27 Ocak 2016 Çarşamba

ABD ve TÜRKİYE, SURİYE’DE KARADAN İSTİLAYA BAŞLIYOR






NATO ülkeleri Türkiye ve ABD’nin Suriye topraklarında başlattığı askeri istila, hemen hemen tüm batı mediasında gizlendi. Bildirildiğine göre, cuma akşamı Türk ordusu Jarablus yakınlarındaki Suriye topraklarına girdi. Aynı zamanda ABD birlikleri, Suriye’nin kuzey eyaleti Haseke’nin Rimelan havalanında kontrolü ele geçirdiler. Batı’nın Suriye’deki askeri operasyonlarının hedefinin ne olduğu belirsizliğini koruyor ve en son haberlere göre, Türkiye’nin büyük bir müdahalesi bekleniyor.

“Suriye Demokratik Güçleri”nin (SDF) sözcüsü, Perşembe günü El-Cezire’ye konuşarak “ABD birliklerinin, IŞİD’e karşı Kürt savaşçılarını desteklemek amacıyla Suriye’nin kuzey eyaleti Haseke’deki Rimelan Havaalanı’nda kontrolü ele geçirdiklerini” söyledi. Havaalanı, Suriye’nin Irak ve Türkiye sınırlarının yakınında bulunuyor.

Suriye Yerel Koordinasyon Komiteleri, ABD’nin bir süredir Rimelan havaalanını hazırlamakta ve genişletmekte olduğunu bildiriyor. Amerikan Merkez Komutanlığı (CENTCOM)’ nın media operasyonları ilgili bir görevlisi, El-Cezire’nin soruları üzerine, söz konusu haberleri ne doğruladı, ne de yalanladı.

Cuma günü Sputnik’e gelen bilgiye göre, Türkiye askeri birliklerini Suriye sınırına yığmaktadır. Birliklerin sayısının 1000 civarında olduğu tahmin ediliyor. Hawar Haber Ajansı’na göre, birlikler askeri araçlar, iş makinaları ve mayın arama ekipmanı ile birlikte Halep eyaletine girdi. Türkiye, işgalle ilgili haberleri yalanlıyor; ancak, sahadan gelen bilgiler aksini ortaya koyuyor.

Rusya içinden bilgi alan kaynaklar, Türkiye’nin IŞİD’in kontrolündeki Cerablus Kenti’ni ele geçirdiğini, ancak haberlere göre herhangi bir direnme ile karşılaşmadıklarını yazıyor: "İşgale tanık olanlar, Türk güçlerinin bölgede IŞİD savaşçılarının herhangi bir direnciyle karşılaşmadığını bildirdiler. Bu haberler, Kürt militanların kuzey Suriye’de ilerlemesini durdurmayı amaçlayan, Türkiye ve IŞİD arasındaki olası işbirliği şüphesini bir kez daha arttırıyor.”

Türk operasyonu, görünüşte Cerablus’u tahkim etmiş olan IŞİD ile savaşmayı amaçlıyor. Ancak, kaynaklar Sputnik’e, Ankara’nın YPG’nin stratejik bir bölgede bir köprübaşı elde etmesini önlemekle daha fazla ilgilenebileceğini söylüyor. Sputnik Perşembe günü, değişik haberlerin Ankara’nın yakında, komşusu Suriye’de bir kara harekatı başlatabileceğini (eğer henüz başlatmadıysa) gösterdiğini doğruladı.

STRATFOR: “SAVAŞ ALANI HIZLA KALABALIKLAŞIYOR”

Stratfor, “Türkiye’nin, daha şimdiden, isyancı müttefiklerine yardım etmek ve IŞİD hedeflerini imha etmek amacıyla Suriye sınırı boyunca topçu atışlarını arttırmaya başladığını ve bunun, mayın temizleme işlemleri tamamlanır tamamlanmaz başlatılacak olan bir Türk kara saldırısının öncesinde düşman savunmasını zayıflatmaya yönelik bir girişimi gösteriyor olabileceğini” açıkladı.

Stratfor, “Eğer başlatılırsa, Ankara’nın kara harekatının IŞİD’e darbe vurabileceğine, ancak birçok uzman ve siyasetçinin, Türkiye’nin anahtar önceliğinin terörist grup değil, Kürtler olduğuna dikkat çektiğine, saldırının Türkiye’nin desteklediği kuzey Suriye’deki isyancıları güçlendirerek YPG’nin batıya doğru genişlemesini önlemeye yönelik olduğuna” işaret ediyor.

Türkiye’nin kara saldırısı, Ankara ve Moskova arasında hali hazırda gergin olan ilişkiler üzerinde olasılıkla ilave bir basınç oluşturacaktır. Buna rağmen; Stratfor’a göre bu durum, Ankara’nın Washington’un da yardımıyla, hızla kalabalıklaşan Suriye savaş alanında taraflardan her birinin bir diğeriyle çarpışmasına engel olacak, ihtilafların ortadan kaldırılmasını sağlayacak yöntemlerin bulunması açısından Moskova ile bir uzlaşmaya varmak amacıyla çaba sarf etmediği anlamına gelmemektedir.  

RUSYA NASIL YANIT VERECEK ?

RT (Russia Today), Rusya Dışişleri Bakanı’nın Perşembe günü, gelecek hafta Türkiye’den destek alan Halep’teki isyancılarla yapılacak görüşmeler öncesinde IŞİD’li teröristlerin eylemlerini arttırdığını söylediğini bildiriyor. Suriye yönetimi ile farklı muhalefet grupları arasında uzun süredir beklenen görüşmeler 25 ocak’ta İsviçre’nin Cenevre kentinde  gerçekleşecek.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Maria Zakharova, Moskova’daki bir brifing sırasında “Ne yazık ki, planlanan Cenevre görüşmeleri öncesinde terörist grupların eylemlerinin yoğunlaşmış olmasının özellikle dikkat çekici olduğunu” söyledi.

Zakharova, Rusya’nın Ankara’nın Suriye’ye artan askeri saldırıları karşısında endişe duyduğunu söyledi ve  Suriye-Türkiye sınırı boyunca Türkiye tarafından inşa edilen tahkimatların militan gruplar tarafından müstahkem yerler olarak kullanılabileceğinin göz ardı edilemeyeceğini de ilave etti. Zakharova  “İlgili tüm taraflar umutlarını, Suriye yönetimi ve muhalefet arasında anlamlı ve kapsamlı bir diyaloğun başlaması üzerinde yoğunlaştırmış iken, dış güçlerin terörist grupların da içinde olduğu Suriye’deki militanlara silah ve mühimmat sağlayarak yardım etmeyi sürdürdüğünü” vurguladı.


DONi News Agency / 21.01.2016

24 Ocak 2016 Pazar

MOSSAD ve Barzani...




Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor.

Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir.

MOSSAD, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür.

Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?

Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi.

Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor.

CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.

MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan “Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services” adlı kitapta sergileniyor.

Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü‘nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.

Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor.

Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.

* * *
Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor.

1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şahı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.

Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İsrail-İran üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor.

MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ateşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor.

Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç:

Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329)

Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 milyon dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)

* * *
70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu?

Kitaba göre sürüyor.

“Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521)

Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor.

MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.

Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor.

Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...

Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek...

İlgi belli...

İlişki de belli...

Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?

Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?

Uğur MUMCU
Cumhuriyet, 7 Ocak 1993

22 Ocak 2016 Cuma

DELİ GAFFAR'IN NOTLARI: 'NİLÜFER GÖLE ve Devşirme Zombilerin Geri Dönüşü'


Nilüfer Göle – kendisi Marx’ın falan bileğini bükmüş biridir.


Nilüfer Göle’ye iyi bakın. Başımıza gelen felaketin ete kemiğe bürünmüş ilk hali badem bıyıklı diktatör portresiyse ikinci hali işte bu kadının görüntüsüdür. Her bakımdan Avrupalı, laikçi teyzelerin o tozlu modernliğinin ötesine geçmiş, gerçek bir çağdaş. Bakışlar, jestler, konuşurkenki o kararlı tavırlar.. Nasıl kararlı olmasın, Türkiye’nin gerçek iktidarı Nilüfer Göle’dir.

Siz bilmiyor musunuz Türkiye’de batılıların istediklerini öne çıkardıklarını, canları kimi isterse onu iktidar vitrinine taşıdıklarını? Ülkemizde hayli uzun bir süredir ABD’nin ve AB’nin artık “iç siyasi amil” sayıldığını?

Peki düşündünüz mü hiç, nasıl çalışır bu iç siyasi amiller diye? Valilere, kaymakamlara genelge göndererek değil herhalde. Batılılar, üç yüz yıldır bundan biraz daha karmaşık fakat çok daha etkili bir yöntem kullanırlar: kendi adamlarını yetiştirirler. Genelge, tamim falan göndermeden kendi başına harekete geçip görevini layıkıyla yerine getirecek aparatlar yaratırlar.  Batı siyasetinin ileri uçlarıdır bunlar. Batının zihinsel kalıplarına sonuna kadar imanlı, onun yönelimlerine gecikmeksizin uyum gösteren, yerel (ya da ulusal) “önyargılarından” tamamen arınmış zinde hücreler.

Hücre dediysem sakın şu IŞİD’in uyuyan hücreleriyle falan karıştırmayın. Onlar gibi boşgezerlikten yamyamlığa terfi eden çapsız ibrikçi takımı değildir bunlar. Aksine, her biri mesleğinde en yukarılara çıkmış, her sözü dokuz batman çeken insanlardır.

Bürokrat olurlar, sanatçı olurlar, gazeteci olurlar, iş adamı olurlar, mebus olurlar ve hatta parti başkanı bile olurlar. Ama en bol bulundukları yer, tabii ki basın ve akademidir. Zaten bu ikisi birbirine geçmiş gibidir. Akademide parlattıklarına mutlaka basında bir yer açarlar, nadiren görülmekle birlikte, tersi de olur, pek sivrilttikleri, önünü açtıkları gazetecilere akademiden de küçük bir iki ünvan ayarlayıverirler.

Sömürge tipi “aydının” yetiştirilişi

Dikkat ederseniz, satın alırlar demiyorum, “yetiştirirler” diyorum. Çünkü satın almak, en evvel, kaba bir yöntemdir, kulağa hoş gelmez. İkincisi, satın alma riskli bir iştir, her an sizden daha yüksek fiyat ödeyen bir rakibiniz piyonunuzu elinizden alabilir. Oysa yetiştirilmiş adam sadıktır, maliyeti düşüktür, uzun erimde faydası saymakla bitmez. Şüphesiz, batılıların satın aldıkları ya da kiraladıkları adamları da vardır, ancak bunlar genellikle daha çapsız olanlardır, altın kadro her zaman “yetiştirilmiş” olanlardan kurulur.

Bunun için Batı, bu yetiştirme işini çok ciddiye alır. Şimdilerde modası geçmiş olsa da “oryantalizm” diye koskoca bir disiplin kurmuştur bu iş için. Bugünse o eski açıktan sömürgecilik dönemi kapandığı için, çok çeşitli yetiştirme yerleri geliştirilmiştir. Mesela, sosyal bilimler alanında dünyanın belli başlı okullarının tamamında bunları yetiştiren kuluçka mekanizmalar vardır. Herkesin kapısından kolay kolay giremediği, sadece öğrencisi olabilmek için bile üstün başarı göstermeniz gereken bu bölümlerin belki de en önemli işlevi doğunun en iyi yetişmiş, en parlak çocuklarını devşirmektir. Öylesine titiz bir seçim sürecidir ki bu, işe daha lise yıllarından eleme yaparak başlarlar. Sizin ülkenizde açılmış yabancı mekteplerin asıl varlık sebebi de budur: müstemleke aydını yetiştirmek.

Bu eleme işi, bazen gerçekten karikatür gibi bir şeydir. Lise veya üniversite sıralarında normal bir şey yapıyormuş gibi burs ya da değişim programı başvuru formlarını dolduran gençler kendilerine sorulan ahret suallerine birazcık salim bir kafayla bakacak olsalar “hayvan mı seçiyorsunuz be” diye isyan ederler. Ama bakmazlar, bakamazlar. Çünkü o formları önlerine yine o yollardan geçmiş “saygın” öğretmenleri koymuştur. 

Batılılar bu elemeleri menbaında yapacak yeter miktarda “yerli” yetiştirmişlerdir. Abiler, ablalar yeni gelenlere hocalık yaparlar. Kimler burs alacak, kimler hangi programa seçilecek, kimlerin önü nerelere kadar açılacak son derece doğal bir sürecin parçası olarak belirlenir. O denli sağlam bir seçici mekanizma kurulmuştur ki gerçekten de çoğu durumda akademik başarının önüne hiçbir şey geçemez ve bu özellik sistemin bir erdemi olarak sunulur. Akademik başarının en önemli kriterinin “Batının orta/uzun erimli siyasetine su taşımak” olduğu ise görülmez. Oysa buradaki asıl başarı tüm sistemin bu biricik ilkeye uygun biçimde  çalışıyor olmasıdır. Batının yetiştirdiği aydınlar, Batı düşüncesinin ali menfaatlerini kendi kişisel çıkarlarının bile üstünde tutmaktadırlar. Düşünsenize karşınızda yüksek bir ideale imanla bağlı, varlığını onun varlığına adamış bir “irfan ordusu” var. O muhteşem “elit” görüntüyü azıcık kazısanız altından bizim şu “paralel yapıya” rahmet okutacak bir cemaat örgütlenmesi çıkar.

Akademiyi örnek olarak sundum. Bu sistem basında, sanatta, siyasette, hatta iş dünyasında bile üç aşağı beş yukarı aynı biçimde çalışır. Ünlü gazetecilerimiz arasında Avrupa ülkelerinden burs, yardım, destek, özel gezi vs. almayan insan yok gibidir. En kıytırık Avrupa ülkelerinin konsoloslukları bile resepsiyonların davetli listelerini bu amaçlarla hazırlar. Düşünün bakalım Hollanda konsolosunun bizim henüz adını sanını duymadığımız sinemacılarımızla, şairlerimizle falan ne işi olabilir?  ABD elçisi neden Türkiye’deki sivil toplum gönüllülerine “başarı ve takdir” ödülü verir? Alman konsolosluğu neden adı sanı duyulmadık bir ressamın sergisine sponsor olur?

Önce mesleki kariyer, sonra paneller, TV programları, röportajlar, resepsiyonlar, köşe yazıları falan.. Tamamı o işlevsel aydının yetiştirilmesi içindir.

Devşirme zombilerin geri dönüşü

İşte Nilüfer Göle, bu yetiştirilmiş aydın kitlesinin en tipik örneklerinden biridir. Türkiye’deki İslamcı rejimin kurulmasında (batının bir aparatı olarak) katkısı azımsanamaz. İslamcılığı övmeye, kendi ifadesiyle”AKP iktidarından çok önce başlamıştır”, yani o yollarda emeği çoktur. Sosyologdur, sosyoloji dersine Marx’ın, Weber’in ve Durkheim’ın üstünü çizerek başlar. Sosyo ekonomik teoriler artık bir çöp olmuştur, onun yerine kimlik, din, etnisite, kültür ıvır zıvır gelmelidir. Avrupa kendi toplumsal düzenini böyle kurmaz, ama Göle gibiler vasıtasıyla tüm doğuya bu çer çöpü pazarlar. Yıllar sonra o çer çöp boğazımıza takılıp ciğerlerimizi parçalamaya başlayınca aynı adamlar, Göleler, İnseller, Belgeler falan yeniden piyasaya çıkıp “aaa nerede hata yaptık acaba” diyerek, bu sefer aynı pisliğin lacivertini önümüze sürerler.

Göle’nin tekrar piyasaya sunulması asla bir tesadüf değildir. Paris’te bir panel, “alternatif” ve solcu etiketli bir gazeteciyle röportaj ve hemen T24’te, CNN’de, Hürriyet’te çarşaf çarşaf haberler!

Hmmm… peki panelde başka kimler varmış bakalım. Göle’nin yanında tüm bilimsel tezini “ceberrut Kemalizm” üzerine kurmuş ve Avrupa entelijansiyasından dayak yiye yiye sonunda PKK’ye “demokratik” deme noktasına gelmiş ultra-Avrupacı bir başka akademisyenimiz, bay Hamit Bozarslan yer alıyor. Güzel. Onun yanında yine bir yerli akademisyenimiz, çok kültürcülüğün yılmaz savunucularından bayan Riva Kastoryano. Bu da güzel.

Ama hepsinden daha güzeli masada “Alevilerin siyasi yönelimleri” üzerine araştırmalarıyla tanınan bir Fransızın da yer alması. Evet yanlış duymadınız, Alevi uzmanı bir Fransız. Tuhaf mı geldi kulağınıza, şaşırmayın, Batılının gözünde Alevi, Amazon ormanlarında yaşayan bir böcek türü gibi incelenmesi gereken bir şeydir, bu işi kendi devşirmelerine yaptıramazsa bizzat içinden uzman yetiştirir. Alevilere de gidip aleviliği bir Fransızdan dinlemek düşer! İsterseniz itiraz edin, en iyi Alevi uzmanı Fransız bu konuda o kadar iyidir ki Türkiye’nin en saygın yayınevi (diğer üç katılımcı gibi onun da) kitabını basıp yayınlamıştır bile!

Panel katılımcıları nasıl? Mahşerin dört atlısı gibiler değil mi? Evet, gerçekten öyleler, gelin görün ki  bu mahşeri biz yaşıyoruz. Bu akademik devşirmelere de bizim yaşadığımız felaketlerin üzerinden ahkam kesmek düşüyor.

Konuşulanlar -her zaman olduğu gibi- Batı’nın yeni Türkiye’den beklentileriyle inanılmaz bir uyum içinde. O kadar ki ABD ya da Fransız elçiliği bir arzuhal yazıp hükümete verse ancak bu kadar olabilirdi! Başlıklar belli, AKP islamcılıkta ne kadar ileri gitmeli, Kürtler konusunda ne yapmalı, Alevileri ne etmeli, Kürt aydınları nasıl davranmalı, Aleviler devlete ne kadar mesafe koymalı… Maşallah en çok ihtiyaç duyduğumuz bir anda hepimize bol bol yetecek akıl yine aynı kafalardan yine aynı panellerden, demeçlerden, makalelerden geliyor, eksik olmasınlar. 

Nilüfer hanım korkuyor, peki biz ne edelim?

Bayan Göle, o kadar umursamaz, o denli pişkin ki hiçbir pişmanlık emaresi taşımıyor. “1980 sonrası laik/müslüman kavgası başladı. Ben AKP’nin iktidara gelmesinden çok önce Modern Mahrem kitabını yazdım. AKP iktidara geldiğinde AB üyeliği, Türkiye’nin önemli sorunlarıyla yüzleşme gibi önemli adımlar atıldı. Kemalist/İslamist kırılması arasında, toplumun sorunlarının çözülebilmesi için medyatör/aracı olmaya çalıştık. Bugün olsa yine aynı şeyi yapardım. diyerek islamcı rejimin kurulmasına nasıl da ta en başlardan destek verdiğini itiraf ediyor.

Bütün bu tantananın neden koparıldığını ise hemen arkasından söylediklerine bakarak anlıyoruz : “Ama AKP bugün geldiği noktada, bütün bu aracı sesleri yok etti. Entellektüel, seküler, Avrupa yanlısı bütün aracı sesleri ortadan kaldırmak istiyorlar. Türkiye için de tehlikeli olan budur.” Hanımefendinin meramı ne kadar açık değil mi? Aslında bütün mevzu artık kendisini eskisi kadar dinlemeyen AKP’ye içerlemiş olması!

Ancak bunun sadece Gölenin kişisel muradı olduğunu sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Avrupalılar, 1 Kasım sonrası çıkan tabloyla “En Yeni”-Yeni Türkiyenin kurulmaya başlandığını biliyorlar. AKP’nin seçim zaferinin sarhoşluğuyla kendilerine kulak tıkamasından endişe ediyorlar. Bu “en yeni”-yeni rejimin oluşumunda kendi payları es geçilmesin istiyorlar.

Bunun için Nilüfer hanım ilk kez “korkuyorum” diyor. Biz ucunu Göle gibilerin tuttuğu islamcılık tezgahının ortasında onca yıldır hapislerde çürüyoruz, sokaklarda meydanlarda öldürülüyoruz, Nilüfer hanım, bir zahmet bugün korkmaya başlıyor!

Göle’nin Ruşen Çakır röportajındaki dilinin ise her yanından çirkinlik, her yanından sefalet akıyor. Söylediklerine bakılırsa İslamcılar Paris’teki yaşam tarzına, Nilüfer hanımın Saint Germen’de şarap içmesine falan saldırmışlar, bütün mevzu bundan ibaretmiş. Hadi Charles Hebdo neyse, o anlaşılabilir birşeymiş, sonuçta peygamberin karikatürünü çizmişlermiş, öldürülebilirlermiş… Ama öyle dans eden, şarap içen “masum” insanlara saldırmak, aman tanrım! Ah pardon, “oh mon diyö”!

E hanımefendinin korkması doğal tabi. “Böyle giderse Burka’yı savunduğuma falan bakmaz benim de başıma bir iş getirirler” diyor olabilir. Peki biz ne yapalım? Sanırım bizim payımıza da korkmak düşüyor, bu denli sığ yaklaşımları olan biri sırf adının önüne nal gibi “Prof” yazıldı diye hayatımıza, geleceğimize dair böylesi pervasız laflar edebildiğine göre, korkmayalım da ne edelim!

Deli Gaffar- 18.11.2015

DELİ GAFFAR'IN NOTLARI:'İSLAMCI TÜRKİYE'NİN SOLCU MİMARLARI'

Laughing my fool head off
– Stephen Gibb, Kanada – Y.boya, ahşap



Seviyesiz küfürbaz Karakaya’nın cenazesi İslamcı Türkiye’nin ulaştığı zirvenin net bir fotoğrafıydı. Minibüs şoförü düzeyinde bir üslup, alabildiğine cinsiyetçi bir dil, bırakın gazetecilik etiğini en temel insani sorumluluklardan bile nasibini almamış bir hal ve gidiş… Her yanından irin, her yanından haysiyetsizlik akıyor, neresine dokunsanız elinize necaset bulaşıyor. Ancak arkasından ağlayanları pek çok, gözyaşları, övgüler sel olmuş akıyor.

Memlekete kin ve nefretten başka bir katkısı olmayan bu küçük adamın arkasından ağlayanların islamcılarla sınırlı kalmaması, TSK’nin ve hatta islamcılara karşı sığınak bellenen CHP’nin bile ağlayanlar, saygı duyanlar arasına katılması bir tek şeyi gösteriyor : Türkiye’de islamcı iktidar artık bütün kurumlarıyla vücüt bulmuştur. Kendimizi dinciliğin daha ileri uygulamalarına ve hatta muhtemel bir şeriat anayasasına bile hazırlamamız gerekir.

Tabii ki damdan düşmediler. Bağıra çağıra, göstere göstere geldiler. Daha da fenası, solcuların bir kısmının canıgönülden desteği ile geldiler.

Boğaziçi Ünivresitesi’nde kafasına bez dolayarak türban özgürlüğünü savunan “solcu” oğlanlar dün gibi aklımda. Başka mekteplerde de benzer durumlar yaşanmıştı. Evet, Boğaziçi’ndeki kadar tuhaf olanı görülmemişti ama her yerde islamcılar türban özgürlüğü eylemleri yaparken yanıbaşlarında aynı “solcu” örgütler vardı. Şimdi o islamcılar kampuslerde “allahsız dinsiz” solcuları avlıyor, ODTÜ’ye haçlı seferi düzenliyor!

O zaman gençlerine “gidin devlete karşı islamcı kardeşlerinizle dayanışın” diyen örgütler şimdi “kahrolsun islamcı faşizm” diye feryat ediyor. Her devrin kadrolu solcusu bunlar ya hani, solculuğun tek kriteri de bunların abilerinin ağzından çıkanlar oluyor. İyi de birader onca yıl islamcılara teşne olmadığı için kemalist diye yaftaladığınız, faşist diye hakaret ettiğiniz insanların günahı neydi? Çıt yok!

Tıpkı şu şöhretli düşük Ümit Kıvanç gibi. Bu adamda azıcık utanma olsa Hasan Karakaya üzerinden esip gürlemeye kalkmazdı. Hasan Karakaya’ların iktidarı bu ahlaksızlar sayesinde kurulmadı mı? Her kritik dönemeçte iktidardan yana dümen kıvırıp solculara ağız dolusu hakaret edenler bu tetikçiler değil miydi?

Diğerleri de var isimlerini tek tek saymayacağım, suratları tükürük arsızı olmuş politik doğrucu entel takımı, son icraatları işte halının üstüne yapılmış gibi, orta yerde duruyor. Evet, islamcı Türkiye denen bu pislik islamcıların karnından çıktı. Ama ona ebelik edenler de bu sefillerden başkası değildi.

Bu Hasan Karakaya denilen rezil, bir akil adam değil miydi? Evet öyleydi. Yani? Yanisi tüm bu liberal kırma solcu takımının büyük umutlar bağladığı o heyetin bir üyesiydi. İyi de kardeşim ne diye şimdi arkasından saydırıyorsunuz? Bu adam sizin adamınız işte, bakın kimlerle beraber mesai yapmış “Türkiye’nin büyük barış projesi” için : Kadir İnanır, Baskın Oran, Murat Belge, Yılmaz Erdoğan, Lami Özgen, Celalettin Can, Mithat Sancar, Yücel Sayman, Oral Çalışlar, Kürşat Bümin, Lale Mansur… Bu isimler sizin elleriniz patlayana kadar alkışladığınız kişiler değil mi? Onların mesai arkadaşı Karakaya’nın günahı ne?

Şimdi başımıza barış havarisi kesilen Ahmet İnsel, Nilüfer Göle, Gençay Gürsoy yok mu yetmez ama evetçilerin arasında? Barış bildirisini okuyan DSİP’li hanımefendi, daha düne kadar AKP’yi eleştiren solculara hakaretler yağdırıp, açık açık AKP’yi desteklemiyor muydu? Peki öyleyse, o zamanlar omuz omuza savaştıkları Yiğit Bulut’un, Yavuz Bingöl’ün günahı ne?

Konuyu toparlayayım, Jean Genet’in yıllar evvel okuduğum bir makalesini anımsıyorum, başlığı “Açık düşmanı arıyorum”du. Kendini gizleyen düşmana duyduğu tiksintiyi ve nasıl da gerçek, pür düşmanı özlediğini anlatıyordu. İşte islamcı faşizmin pençesindeki ülkemizde de sanıyorum en zorlu işlerden biri bu : bunca sahte yüz, bunca dost görünümlü hain arasında açık düşmanı seçebilmek.

Bütün günahlar şeytanlaştırılmış tek bir figüre yüklenince, af buyurun, at izi it izine karışıyor. Nasılsa hepimiz aynı düşmana karşı mücadele ediyoruz, o zaman dostuz öyle mi? Hayır, düşmanımın düşmanı dostumdur sözü bizim coğrafyamız için geçerli değil. Her karışından bin türlü dönek ve hain fışkıran, en yukarıdaki ruhların en kolay satın alınabildiği bir ülkede en önce yapılması gereken ve hepsinden zor olan şey gerçek düşmanı aramak, onu açığa çıkarmaktır.

Şimdi bizimle beraber ah vah eden bu omurgasız sürüsünü yarın yine bize demokrasi dersi verirken görüseniz şaşırmayın. Bunların ideolojileri de, imanları da, davaları da, kavgaları da, insanlıkları da konjonktüreldir. Vicdanları satılık, akılları kiralıktır. Bu kokuşmuş haşerat sürüsü sadece güçlülerin tarafına üşüşür. Tıpkı Gezi’den sonra birer birer bizim tarafa geçmeleri gibi. Anımsayın, Aziz Yıldırım, İlker Başbuğ bile AKP’den dayağı yedikçe Nazım şiirleri okumaya başlamıştı, bunlar mı geri dönmeyecek! Bunun için “cepheyi genişletmek” adına geçmişte yedikleri herzeleri unutup onlarla ittifak etmek faydasızdır, anlamsızdır.

Tek yolumuz var: güçlü olmak ve düşmana galebe çalmak zorundayız; ahmaklardan, sülüklerden, hainlerden uzak, sadece kendi öz gücümüzle. Unutmamak lazım, bu topraklar dönek ve hain yetiştirdiği kadar yiğit devrimciler de yetiştirmiştir, daha da yetiştirecektir.. İşte bir de bunun için inanıyorum ki biz kazanacağız. 

Deli Gaffar- 21.01.2016

21 Ocak 2016 Perşembe

Kandil’de yazıldı, üniversitelerde imzalandı


“Barış için akademisyenler inisiyatifi”  adlı bir örgütün, üniversiteleri temsil ediyormuş görüntüsü altında yayımladığı o bildiriyi mutlaka takip etmek gerekiyor.


Çünkü bu bildiri; Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı çok başlıklı füze saldırısının üniversite ayağını göstermektedir. Hedefine devletimizi ve onun ordusunu koymuştur. Bu yüzden de ikinci bir Balyoz saldırısıdır.

Batı sömürgeciliğinin emrindeki bu sözde aydınları ve akademisyenleri yıllardır, “Beşinci Kol aydın”, “Ajan aydın” gibi terimlerle anlatırım. Bunlar; ABD’nin özel harp kurumlarından gelen işaretlere göre tavır alırlar. Örneğin Amerika’nın Tayyip Erdoğan’ı “Ilımlı İslami Lider” olarak kullandığı dönemde; bu ajan aydınlar, sıkı biçimde AKP yandaşlığı yapıyorlardı. O sıralar yurtseverler ezilirken; zindanlarda insanlar ölür iken Erdoğan’ı demokrasi kahramanı gibi gösterip hukuksuzluklara kılıf uyduruyorlardı. Erdoğan’a hem “abi”lik hem hamilik yapıyorlardı.

Şimdi süreç değişmiştir… Ama bu 5. Kol aydınların görevi değişmemiştir. Hedeflerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni çözmek vardır. Bu yüzden de devlete karşı silahlı terör eylemleri yürüten PKK’ye psikolojik ve siyasi destek vermeleri gerekmektedir. Bu amaçla devleti ve orduyu çok ağır biçimde suçlayarak hükümeti paniğe sürüklemeye, PKK ile masaya oturtmaya çabalıyorlar.

Savcılık bu etki ajanları/siyasi casusları suçlayınca hemen ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass, soruşturmaya karşı çıktı. “Şiddetle ilgili endişelerin ifade edilmesi teröre destek vermek ile eşdeğer değildir” dedi. 

Amerikan yönetimi aylardır şöyle diyor: PKK ile çatışmayı bırakın da müzakere masasına oturun.

Peki aynı ülkenin Başkanı Obama, El Kaide için ne demişti: “Hiçbir müzakere El Kaide’ye silah bıraktırtamaz.”

Yani demişti ki: Biz bugün Afganistan’da ve Irak’ta El Kaide ile ordumuzu kullanarak mücadele ediyoruz. Onunla müzakere masasında konuşarak silah bırakmasını sağlamak mümkün olamazdı. Silah kullanarak silahını kullanamaz hale getiriyoruz.

Peki bu 5. Kol akademisyenler, Obama’nın bu sözlerine karşı hangi eleştiriyi yaptılar? 

Bugün Türkiye’de sadece silahlı PKK’lılar çatışmaya girdiklerinde öldürülürlerken, Irak’ta 1 milyondan fazla insan katledildi; kadınların ırzına geçildi; camiler bombalandı…

Bu Amerikan imalatı akademisyenler neden o katliama karşı çıkan bildiri yayımlamadılar…

CHP BAŞLATTI

PKK’nın cinayetlerine arka çıkan eylemi önce CHP başlattı. Bunlardan 6 milletvekili Diyarbakır’a giderek güya inceleme yaptılar. PKK destekçileriyle buluşan CHP’li vekiller; onlara “Siz ölüme karşı yaşamı destekliyorsunuz. Sizin barışı yaşatmak için gösterdiğiniz çabayı alkışlıyoruz. Çatışmalar bir an önce durmalı” dediler. Burada devleti hedef aldılar ama PKK saldırganlığına tek söz etmediler.

Sonra bu işe üniversiteler alet edildi. Buralara sızmış sözde akademisyenler; Türkiye Cumhuriyeti’ni katliamcılıkla suçlayan ama PKK’ya tek laf etmeyen o bildiriyi yayımladılar.

Cumhuriyet Gazetesi de Can Dündar’ın emrine verilerek bu psikolojik harpte PKK’nın yayın organı gibi kullanıldı ve kullanılmakta…

Amaç, Türkiye’yi PKK ile tekrar müzakere masasına oturmaya zorlamaktır. Bunun için de gerekirse Birleşmiş Milletler’i devreye sokmaktır. İşte bu sahteci bildiri; Türkiye’yi ileride suçlayacak düşman güçlere bir belge yaratmak için imal edilmiştir.

Çünkü bildirideki suçlamalara hukuki yönden baktığınızda, Türkiye soykırım yapan ülke gibi tarif edilmiştir. Evet açıkça soykırımcı demeseler bile yaptıkları tanımlamalarla bunu dahi söylemişlerdir.

Bunu imzalayanlar aklı ve bilim ölçülerini devre dışı bırakmışlardır.

Vicdanlarının üstüne çarşaf örtmüşlerdir.

Hem ülkelerini hem de milletlerini satmışlardır.

Bunların yaptığı düşünce açıklamak değildir.

Akademisyen dediğin, olayları veya olguları bilimin verileri ile tahlil eder; sonucu akıl süzgecinden geçirir; tarafsız olarak ortaya kor. 

Bu bildiride akıl da bilim de vicdan da yoktur. Verilen emre göre metin yazan fabrikasyon akademisyen vardır.

ABD elçisinin bu işi, şiddetle ilgili düşünce açıklaması gibi göstermesi de tam bir kandırmacadır. Çünkü açıklanan şey düşünce değil; PKK elebaşılarının Kandil’de oturup yazdıklarından ibarettir. Bakın Murat Karayılan, Turan Kalkan, Cemil Bayık gibi PKK elebaşılarının yazdıklarına ve söylediklerine… Bu bildiride söylenenlerle birebir örtüşmektedir.

Yani bu bildiriyi Kandil yazmıştır; üniversitelerimize sızmış olan Amerikan ajanı konumundaki sözde akademisyenler de imzalamıştır. 

Özetle; Türkiye’ye karşı psikolojik savaş yürüten emperyalizmin ajanı konumuna girmiş üniversite görevlisi bir grupla karşı karşıyayız. Elbette ki bu örgüt hakkında soruşturma açılmalıdır.


Cumhuriyet Kadınları Derneği (CKD) Başkanı Canan Arıtman, “Bu akademisyenler, çocuklarımızı eğitemez.” derken, yerden göğe kadar haklıdırlar.


Amerikan emperyalizminin emrindeki akademisyenlerle Hitler’in emrindeki o akademisyenlerin hiçbir farkı yoktur. PKK terörüne arka çıkan bu faşist kafalı akademisyenlerden bilim değil ancak ve ancak fitne çıkar.

Fitnenin yeri de bellidir…



Rıza Zelyut
ulusalkanal.com.tr

16.01.2016

O artık özgürlükçü demokrat

CHP 35. Kurultayı’nın “sonuç bildirgesi” şu cümlelerle başlıyor: 

“Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Cumhuriyeti´ni kuran, ülkemizi çok partili hayata taşıyan ve Türkiye’ye sosyal demokrasiyi getiren üç büyük devrimin altına imza atmıştır. ... “

***
Ulusal kurtuluş savaşı vermek ile “Türkiye’ye sosyal demokrasiyi getirmek” işlerini aynı terazide tartmak tuhaf. Ama bu bir yana, CHP gerçekten “Türkiye’ye sosyal demokrasiyi getirmek” gibi bir iş yaptı mı? 

Bu çizginin ilk partisi, Dr. Hasan İleri’nin Türkiye’de Sosyal Demokrasi 1908-1998 adlı kitabında verdiği belgeli bilgilere göre, 1918’de Wilson İlkelerinin izinde kurulmuş. Adı Sosyal Demokrat Fırka (SDF). Ulusal kurtuluş savaşını İstanbul’dan seyretmekle yetindiği için devrim tarihinin dışında kalmış, varlık kazanamamış. Sonra 1946’da biri Türk Sosyal Demokrat Partisi, diğeri Sosyal Adalet Partisi adlarıyla kısa bir süre yine belirip sönmüş. Üçüncü kez 1964’te Sosyal Demokrat Parti adıyla ortaya çıkmış, birbuçuk yıl sonra CHP’yle birleşerek ortadan kalkmış. Dördüncü baş gösterme epeyce karışık. Kimi ciddi takipçileri olmuşsa da, Bülent Ecevit’le birlikte kah ortanın solu, kah demokratik sol ruhlarının altında ezilmiş, CHP’nin resmi metinlerine 1970’li yılların ikinci yarısında yerleşmeye çalışmış. Beşinci belirişi 12 Eylül’de. 1983’te Erdal İnönü başkanlığında Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kurulmuş, 1985’de Halkçı Parti ile birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adını almış ve 1995’te CHP ile birleşerek yine sona ermiş. Altıncı ve son belirişi 2002’de Murat Karayalçın başkanlığında, Sosyal Demokrat Halk Partisi (SHP) adıyla olmuş. Şimdiki HDP’nin öncüllerinden DEHAP ve 10 Aralık gibi hareketlerle işbirliği yaptıktan sonra, 2010’da Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) ile birleşerek yine bitiş yaşamış. EDP’nin yolunu, Yeşiller ve Sol Gelecek adlı parti üzerinden, 2015 seçimlerinde HDP’yi destekleyen bir yapı olarak tamamladığını belirtelim.

Sosyal demokrasinin kurumsal tarihi ve bunun CHP ile ilişkileri, “Sonuç Bildirgesi”nde söylenenlerle hiç uyuşmuyor. Anlaşılan CHP’yi karşıdevrimin aleti kılmak isteyenler hikaye uydurarak, bir yandan kendi darbelerine bir temel kurmak, bir yandan da sosyal demokrasinin HDP’ye uzanmış damarından güç almak istiyor.

***
Sonuç Bildirgesi’nde giriş cümleleri şöyle devam ediyor: 

“Türkiye´nin bugün ihtiyacını duyduğu dördüncü devrim ise “Özgürlükçü Demokrasi”dir. İlk üç devrimin sahibi olan CHP, Türkiye’yi “Özgürlükçü Demokrasi”ye ulaştırma kararlılığındadır. Kurultayımız, bu kararlılığın dönüm noktasıdır ve bildirgemiz dördüncü devrimin ana hedeflerini içermektedir.”

Dördüncü devrim birkaç giriş paragrafıyla 21 maddeden oluşuyor. Öncesi yok; kurultayın birinci gününde görevlendirilmiş bir komisyonun marifetiyle gün içinde yazılıp bitirilmiş. Kürsüden okunmuş, tartışmaya açılmamış, oylanmış, dendiğine göre oybirliğiyle kabul edilmiş. Bildirgeyle darbe! 

Özgürlükçü demokrasi çizgisi, Türkiye’de üç günden beri CHP’li devrimci kimseleri anlatıyor. Milliyetçi-demokrat, muhafazakar-demokrat, sosyal-demokrat, radikal-demokrattan sonra, demokrasi yelpazesinin en yenisi. Aslı, neoliberal demokrasi. Özgürlükçü demokrat CHP’nin misyonu bildirgede yazıyor: 

(1) Etnikçi eşit-vatandaşlığı benimsemek (2) Ademi merkeziyetçiliği savunmak (3) PKK ile mücadeleyi reddetmek (4) PKK’nın isteklerini “çözümün adresi TBMM” sloganı sayesinde anayasa ve yasalara geçirmek. 

Bu demokrat türü Soros destekli “renkli devrimler”in militanıdır. Savunduğu demokrasi türünün en ileri örneği ise Atlantik kuvvetleri tarafından Irak’ın işgali sırasında sergilenmişti. Bildiğiniz gibi ABD önderliğindeki işgalcilerin Irak’a getirdikleri şey hem barış, hem özgürlük, hem demokrasiydi. Eksiksiz, üçü bir arada!

***
Mim koyalım: 35. Kurultay, karşıdevrimin sinsi istila sürecini tamamladığını, cumhuriyete karşı CHP’yi kullanarak açıkça saldırıya geçtiğini gösteriyor.

Birgül AYMAN GÜLER- Aydınlık/20.01.2016

Türkiye’de Filistin yaratmak


Ülkemiz, çok başlıklı bir saldırı ile karşı karşıya... Bunlardan sonuncusu, ajan akademisyenlerin yayımladığı bildiri oldu. Batı sömürgeciliğinin emrindeki bu tipler için 50 yıldır değişmez tek suçlu vardır: Türkiye Cumhuriyeti...

Bu kinde yalnız değiller:

| Türkiye’yi “Hasta Adam” ilan edip yutmak isteyen ama bu planları Büyük Atatürk tarafından bozulan Avrupalılar ebedi düşmandır. 

| Anadolu’yu ele geçirip Büyük Yunanistan ideali güden Rum papazlar ile Yunan ordusunun Anadolu’da bıraktığı gizli çocukları düşmandır.

| Ermeniler olmasa bile Ermeniciler (Diyaspora) ölümüne düşmandır.

| Kürdistan rüyası ile ikide bir silaha sarılan gerici ve etnik Kürtçü takımı (PKK) düşmandır.

| Türk milletinin içinden çıkmış olan ama 5. Kol elemanları gibi çalışan liberal postuna bürünmüş bazı akademisyenler ile sözde aydın takımı düşmandır.

| Ve bütün bunları da Birleşik Amerika gütmektedir.

Yani karşımıza akademisyenlerin görüşü gibi çıkartılan görüş; aslında ABD’nin uluslararası casus örgütlerinin görüşlerini dile getirmektedir.

O bildirinin altında 1919’larda “Türkler kendi kendini yönetemez!” diyen Mandacıların, Etnik-i Eterya’nın, Kürt Teali Cemiyeti’nin, Hınçak ve Taşnaksutün’ün, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin, Mavri Mira’nın, Rum Pontus’un, İskilipli Atıf Hoca denen hainin, hain Şeyh Sait’in, Roma Kilisesi dostu Said-i Nursi’nin, Fethullah Gülen’in parmak izleri bulunuyor. 

KARAYILANLAR

Cumartasi günü Ulusal Kanal sitesinde yazdığım gibi; akademisyen kılıklı ajan aydınların bildirisini kendileri değil de sanki Kandil’deki terör elebaşıları Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan oturup birlikte yazmışlar; üniversitelere sızmış bu karanlık ruhlar da imzalamıştır.

Karşımızdaki bu bin 128 kişi, bilimi kullanarak gerçeği ortaya çıkarmaya uğraşan gerçek akademisyen değildir. Bunlar, gerçeği ters yüz etmekle görevli psikolojik harp elemanlarıdır. Akademisyen postu altında “5. Kol elemanları” gibi çalışarak içerideki toplumun birlik duygusunu dinamitlemek temel görevleridir. PKK’nın yaptığı katliamları Türk Devleti yapıyormuş gibi göstermeleri bunun en açık kanıtıdır. Böylece PKK’ya moral desteği verip saldırı gücünü artırıyorlar. Hedef de devleti güç duruma düşürerek PKK ile yeniden pazarlık masasına oturtmak...

OBAMA NE YAPMIŞTI?

Türkiye’yi uluslararası terör örgütü PKK ile masaya oturtmak isteyen ana merkez ABD’dir. Amerikan yönetimi ikide bir Türkiye’ye PKK ile müzakereleri yeniden başlatmasını öneriyor. Bize, bebekleri bile katleden bir terör örgütü ile müzakere masasına oturmayı emreden şu Obama acaba El Kaide ile bakanlarını görüşme masasına oturttu mu?

Aksine; teröre karşı silah kullanmayı kutsadı... 2009’da Nobel Barış Ödülü’nü aldığı Oslo’daki konuşmasında, “Hiçbir müzakere El Kaide’ye silah bıraktıramazdı!” diyerek hem Afganistan’da hem Irak’ta El Kaide ile masaya oturmayacaklarını, onu silahla yola getireceklerini açıkladı.

SOYKIRIM BELGESİ (!)

Ajan akademisyenlerin girişiminden önce HDP’liler Güneydoğu Anadolu’da özerklik ilan ettiler. Bunun açık adı, Türk toprakları üstünde bir Kürdistan kurma girişimidir. Çatışmalar şehirlere bu amaçla yayıldı. Selahattin Demirtaş ABD’ye ve Avrupa ülkelerine bu amaçla gitti. Temel hedef de konuyu Birleşmiş Milletler’in gündemine taşımaktır. 

Yakında, Türkiye, Güneydoğu’da işgalci devlet gibi gösterilecek; bu devletin oranın asıl halkı ve sahibi gösterilen Kürtlere karşı soykırım uyguladığı söylenecektir. PKK bu yüzden daha çok insan, daha çok çocuk öldürmektedir. Kendi suçunu üstüne yıkarak Türkiye’yi soykırımcı göstermek için iki belge kullanacaktır: 

Bunlardan birisi bu ajan akademisyenlerin yayımladığı o kirli bildiridir... Diğeri de Yeni CHP’nin Pazar günü yayımladığı Kurultay Bildirgesi’dir. Yarın Yeni CHP’nin ne yapmaya çalıştığını göstereceğiz.

5. Kol akademisyenler dediğim grubun içinde konuyu sadece düşünce açıklamak gibi gören aldatılmış tipler bulunabilir. Sedat Peker gibi tiplerin ortaya çıkıp bu gruba saldırmaları; ajan akademisyenlerin suçunu örtmemelidir. Çünkü o bildiride Türk Devleti’ne yönetilen suçları alt alta yazıp topladığınızda karşınıza soykırım suçu çıkıyor. İşte ihanet budur... 

Bu ağız, 2007’de Ergenekon kumpasçılarında, 2010’da Balyoz kumpasçılarında gördüğümüz ağızdır.

Uyarıyorum: PKK’nın siyasal uzantıları, CHP’den ve Yeni Cumhuriyet gazetesinden destek alarak ve içimizdeki ajan aydınları da kullanarak Güneydoğu’yu yeni bir Filistin gibi göstermek peşindeler. Böylece de Birleşmiş Milletler’in devreye girmesini sağlamaya çalışıyorlar. PKK’lılar yakında bölgede halkoylaması isterse kimse şaşırmasın. Amerika’nın isteğine uygun olarak HDP, CHP, Yeni Cumhuriyet gazetesi, bazı ajan sivil toplum kuruluşları el ele verdiler; Türkiye’ye karşı bu tuzağı işletmeye çalışıyorlar.

Bu işbirlikçiler unutmasın ki, bu millet 1920’lerde en perişan durumda iken düşmanlarını nasıl yendi ise bunları da yenecektir.

Rıza ZELYUT-Aydınlık/20.01.2016

PKK Silopi’de kaybetti CHP Kurultayı’nda kazandı


Türk Silahlı Kuvvetleri, Polis ve Köy Korucuları, Bölücü Terör Örgütünün belini kırdı.

PKK, Cizre’de, Silopi’de, Sur’da, Yüksekova’da, Varto’da, her yerde kaybetti.

Aynı PKK, CHP Kurultayı’nda kazandı.

Evet acıdır ama CHP’nin 21 maddelik bildirisini okuyunuz, CHP Genel Kurultayı PKK’nın temel taleplerini ve AKP’nin Yeni Anayasa esaslarını oybirliğiyle kabul etmiştir.

Bakınız neler var:

- Özerklik,
- Eşit vatandaşlık adı altında Türk Milletinin anayasadan çıkartılması,
- Yaşam tarzlarına güvence.

ÖZERKLİKTE ÖCALAN FORMÜLÜ

PKK’nın Demokratik Toplum Kongresi (DTK), 26-27 Aralık 2015 günlerinde Diyarbakır’da toplanıp “Kürdistan’da özerklik” ilan etmişti. Üç hafta içinde CHP Kurultayı da “Avrupa Özerklik Şartına konan çekincelerin kaldırılması” kararını aldı. Abdullah Öcalan’ın formülü de aynen böyleydi. ‘Bu formül amaca ulaşmak için yeterlidir’ diyordu. CHP Kurultayı’nda oybirliğiyle benimsendi.

TÜRKSÜZ ANAYASA İÇİN PKK FORMÜLÜ

CHP Kurultayı’nın “Eşit vatandaşlık” kararı, vatandaşlara eşitlik getirmiyor, etnik gruplara eşitlik getiriyor. Eşitlik adı altında, Türk milleti vatandaş tanımının dışına sürülüyor. Anayasa dışında eşitlik sağlanmış oluyor. Mantıki sonucu, etnik grupların Anayasaya geçirilmesidir. Türksüz Anayasa icadı da, CHP’nin değil, PKK’nın ve AKP’nindir.

LAİKLİĞİN GÖMÜLMESİ İÇİN AKP FORMÜLÜ

“Yaşam tarzlarına güvence” formülü de, yine AKP’nin ve cemaatlerin vazgeçmedikleri laiklik karşıtı formüldür. PKK da bu formülü ezberlemiştir ve her program ve bildirisinde tekrar eder. Burada yaşam tarzları, dinsel kurallardan kaynaklanan yaşam tarzlarıdır.

Burada yaşam tarzlarına tanınan özgürlük, bireyin inanç özgürlüğü değildir, devleti ve toplumu din temelleri üzerinde kurma ve parçalama özgürlüğüdür. Başka deyişle Laikliğin toprağa gömülmesidir. Ortaçağdan kalma cemaat ve tarikat gibi toplulukların kendi cemaatlerini istedikleri gibi düzenlemelerine güvence sağlanmaktadır. Dahası toplum bölünmekte, hukuk sistemi parçalanmaktadır. Yaşam tarzlarına güvence verildiği zaman, örneğin ülke ölçeğinde bir Medeni Kanun uygulanamaz, çağdaş toplum kurulamaz. CHP, toplumu cemaat ve tarikatlara teslim etmekte, hukuk sistemini parçalamakta ve Kemalist Devrimin laiklik ilkesini ayak altına almaktadır. Cumhuriyet laikliğinde, dinsel inanç vicdanda özgürdür, ama vicdanını dışına çıkıp toplum içinde farklı yaşam tarzları oluşturamaz. Laiklik, yalnız din ve devlet işlerinin ayrılması değildir. Din, toplumu düzenleyemez.

BÖLÜCÜ VE GERİCİ ANAYASA KOALİSYONU

CHP Kurultayında yalnız PKK kazanmadı, AKP de kazandı. Çünkü bildirinin esasları, AKP Programından kopyalanmıştır. AKP’nin Yeni Anayasa tasarımında ne varsa, CHP Kurultay Kararında da aynı maddeler var. AKP Anayasası’nın yolundaki mayınları temizlemek, uzun zamandan beri CHP’nin merkezi görevi oldu.

AKP, PKK ve CHP, bu kurultay kararında buluştular. Bölücü ve Gerici Anayasa girişiminin esasları CHP’nin Kurultay Bildirisi’nde toplu olarak ilan edildi. Üçlü Koalisyonun temel ilkeleri belirlenmiş oldu: Vatansız, Türksüz ve Cumhuriyetsiz Anayasa.

KOMİSYONDA TARTIŞILACAK KONU KALMADI
YALNIZ GÜRÜLTÜ VAR

Böylece Anayasa Komisyonu’nda CHP, AKP ve HDP arasında tartışılacak bir konu kalmadı. Vatanı bölen, milleti anayasa dışına süren, laik toplumun temelini dinamitleyen maddeler, şimdiden her üç parti tarafından kabul ediliyor. Başkanlık Rejimi tartışması ise, bu büyük tertibin gürültüye getirilmesi için yapılacak. CHP’nin yığınağı, Başkanlık konusunda gürültü çıkartmaya odaklı. Vatan, Millet ve Laiklik cephesine yoğunlaşan bir CHP yığınağı zaten yok.

ABD BATI ASYA’DA YENİLDİ CHP KURULTAYINDA KAZANDI

CHP Kurultayı, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi Kurultayı gibi oldu.

ABD Ortadoğu’da yenildi, ama CHP Kurultayından zaferle çıktı.

Özerklik, eşit vatandaşlık ve yaşam tarzlarına güvence, üçü de 1990 yılından beri ABD dayatması.

DEĞİŞMEYEN BİR TEK ‘DEĞİŞİM’ SLOGANI

CHP’nin kurultaylarının temel sloganına bakınız, “Değişim” sloganı hiç değişmiyor.

Değişim, Küreselleşme döneminde ABD’nin temel sloganıdır. Bütün dünyada ABD’nin formatladığı partilerin programlarına bakınız, baş köşede hep “Değişim” var ve “Değişim” hiç değişmiyor.

Doğu PERİNÇEK- Aydınlık/20.01.2016

Herkes Mersin’e giderken CHP Dersim’e koşuyor!


Yeni CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu olağanüstü kurultayda da geleneği bozmadı! Anayasamızı yeniden sinsice bombaladı! Bozuk plak gibi hep aynı nakarata takıldı! “Darbe anayasası ayıbından kurtulmalıyız. Siviller de anayasa yapabilir! AKP’ye bu konuda her türlü desteği veririz...”

BU KADAR DA OLMAZ Kİ!

Ayıptır, yazıktır, günahtır! Bu büyük millete doğruları söyleyin! Yüzlerce defa yazıldı, çizildi, söylendi... 1982 Anayasası’ndan geriye bir toz bile kalmadı! Asıl sorun sahası AKP’nin yaptığı değişiklikler... Hiç mi gazete okumuyorsunuz? Partinizde hukukçu yok mu? CHP’nin nitelikli seçmenini niçin “göbeğini kaşıyan adam” durumuna düşürüyorsunuz? Onların da yutacağını mı zannediyorsunuz?

MECBUREN DERSE DEVAM 

Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinde, 1987 yılından itibaren yapılan değişikliklerle 1982 Anayasası büyük ölçüde AB müktesebatına uyumlu hale getirildi. Kuvvetler Ayrılığı, temel hak ve özgürlükler, basın özgürlüğü, sendikal haklar, toplantı ve gösteri yürüyüşü, çevre ve benzeri konularda AB ülkelerinden, anayasal anlamda farkımız kalmadı. Mesele AKP’nin iktidara gelmesi ile başladı!

Bizdeki en büyük sorun ise anayasa değil, sizin gibi siyasetçiler ve kerameti kendinden menkul partilerdir! İktidar, sadece kendi çıkarları için özel yasalar, torba yasalar, tüzükler ve yönetmelikler çıkarmaktadır! Bununla da kalmayıp, Meclis’te gerçek bir muhalefetin olmayışı nedeniyle, TBMM’yi devre dışı bırakarak kanun hükmünde kararnamelerle dilediğini yapmaktadır...

Yetersiz ve çapsız siyasetin ve siyasetçinin günahını anayasaya yüklemeyin! Bugün Türkiye’deki en büyük iki sorun, siyasi partiler yasası ve yüzde on seçim barajıdır... Bu iki problemin de anayasa ile uzaktan, yakından hiçbir ilgisi yoktur! Bu iki konu da, neredeyse her Allah’ın günü çıkarılan torba yasaların içine sokuşturularak, pekâlâ çözülebilirdi! Kapısında 32 gün çadır kurduğunuz platonik aşkınız AKP ve kamuoyunda “yedek lastik” ya da “koltuk değneği” olarak tanımlanan diğer bir sayın parti ile bu iki meseleyi niçin halletmediniz!

İki lafından birisi demokrasi olan Meclis’teki sayın partilerimiz niçin bu iki antidemokratik alana dokunmuyor! İçinizden geçeni duyar gibi oluyorum: “Kardeşim karıştırma! Ne güzel tezgâhı açmış, demokrasi oyunu sahneliyoruz... 2-3 kişi ile koca bir partiyi elimizin altına alıyoruz. Arı kovanına çomak sokma!” Yüzde 10 barajı toplumun her kesiminin Meclis’te temsil edilmesini engellemiyor mu? Ama herhalde işinize geliyor... AKP ile bu gündemle niçin toplumun karşısına çıkmıyorsunuz?

DİLİNİZİN ALTINDAKİ BAKLAYI ÇIKARIN!

Cihet-i Askeriye’de sıkça söylenir: “Üstlerinizden bazı şeyleri gizleyebilirsiniz ama astlarınız her şeyi görür!” Hiç kimse kendisini çok kurnaz, sessiz çoğunluğu da safdil sanmasın! Her şey açık seçik anlaşılıyor. “İlk 4 madde kırmızı çizgimizdir!” diyerek, Atatürkçü ve Cumhuriyetçileri kandıramazsınız!

Örneğin, Anayasamızın 66’ncı maddesinde yer alan “Türk Vatandaşlığı” ile oynarsanız, ilk 4 madde çöpe gider... Yeni CHP, AKP ve PKK’nın, “Eşit Vatandaşlık”, Emperyalist Merkezlerin ise TC Vatandaşlığı, Türkiyelilik!” kavramını ortaya attığını farz ve kabul edelim! Uzlaşma çukurda mı olacak! Dâhili ve harici akiller mi devreye girecek. Ünlü artist keçilerden kaçarak bu işe balıklama mı dalacak!

KÂBUS SENARYOSU!

Olmaz ama bir an için hepimiz “Türkiyeli” olalım... Türk subayı NATO toplantısında şu anonsu duyar: “British (İngiliz), German (Alman), French (Fransız), Italian (İtalyan) officers (subaylar) and (ve) officers from Turkey (Türkiyeli/Türkiye’den subaylar) will get together (toplanacaklar). Bu mudur? Bu büyük millet böyle bir aşağılanmaya izin verir mi?

DERSİMLİYE ON PUANLIK UZMAN SORUSU!

Sayın Genel Başkanım, Zatıâlinize ve izninizle sözcü Sayın Haluk Koç ve de yeni partinizdeki sayın hukuk âlimlerine bir sorum olacak! Bu soruyu, CHP’ye gönül veren sözde değil, özde Atatürkçü ve Cumhuriyetçiler adına da sormak istiyorum...

Acaba 1982 Anayasasında mevcut olup da halen değiştirilmeden kalan antidemokratik maddeler ve fıkralar nelerdir? 

SON NOKTA

Kısa süre önce (06 Ocak) Aydınlık’ta “Kına Yakın!” başlıklı yazımda şunu söylemiştim:

“Yeni CHP: Başkanı, yönetimi, milletvekilleri, il başkanları ve delegeleri ile bütünüyle farklılaşmıştır. Bu ekibin kurucu ideoloji ile hiçbir bağı kalmamıştır! “CHP kurtarılmadan Türkiye kurtarılamaz!” diyenler, toplumu oyalar ve dolaylı olarak Türkiye’yi yıkan dinamikleri hızlandırmış olurlar...”

Dudak bükenler, sert eleştiri yöneltenler, abartılı yorum olduğunu ileri sürenler oldu... Ama yeni CHP son kurultayında üç önemli karar aldı: “Eşit vatandaşlık, özerklik ve PKK’ya göz kırpan bildiriye imza veren akademisyenlere tam destek!” Ve de bu kararlar, acı ama gerçek, hem de oy birliği ile alındı! Tek bir delege, tek bir milletvekili karşı çıkmadı! 

Bu partide, bir kişi bile olsa, yiğit bir Atatürkçü yok muydu? Böylece yeni CHP’nin bütün günahlarını Dersimli Kemal ve yakın çevresine yükleme dönemi fiilen sona ermiş oldu! Yeni CHP, topyekûn karşı devrim cephesinde yerini aldı! Mehmetçik, PKK kıyafeti giymiş emperyalizm ile ölüm kalım savaşı verirken, “CHP’nin artık bir milli güvenlik sorunu olduğunu” ileri sürmek, acaba haksızlık mı olur?

Herkes Mersin’e giderken, yeni CHP Dersim’e koşuyor!

Amiral Soner POLAT- Aydınlık/20.01.2016

Düşünmek vakti

Bazı durumlarda tek bir tuğla çekildiğinde bütün duvar çöker. Yugoslavya’da mesela, Hırvatistan ve Slovenya çekildiğinde bütün duvar çökmüştü. Çekoslovakya’da aynı şey sessizce oldu. Kosova, iç karışıklığın ardından önce Birleşmiş Milletler, daha sonra da AB denetiminde “bağımsız” oldu. Elbette orası Avrupa, emperyalist kapitalizm kendi anayurdunu Soğuk Savaş’tan sonra düzene soktu, kendi sistemiyle bütünleşmeyen ülkelerin sosyalizm ya da bağımsız ulus devlet olma iddialarını ortadan kaldırdı.

Ülkemiz sosyal doku ve tarihsellik bakımından Ortadoğu’nun bir parçası. Şimdi düveli muazzama “demokratik özerklik” adı altında bir tuğlayı çekerek bizi yıkmaya çalışıyor. Burada güçlü bir ulus-devlet değil, emperyalizmin sosyalistlerden araklayarak dönüştürdüğü “insan hakları” anlayışına uygun, etnik ve dini özerk yapılardan oluşan, tarihini inkâr etmiş, silahlı kuvvetlerinin NATO kapsamında paralı asker gibi kullanılacağı, işgücü ucuz, teknolojisi geri, eğitimi sıfır, halkı hurafelerle ve etnisite yanılsamasıyla uyuşturulmuş, idaresi çok parçalı, her parçanın bir diğeriyle didiştiği bir özerk bölgeler yapılanması istiyor.

Peki, bu iyi bir şey mi?

Mesela bu bir demokrasi mi? Ya da bizim elli yıldır özlemini çektiğimiz, nice canlar feda ettiğimiz “Tam Bağımsız Türkiye” idealine uygun mu? Küresel sermayenin egemenliği altında böylesine çok parçalı bir yapıdan sosyalizme geçmek mümkün mü? Sosyalizmi falan bir yana bırakın, dini ve etnik olarak bölünmüş, her biri diğerine karşı kışkırtılmış bir yapının hangi parçasında sosyalist bir parti, “dergi çevresi” ya da buna benzer bir şey olarak kendi varlığınızı sürdürebileceksiniz? Otuz altı etnik gruptan, iki mezhepten, bilmem kaç tarikattan birine mensup olarak kendi geleceğini arayan birine sosyalizmi, hatta sınıfların varlığını, tarihi, coğrafyayı nasıl anlatacaksınız?

Takunyalı Führer on üç yıllık iktidarında taşralı tüccar sınıfı zihniyetiyle, gericiliği yaymaktan, kendi çevresini zengin ve güçlü kılmaktan başka hiçbir kaygı taşımadı. Tarihsel boyutta baktığımızda geçici bir fenomendir; kendisine verilen görevi tamamladı, araziyi (yani ülkemizi) müstevlinin siyasi emelleri doğrultusunda bölünmeye, işgale, küresel sermayenin köleliğine hazırladı. Emperyalizm, görevini tamamlayanları, akılsız başına Başkanlık Tacı’nı koyup biraz daha akıllandırsa da yerinde tutmaz. Sonrası önemli.

Demek ki zurnanın zırt dediği yerdeyiz. Bakın PKK bir yandan şiddeti ülkenin batısına yaymaktan söz ediyor; İspanyol İç Savaşı, Stalingrad falan diyerek en aptal duygularını sömürdüğü zır cahil neşeli sosyalistlere “demokratik (!) cephe”, işbirlikçi vatan haini bir kısım CHP yöneticisine ise ittifak öneriyor. PKK’nin işbirlikçi savaş ağalarına bazı sosyalistlerin ve kendisini sosyal demokrat sananların böyle bir umut verebilmiş olmaları çok vahimdir; bizim zaafımızdır.

Hesaplaşma çok büyük olacak. Tarihte duygusallığa yer yoktur. Bir süre sonra kimse kimseyi uyarmaz, gözünün yaşına bakmaz. O yüzden safları oluşturmak için düşünmek vaktidir.

Yavuz ALOGAN- Aydınlık/05.01.2016