri kliniği sananlar! Bu adamlar insanın gözünün içine baka baka yalan söylerler.

Şubat ayında Çorum’un İskilip ilçesinde yapılan törende, İskilip Devlet Hastanesi’nin tabelası indirilip yerine “İskilip Atıf Hoca Devlet Hastanesi” tabelası kondu.

Törende konuşan Sağlık Bakanı Yardımcısı Agah Kafkas, Atıf Hoca’nın İskilip’in medar-ı iftiharı olduğunu söylemiş. İskiliplilerden gelen yoğun istek(?) üzerine hastanenin adını değiştirildiğini söyleyen Kafkas, din âliminin hukuksuzluğun kurbanı olduğunu ileri sürmüş ve yaptıkları yasa dışı densizlik için, “Bu bir iade-i itibardır, hakkın teslimidir!” demiş.

AKP’nin hukuk tanımazlığı

İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemesi’nin kararı gereğince (ve aksine bir hukuki karar bulunmadığı için) hâlâ bir vatan hainidir. Bir vatan haininin adı Sağlık Bakanı Yardımcısı tarafından bir hastaneye verilemez. Böyle bir hükümet kararı mı var? Bakan Yardımcısı bu işi kendi kafasına göre mi yaptı? Bunu öğrenmek ve gerekeni yapmak ilçenin Cumhuriyet Savcısı’nın işi. O işini yapmıyorsa, Çorum Cumhuriyet Savcılığı’nın işi.

Ancak hükümetin, emniyetin ve adalet mekanizmasının görevini yapmaması, karşı-devrimin artık ülkeye fiilen egemen olduğu ve ülkeyi yönettiği anlamına gelir.

İşte idamın kanıtı beyanname

İskilipli Atıf Hoca’nın başkanı olduğu Teali-i İslam Cemiyeti’nin, “Anadolu’nun Muhterem ve Masum Ahalisine” başlıklı beyannamesi, Eskişehir-Kütahya köylerine ve cephedeki asker üzerine Yunan uçakları tarafından atıldı. O sırada, işgal altındaki köylerde düşmanın binlerce kadının ırzına geçtiği, yüzlerce kadının gayrı meşru çocuk doğurduğu, yüzlercesinin de intihar ettiği biliniyordu. Ama bu köylerin üzerine söz konusu beyanname utanmazcasına atıldı:

[Ey Anadolu’nun Masum ve Mazlum Ahalisi!

Şimdi sulh imzalandı Kuvay-ı Milliye belasının tevlit ettiği (doğurduğu) mecburiyetle galip devletlere karşı yeniden taahhüt (yükümlülük) altına girdik. Devletler şimdi bize: “Eğer Anadolu’da Kuvay-ı Milliye isyanını devam ettirir ve bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. Kuvay-ı Milliye eşkıyası ise İstanbul’u da elimizden çıkarmak ve memlekete son hizmet şeklinde son ihanetlerini de yapmak için çalışıyorlar…

İyi biliniz ve emin olunuz ki; bu hal böyle devam edemez. Ve memleketin her sancağına ve her bucağına sarmış olan bu ateş-i vahşet ve şekâvet (haydutluk) böyle sürüp gidemez. Vaktimiz pek daraldı; ve bu asilerin, bâğîlerin (isyankarların- hainlerin), şekâvetlerinden (haydutluklarından), cinayetlerinden halk bunaldı kaldı. Eğer bu ateşi kendi kendimize söndüremeyecek ve Anadolu’da asayişi temin ile biçare vatandaşlarımıza refah ve huzur veremiyecek isek galip devletler tarafından bildirildiği vechile (gibi) payitahtımızdan sevgili İstanbul’umuzdan mahrum olunacağı şüphesizdir (...) İstanbul ahalisi ve hükümet-i Merkeziye nasıl vahim ve elim dakikalar yaşamakta olduğumuzu dikkate alarak kemal-i azmü ciddiyetle (son derece kararlı bir şekilde) lazım gelen tedabire (tedbirlere) tevessül etmiş (yönelmiş) olduğunu size bildiririz; ve haber aldığımıza göre Halife-i Zîşanımız (şanlı halifemiz) ve sevgili hakanımız Efendimiz Hazretlerinin de âsileri tedip etmek ve sizin rahatınızı temin eylemek için cem edilecek (toplanacak) kuvvetin başında olarak bizzat geleceklerini sizlere tebşir ederiz (müjdeleriz). Hazır olunuz! Ve bu hainlerden, bu canilerden vatanı kurtarmak için size düşen vazifeyi ifada kusur etmeyiniz.]

Bildiri elbette bu kadar değil. Tamamını internette ve bir bölümünü Osman Selim Kocahanoğlu’nun “Atatürk’ün Üç Muhalifi” (Temel Yayınları) adlı kitabının 290-293 sayfaları arasında bulabilirsiniz.

ÖZDEMİR İNCE/ Bir mürşit olarak Necip Fazıl Kısakürek

ÖZDEMİR İNCE/ Bir mürşit olarak Necip Fazıl Kısakürek
AYDINLIK-Cuma, 22 Haziran 2012

Ben, www.Sabah.com.tr’ye 15.08.2011 günü saat 16:36’da giren haberin yalancısıyım. Haber şöyle:

Olacak çocuk

[“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 19 yaşındayken iki arkadaşıyla birlikte Necip Fazıl Kısakürek’e çektiği telgraf yayınlandı. Gül ve arkadaşları Kısakürek’e ‘emrinizdeyiz’ diyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 19 yaşında iken, şimdi AK Parti İzmir Milletvekili olan eniştesi Mehmet Tekelioğlu ve arkadaşı Ahmet Taşçı ile Necip Fazıl Kısakürek’e yazdığı telgrafta “Hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız” deniliyor.

Haber 7’nin haberine göre; Kısakürek’in adını taşıyan, http://www.necipfazil.com/ adlı internet sitesinde yayınlanan telgraf şöyle:

“Necip Fazıl Kısakürek’e...

İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımıza İslam davasının agora meydanlarında sağırların kulağını patlatacak gür seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliğinin ruh gıdası mecmuanızı tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder, hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim elbet bizimdir. Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.

Mehmet Tekelioğlu, Abdullah Gül, Ahmet Taşcı” ]

Olacak bir başka çocuk

Başbakan R.T.Erdoğan durmadan şiirlerini okuduğuna ve ders kitaplarına daha fazla şiirinin alınması için ilgililere talimat verdiğine göre, Necip Fazıl Kısakürek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da mürşidi ve üstadı olmalı. İlişkileri ne durumda diye bir internete bakayım dedim, karşıma şu metin çıktı:

[“Halen Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde görevli Sıddık Akbayır, ilginç bir çalışma yapmış... “Aynı Göğün Uzak Yıldızları” adlı bu çalışma, Asur Yayınları tarafından kitaplaştırılmış... Kitap elime geçeli birkaç ay oluyor... Ama, biraz önce de dediğim gibi, okuyamamıştım... Birkaç gün önce, sayfalarını karıştırınca gördüm ki; merhum Necip Fazıl Kısakürek’ten ve Nazım Hikmet’ten “karşılaştırmalı” olarak bahsediliyor. Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’in “benzerlik”leri ve “aykırılık”ları tek tek irdelenmiş... İlginç bir kitap...

İşte bu kitabı karıştırırken, bir olay çekti dikkatimi...

Olay şu: Merhum Necip Fazıl, İstanbul’da bir “konferans” verecektir... Ama onu kim “takdim” edecek?..

Öyle ya; Necip Fazıl, “titiz” bir adam... Her şeyi ve herkesi beğenmez... Uzatmayalım, sonunda Tayyip Erdoğan’ı işaret eder; “Beni bu delikanlı takdim etsin!”

Tayyip Erdoğan, o günlerde “genç bir delikanlı”dır...

Alır mikrofonu eline ve Necip Fazıl’ı takdim eder.

Bu, şu demek oluyor: Tayyip Erdoğan, daha “lise” ve “üniversite” yıllarında “iyi bir hatip” ve “iyi bir münazaracı”dır... Zaman zaman kendisi de diyor ya; “Biz bu işe tepeden inme başlamadık... Biz, çekirdekten yetiştik.”

Gerçekten de öyle...

Tayyip Erdoğan’ın “mikrofon”la tanışması, “siyaset”le tanışması, “lise yılları”na dayanır!.. Daha o yıllarda kendisine bir “hedef” tayin etmiş ve “kilitlendiği hedefe” doğru; “azim”le, “sabır”la ve “kararlılık”la yürümüştür!

Hasan Karakaya - Vakit” ]

Neseb kitabı

İncil’de (Matta, 1) kim kimin nesidir, nesebi nedir şöyle yazar: “İbrahim, İshak’ın babası idi; İshak, Yakub’un babası idi; Yakub, Yahuda ve kardeşlerinin babası idi” der ve devam eder. İşte o hesap: Mevlana Halid-i Bağdadi (1770-1827) Seyyid Taha-i Hakkari’nin (Öl:1853) şeyhi idi; Seyyid Taha-i Hakkari, Nakşi şeyhi Seyyid Fehim Arvasi’nin (1825-1896) şeyhi idi; Seyyid Fehim Arvasi, Abdülhakim Arvasi’nin (1860-1943) şeyhi idi; Abdülhakim Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek’in mürşidi idi; Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983), Abdullah Gül (1950) ile Recep Tayyip Erdoğan’ın (1954) mürşidi idi...

Abdullah Gül (1950) öğrencilik yıllarında Gençlik Örgütü Millî Türk Talebe Birliği bünyesinde yer aldı. Memleketinde Necip Fazıl Ekolünden Söğüt Fikir Kulübü’nde çalıştı.

Recep Tayyip Erdoğan (1954), Üniversite yıllarında Milli Türk Talebe Birliği’ne girdi, 1976 yılında Millî Selâmet Partisi (MSP) Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığına ve aynı yıl MSP İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanlığına seçildi.

Netice-i kelam

Abdullah Gül ile R.T.Erdoğan’ın Necip Fazıl ve Abdülhakîm Arvâsî dışında öteki kimseleri tanıdıklarını sanmam. Ama biad kültürü geleneği içinde geldikleri çizgi belli. Böyle bir çizgiden devrimci, laik, cumhuriyetçi ve demokrat bir bireyin çıkması beklenemezdi. Beklenemez! Mucize olurdu! İkisinin de “fıtrat“ında bağlanma eğilimi varmış ki gidip Necip Fazıl Kısakürek’e bağlanmışlar, onu üstad ve mürşid seçmişler.

Mürşid ne demek? “Mürşid”, “Doğru yolu gösteren, kılavuz, tarikat pîri ve şeyhi anlamına geliyor.

Benim naturamda, fıtratımda bağlanma diye bir şey yokmuş ki yılkı atı gibi dağ-bayır dolandım. Adamlar bağlandılar ama feyzini de gördüler. İyi de bağlandıkları kim, mürşidlerinden ne gibi feyz aldılar? Mürşitleri Kısakürek, cumhuriyetçi, devrimci, laik ve demokrat değildi. Dahası: Karşıtı ve düşmanı idi! Hiç kuşkusuz devrimci, laik ve demokratik cumhuriyeti “doğru yol” olarak göstermemiştir; devrimci, laik ve demokratik cumhuriyeti bulmaları için onlara kılavuzluk etmemiştir. Tam tersine: Buldukları yerde, yakaladıkları yerde başını ezmelerini, yok etmelerini öğretmiştir.

“Tek tip adam” üretmekle etmekle suçlanan bir Cumhuriyet düşünün ki kendi olası düşmanlarının cumhurbaşkanı ve başbakan olmalarına engel ol(a)mamıştır.

Anayasa’nın 174.maddesinin koruması altında olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu yürürlükten kaldırmak Cumhuriyet düşmanlığıdır! Bu yasanın yürürlükte olduğu bir ülkede laik okulları din okullarına çevirmek vatana ihanet gibi bir şeydir!

Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma kararlarını, Danıştay’ın çiğnenen kararını ağzıma bile almıyorum. Ama devir dönerse Özel Yetkili Mahkemeler’e çok iş düşebilir!