20 Aralık 2011 Salı

SOVYETLER BİRLİĞİ, KIBRIS'DAKİ DURUMU NASIL DEĞERLENDİRİYORDU ?

16 Temmuz 1974 Salı


O sabah Sovyet Ajansı TASS'da yayınlanan resmi bildiride şu ifadeler kullanılıyordu:

"Gerici güçlerin ve onların ardındaki akıl babalarının asıl amaçları, faşist unsurları kullanarak Ada'da iktidarı ele geçirmek ve Ada'yı bir NATO üssü haline sokmaktır."

Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından kabul edilen Sovyet büyükelçisi Grubyakov da, görüşme sonrası yaptığı açıklamada şunları söylemişti:

"Sovyet halkları Kıbrıs'taki askeri isyanın karşısındadır. Bu isyan dış kuvvetler tarafından tertiplenmiştir. Sovyet halkları, Kıbrıs için zor olan bu devrede isyancılarla mücadele edenlerin yanındadır."

GARANTİ ANLAŞMASI

Zürih ve Londra anlaşmalarına ek olarak, Kıbrıs, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında imzalanan Garanti Anlaşması‘nın l. maddesinde, "Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle tamamen veya kısmen herhangi bir siyasi veya iktisadi birliğe katılmamayı taahhüt eder. Bu itibarla herhangi bir diğer devletle birleşmeyi veya adanın taksimini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak teşvik edecek her nevi hareketi yasak ilan eder" denilmektedir. Bu anlaşmaya ve Kıbrıs konusuna taraf olan Garantör devletler ve Ada’daki her iki tarafın onayı olmaksızın AB “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni tam üye yapmıştır.


İkinci maddede ise şöyle denmektedir: "Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık, Kıbrıs Cumhuriyeti‘nin bu anlaşmanın birinci maddesinde gösterilen yükümlülüklerini göz önüne alarak, Kıbrıs Cumhuriyeti‘nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve aynı zamanda Anayasanın temel maddeleriyle kurulan düzenini tanırlar ve garanti ederler".

4. Maddenin son paragrafı ise şöyledir.

"Ortak veya anlaşarak hareket olası olmadığı taktirde garanti veren her üç devletten herbiri, bu anlaşma ile kurulan düzeni tekrar kurmak amacı ile harekete geçmek hakkını saklı tutarlar.” Türkiye, 1974 Barış Harekatını, işte bu anlaşmanın 4. maddesinin kendisine verdiği hakka dayanarak yapmıştır. Bu nedenledir ki, 1974 Barış Harekatı uluslararası bir anlaşmadan doğan bir hakkın kullanılarak, o anlaşmanın yüklediği vecibelerin yerine getirilmesidir.

Avrupa Konseyi 573 sayılı kararının 3. maddesi: "..Türk Hükümeti 1960 Garanti Antlaşması’nın 4. maddesine göre müdahale hakkını kullandı." Atina Temyiz Mahkemesi'nin 21.03.1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararı: "“Türkiye’nin Zürih ve Londra Anlaşması çerçevesinde garantör devlet olarak Kıbrıs’a müdahalesi yasaldır. Asıl sorumlu, haklarında dava açılan Yunanlı Subaylardır”

   Türkiye’nin 1974 yılında adaya gerçekleştirmiş olduğu müdahalenin, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yasal bir zemine dayandığı ve “işgal” olarak kesinlikle tanımlanamayacağı gerek Avrupa Konseyi’nin 29 Temmuz 1974 tarih ve 573 sayılı kararı, gerekse de Atina Temyiz Mahkemesi’nin 21 Mart 1979 tarihinde aldığı 2658/79 sayılı kararla tescil edilmiştir.


Avrupa Konseyi 573 sayılı kararının 3. maddesinde;

“... Adada diplomatik yollardan bir anlaşmaya varılamamasından dolayı, Türk Hükümeti 1960 Garanti Antlaşması’nın 4. maddesine göre müdahale hakkını kullandı” denmektedir.

Atina Temyiz Mahkemesi'nin 21.03.1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararında ise;

“Türkiye’nin Zürih ve Londra Anlaşması çerçevesinde garantör devlet olarak Kıbrıs’a müdahalesi yasaldır. Asıl sorumlu, haklarında dava açılan Yunanlı Subaylardır” demektedir.

15 Temmuz 1974'de Yunan Cuntası tarafından devrilen Makarios'un 19 Temmuz 1974'de BM Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşma: "..Yunan Cuntası'nın darbesi bir işgaldir ve bunun sonuçlarından Kıbrıs'ın bütün halkı, Türkler ve Rumlar acı çekmektedir..."

III.MAKARİOS (1913- 1977)

Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti'nin İlk Cumhurbaşkanı.
1959, 1968 ve 1973 yıllarında olmak üzere 3 kez Cumhurbaşkanı seçildi.
Temmuz 1974'te Kıbrıs Rum Milli Muhafız Birliği'ne bağlı birlikler, enosis'i gerçekleştirmek amacıyla Yunanistan'daki cunta yönetiminin planladığı bir darbe düzenledi. Makarios Malta'ya, ardından Londra'ya kaçtı. Darbeden birkaç gün sonra, Birleşmiş Milletler genel kurulunda yaptığı konuşmada, Kıbrıs'taki darbeyi, Yunan cuntasının yaptığını, garantör ülkeler olan, Türkiye ve İngiltere'in adaya müdahale etmesi gerektiğini söyledi. Türkiye Kıbrıs'a askeri bir müdahalede bulunarak adanın kuzeyinde ayrı bir Türk devletinin kurulmasını sağladı. Yunanistan'daki askeri cuntanın düşmesinden sonra Aralık 1974'te Kıbrıs'a dönen Makarios, adanın bölünmesine yönelik çabalardan sonuç alamadan öldü.

The Speech by Makarios Delivered before the UN Security Council on 19 July 1974

I would like at the outset to express my warmest thanks to the members of the Security Council for the keen interest they have shown in the critical situation created in Cyprus after the coup, which was organised by the military regime of Greece and was put into effect by the Greek officers serving in and commanding the Cyprus National Guard. I am particularly grateful that the Security Council has agreed to postpone its meeting until my arrival here to give me the opportunity of addressing it on the recent dramatic events in Cyprus.


What has been happening in Cyprus since last Monday morning is a real tragedy. The military regime of Greece has callously violated the independence of Cyprus. Without trace of respect for the democratic rights of the Cypriot people, without trace of respect for the independence and sovereignty of the Republic of Cyprus, the Greek junta has extended its dictatorship to Cyprus. It is indeed a fact that for some time now their intention was becoming obvious. The people of Cyprus had for a long time feeling that a coup by the Greek junta was brewing, and this feeling became more intense during the recent weeks when the terrorist organisation 'EOKA B', directed from Athens, had renewed its wave of violence.

I knew all along that the illegal organisation had its roots and supply resources in Athens. I became aware that the Greek officers staffing and commanding the National Guard were recruiting members for that organisation, and they supported it in various ways to the point of access to the munition supply stores of the National Guard. In the camps of the National Guard, the Greek officers were conducting open propaganda in favour of that illegal organisation and turned the National Guard from an organ of the state into an instrument of subversion. Whenever, from time to time, I complained to Athens about unbecoming conduct by Greek officers of the National Guard, the reply was that if I had concrete evidence in proof thereof those found guilty would be recalled. From the whole tenor of their attitude, I received the unmistakable impression that their standard response was a pretence of innocence. A few days ago documents came into the hands of the Cyprus police clearly proving that 'EOKA B' was an appendage of the Athens regime.

Funds were being remitted from Athens for the upkeep of this organisation and detailed directives regarding its actions were also given to it. I then found it necessary myself to address a letter to the President of the Greek regime, General Gizikis, asking him to give orders for the cessation of the violence and bloodshed by 'EOKA B' and for its dissolution. I also requested him to recall the Greek officers serving with the National Guard, adding that my intention was to reduce the numerical strength of this force and to turn it into an organ of the Cyprus State. I was waiting for a reply. My impression was that the Athens regime did not favour the reduction of the force, much less the withdrawal of the Greek officers.

The Greek Ambassador in Cyprus called on me, on instructions from his Government, in order to explain to me that the decrease in the numerical strength of the National Guard or the withdrawal of the Greek officers would weaken the defence of Cyprus in case of danger from Turkey. This was an argument which, even though it appeared logical, was not convincing because I knew that behind this argument other interests were hidden. I replied that as things developed I consider the danger from Turkey of a lesser degree than the danger from them. And it was proved that my fears were justified.


On Saturday, 13 July, a conference under the presidency of General Gizikis was held in Athens, which lasted for many hours. It was attended by the Greek Chief of Staff of the armed forces, the Ambassador of Greece to Cyprus, the commander of the National Guard with the purpose of discussing the content of my letter. As was stated in a relevant communiqué' issued at the end of this conference, it was to be reconvened on Monday, 15 July. The reference in the communiqué' to a second conference was deceiving. For a while on Monday I was waiting for a reply to my letter, the reply came, and it was the coup.

On that day, I returned from my summerhouse on the Troodos Mountains, where I had spent the weekend, and by 8 a.m. I was at my office at the Presidential Palace. Half an hour later I was welcoming in the reception room a group of boys and girls, members of the Greek Orthodox Youth from Cairo who came to Cyprus as my guests for a five days. Hardly had I greeted them when the first shots were heard. Within seconds the shots became more frequent and a member of the Presidential Guard informed me that armoured cars and tanks had passed the fence and were already in the yard of the Presidential Palace, which was shaking from mortar shells. The situation soon became critical I tried to call the Cyprus radio station for the purpose of issuing a special broadcast announcing that the Presidential Palace was under attack, but I realised that the lines were cut off. Heavy shelling was ever increasing. How my life was saved seemed like a providential miracle. When I eventually found myself in the area of Paphos, I addressed the people of Cyprus from a local radio station informing them that I am alive and that will struggle with them against the dictatorship, which the Greek regime is trying to impose.

I do not intend to occupy the time of the members of the Security Council with my personal adventure. I simply wish to add that during the second day of the armed attack the armoured cars and tanks were moving towards Paphos, while at the same time a small warship of the National Guard began shelling the Bishophric of Paphos where I was staying. Under the circumstances, I found it advisable to leave Cyprus rather than fall into the hands of the Greek junta.

I am grateful to the British Government, which made available a helicopter to pick me up from Paphos, transfer me to the British bases, and from there by plane to Malta and London. I am also grateful to the Special Representative of the Secretary-General and to the Commander of the Peace-Keeping Force in Cyprus for the interest, which they had shown for my safety. My presence in this room of the Security Council was made possible thanks to the help given to me by the British Government and the representatives of the Secretary-General, Dr. Waldheim, whose keen concern for me and for the critical situation which developed in Cyprus moves every fibre of my heart.

I do not know as yet all the details of the Cyprus crisis caused by the Greek military regime. I am afraid that the number of casualties is large and that the material destruction is heavy. What is, however, our primary concern at present is the ending of the tragedy.


When I reached London, I was informed of the content of the speech of the representative of the Greek junta to the United Nations. I was surprised at the way they are trying to deceive world public opinion. Without a blush, the Greek junta is making efforts to simplify the situation, claiming that it is not involved in the armed attack and that the developments of the last few days are an internal matter of the Greek Cypriots.

I do not believe that there are people who accept the allegations of the Greek military regime. The coup did not come about under such circumstances as to he considered an internal matter of the Greek Cypriots. It is clearly an invasion from outside, in flagrant violation of the independence and sovereignty of the Republic of Cyprus. The so-called coup was the work of the Greek officers staffing and commanding the National Guard. I must also underline the fact that the Greek contingent, composed of 950 officers and men stationed in Cyprus by virtue of the Treaty of Alliance, played a predominant role in this aggressive affair against Cyprus. The capture of the airport outside the capital was carried out by officers and men of the Greek contingent campaign near the airport.

It is enough to state on this point that certain photographs appearing in the world press show armoured vehicles and tanks belonging to the Greek contingent in Cyprus. On the other hand, the Greek officers serving with the National Guard were directing the operations. In these operations, they recruited many members of the terrorist organisation 'EOKA B', whom they armed with weapons of the National Guard.

If the Greek officers serving in the National Guard were not involved, how does one explain the fact that among the casualties in battle were Greek officers whose remains were transported to Greece and buried there? If Greek officers did not carry out the coup, how does one explain the fact of night flights of Greek aircraft transporting to Cyprus personnel in civilian clothes and taking back to Greece dead and wounded men? There is no doubt that the coup was organised by the Greek junta and was carried out by the Greek officers commanding the National Guard and by the officers and men of the Greek contingent stationed in Cyprus - and it was reported as such by the press around the globe.

The coup caused much bloodshed and took a great toll of human lives. It was faced with the determined resistance of the legal security forces and the resistance of the Greek people of Cyprus. I can say with certainty that the resistance and the reaction of the Greek Cypriot people against the conspirators will not end until there is a restoration of their freedom and democratic rights. The Cypriot people will never bow to dictatorship, even though for the moment the brutal force of the armoured cars and tanks may have prevailed.

After the coup, the agents of the Greek regime in Cyprus appointed a well-known gun-man, Nicos Samson as President, who in turn appointed as ministers known elements and supporters of the terrorist organisation 'EOKA B'.

It may be alleged that what took place in Cyprus is a revolution and that a Government was established based on revolutionary law. This is not the case. No revolution took place in Cyprus, which could be considered as an internal matter. It was an invasion, which violated the independence and the sovereignty of the Republic. And the invasion is continuing so long as there are Greek officers in Cyprus. The results of this invasion will be catalytic for Cyprus if there is no return to constitutional normality and if democratic freedoms are not restored.


For the purpose of misleading world public opinion, the military regime of Greece announced yesterday the gradual replacement of the Greek officers of the National Guard. But the issue is not their replacement; the issue is their withdrawal. The gesture of replacement has the meaning of admission that the Greek officers now serving in the National Guard were those who carried out the coup. Those officers, however, did not act on their own initiative but upon instructions from Athens, and their replacements will also follow instructions from the Athens regime. Thus the National Guard will always remain an instrument of the Greek military regime, and I am certain that the members of the Security Council understand this ploy.

It may be said that it was the Cyprus Government, which invited the Greek officers to staff the National Guard. I regret to say that it was a mistake on my part to bestow upon them so much trust and confidence. They abused that trust and confidence and, instead of helping in the defence of the Island's independence, sovereignty and territorial integrity, they themselves became the aggressors.

I am obliged to say that the policy of the military regime in Greece towards Cyprus, and particularly towards the Greek Cypriots, has been insincere. I wish to stress that it was a policy of duplicity.

For some time talks were going on between the Greek and Turkish Cypriots in search of a peaceful solution to the Cyprus problem, which on many occasions has occupied the time of the Security Council and the General Assembly of the United Nations. The representative of the Secretary General and two constitutional experts from Greece and Turkey have been attending the talks. The Security Council has repeatedly renewed, twice yearly, the mandate of the peace-keeping force in Cyprus, expressing every time hope for a speedy solution of the problem.

It cannot be said that up to now the progress of the talks has been satisfactory. But how could there be any progress in the talks while the policy on Cyprus of the regime in Athens has been double-faced? It was agreed by all the parties concerned that the talks were taking place on the basis of independence. The regime of Athens also agreed to that, and time and again the Greek Ministry of Foreign Affairs declared that the position of Greece on this issue was clear. If that were the case, why had the military regime of Greece created and supported the terrorist organisation 'EOKA B', whose purpose was stated to be the union of Cyprus with Greece and whose members called themselves 'unionists'?

Inside the camps of the National Guard, the Greek officers continually charged that while Enosis was feasible its realisation was undermined by me. When reminded that Greece had made its position clear on this and that it supported independence, their reply was that no attention should be given to the words of diplomats. Under such circumstances how was it possible for the talks to arrive at a positive result?

The double-faced policy of the Greek regime was one of the main obstacles to the progress of the talks.


In the circumstances that have now been created in Cyprus, I cannot foresee the prospects of the talks. I would rather say that there are no prospects at all. An agreement that may be reached by the talks would be devoid of any value because there is no elected leadership to deal with the matter. The coup d'etat of the military regime of Greece constitutes an arrest of the progress of the talks towards a solution.

Moreover, it will be a continuous source of anomaly in Cyprus, the repercussions of which will be very grave and far reaching, if this situation is permitted to continue even for a short time.

I appeal to the members of the Security Council to do their utmost to put an end to this anomalous situation, which was created by the coup of Athens. I call upon the Security Council to use all ways and means at its disposal so that the constitutional order in Cyprus and the democratic rights of the people of Cyprus can be reinstated without delay.

As I have already stated, the events in Cyprus do not constitute an internal matter of the Greeks of Cyprus. The Turks of Cyprus are also affected. The coup of the Greek junta is an invasion, and from its consequences the whole people of Cyprus suffers, both Greeks and Turks. The United Nations has a peace-keeping force stationed in Cyprus. It is not possible for the role of that peace-keeping force to be effective under conditions of a military coup. The Security Council should call upon the military regime of Greece to withdraw from Cyprus the Greek officers serving in the National Guard, and to put an end to its invasion of Cyprus.

I think that, with what I have placed before you, I have given a picture of the situation. I have no doubt that an appropriate decision of the Security Council will put an end to the invasion and restore the violated independence of Cyprus and the democratic rights of the Cypriot people

5 Aralık 2011 Pazartesi

Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından dün İstanbul’da düzenlenen uluslararası bir konferansta konuşan ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Isaac Abramowitz, Suriye’deki gerginliğin çözümünde, Türkiye’nin politik ve askeri rolünü değerlendirdi.

AYDINLIK- 20.10.1996








 

 

Türkiye Suriye'ye askeri müdahalede bulunacak mı ?

4 Aralık 2011- SEBLA KUTSAL
“Türkiye’nin Dış Siyasetini Çözmek” konulu konferanstaki konuşmasının ardından, Hurriyet.com.tr’nin sorularını yanıtlayan Morton Abramowitz, “ABD’nin en öncelikli gündemi” diye nitelendirdiği Suriye sorunu hakkında Türkiye ile ilgili önemli tespitlerde bulundu.
'Yeni dünya düzeni'nin kurulmasında rol oynayan en etkili ABD organizasyonlarından Dış İlişkiler Komisyonu'nun (Council on Foreign Relations) kıdemli üyesi olan Abramowitz’e göre, Suriye ile ilgili yaptırımlara tek bir ülkenin değil, uluslararası toplumun birlikte karar vermesi gerekiyor. Konuyla birebir ilişkili gördüğü ülkelerin, “Arap ülkeleri ve Suriye’nin komşuları” olduğunu söyleyen Abramowitz, “Esad’ı yönetimden indirmenin yolunu bu ülkeler kendi kendine bulmalı” diye düşünüyor.

“TÜRKİYE ASKERİ MÜDAHALEYİ DEĞERLENDİRMİŞTİR”
Suriye sorununun çözümüyle ilgili olarak, “Ne yapılabilir” sorusunun yanıtını bilmediğini ifade eden Abramowitz, sürecin çok uzun olabileceğini de üzülerek belirtiyor ve ekliyor:

“Suriye, asıl önemli konu, ama ne olacağı kestirilemiyor. Esad nasıl yönetimden uzaklaştırılır bilmiyoruz. O uzaklaştırılsa bile, sonraki adımlar ne olur, istikrar nasıl bozulmaz önceden kestirmek güç.”

“Türk ordusunun müdahalesi seçenekler arasında mı?” sorusuna, umulduğu üzere “Kesinlikle hayır” gibi bir cevap vermeyen Abramowitz şöyle yanıtlıyor kritik soruyu:

“Türkiye bu konuyla yakından ilgili, askeri müdahaleyi de gündem dahilinde değerlendirmiş olduklarını düşünüyorum. Ancak böyle bir olasılık var olsa bile, şu sıra gerçekleşeceğini sanmıyorum.”

“İSRAİL-TÜRKİYE MASALI BİTSİN”
Mavi Marmara krizinden bu yana, ABD’nin iki önemli müttefiki olan Türkiye ve İsrail arasında kaldığını biliyoruz. Abramowitz’in, “Ya bu gerginlik böyle devam ederse, ABD arayı düzeltmek için adım atacak mı?” sorusuna verdiği yanıt, ABD’nin şu aralar bu konuda çok da fazla mesai yapmadığını gösteriyor:

“Mavi Marmara olayından sonra ABD, İsrail ve Türkiye ile yürüttüğü politik ilişkileri birbirinden ayırma ve ayrı ayrı devam ettirme kararı aldı. Elbette ki, iki ülke arasındaki bu masalın bitmesi için çözüm yolları düşünüyoruz, bunun bitmesini istiyoruz.”

Morton Abramowitz’in, ABD-Türkiye ilişkilerini ABD bakış açısıyla değerlendireceğini belirterek başladığı konferans konuşmasından bazı maddelerse şöyle:

“ABD’NİN TÜRKİYE’YE YAKLAŞIMI DEĞİŞTİ”
ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinde yaşanan bazı değişiklikler olduğunu, bunların da başlıca iki nedene dayandığını belirten Abramowitz’e göre bu nedenlerden ilki, Türkiye’nin ekonomi, demokrasi ve yönetim açısından büyümesi. ABD’nin Türkiye’ye yaklaşımını değiştiren ikinci önemli sebep ise, özellikle son yıllarda dış politika arenasında daha aktif rol alan Türkiye’nin sorunlar da yaşıyor olması.

“ABD’nin elbette Türkiye’ye olumlu bir bakışı var. Ama bugün bu yaklaşım üzerine tekrar düşünmemiz gerekiyor, çünkü hayat değişirken ABD-Türkiye ilişkilerinin yönetimi de değişti” diyen Abramowitz, Ortadoğu’da da iklimin değiştiğini, Arap Baharı sonrası devrimci ülkelerdeki yönetim değişikliklerinin,Türkiye’nin içişlerini de etkileyeceğini savunuyor.

“TÜRK BASINI ÇOK SAYGILI”
Konu Avrupa Birliği (AB)-Türkiye ilişkilerine gelince, ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliğini başından beri desteklediğini ve hala da desteklediğini çünkü AB üyeliğinin Türkiye’yi demokratik ve politik açıdan ileri götüreceğine inandığını ifade ediyor.

Söz dönüp dolaşıp Türkiye’de demokrasinin nerede olduğuna geliyor... Bu noktada, sert eleştirileri oluyor Abramowitz’in:

“Türkiye’nin iç siyasetine gelince, bence hala endişe duyulan hususlar var. Türkiye’nin iç siyasetine ABD’den bakınca görülenler, Başbakan Erdoğan’ın iç siyaset sahnesinde gitgide artan tiranizmi, baskısı ve Türk medyasında tek seslilik.”

Konuşmasında, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın rahatsızlığına da gönderme yapan Abramowitz, “Erdoğan’ın hastalığı hakkında basın çok sessiz, belki Başbakan ile görüşen Joe Biden, bize onun nasıl olduğunu söylebilir. ABD’de olsa bu konunun çok üstüne giderlerdi. Türk basını oldukça saygılı” diyor gülümseyerek.

“KÜRT SORUNU BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ”
ABD yönetiminin sessiz kaldığı ama en büyük korkusu olan meselenin, Türkiye’nin Kürt sorunun üstesinden gelememesi olduğunun altını çizen eski Büyükelçi, “PKK ile mücadelede Türkiye’ye destek olmak için çok çaba sarfediyoruz. Helikopterlerimizi, edindiğimiz istihbaratı yolluyoruz, ama halkın bu yardımı önemsememesini anlamak güç” diyor.
Irak ve Suriye’nin ABD’nin şu an için gündemindeki en acil halledilmesi gereken sorunlar olduğunu belirten Abramowitz şöyle devam ediyor:
“Irak’ta ABD etkisi azaldıkça, İran’ın etkisi artıyor. Türkiye’ye burada önemli vazife düşüyor. Irak’ın ekonomik kalkınmasına yardımcı olmak. Bu gerçekleşirse, Irak tam anlamıyla özerk olabilir. Ancak ne olacağı çok belirsiz.“

“ORTADOĞU’DA TÜRKİYE’YE İHTİYACIMIZ VAR”
Türkiye’nin ABD için önemine ve bunun nedenlerine de değiniyor eski Büyükelçi:

“ABD yönetimi, Türkiye’nin Ortadoğu’da iyi bir rehber olduğunu düşünüyor. Ama bunun nedeni, AKP’nin bölgedeki etkileme gücüne güvenmesi değil, bu kadar değişken bir coğrafyada istikrar yakalamış bir hükümeti duyduğu ihtiyaç... Bölgede yarın neyin patlak vereceğini hiçbirimiz bilmiyoruz. Türkiye-ABD ilişkileri açısından bakılınca, önümüzde alınacak çok önemli kararlar, aşılacak zor zamanlar var.”




1 Aralık 2011 Perşembe

ABDULLAH GÜL'ÜN İNGİLTERE GEZİSİNDEN FOTOĞRAFLAR













ILIMLI İSLAM'IN ŞAKIMALARI

Türkiye bir sabah Abdullah Gül'ün "şakımalarıyla" uyandı. Meğer Cumhurbaşkanlğı koltuğundaki kişi, İngiltere'den dönmüş, döndüğü gibi "tweetlemiş", Türkçesiyle, şakımış. Katıldığı konuşmalar, götürüldüğü konserler ve davetler Gül'ü ziyade mutlu etmiş olacak, nispet yapar gibi "gavuristandaki" macera ve resimlerini birbiri ardına internette dizmişti. Yurt dışına ilk kez çıkmış üniversite öğrencilerini aratmayacak böbürlenmesinde haklı olabilir; ANGLOSAKSON SİYASETİ BİR BUNALIMIN EŞİĞİNDE ve ELIZABETH'İN "KİMLERE KALDIK ?" BAKIŞINDA, SAKLAYAMADIĞI BİR ÇARESİZLİK BULUNUYOR.

   Tarihçiler, bugünkü dünya ekonomik bunalımını 1929 bunalımına benzetiyorlar. Dönemin ekonomik bakımdan olduğu kadar siyasal bakımdan da 1929 bunalımını andırdığı kesindir. Ekonomik bunalım Kıta Avrupa siyaseti ile Anglosakson, İngiliz-Amerikan siyasetini giderek birbirinden ayırmıştı. Başka bir yazıda daha ayrıntılı ele almak üzere belirtelim: Bugün Kıta Avrupa'sı, büyük bunalımda olduğu gibi bir kez daha kıpırdanıyor ve kıpırdanması, giderek büyüyen hırsına alamettir; kurtulmak istiyor.
   Bunu en berrak olarak, Libya müdahalesi sırasında gördük. Obama ve İngiltere Libya konusunda tartışadursun, Fransa uçaklarını göndermiş, Sarkozy savaş ilan etmişti; İngiltere hemen Fransa'yı izledi ve ABD, bu emrivaki karşısında dolaylı müdahale planlarını bir kenara atmak durumunda kaldı. O andan sonra, Avrupa'da bir ölçüde Fransa ile özellikle Almanya'nın özerkleşme adımları atmasını kaçınılmaz kabul etmek zorunludur.
   Bir sihirli sözcük
   Öte yandan, ABD-İngiltere açısından, Obama'nın başını çektiği İsrail'i teskin politikası giderek imkansızlaştı. Doğru, bu ülkelerin İsrail içinde özellikle hükümetin NETANYAHU kanadıyla hala etkin ilişkileri vardı; ama bu kanat da Dışişleri Bakanlığı gibi İsrail için devlet başkanlığından önemli bir makamı işgal eden, saldırgan AVİGDOR LİEBERMAN siyaseti altında eziliyordu. Üstelik, İran ile Suriye "tehdidi", İsrail kamu kanaatini teskin politikalarından çok uluslararası provokasyona yatkın kılıyordu.
   Demek bunalımın getirdiği bir kararsızlık hali var; dünyayı en azından 1990'lardan beri tek kutuplu yönetmiş Anglosakson siyasetinin dizginleri elinden kaçırma ihtimali söz konusudur. Bu dağınıklık içinde, "İTTİFAK TAZELEMEK" ve nüfuzunu anımsatmak zorunludur. Kuşkusuz İSRAİL YERİNE SURİYE'Yİ TACİZ VE YIPRATMA YÜKÜNÜ ÜSTLENECEK SADIK BİR İŞBİRLİKÇİ ARAYIŞININ DA bunda payı vardır; bu, ülkedeki LİEBERMAN eğilimini törpülemenin tek yolu olarak görünmektedir; İSRAİLLİLERE RAĞMEN İSRAİL'İ SAKINMAK da diyebiliriz. İHALE AÇILIYORDU:
   İHALE Mİ ? Acil bir anda tüccar siyasetçilerimizi yanınızda mı istiyorsunuz? Sihirli sözcük, "İHALE" olmaktadır. İngiltere Hükümeti, Van'daki çadırlarda donarak ölen yurttaşlarımızın bilmediğini biliyordu; "İHALE" DİYE FISILDADI VE ABDULLAH GÜL YANLARINDA BİTİVERDİ.
   MÜTHİŞ BİR KARŞILAMA YAPILDIĞI KESİNDİR; Kraliçe'nin, Gül ailesine yönelik konser davetiyle başladı, Kraliçe locasını bu çifte açıyordu. Abdullah Gül, yanında götürdüğü gazeteciler ve MURAT BELGE gibi resmi ideologlarıyla fraklar içinde kokteyllerde geziyor, yakasına iliştirilmiş devasa kraliyet nişanını gururla gösteriyordu. Daha çarpıcısı, hükümeti ve Kraliçe'yi kurcalamayı pek seven İngiliz basını bile, The Economist istisna, her tarafı çalkalanan, açık hava cezaevine dönmüş Türkiye hakkında Abdullah Gül'ü sıkıştırarak günün tadını kaçırmaktan imtina etmişti.







   Daily Telegraph 22 Kasım'da bildiriyor: DAVİD CAMERON üç ay önce Ankara'ya gelmiş, "NEDEN TÜRKİYE?" sorusuna TÜRKİYE'NİN İNGİLTERE'NİN EKONOMİSİ, GÜVENLİĞİ, SİYASETİ VE DİPLOMASİSİ İÇİN YAŞAMSAL ÖNEMDE OLDUĞU yanıtını vermişti. Daily Telegraph da Türkiye'nin "yeni bir rol çizen, yeni bağlar kuran" bir ülke olduğunu vurgulamaktan geri kalmıyordu. Üstelik bu ilişkide bir oligarklar kulübünün de eksik olmadığını okuyorduk; en büyük sermaye grupları temsilcileri bir araya gelip CEO FORUM'u kurmuşlar, strateji tartışıyorlardı. İngiltere basınında Türk ekonomisine yönelik ölçüsüz ve ciddiyet dışı övgülerin nedeni açıklığa kavuşmuş oluyor. Yere göğe sığdırılamayan Avrupa "sivil toplumu" işte bu kadardır.
Siyasal Restleşme
   Öte yandan, işin siyasal boyutuna ilişkin daha ilginç izlenimler bulunuyor. Ziyaretin hemen ardından, RUSYA HABER SİTELERİNDE, bu ziyaretle ilgili ilk yayılan değerlendirme çok serttir; "Turtsiya hoçet naçat voinu s Siriyei" (TÜRKİYE SURİYE'YLE SAVAŞA GİRMEK İSTİYOR) başlığını taşımaktadır. Ermeni siyaset uzmanı MELİK ŞAHNAZARYAN, değerlendirmesinde "HİÇ KUŞKUSUZ" diyor. "ABDULLAH GÜL LONDRA'DA SURİYE'YE KARŞI DAHA SERBEST HAREKET EDEBİLME İZNİ İSTEDİ." Devamla, "ZİYARETİN SONUÇLARINDAN YOLA ÇIKACAK OLURSAK, İSTEDİĞİNİ ALDIĞI TAHMİN EDİLEBİLİR" saptamasını yapmaktadır.
   Ermenistan yanlısı bu uzmanın Rus sitelerinde dolanan yorumu abartılı bulunabilirse de Abdullah Gül'ün İngiltere'de, David Cameron huzurundaki konuşmalarından daha kışkırtıcı sayılmaz. Gül, Suriye'yle ilişkilerin bir "DEAD END" çıkmaz noktaya geldiğini belirtiyor, BEŞAR ESAD'IN MUTLAKA DEVRİLMESİ GEREKTİĞİNİ vurguluyordu. BU HİÇ KUŞKUSUZ DİPLOMASİNİN BİTİŞ İLANIDIR. Yalnız, beklendiği üzere, Cumhurbaşkanlığı koltuğundaki kişi, "DIŞ MÜDAHALEYİ" DOĞRU BULMADIĞINI EKLEMEKLE, David Cameron'la ağız birliği içinde Suriye için "İÇ SAVAŞ" uyarısı yapmaktan geri kalmıyordu.
   Ne büyük rastlantı; Abdullah Gül, İngiltere'de yakasında nişanı, Kraliçe huzurunda Suriye'yi "uyarırken", tam da ziyaretin gerçekleştiği süre içinde, RUSYA'DA MEDVEDEV TÜRKİYE DE DAHİL OLMAK ÜZERE NATO'NUN FÜZE KALKANININ HEDEFLERİ ARASINDA OLDUĞUNU TELEVİZYONDAN AÇIKÇA DUYURDU. ARDINDAN, RUSYA SAVAŞ GEMİLERİNİN SURİYE'YE DESTEK İÇİN HAREKET ETTİĞİNİ okuyorduk ki İRAN DA TÜRKİYE'NİN ÖNCELİKLİ HEDEFLERİ ARASINDA OLDUĞUNU AÇIKLADI; İngiltere büyülelçisini kovmasından kısa süre öncedir.
Twitter ve hastane
   Abdullah Gül, savaş restleşmeleri arasında geçen İngiltere ziyaretinden pek memnun. Ama İNGİLTERE'NİN ORTADOĞU SİYASETİNDE DÜMENİ YENİDEN ELE ALMAK İÇİN TÜRKİYE'Yİ SAVAŞ ÇIĞIRTKANLIĞINA TEŞVİK ETMESİNİN "BEDELLERİNİ" hep birlikte göreceğiz. Şimdilik İsrail Devlet Başkanı BENYAMİN NETANYAHU'nun 28 Kasım'da "Türkiye'yle ilişkilerimizi tazelemeyi istiyoruz" açıklamasıyla yetinebiliriz.
   Son olarak şunu da eklemek gerekir: GÜL'ÜN ALDIĞI YALNIZCA BİR ULUSLARARASI İHALE DEĞİL, MUHTEMELEN BİR ULUSAL İHALEDİR DE. İSRAİL'İ YETERİNCE KIZDIRAN TAYYİP ERDOĞAN'IN ULUSLARARASI PLANDA BU DENLİ GÖZDEN DÜŞTÜĞÜ BİR DÖNEMDE, ABDULLAH GÜL'ÜN BÖYLE BİR ÜST DÜZEY KABULÜ NE ANLAMA GELİYOR ? Neyse, Abdullah Gül şakırken hastaneye düştüğünü öğrendiğimiz Tayyip Erdoğan'ı daha fazla yormayalım.

BARIŞ ZEREN. 30,11,2011 AYDINLIK

YALÇIN KÜÇÜK/ Deseleksiyon

Hiçbir sözünde durmaz, buna Kemal Kılıçdaroğlu diyorlar. Hiçbir sözüne güven olmaz, buna Gürsel Tekin diyoruz ve hiç tekin değildir, ekliyoruz. Hiçbir sözü duyulmaz, Bihlun Tamay olarak biliyoruz, “bih” güzel ve “lun” ay olmakla, deşifre etmiş durumdayım. Anti-Darwinist bir sepettir; Darwin bize yenenin, başaranın, daha güzel’in ayakta kalıp yükselebileceğini öğretmişti. Bunlar tersini öğretiyorlar, dökülürken yukarı çekilenlerdir. Bu bir süreç olmaktadır, her sınavda “iyi” ve “daha iyi” seçiliyor ve burada tersini görüyoruz, dibe dökülenleri alıyoruz ve “deseleksiyon” adını veriyoruz.
Beterin beteri
Türkiye’nin hali budur, nedir, “bad” tabir ediyoruz ve “kötü” anlamında olup, “t” ile de yazıyoruz, tersi “bih” güzel ve daha güzel ise, “bihter” ve chp’ye gelince beter’i buluyoruz. Chp’de deseleksiyonun Allah’ı var, hiç böylesini görmemiştik. Yanına Gursal’ı koymuşlar, tahsili yok, işi yok, bilgisi yok, Büyük Kulübü var; Demirel’e komşudur, Fethullahi Hücre’den çıkar, Kemal Karabulut Kılıçdaroğlu’nun beteridir ve işte bu kadar. Artık teorik bir aşamadayız; “the lowest stage” tarif ediyoruz.

Tabii, Gresham yasası ile konuşamıyoruz, Sir Thomas’ın on altıncı yüzyılda formüle ettiği bu yasaya göre, “kötü para iyi parayı kovar”; burada ise daha ilerideyiz, chp’de bir kez suyun başına gelenler sadece beter olanları topluyorlar. İncir ağacındaki güzel incirleri değil, dibe dökülmüş bozuk incirleri alıyorlar. Gursal bana geldiğinde, gayrı meşhur bir hevesli idi, “Deniz Bey beni il başkanı yapacak” demişti, aldı ve kucağına oturttu. Karabulut Kemal’i de alıp İstanbul dükalığına ve Fethullah’a teslim eden Baykal’dı, Parti başkanlığına davul zurna ile çıkaran da Sav’dı. Defolarını hiç görmediklerini düşünemeyiz. Kötünün kötüsüne düşkünlükleri var. Şimdi beterin beterini bekliyorlar; üstüne basıp çıkacaklar, umut dünyasındalar.

30.11.2011 AYDINLIK

24 Kasım 2011 Perşembe

MEHMET PERİNÇEK'TEN, BİR DÖNEM TKP GENEL SEKRETERLİĞİ DE YAPMIŞ OLAN İSMAİL BİLEN'İN 1937 TARİHLİ DERSİM RAPORU

RAPOR, 27 HAZİRAN 1937'DE RUSÇA VE ALMANCA OLARAK DA "GİZLİ" İBARESİYLE KOMİNTERN'E SUNULMUŞTUR.

"DERSİM HALKI PEK ÇOK KÜÇÜK KÜÇÜK AŞİRETLERE AYRILMIŞTIR. (...) BU AŞİRETLERİN BAŞLARINDA YA BİR MÜRTECİ ŞEYH, YA BİR AĞA, YA BİR BEY VARDIR. BÜTÜN AŞİRETLER SİLAHLIDIR. SİLAHLI KUVVETLER AŞİRET REİSİNİN EMRİ ALTINDADIR."

"DERSİM'DE DEVLET OTORİTESİ VE HÜKÜMET CİHAZI GÖRÜNÜŞTE MEVCUTTUR. DEREBEYLİĞİN EN İPTİDAİ ŞEKİLLERİ BURADA DEVLET NÜFUZUNUN VE İDARE APARATLARININ KURULMASINA ENGEL OLMUŞTUR."

"AŞİRETLER KENDİ ARALARINDA ŞİDDETLİ KAN DAVALARI GÜDERLER. BİRBİRLERİNİ TALAN ETME YÜZÜNDEN PEK ÇOK ÇARPIŞIRLAR. FAKAT BÜTÜN BUNLAR TAMAMEN HARİCE KARŞI, HÜKÜMET KUVVETLERİNE KARŞI AŞİRET REİSLERİ DAİMA BİRLEŞİRLER."

"DERSİM ŞİMDİYE KADAR HİÇBİR ZAMAN DOĞRU DÜRÜST HÜKÜMETE NE ASKER NE DE VERGİ VERMİŞTİR. VERGİ VE ASKER DAİMA AĞALAR VE ŞEYHLER VASITASIYLA VE MUAYYEN PAZARLIKLA KESİM ŞEKLİNDE ALINMIŞTIR. VERGİYİ 'KESİM' ŞEKLİNDE VERMEK, ASKER VERMEMEK, SİLAH VERMEMEK, EŞKİYAYI HİMAYE ETMEK AĞANIN MENFAATİNE GÖRE OLMUŞTUR. AĞA, BEY KÖYLÜDEN HALKTAN İSTEDİĞİ GİBİ İSTEDİĞİ KADAR VERGİ TOPLUYOR. BUNUN İÇİNDEN KÜÇÜK BİR KISMINI HÜKÜMETE VERİYOR, ASKERE VERİYOR. O ASKER KAÇAĞINI KENDİSİNE MÜSELLAH FEDAİ YAPIYOR. EŞKİYAYI TAŞIYOR. ÇÜNKÜ BU KUVVET ONUN İÇİN BİR GELİR MENBAIDIR."

"DERSİM NE 1925 MÜRTECİ ŞEYH SAİT İSYANINA NE DE 1930'DAKİ İRTİCAİ AĞRI HAREKETİNE İŞTİRAK ETMİŞTİR. DERSİM'DE PATLAK VEREN İSYANLARIN PEK ÇOĞU, YA BİR VERGİ TAHSİLDARINI VURMAK, YA ASKER KAÇAĞI TOPLAMAK İSTEYEN JANDARMAYA ATEŞ ETMEK, YAHUT SOYGUNCULUK YAPAN EŞKİYAYI TEDİP ETMEK İÇİN GÖNDERİLEN HÜKÜMET KUVVETLERİYLE ÇARPIŞMAK YÜZÜNDEN ÇIKMIŞTIR."

"BU HALLERİN HEPSİNDE DE AĞA İLE HALK, BEYLE KÖYLÜ DAİMA BİR OLABİLİYOR; AŞİRETLER HÜKÜMETE KARŞI TEK CEPHE KESİLEBİLİYOR. FAKAT HER SEFERDE BU BİÇARE BİRLEŞMELER, FAKİR DAİRESİYLE HALKIN KÖTÜLÜĞÜNE OLMUŞTUR.(...)"

KAHRAMANMARAŞ, SİVAS MADIMAK KATLİAMLARININ HESABINI KİMLER VERECEK ?

  MADIMAK KATLİAMININ KATİLLERİNİN AVUKATLARI:
  • AV.HAYATİ YAZICI: 2011 YILINDA KURULAN YENİ AKP HÜKÜMETİNİN GÜMRÜK VE TCARET BAKANI
  • AV.HAYDAR KEMAL KURT: AKP ISPARTA MİLLETVEKİLİ
  • AV.ZAYİD ASLAN: AKP TOKAT MİLLETVEKİLİ
  • AV.HÜSNÜ TUNA: 23.DÖNEM AKP KONYA MİLLETVEKİLİ
  • AV.BURHANETTİN ÇOBAN: AFYONKARAHİSAR AKP'Lİ BELEDİYE BAŞKANI
  • AV.İBRAHİM HAKKI AŞKAR: 22.DÖNEM AKP AFYON MİLLETVEKİLİ
  • AV.MEHMET ALİ BULUT: AKP MARAŞ MİLLETVEKİLİ VE ANAYASA KOMİSYONU ÜYESİ
  • AV.BÜLENT TÜFEKÇİ: AKP MALATYA MİLLETVEKİLİ
  • AV.HALİL ÜRÜN: RP KAYIP TRİLYON DAVASI SANIĞI VE AKP AFYON MİLLETVEKİLİ
  • AV.MEVLUT UYSAL: AKP İSTANBUL BAŞAKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANI
  • AV.NEVZAT ER: ESKİ AKP İNÖNÜ BELEDİYE BAŞKANI
  • AV.ALİ AŞLIK: AKP İZMİR MİLLETVEKİLİ
  • AV.EKREM BEDİR: SAKARYA HENDEK BELEDİYESİ MECLİS ÜYESİ
                                                      VE

      MARAŞ KATLİAMI YAŞANDIĞI ZAMAN KENTİN EMNİYET MÜDÜRÜ:

                AKP GENEL BŞK. YARDIMCISI ABDÜLKADİR AKSU

YALÇIN KÜÇÜK: "BONPURLORYAN TAYM"; BİAT, GELENEKLERİ VE SÜNNETLERİDİR.

 ...Fransa'da doktora iki türlüdür, doctorat d'Etat çok iyidir, Türkiye'de az....
...Bunun dışında bir tür daha mevcut. Çetinzade Mehmet Altan'ın "bundan" olduğunu sanıyorum, Fransa'da bu "bundan" doktorlara, bon pour l'Orient diyorlar, "Doğu için iyidir, kafidir" anlamındadır. Ben Paris'te iken "bundan" doktorası olan onaltı bin taksi şöförü bulunduğu rivayet ediliyordu. Doğrudur.

   Bu deyiş, "bon pour l'Orient", artık çok genel anlama sahiptir, "pek düşük kalite" demektir. Kapaklı Taym/Time Weekly'yi Amerika'da, Latin Amerika'da ve Kuzey Amerika'da basmamışlar, oralarda bonpurloryan bir baskısı yoktur. "Bundan" baskısının da pek okuyucusu olduğunu söyleyemeyiz.

   Lenin hasta idi, yönetime itirazları vardı, itirazının Pravda'da çıkmasını istiyordu; Stalin şaşkın, rivayet edilir ki, "bir nüsha basalım, gösterelim" demiştir. Bon pur loryan Taym'ın da bir nüsha basıldığını görüyoruz. Uyarmak için yeterli sayıyoruz.

   Time'a gelince, çok çok muhafazakardır; Amerika'da seçkinler okumaz, Newsweek'i seçerler. Çok satar, hiçbir etkisi yoktur. Ancak kapağı bir "karalama" olup, bunu kasten yaptıklarını düşünmek durumundayız. Uyarmada pek ileri gitmişler, Menderes'i düşmesinden iki yıl önce kapaklamışlardı, kapakta pek modern bir beyefendidir. Erdoğan ise tanınmaz haldedir, "Erdoğan's way", peki güzel, so what, anlaşılabildiğini sanmıyorum. Fazla karalamışlar, usulleridir.

   Aslı elimizde yok, ancak gazetecilik asıl Garp'ta tükeniyor, Taym'da Araplar'ın kahramanı olduğunu okuyoruz, bizde de tarikat kahvelerinde konuşuluyor, biliyoruz. Sallanan Arap caddelerini dolduran fukara Araplar'ın kahramanı olduğu doğrudur, kim olsa öyledir, hemen unuturlar. Ama Mısır'da muhalefet liderleri çok ağır konuştular, "kendi işine bak" diyen bir halleri vardı. Birleşmiş Milletler'deki hitabetinde Arap liderleri salona gelmediler. Mahmut Abbas da salonda değildi, "Israel ile anlaş" buyurmuştur; arada haberci idi, aksi halde işe yaramayacağı inancındalar.

   Israel'e bağırıp ticari ilişkileri, Le Monde'dan aktarıyorum, donduramayan bir ülke lider olacakmış. İsmet Paşa "güldürmeyin" diyordu. Bakan Çağlayan'ın "dondurmayın" ve "dondurma istemiyorum" deyu ağladığını unutamayız. Demek, Taym Arap şekeri dışında çok ağırdır. Ağır uyarıyorlar. Tayyip Bey farkındadır, canını sıkmışlar.

...DEMEK GUL-ERDOĞAN REKABETİ ŞİDDETLİDİR. LONDON VERSUS WASHINGTON ÇEKİŞMESİ HALİNDEDİR. AMA ABARTMAMAYI ÖNERİYORUM, DÖNÜVERİRLER, BİRİ DİĞERİNE BİAT EDEBİLİR; SÜNNET-İ MÜSLÜMAN İŞTE BUDUR. "SÜNNET" Mİ, İNGİLİZCE VE FRANSIZCA "TRADITION", TÜRKÇE "GELENEK" DEMEKTİR. BİAT, GELENEKLERİ VE SÜNNETLERİDİR.

23 Kasım 2011 Çarşamba

"Der-sim"den, "Tunç-eli"ye Yurttaş Hakları Devrimi - II / Cengiz ÖZAKINCI

"Der-sim"den, "Tunç-eli"ye Yurttaş Hakları Devrimi - II / Cengiz ÖZAKINCI













   1839'da Osmanlı döneminde, tek "Osmanlı Milleti" tasarımıyla başlayan, fakat emperyalist kışkırtmalarla kesintilere uğrayarak bir türlü gerçekleştirilemeyen "tek yasalı, tek eğitimli, özgür ve eşit yurttaşlar devleti", emperyalist boyunduruktan kurtulma sürecinde, ATATÜRK önderliğinde adım adım kurulmuş; "1926 Tek Yasa Devrimi", bu adımlardan belki de en önemlisi olmuştu. Çünkü yurttaşlık, hangi din, mezhep ve etnik kökenden olursa olsun, ülkedeki herkesin aynı yasayı benimsemesi ve bu yasanın ülkenin her yerinde herkese eşit olarak uygulanmasıyla gerçekleşebilirdi. Nitekim, Medeni Yasa, ülkenin farklı dinlere inanan -fakat aşiret düzenini çoktan aşmış bulunan- Musevi, Hıristiyan topluluklarınca kolayca benimsenmiş; etnik kökenleri, dinleri, dilleri ayrı olduğu halde ayrı bir ulus oldukları iddiasında bulunmayan bu cemaatler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Medeni Yasa'sını benimseyerek ulus devletin eşit yurttaşları olduklarını duyurmuş ve azınlık ayrıcalıklarını terketmişlerdi.


   Gelgelelim, Türkiye Cumhuriyeti'nin Medeni Yasa'sını ellerinin tersiyle iterek, özgür ve eşit yurttaşlığı şiddetle reddeden milyonlar vardı Türkiye'de: Aşiretler...

   Aşiret reisleri, Türkiye'nin "eşit yurttaşlar cumhuriyeti"ne doğru attığı her adıma, insan ve yurttaş haklarına her bakımdan ters düşen aşiret yasalarını korumak üzere isyan ediyorlardı. Aşiretler arasında dil, din, etnik köken birliği bulunmuyordu. Dersim aşiretleri, daha çok Alevi-Kızılbaş mezhebine bağlı ve dilleri çoğunlukla Zazaki'ydi. Ülkenin diğer yörelerindeki aşiretlerse daha çok Sünni-Şafii mezhebine bağlıydılar ve dilleri çoğunlukla Kurmançi'ydi.

   Zazaki ve Kurmançi, çevirmensiz anlaşamadıkları gibi, Sünni-Şafii mezhebinden olan aşiretlerle Alevi-Kızılbaş mezhebinden olan aşiretler de, kökleri 1514 Çaldıran Savaşı'ndan öncelere uzanan mezhep karşıtlığını içselleştirmişlerdi. Bu gibi uyuşmazlıklar aşiretlerin Cumhuriyet'e karşı birleşmelerini olanaksız kıldığı gibi, aşiret yapısını aşarak eşit yurttaşlara dönüşmelerini de güçleştiriyordu. Özgür eşit yurttaşlar cumhuriyetini kurmaya davranan Türkiye, 1938'e dek yurttaşlığa karşı aşiret yasalarını ve düzenlerini sürdürmeyi amaçlayan aşiret reislerinin çıkardığı, emperyalistlerce "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" imiş gibi gösterilerek desteklenen "Şeyh Sait Ayaklanması", "Ağrı Ayaklanması" vb. gibi çok sayıda aşiret ayaklanmasıyla uğraşacak; Sovyetler Birliği ve Komünist Enternasyonal örgütü, bu ayaklanmaların perde arkasındaki emperyalist oyunları açığa vurarak, Türkiye'yi destekleyecek; dahası Ağrı Ayaklanması'nda Sovyet orduları sınıra asker yığıp isyancıların hareket alanını daraltarak Türkiye'nin bu isyanı bastırmasına yardım edecekti. Son dört yüz yılda yüzlerce kez ayaklanmış, vur-kaç savaşında ustalaşmış kimi Dersim aşiretlerinin reisleri, dört yanı sarp dağlar ve akarsularla çevrili, düzenli ordularca ele geçirilmesi güç doğaya yaslanarak, insan ve yurttaş haklarına düşman aşiret düzenlerini yüzyıllar boyu nasıl sürdürmüşlerse sonsuza dek yine öyle sürdürebileceklerine inanıyorlardı.
Ancak, bu kez öyle olmayacaktı; çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı'nın çöküş ve dağılma sürecini en ince ayrıntılarına dek bilen, Osmanlı sınırları içerisindeki aşiretlerin, Osmanlı Devleti'nin yıkılışında ne denli etkili olduklarını yaşayarak görmüş, deneyimli kadrolarca yönetiliyordu.


   Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminde kalan Irak, Suriye, Mısır, Libya, Ürdün ve Arabistan'ın, Lawrence gibi emperyalist ajanlarca satın alınan aşiret reislerinin başını çektiği silahlı ayaklanmalarla Osmanlı'dan koparıldığını biliyorlardı. Osmanlı ne zaman bir savaşa girse, kimi aşiretlerin derhal ayaklanarak Osmanlı'yı içinden vurduklarını, biliyorlardı. 1916'da Arap aşiret reislerini altınla ve ayrı devlet vaadleriyle tavlayarak Osmanlı'ya karşı savaştıran İngiliz ajanı Lawrence'in, 1930'larda "Hacı Mehmet" adıyla Ağrı Ayaklanması'na karıştığını da biliyorlardı.

   Sorunun etnik köken ayrılığından değil, hangi etnik kökenden olursa olsun, "aşiret yapısı"ndan kaynaklandığını, aşiret yapısının ancak ve yalnız aşiret üyelerinin insan ve yurttaş haklarına kavuşturulmasıyla çözüleceğini biliyorlardı. Dahası, 1935'te "Munzur" adıyla yeniden yapılandırma tasarısı TBMM'de tartışılırken, Şükrü Kaya'nın [o günlerde yabancı kökenli sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmaya yoğunlaşan ve büyük olasılıkla bu sözcüğü de türetmiş olan] ATATÜRK'le görüştükten sonra, "Dersim" için "Munzur" değil "Tunç Eli" (tunç yöresi) adını önermesi; ATATÜRK'ün Osmanlı top dökümünde kullanılan "tunç"un yöredeki bakırdan elde edildiğini bildiği ve buradaki aşiretlerin yüz yıllar boyu çevredeki bakır madenlerine saldırıp Osmanlı'nın tunç top üretimini baltalayarak askeri çöküşüne yol açtıklarının bilincinde olduğunu gösteriyordu.

   Aşiret reislerinin "Der-Sim"ini, insan ve yurttaş haklarının "Tunç-Eli"ne dönüştürme çalışmaları, uzun ve yoğun bilimsel araştırma ve incelemelerin ürünüydü. Osmanlı döneminde yazılmış yeniden yapılandırma önerileri incelenmiş; Osmanlı'daki askeri uygulamalar ve sonuçları irdelenmiş; önceki girişimlerin neden başarıya ulaşamadığı saptanmış; aynı başarısızlıkların yeniden yaşanmaması için neler yapılması gerektiği belirlenmiş; bölgeye yeniden uzmanlar gönderilerek son durumun ne olduğunu gösteren bilimsel raporlar yazılmıştı. 1934'te yayımlanan (yasa) taşınmazların devlete geçeceğini; bu yasanın yayınından önce aşiretlerde reislik, beylik, ağalık, şeyhlik yapanların aileleriyle birlikte Bakanlar Kurulu'nca uygun görülecek başka yerlere yerleştirileceklerini, duyuruyordu.

   "Türkiye Köy İktisadiyatı"nda; Dersim'de 230 köye egemen olan Seyît Rıza'nın her yıl kendi "Maliye Bakanı"(!)nı İstanbul'a göndererek Dersim'den İstanbul'a gitmiş aşiret üyelerini buldurup onlardan da vergi aldığı; vermeyenlerin Dersim'de bulunan yakınlarına baskı yaptığı; sahibi olduğu köylerden gelip geçenlerden "toprak bastı" parası bile aldığı bildiriliyordu. Aşiret üyeleri devlete vergi vermiyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza'ya vergilerini ödüyorlardı. Devlete askerlik yapmıyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza'nın askerliğini yapıyorlardı. Devletin okullarına gitmiyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza'nın söylevleriyle eğitiliyorlardı. Medeni Yasa'nın miras, evlenme, boşanma, mülkiyet hukuku geçersiz; fakat aşiret reisi Seyit Rıza'nın iki dudağı arasından çıkacak aşiret yasaları temyizi olanaksız kesin hükümler niteliğindeydi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ceza yasaları geçersiz, fakat aşiret reisi Seyit Rıza'nın uyguladığı aşiret cezaları, kan hukuku yürürlükteydi.

   Devletin aşiret üyelerine ekonomik özgürlüklerini kazandırıp aşiret reisine bağımlılıktan kurtarmak için dağıttığı topraklar dahi, aşiret yasaları uyarınca bedelsiz hileli satışlar yoluyla aşiret reisi Seyit Rıza'nın malına dönüştürülmüştü. Cumhuriyet, 1934'te yürürlüğe giren İskan Kanunu'nun 10. maddesiyle, aşiret reisliğini yasadışı sayarak; bundan böyle aşiretlerin tüzel kişilik savlayamayacaklarını, hiçbir belge ya da hükümün aşirete tüzel kişilik kazandırmakta kullanılamayacağını; aşiret reisleri, beyleri ya da şeyhlerinin tüm yetkilerine son verildiğini; mülkiyetleri hangi resmi belgeye, karara ya da geleneğe dayanırsa dayansın, aşiret reislerinin, aşirete ait ya da aşiret adına diyerek kendi mülkiyetlerinde tuttukları bütün Aşiret yapılarını tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bu kanunun "Dersim"de uygulanması, Dersim'i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli "Tunceli Vilayeti'nin İdaresi Hakkında Kanun"la gerçekleştirilecekti.

   Cumhuriyet, aşiretlerin "Dersim"ini, insan ve yurttaş haklarının "Tunç Eli"ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastahaneler, sinemalar, tiyatrolar, halk evleri, bankalar, ziraat kurumlan, hükümet binaları, adliye örgütü, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı. Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi, reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacak; yüzyıllar boyu yalnızca kendi ailesinin yaşamı için gerekli şeyleri tüketebileceği kadar üreten, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir tatmamış olan aşiret üyelerinin ceplerine para girecek; aşiretten bağımsız kendisine özel birikim yapmayı ve kendi birikimini dilediği gibi kullanmayı öğrenen aşiret üyeleri böylelikle aşiret düzeninden uzaklaşıp, insan ve yurttaş haklarına adım atacaktı.

   Aşiretler Dersim'inin, özgür birey yurttaşlar Cumhuriyet'inin "Tunç Eli"ne dönüştürülmesi, tasarının biricik amacıydı. Çalışmalar coşkuyla sürüyor, yapımı bitirilen bir köprünün ATATÜRK tarafından açılacağı söyleniyordu.
Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında:


                  "Atatürk Singeç Köprüsü'nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim'in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: Bu meseleyi kökünden hallediniz."

diyerek anlatıyordu olanları. 1937 yılında, 21 Mart'ı 22 Mart'a bağlayan "Nevruz" gecesi, aşiret reisi Seyit Rıza, önderliğini benimseyen kimi aşiretlerle birlikte, kurulan karakolları basarak, 33 askerimizi şehit ederek, yapılan köprüleri yıkarak, Cumhuriyet'in yerleştirmeyi amaçladığı insan ve yurttaş haklarını, özgür birey yurttaşlık düzenim Dersim'e sokmamak ve aşiret düzenini eskisi gibi sürdürmek üzere ayaklanmayı başlatmıştı. Tunceli-Erzincan yolundaki köprü yakılmış, bölgenin telefon hatları kesilmiş, Jandarma birliklerine pusu kurulmuş, Pap bucağı karakoluna baskın düzenlenmiş, Sin Karakolu basılmış, Mazgirt Köprüsü yıkılmıştı. Komünist Enternasyonal'in yayın organı "Rundschau", 29 Temmuz 1937 günlü sayısında, Dersim'de yaşananları özetle şöyle duyuruyordu:

                      "İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Ağalar, kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor. Bölge gençlerinin büyük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafız birliklerine fedai olarak giriyor. Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz. İsyanın arifesinde, tapu kadastro idaresi aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasa dışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur."

Komünist Enternasyonal Sovyet Rusya demekti ve Türkiye ile ittifak halinde bulunan Sovyet Rusya, 1937'ye dek Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı gerçekleştirilen onlarca ayaklanmada hep Türkiye'nin yanında yer almış, dahası Kızılordu'yu Türkiye'nin doğu sınırlarına yığarak, ayaklanmacıların İran, Irak bağlantılarını kesmişti.


Sovyet Rusya'nın tutumunu iki devlet arasındaki ittfak anlaşması belirliyor, Komünist Enternasyonalin Dersim konusundaki bu değerlendirmesinde Türkiye Komünist Partisi'nin en küçük bir etkisi dahi bulunmuyordu. İstanbul'daki Amerikan Büyükelçisi G. Howland Shaw'in, ABD Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği 25 Haziran 1937 günlü rapor da özetle şöyleydi:


     "Bölge halkının geri kalmışlığı problemin temel hatlarını oluşturmakta. Yöre halkı, yollar, köprüler, okullar, vs. yapılmasına karşı koyuyor. En son ayaklanma, hükümetin bölgenin sosyal ve ekonomik koşullarım iyileştirmek üzere geliştirdiği reform programını daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı. General Alpdoğan, aşiret reislerini Erzurum'da toplayarak, onlara hükümetin bölgede yol ve diğer şekillerde girişeceği iyileştirme programım tanıtmıştı. Aşiret reisleri bu görüşme sırasında dostane ve anlayışlı göründüler, fakat toplantıdan sonra bölgede sahip oldukları egemenliğin elden gitmesi tehdidi karşısında dönüş yollan üzerinde yer alan bütün köprüleri havaya uçurdular ve hükümete bir ültimatom göndererek; ancak bölgede jandarma bulundurulmaması, yeni köprülerin yapılmaması, bölgenin devlet kurumlarıyla donatılmaması, silahlarının ellerinden alınmaması, vergilerin karşılıklı görüşmelerle belirlenmesi koşuluyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile anlaşabileceklerini bildirdiler. Aşiret reislerinin bu ultimatomu üzerine, bölgeye askerler gönderildi ve aşiret reislerine karşı savaş başlatıldı."

İngiliz The Times gazetesinin 16 ve 17 Haziran 1937 günlü sayılarında isyanın "eğitim öğretime karşı koyan", "reformlara direnen" aşiretlerce çıkartıldığı duyurulmuştu. Kürt Teali Cemiyeti üyesi M. Nuri Dersimi tarafindan yazılıp "Dersim Generali Seyid Rıza" imzasıyla, yardım isteğiyle İngiliz Dışişlerine gönderilen mektup, isyan bastırıldıktan sonra İngiliz Dışişlerince Türkiye'ye gönderilerek; "bakın, isyancılar bizden yardım istediler, fakat biz onlara yardım etmedik, bilginiz olsun" denilmişti. Çünkü İngiltere, büyüyen Hitler tehlikesine karşı, olası bir savaşta Türkiye'yi bu kez karşı cephede değil yanında görmek istiyor ve bu nedenle Türkiye'yi zayıflatıcı etkinliklerine geçici olarak ara vermiş bulunuyordu.

Fransa'nın durumu da aynıydı. O günlerde Hitler ve Mussolini'ye karşı Türkiye ile ittifak arayışında olan İngiltere ve Fransa, eğer Dersim isyancılarını destekleyecek olurlarsa Türkiye'yi kaybedeceklerini bildiklerinden; 1800'lerden bu yana ilk kez kendilerinden yardım bekleyen isyancıları yüzüstü bırakmayı çıkarlarına uygun göreceklerdi.


Amerika, İngiltere, Fransa ve Komünist Enternasyonalin bağlı bulunduğu Rusya, Der-sim isyanı konusunda birbirinden habersiz fakat biri diğeriyle örtüşen saptamalarda bulunmuşlardı. Hepsine göre sorunun özü; aşiret reislerinin, insan ve yurttaş haklarının gereği olan kurum ve yasaları Dersim'e sokmayarak, aşiret düzenlerini sürdürmek istemesinden kaynaklanıyordu. İster komünist olsun ister emperyalist, sağcısıyla solcusuyla o dönemde kimsenin yadsıyamadığı gerçek buydu.

   ATATÜRK, askeri harekat sürerken 1 Kasım 1937 günü Meclis'te yaptığı konuşmada: "Her şeyden önce ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemlisi de bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın -hiçbir nedenle ve biçimde- bölünemez hale getirilmesidir. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri toprak genişliği, söz konusu toprağın bulunduğu bölgenin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verimine göre sınırlandırılmalıdır." demişti. İşte Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan ordusuyla aşiretlerin gerilikçi isyanını bastırmaya çalışırken, aynı anda, isyana katılmayan ya da sonradan teslim olan Dersimli aşiret üyelerine, ailelerini geçindirmeye yetecek büyüklükte toprak tapuları dağıtıyordu.


 Bütün bunlar, Dersim Harekatının salt isyan bastırmakla sınırlı bir askeri harekat olmadığını, orada toprak ağalığının ve aşiret yapısının yok edilmesine yönelik 'antifeodal bir yurttaşlık devrimi' yürütülmekte olduğunu gösteriyordu. ATATÜRK'ün manevi kızı Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak bu harekata katılmış, isyancıları havadan bombalamıştı. Sonunda harekatın ilk aşaması sona ermiş, isyana katılan aşiret reislerinden teslim olanlar ve yakalananlar yargı önüne çıkartılmış, suçlu bulunanlar çeşitli cezalara çarptırılmış; ölüm cezalan 15 Kasım 1937 günü Elazığ'ın Buğday Meydanı'nda yerine getirilmişti.


16 Kasım 1937 günü Elazığ'a gelen ATATÜRK, 17 Kasım 1937 günü, çoktandır "Tunç Eli"ye dönüşmüş bulunan Dersim'e geçecek ve 33 askerimizi şehit eden aşiretlerin yıktıkları ve Cumhuriyet'in kısa sürede yeniden yaptığı köprüyü kendi elleriyle açarak; Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaş uygarlık düzeyini aşma yolunda karşısına dikilen bütün engelleri aşacak güçte olduğunu dünyaya duyuracaktı. 18 Kasım 1937 günlü Ulus gazetesinin olaya ilişkin haberi şöyleydi:

                    "16 Kasım 1937 günü, yanında Başbakan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen ve daha başkaları olduğu halde, özel trenle Elazığ'a geldi. Günlerden beri Atatürk'ün yolunu bekleyen Elazığlılar, istasyondan şehre kadar yollara halılar döşeyerek parlak bir karşılama töreni düzenlemişlerdi. Dördüncü Genel Müfettiş General Abdullah Akdoğan, Vali Şefik Bicioğlu, Belediye Başkanı Hürrem Müftügil, Maden'den beri Atatürk'ü izliyorlardı. 17 Kasım 1937 sabahı Atatürk, önce Dördüncü Genel Müfettişlik'e gelerek, General Abdullah Akdoğan'dan Elazığ ve sorunları hakkında bilgi aldı. Bir süre sonra da Tunceli'ne bağlı Pertek ilçesi'ne hareket etti. Buradan Murat Suyu'nu geçerek Hozat Deresi üzerinde yeni yapılmış olan 'Soyungeç' köprüsüne geldi. Beton köprü gerçekten gösterişli yapılmış, çevrenin yıllardan beri süregelen ulaşım sorununu çözmüştü. Atatürk, köprünün açılışını yaptıktan ve kurdeleyi kestikten sonra: 'Daha önce soyunup suya girdikten sonra geçilen ırmağa Soyungeç denmiş. Şimdi buna lüzum görülmeden sinerek geçiliyor. Köprüye bundan sonra Singeç diyelim' dedi."
(18 Kasım 1937, Ulus gazetesi)

 1937 yılında yürütülen harekatın birinci bölümünde 'savaş uçağı pilotu' olarak görev yapan ATATÜRK'ün manevi kızı Sabiha Gökçen, 1938 ilkbaharında harekatın ikinci bölümü sürerken bu kez uçağıyla Dersim göklerinde değil, ATATÜRK'ün "yurtta barış dünyada barış" iletisini ulaştırmak üzere Balkan Paktı ülkelerini dolaşacak; 1937'de Dersim'de "dünyanın ilk kadın savaş uçağı pilotu" ünvanıyla tarihe geçen Sabiha Gökçen, 1938'de Dersim harekatının ikinci bölümü sürerken, bu kez de yabancı basında "dünyanın ilk banş uçağı pilotu" olarak anılacaktı.


Dersim harekatının Haziran 1938'de başlatılan ikinci bölümü, Ağustos 1938'de yabancı ülkelerin Türkiye'deki bütün yabancı ülke askeri ataşelerinin çağırıldığı ve gelip izledikleri "Üçüncü Ordu Tunceli Askeri Manevraları"yla birleştirilmiş ve tüm dünyanın gözleri önünde sürdürülmüştü.

    Askerlerin Dersim dağlarında mağaralarında isyancı arama tarama çalışmaları, yabancı ülkelerin askeri ataşeleriyle gazete muhabirleri, tarafından notlar alınarak, fotoğraflar çekilerek izlenmiş, harekatın sonuçlandırıldığı 16 Eylül 1938'e dek Dersim'in bütün dağları, dereleri, tepeleri, mağaraları, yabancı devlet görevlilerinin gözleri önünde adım adım taranmış, çatışmalar da yabancıların gözleri önünde olup bitmişti. 1937'deki birinci evrede olduğu gibi, 1938'deki ikinci evrede de bir yandan isyancılarla çatışılırken, diğer yandan aşiret üyelerini özgür çiftçilere dönüştürecek toprak dağıtımıyla bayındırlık çalışmaları sürdürülmüş ve sonunda, isyan tümüyle bastırılırken, Tunçeli'de cumhuriyetin amaçladığı yurttaşlık düzeni de kurulmuştu. İngiliz askeri ateşe Yarbay A. Ross, 5 Eylül 1938 günü gönderdiği 119 nolu kapalı raporunda, harekatın sona ermesinden onbir gün önceki durumu İngiltere'ye özetle şöyle bildiriyordu:

                   "Türkler şimdi de 3 milyon liralık bir yapım programına giriştiler. Biri Tunceli'nin batısından diğeri doğusundan geçip Erzincan'ı Elazığ'a bağlayan ve çeşitli noktalardan birbirine bağlanarak bölgesel bir ulaşım ağı oluşturan iki yolun yapımı sürmektedir. Şu ana dek toplam uzunlukları 684 metre tutan dokuz köprüyle birlikte, 420 km yol yapılmış ve telefon hatlarına 5.000 km. eklenmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak bana, Mansur (veya Murat) nehrinin kaynağında bir barajdan muhtemelen hidroelektrik enerjisi de elde edileceğini söyledi. Genelkurmay Başkan Yardımcısına ve diğer Türk subaylarına göre, son derece güzel bir yer olan Tunceli bölgesinin ilerde 'ikinci bir İsviçre' haline getirilmesi amaçlanmaktadır. Ama bana kalırsa bölgenin erişilmez yapısı ve Tüıiriye'yi gezen yabancılara çıkartılan güçlükler bu düşün gerçekleşmesini ciddi bir biçimde engelliyecektir." 

     İsyana, sayılan elli dolaymda olan aşiretlerin tümü değil, en çok beşte biri katılmıştı. Dersimlilerin %80'i, devletin çağırısına olumlu yanıt vererek daha harekat başlamadan önce isyancılardan ayrılmış, devlet güçlerinin yanında yer almış, dahası güvenlik güçleriyle birlikte isyancılara karşı savaşmışlardı. Harekat başladıktan hemen sonra isyancı aşiretlerin de neredeyse yarısı teslim olmuş; böylelikle isyancıların sayısı Dersim nüfusunun yaklaşık onda birine düşmüştü.


    İsyancıların çoğu, isyana katılmayıp devletin yanında yer alan Dersimliler tarafından aranıp bulunmuş, yakalanıp öldürülmüş ya da sağ olarak güvenlik güçlerine teslim edilmişti. Dersimliler isyancıların saklandıkları yerlerin aranıp bulunmasında güvenlik güçlerine kılavuzluk etmişlerdi.

    Devlet, bu isyanı, ezici çoğunluğu isyana katılmamış olan Dersimlilerle birlikte bastırmıştı. Devlet, ister isyan etmiş olsun ister devletin yanında yer almış olsun, bütün aşiret reislerini aileleriyle birlikte başka illere yerleştirerek, aşiret üyelerine toprak dağıtıp yerleşik çiftçiliğe ve eşit yurttaşlığa yönlendirmişti. Dersim harekatını tasarlayan ve yürüten siyasetçi, bürokrat ve asker yöneticiler, 1921'de Dersim Mebusu Hasan Hayri'nin Meclis'te dile getirdiği, Dersim aşiretlerinin yüzyıllar önce Horasan'dan gelmiş süreç içinde anadilleri değişime uğramış Türkler olduğuna ilişkin saptamalarını çoğunlukla benimsemiş olan ve Dersim halkının soycak Türk olduğuna inanan kimselerden oluşuyordu. İsyan sırasında gerek güvenlik güçlerinden gerekse isyancı Dersim aşiretlerinden çok ölenler olmuş, fakat bu aşiretler devlete soy ayırımcılığı güderek isyan etmediği gibi, güvenlik güçleri de Dersimli isyancıları soy ayırımı güderek bastırmış değildi.

   Sorun etnik, mezhepsel değil, toplumsaldı; amaç aşiret yapılanmasının çözülmesiydi. Dünyada insan ve yurttaş haklarının yerleşmesi 1700'lü yılların sonlarından başlayarak hızlanmış; Amerika'da, Fransa'da, Almanya'da yurttaş haklarının topluma egemen kılınması, devrimlerle, milyonlarca sivilin öldüğü uzun ve kanlı iç savaşlarla, gelgitlerle, geriye dönüş ve ileri atılımlarla, 1800'lü yılların sonlarında gerçekleştirilebilmişti. Türkiye'de yurttaş haklarının, yurttaşlık hukukunun egemen kılınması süreci, 1830'lu yıllarda başlamış ve 1938'e dek neredeyse 100 yıl sürmüştü. Cumhuriyet tarihinin aşiret ayaklanmaları dönemi 16 Eylül 1938 günü sona eren ikinci harekatla birlikte kapanacak ve ATATÜRK, hasta yatağında yazdırıp 1 Kasım 1938 günü Meclis'te okuttuğu açış söylevinde:

         "Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman aşırı bir duruma giren Tunceli'deki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmaların sonucu olarak kısa bir zamanda ortadan kaldırılmış, o bölgede böyle olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır."

[Özcesi: "eşkiya dünyaya hükümdar olmaz"] dedikten 10 gün sonra, bizlere iç ve dış barışı sağlamış güçlü bir Türkiye bırakarak, yaşama gözlerini yumacaktı.

Aradan 71 yıl geçti.

    Kimi aşiret reislerince, 'Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi' adı altında, Barzanilere bağlı, ırk ayırımı güden gizli partinin kurulduğu 1965'lerden bu yana, adım adım bu aşiretçi partinin görüşlerini sol kesime sanki sosyalist değerlendirmelermiş gibi şırınga etmeyi iş edinen birileri, son kırk yıldır Seyit Rıza'nın devrimci bir önder olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 1937-38'de Dersim'de soykırım yaptığını savlamakta, bu görüşleri işleyen kitaplar yayımlanmakta; Avrupa Parlamentosu'nda "Dersim Soykırımı" konulu konferanslar düzenlenmekte; dahası, devletin Dersim'de zehirli gaz kullandığını savlayanlar bile çıkmaktadır. Oysa, Türkiye'nin o tarihlerde zehirli gaz üretimi olmadığı gibi, yabancı ülkeler de Türkiye'ye zehirli gaz satışına Dersim harekatından yıllar sonra başlamışlardı.


   Garo Sasuni, 'Hayrenik' dergisinin Kasım 1929 sayısında yayımladığı, 1969'da Beyrut'ta, 1986'da Stokholm'de Türkçe olarak basılan "Kürt Ulusal Hareketleri" kitabında, Ağrı Ayaklanması önderinin, kendi ailesini nasıl kendi elleriyle kurşuna dizdiğini anlatırken şöyle diyor:

   "En büyük lider, Huske Telli, şu teklifi sunuyordu: Bütün kadınlar, güçsüz ihtiyarlar ve çocuklar kılıçtan geçirilsin ki, arkalarındaki bütün köprüleri yakmış olan devrimci güçler, son neferinin son nefesine kadar savaşsınlar.. Ve bir devrimci gaddarlığı içinde Huske Telli, bu planı ilk önce kendi aile ve akrabalarına uygulayarak, Ağrı tepelerinde bir trajedi manzarası ortaya serdi. Bütün nüfuzlu liderler ve şeyhler yaşlı gözlerle Ağrı Aslanı'ndan bu ümitsiz kırıma bir son vermesini rica ediyorlardı. Huske Telli'yi yumuşatmaya muvaffak olduklarında, zaten 10 kadar günahsız, bağımsızlık ocağının alevlerine kurban gitmişti. Bu gaddar plan böylelikle uygulanamadı."

   Ağrı Ayaklanması bastırıldıktan sonra, Türk ordusu, Ağrı tepelerinde öldürülmüş kadın ve çocuklarla karşılaşacak, fakat isyancılar, bütün dünyaya "Türk ordusu kadınlarımızı çocuklarımızı öldürdü" propagandası yapacaklardı.

   Garo Sasuni'nin 'Devrimci Lider', 'Ağrı Aslanı' diyerek ululadığı 1927-1933 Ağrı Ayaklanması'nın görünüşteki başı Huske Telli (İbrahim Heski), Celali aşiretinin reisiydi. Buyruğundaki diğer elebaşları da hep aşiret reisleriydi. Türk ordusuyla çarpışırken aklı ailesine takılı kalmasın da tüm dikkatini savaşa verebilsin diye, kendi ailesini, eşini, çocuklarını öldüren bu 'Devrimci Lider'(!)in 'Ulusal Önder'(!)in 'Ağrı Aslanı'(!)nın, diğer isyancı aşiret reislerine de ailelerini, kadınlarını, çocuklarını, ihtiyarlarını öldürmelerini buyurması; 'devrimcilik'le 'ulusçuluk'la değil, ancak aşiret gelenekleriyle, "kan hukuku"yla bağdaşabilir bir tutumdur. Bu gibi aşiret içi olayların yalnızca Ağrı Ayaklanması'nda Huske Telli örneğiyle sınırlı olup olmadığı, aşiretlerin insan ve yurttaş haklarına karşı ayaklanma tarihlerinde bu türden başka "kendi kendisinin soyunu kırma" uygulamalarının görülüp görülmediği ve bu davranış biçiminde, aşiretlerin, aşiretler arası çatışmalarda karşı aşiretin kadınlarını, çocuklarını öldürmeyi gelenek edinmiş olmalarının bir etkisinin bulunup bulunmadığı, ayrı bir araştırmanın konusudur. Bu gibi aşiret 'gaddarlık'larını, 'devrimci' sözcüğüyle birleştirip 'devrimci gaddarlık' diye bir deyim uydurarak 'devrimcilik'i lekelemek, gerilikçi aşiret isyanlarına 'ilerici', 'ulusal ayaklanma' yaftaları yapıştırarak bunları kutsamak, tenekeyi altın yapmaya yetmeyeceği gibi, bu gibi çabalar, aşiret yasalarında 'insan ve yurttaş hakları'nın kırıntısının dahi bulunmadığı gerçeğinin üstünü örtmeye de yetmemektedir.

    1937-38 Dersim isyanına katılanlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin, yüzyıllar boyu madenlere saldırarak, sayısız maden emekçisini topluca öldürdüğü, maden işçileri madende çalışmaktayken onların köylerini basıp savunmasız kadınlarını, çocuklarını topluca katlettiği, köylerini yaktığı, mallarını yağma ettiği, paralarını soyduğu, yazımızın başında aktardığımız Osmanlı Arşiv Belgeleriyle kanıtlı bir gerçekliktir. Sözümona "emekten, emekçiden yana", "sol" gösterip "sağ" vuran etnik ayrılıkçı kimi odakların, Dersim'i değerlendirirken, Şeyh Hasanlı gibi isyancı Dersim aşiretlerinin reislerini "devrimci"(!) buna karşılık ATATÜRK'ü ve dönemindeki Türkiye Cumhuriyeti'ni 'soykırımcı', 'karşıdevrimci' olarak damgalayan yayınların çoğalarak sürdüğünü görüyoruz.

     "Dünyanın yarısını her zaman ve dünyanın hepsini bir zaman aldatmak mümkündür; fakat bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir." diyen ATATÜRK, bu gibi durumlarla karşılaştığında şöyle dermiş:

 "Şaşarım akl-ı perişanına, ahmak!"

İnönü'nün sözü daha kısaymış:

"Hadi canım sen de!"