5 Ocak 2016 Salı

Mareşal Helmuth Von Moltke, 1835 tarihli mektubunda "Osmanlı İmparatorluğu'nun Askeri ve Siyasal Durumu"nu Değerlendiriyor

OSMANLI’YA ÖYKÜNMEK


 “Tıpkı Britanya’nın eski kolonileri ile yaptığı gibi, Türkiye de bir milletler birliğine dönüşebilir…Bana hatırlattı ki, Britanya eski kolonileri ile bir ortak refah bölgesine sahip. Neden Türkiye liderliğini Balkanlardaki eski Osmanlı topraklarında, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da yeniden inşa etmesin ?” 
(Jackson Diehl’in Washington Post’da 5 Aralık 2010 tarihinde Ahmet Davutoğlu ile yaptığı söyleşiden aktaran Cüneyt Ülsever- Oda TV 16.11.2011)

Ahmet Davutoğlu’na ait olan bu sözler, “yeni Osmanlıcılık”ın açık ifadesi…623 yıllık bir ömür sürmüş ve birçok diğer imparatorluk gibi insanlık tarihinin derin sularına gömülüp gitmiş bir “ölü devlet”i tekrar canlandırmak gibi bir çaba içindeler.

1959 doğumlu Davutoğlu, İstanbul Erkek Lisesi’ni ve Boğaziçi Üniversitesi bitirmiş. Üniversitenin Ekonomi ve Siyaset Bilimi/Uluslararası İlişkiler Bölümlerinde eğitim alarak okuldan çift anadal programıyla mezun olmuş, aynı üniversitenin Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans, Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde de doktora yapmış.

Uzun yıllar hem Erdoğan’a, hem de Gül’e “dış politika danışmanlığı” yaptı ve 2009 yılında TBMM dışından “Dışişleri Bakanı” olarak atandı. 2014 yılından beri de TC’nin Başbakanı…

TC’nin laik eğitim sisteminden geçen şimdiki Başbakanımızı “yeni Osmanlıcılık hülyaları” vehmine getiren koşullar gerçekten incelemeye değer…Bu incelemeye, tabii ki mezun olduğu okullardaki eğitim sistemini de katmak gerekiyor. Çünkü, geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi’nden bir Prof. Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda, Davutoğlu’ndan övgüyle bahsediyor, en iyi öğrencilerinden biri olduğunu söylüyor ve AKP iktidarının ilk dönemlerinden duyduğu memnuniyeti ifade ediyordu !

Aslında, yaklaşık 10 yıldır özellikle ülkenin uyguladığı dış polikaya yön veren Davutuğlu’nun düşünce ve eylemleri, görüşleri Amerikan Dış Politikası üzerinde oldukça etkili olmuş olan Samuel Huntington ile oldukça örtüşüyor. Örneğin, Huntington şöyle diyor: 

“İslami bir çekirdek devlet ekonomik kaynaklara, askeri güce, güçlü bir örgütlenmeye, İslami bir kimliğe sahip olmak ve ümmete hem siyasal hem de dinsel düzeyde liderlik etmek zorundadır.” 

Huntington, İslamın olası liderleri olarak 6 devleti görüyor ve bunların içinde “Türkiye”nin İslamın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahip” olduğunu söyledikten sonra, “Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türk cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı imparatorluğundan devralmasını önlemiştir….Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur.” diyor.

Huntington bu satırları kaleme aldığında yıl 1996’dır. 18 Kasım 2002 tarihinde Abdullah Gül başkanlığı’nda kurulan 58. AKP hükümeti ve 14 Mart 2003 tarihinden itibaren iktidar olan (liberallerimizin, bir kısım Marksist ve post-Marksistlerimizin de desteklediği) Erdoğan Hükümetlerinin  adım adım işlerlik kazandırdıkları iç ve dış politika uygulamaları, yukarıda alıntı yaptığımız “Huntington”un tezleriyle örtüşmüyor mu ? Bugün yapılmak istenenleri yorumlarken, tüm bunları dikkatten kaçırırsak doğru sonuçlara varmamız olasılığı oldukça azalır. Çünkü bugünün başrol oyuncuları, zamanında, uygulanmak istenen bu senaryoya göre yönetmen tarafından seçildiler.

1970’li yıllarda özellikle gençler arasında oluşturulan çatışma hali ve provokasyonların ana hedefi bir “darbe” nin yaptırılması idi… Darbeden sonraki amaç, yükselen solu geriletmek ve Türk-İslam ideolojisini devletin resmi ideolojisi haline getirmek oldu. 12 Eylül darbesinin yarattığı koşullar sonucunda “İslami Hareket” hızla gelişti. Ülkemizdeki tekelci burjuvazinin elindeki sermaye birikimi dünya pazarlarından pay alma talebini getirdi. Ve buna bağlı olarak, emperyalizmin ülkemize yüklediği “bölgesel güç olma” görevine burjuvazinin bir itirazı olmadı. Bugün gelinen noktada, “Türk-İslam Sentezi” nden “Yeni-Osmanlıcılık”a varılmıştır. Ülkemizin tekelci sermayesinin yanı sıra bu süreçte palazlanan “islamcı burjuvazi” tarafından da destek görmektedir. 

“Kusursuz, her daim güçlü, kahraman, herkese adil, kimseye karışmayan, herkesin haklarına saygılı” Osmanlı imajı da son yıllarda TV dizileriyle, sinema filmleriyle ve basın-yayın araçlarıyla halkımızın kafasına adeta çakılmaktadır. Homojen, yekpare bir Osmanlı tarihi empoze edilmekte, tüm imparatorluk sürecinde tahta çıkan 36 padişahtan sadece birkaç tanesi (Fatih, Kanuni, “ulu hakan” Abdülhamid Han gibi) sürekli vurgulanmakta, diğerlerinin hiç adı geçirilmemektedir. 

Oysa, biz biliyoruz ki; Osmanlı 1606 tarihli “Zitvatorok Antlaşması” (bu antlaşma ile ilk kez olarak  Avusturya'nın; Osmanlı Devleti'ne ödediği yıllık 30.000 altınlık vergi kaldırılmış ve Avusturya arşidükünün, protokolde Osmanlı sadrazamı yerine Osmanlı padişahıyla denk sayılarak kendisine resmi yazışmalarda "Ceaser" (imparator) şeklinde hitap edilmesi kararlaştırılmıştır) ile “Duraklama Dönemi”ne,   1699 tarihli “Karlofça Antlaşması” ile “Gerileme Dönemi”ne girilmiş ve 1827’den itibaren de “Dağılma” ve “Yıkılma” süreçleri başlamıştır.

Osmanlı’da 1864 yılına kadar “Eyalet Sistemi” uygulanmıştır. Fransız İhtilali ile beraber ortaya çıkan milliyetçilik akımı, eyalet sistemi ile yönetilen Osmanlı Devleti için olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Milliyetçilik isyanları ile beraber Osmanlı Eyaletleri merkezden koparak bağımsız birer devlet olmuşlardır (örneğin 1832 Yunanistan’ın bağımsızlığı). Merkezi Otoritenin iyiden iyiye bozulması ile beraber 1864 yılında kabul edilen “Teşkil-i Vilayet Nizamnamesi”  ile “Vilayet Sistemi”ne geçilmiştir. Eyaletler vilayetlere dönüştürülmüş ve tamamen merkeze bağlanmıştır. Osmanlı’nın daha 1864 yılında zorunluluktan değiştirdiği “Eyalet Sistemi”ni, günümüzdeki bazı liberaller, bir avuç Marksist ve post-marksist komünalist, halen, bugün peşine düştükleri “demokratik özerklik” safsatalarına referans olarak kullanmak suretiyle “yeni Osmanlıcılarla” aynı noktada buluşmaktadırlar. Hiçbir zaman kitleleri örgütleyip siyasi bir güç olamayan ve olamayacak, özellikle “kürt siyaseti”nin kuyruğunda yaşam bulan, kendilerini “muhalif” addeden bu küçük gruplar, aslında “devletin yeniden yapılandırılması” aşamasında “İslamcılar”la birçok noktada buluşmuşlardır ve buluşmaya devam edeceklerdir. Bunların somut örneklerini önümüzdeki günlerde daha çok göreceğiz.

1600’lü yılların başından beri duraklamaya ve gerilemeye girmiş olan Osmanlı’nın1922 yılında saltanatın kaldırılmasıyla tarih sahnesinden çekilmesinin suçluları olarak, bizim “islamcı” kafalarca, “Enver Paşa,Cemal Paşa,Talat Paşa” ve saltanatı/hilafeti kaldırması nedeniyle de “M.Kemal Paşa” olarak gösterilmektedir.

Aşağıda okuyacağınız mektup ise Helmuth Von Moltke tarafından 1835 yılında yazılmıştır. Moltke, 1835 sonlarında Padişah II.Mahmut’a Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi için danışmanlık yapmakla görevlendirildi. 1836’da Berlin’in kararıyla Osmanlı devletinin hizmetine girdi. İstanbul’da bir süre çalıştı, sonra Balkanları dolaştı. Başkomutan Hafız Mehmet Paşa’nın danışmanı oldu. Osmanlı ordusunun 1839’da Nizip’te Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa karşısında ağır yenilgiye uğraması, Osmanlıların Moltke’nin önerilerine önem vermemesine bağlanır. 1839 sonlarında Almanya’ya dönen Moltke, 1858- 1888 yılları arasında Prusya ve Almanya Genelkurmay Başkanlığı yaptı.
Evet; Yıl 1835 (Cemal Paşa’nın doğumu 1872, Talat Paşa’nın doğumu 1874, Enver ve Mustafa Kemal Paşaların doğumu ise 1881; yani mektup yazıldığında henüz hayatta bile değiller!) ve işte  OSMANLI’NIN HAL-İ PÜR MELAL-İ !

IŞIK




OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN SİYASİ VE ASKERİ DURUMU

7 Nisan 1835

   Uzun zaman Osmanlı gelişmesini önlemek Avrupa ordularının başlıca amacı olmuştu. Bugün ise, Avrupa’nın temel politikası, bu devletin varlığını koruması ve sürdürmesi olmaktadır.

   İslamiyetin, doğunun olduğu gibi batının da büyük bir bölümüne egemen olacağından duyulan, haklı olarak, korkulu dönem geçeli çok olmamıştır. Muhammed’e inananlar, Hıristiyanlığın yüzyıllardan beri kök salmış olduğu ülkeleri de ele geçirmişlerdir. Havarilerin kutsal toprağı Korinth ve Efes, Nikomedya (İzmit), İskenderiye, Sinodlar (Yahudilikle ilgili öğreti ya da uygulamalar konusunda, belirli noktaları görüşmek üzere toplanan hahamlar kurulu), kiliseler şehri İznik, onların buyruğu altına girmişti. Hatta Hıristiyanlığın doğduğu yer, kurtarıcının merkezi, Filistin ve Kudüs, Müslümanların eline geçmiş ve onlar Avrupa’nın sayısız Haçlı şövalyelerinin seferlerine (1096- 1272) karşı buraları savunmuşlardı. Roma İmparatorluğunun uzun ömrüne son vermek, bin yıldan çok zaman İsa ve azizlerin kutsandığı Ayasofya Kilisesi’ni Tanrıya ve Peygambere adamak da onlara görev olmuştu. Konstanz (Katolik Kilisesi’nin ekumenik konsili [1414-1418]. Protestan reform hareketi, bu konsilin daha etkili önlemler almamasına bağlanır)’da dinsel sorunlar üzerinde çekişilir, Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi arasında uzlaşma olanaksız duruma gelir, 40 milyon Hıristiyan papaların manevi etkisinden çıkmaya hazırlanırken, Müslümanlar büyük bir başarıyla Steiermark ve Salzburg’a kadar ilerlemişlerdi. O zamanki Avrupa’nın en güçlü hükümdarı, Roma-Cermen (Alman) imparatoru başkentten kaçmıştı. Neredeyse Viyana’daki Stephan Kilisesi de Bizans’taki Ayasofya gibi cami olacaktı.

   O zamanlar, Afrika çöllerinden Hazar Denizi’ne, Hint Okyanusu’ndan Atlantik kıyılarına kadar bütün ülkeler Osmanlı padişahlarının buyruğu altına girmişti. Venedik’le Alman imparatorları, Babıali’nin haraç defterinde yazılıydılar. Akdeniz kıyılarının dörtte üçü, Osmanlılara boyun eğmişti. Nil, Fırat, Tuna Türk ırmakları; Akdeniz, Karadeniz ve Kızıldeniz birer Türk gölü durumuna gelmişti. İki yüzyıl geçmemişti ki, aynı büyük ve görkemli imparatorluk gözlerimizin önünde bir dağılma, çözülme sürecine girmiş, bu durum onun yakında son bulacağını anlatıyor gibidir.

   Dünyanın iki eski başkenti olan Roma ve İstanbul’da aynı araçlarla, aynı amaç için çalışılmıştır. Egemenliği etkin ve koşulsuz bir duruma getirebilmek için mezhep birliği… St.Pierre’in vekili de, halifelerin ardılı da aynı güçsüzlüğe düşmüşlerdir.

   Yunanistan bağımsızlığını kazandı. Boğdan, Eflak ve Sırbistan, Babıali’nin egemenliğini ancak görünüşte tanımaktadırlar. Türkler, kendilerinin bu yerlerden atıldıklarını görmektedirler. Suriye ve Adana (Klikya)’yla, ele geçirilişi 55 saldırıya ve 70. 000 Müslümanın hayatına mal olan Girit, kılıç bile çekilmeden elden çıkmış, bir asi paşanın (Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa) kazancı olmuştu. Trablus’ta egemenlik zorlukla yeniden kurulmuşken, burası şimdi elden gitmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Akdeniz kıyılarındaki öteki Afrika ülkelerinin Babıali’yle hemen hemen hiç bağlantıları yoktur. Eğer Fransa, bu Afrika ülkelerinin en güzellerini kendisi için alıkoymakta duraksıyorsa, bu, İstanbul’daki divandan çok, İngiltere’nin St.James’deki hükümetinden çekinmekte oluşundandır. Arabistan’da, hatta kutsal şehirde, çok eskiden beri padişahın hiçbir gerçek egemenliği yok.

   Fakat devlete bağlı ülkelerde de padişahın hükümranlık hakkı çoğu zaman sınırlıdır. Fırat ve Dicle kıyılarındaki milletler çok az bağlılık gösteriyorlar. Karadeniz ve Bosna’daki ayanlar, padişahın kararından çok kendi çıkarlarını düşünüyorlar. İstanbul’dan uzak şehirlerin ilginç oligarşik yapıları var; bu onları bağımsız bir duruma getiriyor.

   Böylece Osmanlı saltanatı gerçekte bugün krallıklar, prenslikler ve cumhuriyetler yığını durumuna gelmiştir. Bunları, Kur’an’ın birliğinden başka tutan bağ yoktur. Eğer despot denildiği zaman buyruğu tek yasa olan bir hükümdar anlaşılıyorsa, İstanbul’daki sultan despot olmaktan çok uzaktır.

   Avrupa politikası uzun zamandan bu yana Babıali’yi çıkarlarına aykırı savaşlara sürüklemiş ya da vilayetlerinin elinden çıkmasına yol açan barışlara zorlamıştır. Fakat devletin kendi toprağında, batının bütün ordu ve donanmalarından tehlikeli görünen bir düşman vardı. III.Selim, yeniçerilerle savaşımının tahtına ve hayatına mal olan ilk hükümdar değildi. Bununla birlikte onun yerine geçen hükümdar, o askerlerin korumasına güvenmektense bir reform tehlikesine göze almayı yeğ gördü. Dereler gibi kan akıtarak amacına vardı. Osmanlı sultanı ordusunu yok ettiği için kendisini kutlu sayıyordu. Ama Yunan yarımadasındaki ayaklanmayı bastırmak için hizmetindeki beylerin en güçlüsünü yardıma çağırmak zorunda kaldı. O zaman üç Hıristiyan devleti, aralarındaki anlaşmazlığı unuttular. Fransa ve İngiltere, padişahın donanmasını yok etmek için gemilerini ve gemicilerini gözden çıkardılar. Navarin’e yolladılar. Rusya’ya Türkiye’nin kalbinin yolunu açtılar. Böylece, en çok kaçınacakları duruma kendileri neden oldular.

   Bu devlet, aldığı bu kadar çok yarayı daha iyileştirmeden Mısır Paşası Suriye’den ilerledi. Sultan Osman’ın son torunu ülkesinin batması tehdidi altında kaldı.

   Yeni kurulmuş ordu, ayaklanmacılara karşı gönderildi. Fakat saraydan yetişme paşalar bu orduyu kısa zamanda harcadılar. Hükümet, kendilerini en eski, en yakın dost olarak gösteren İngiltere ve Fransa’ya başvurdu. Fakat sözden başka bir şey elde edemedi. O zaman Sultan II.Mahmut, Rusya’yı yardıma çağırdı. Düşmanı ona gemiler, para ve asker gönderdi.

   O zaman dünya, 15.000 Rus askerinin padişahı ve sarayını Mısırlılara karşı korumak üzere, İstanbul’un Anadolu yakasındaki tepelerde ordugah kurması gibi ilginç bir olayla karşılaştı. O günlerde Türkler arasında büyük bir hoşnutsuzluk vardı. Ulema, etkinliğinin azaldığını görmekteydi, yenilikler çıkarlarını zedelemişti. Yeni vergiler bütün kesimlere ağır geliyordu. Artık adlarını bile söylemek yasak olan binlerce yeniçeri, boğulan, denize atılan, topa tutularak öldürülen binlercesinin dostları, yakınları, akrabaları, ülkeye ve başşehrine dağılmışlardı. Ermeniler, yakın zamanlarda başlarına gelenleri unutmamışlardı. Rumlar, yani Türkiye nüfusunun yarısını oluşturanlar, başta onları düşman, Ruslarıysa dindaşları sayıyorlardı. O sırada Türkiye bir ordu çıkaracak durumda değildi.

   Bu sırada Fransa büyük ölçüde tefecilikleriyle, İngiltere de borç yüküyle uğraşıyordu. Prusya ve Avusturya, Batı Avrupa’daki durumdan dolayı Rusya’ya, o zamana kadar olmadıkları derecede bağlanmışlardı.

   İmparatorluğu, yabancı ordular çöküş durumuna kadar getirmiş, yine yabancı ordular onu kurtarmıştı. Bu nedenle Türkler, her şeyden önce kendilerinin bir ordusu olmasını istiyorlardı. Büyük çabalarla 70.000 kişilik bir ordu kurulabildi. Haritaya bir bakış, bu ordunun, Osmanlı İmparatorluğuna bağlı ülkeleri korumak için ne kadar yetersiz olduğunu anlatır. Böyle birçok yere dağılmış bir kuvveti, tehlikeli bölgede toplamaya uzaklıklar bile engel olur. Bağdat’taki birlikler Arnavutluk’ta bulunanlardan 350 mil uzaktadırlar. Bundan dolayı, Osmanlı İmparatorluğu’nda iyi düzenlenmiş bir milis örgütü (halk gücü) kurmanın ne kadar önemli olacağı anlaşılır. Fakat böyle bir örgütü kurmanın birinci koşulu, yönetenlerle yönetilenlerin çıkarlarının birbirine zıt olmamasıdır.

   Şimdiki Türk Ordusu, eski ve tamamen sarsılmış temelin üzerindeki yeni bir yapıdır. Osmanlı Hükümeti, şimdiki güvenliğini ordusundan çok yapacağı anlaşmalarla sağlayabilir. Devletin var ya da yok oluşu sonucunu doğuracak savaşlar, Balkanlarda olabileceği gibi Ardenlerde ya da Valdai Dağları’nda da olabilir.

   Osmanlı Devleti her şeyden önce düzenli bir yönetime gerek duymaktadır. Şimdiki yönetim, bu 70.000 kişilik bir orduyu bile sürekli olarak besleyebilecek durumda değildir.

   Ülkenin yoksullaşması, devlet gelirlerinin azalışıyla kendini açıkça göstermektedir. Boş yere birçok doğrudan vergi konulmuştur. Hayvan kesimi ve buğday öğütme vergisi, gerçekten çok düzensiz biçimde başşehrin köşe başlarında toplanmaktadır. Balıkçılar tuttukları balıkların yüzde yirmisini vergi olarak ödemektedirler. Ölçülerin ve ağırlıkların, her yıl yeniden damgalattırılması gerekir. El sanatları ürünlerinden, gümüş işlerinden, şallardan, kundura ve gömleğe kadar, tümüne padişahın damgası vurulmaktadır. Fakat, bu vergilerden gelen para yalnız bunları toplayanları zengin yapmaktadır. Servetler, doymak bilmeyen bir yönetimin gözünden saklanmakta, üç kıtanın en güzel bölgelerini elinde bulunduran hükümdar, Yunan mitolojisinde olduğu gibi, dipsiz fıçıyla su çekmektedir.

   Gereksinimleri karşılamak için hükümetin yapabileceği son uygulamalar, mirasların devlete geçmesi, servetlere el konulması, memuriyetlerin satılması, hediyeler ve paranın ayarının düşürülmesi gibi acı birtakım önlemlerdir.

   Devlet memurlarının miraslarına el konulması uygulamasına gelince, şimdiki hükümdar (II.Mahmut) bundan vazgeçmek istediğini bildirmiştir. Fakat bunun konulmasıyla işin kendisi uygulanmamış, yalnız ilkesi kabul edilmiş oluyordu. Eskiden el koymalar, serveti elinden alınanların idam edilmeleriyle birlikte uygulanırdı. Şimdiyse, serveti çok olanlardan bunun bir bölümünü almak gibi daha yumuşak bir biçimde kullanılmaktadır.

   Memuriyetlerin satışı devlet gelirinin en büyük kaynağını oluşturmaktadır. Aday, satış parasını bir Ermeni tacirden yüksek faizle ödünç alır. Devlet de bu mültezimleri verdikleri paranın karşılığını toplamaları için vilayetleri istedikleri gibi sömürmekte serbest bırakır. Fakat bunlar da, zengin oldukları zaman mallarına devlet tarafından el konulmasından korkmak zorundadırlar. Vilayetler kendilerini soymak için yeni bir paşanın geleceğini önceden haber alırlar ve silahlanırlar. Görüşmelere girişilir. Anlaşmaya varılmazsa savaş olur. Anlaşma bozulursa ayaklanma çıkar. Paşa, ayanla anlaşırsa bu kere Babıali’den korkmaya başlar. Bu nedenle başka paşalarla karşılıklı yardım anlaşmaları yapar. Padişah da yeni bir paşa atamadan önce komşu paşalara danışmak zorundadır. Birkaç paşalıkta –fakat çok az- iyi bir yönetimin sağlanmasına başlanmıştır. Yönetim, askeri kuvvetten ayrılmıştır. Vergi verenler de vergilerini doğrudan devlete ödemek olanağını bulduktan sonra daha ağır vergilere bile razıdırlar.

   Hediye, bütün doğuda olduğu gibi burada da bir görenektir. Aşağı tabakadan biri yukarı katta olana hediyesiz yaklaşamaz. Kadıda hakkını arayan biri hediye getirmek zorundadır. Memurlar ve subaylar bahşiş alırlar. Fakat en çok hediye alan padişahtır.

   Paranın ayarının bozulması artık son sınırına varmıştır. Oniki yıl önce bir İspanyol Taleri 7 kuruştu, şimdi 21 kuruşa alınıyor. O zamanlar 100.000 Taleri olan, bugün ancak 33.000 Taleri olduğunu görmektedir. Bu para düşüşü belası her ülkeden çok Türkiye’de büyüktür. Çünkü burada toprağa az sermaye yatırılmaktadır. Servet çok zaman yalnız paradır. Avrupa’nın uygar ülkelerinde servet, değerli malların gerçek üretiminden doğar. Servetini bu yoldan elde eden insan, aynı zamanda devletin de servetini arttırır. Para, yalnız mallar için bir değişim aracıdır. Türkiye’de para, malın kendisidir. Servet de, var olan paranın rastlantısal olarak şu ya da bu kişide olmasıdır. Çok yüksek olan yüzde 20 yasal faiz, sermayenin büyük alana yayılmasını ve yararlı olmasını olanaksız kılmaktadır. Bu da, parayı elden çıkarmanın bağlı olduğu tehlikeyi kanıtlar. Burada bütün zenginliklerin temel koşulu onu kurtarabilmektir. Reaya, bir fabrika, değirmen ya da çiftlik kurmaktansa 100.000 kuruşa altın mücevher almayı daha uygun görür. Hiçbir yerde buradakinden çok süs eşyası merakı yoktur. Zengin ailelerin çocuklarının taşıdıkları altın mücevherler bile ülkenin yoksulluğu için parlak bir kanıttır.

   Eğer bir hükümetin ilk koşullarından biri güven uyandırmaksa, Türk yönetimi bu ödevini tam olarak yerine getirmemektedir. Rumlara karşı olan tutum, Ermenilerin, Osmanlı Devleti’nin bu sadık ve zengin uyruklarının haksız yere ve acımasızca ezilmesi, birçok şiddet hareketi, herhangi birinin sermayesini zamanla kar getirecek bir işe yatırmasına izin vermeyecek kadar taze hatırlardadır. İşin ve sanatın gelişmesi için gerekli ortamın bulunmadığı bir ülkede, ticaretin de büyük bir bölümü, yalnız yabancı ürünlerin yerli ham maddelerle değişimi olarak kalır. Türk de, bir okka ipekli kumaşa karşılık ham maddesini, kendi vatanın yetiştirdiği on okka ham ipek olarak vermektedir.

   Tarımın durumu bundan da kötüdür. İstanbul’da çok kere, yeniçerilerin ortadan kaldırılmasından bu yana, Tanrı İslamiyetin bu savaşçılarını yok edenlerden öç alıyormuş gibi, zorunlu gereksinim maddelerinin fiyatının dört kat arttığından yakınılmaktadır. Fakat bunun nedeni, eskiden ürünlerinin yarısını Boğaziçi’ne getirmek zorunda olan Boğdan, Eflak ve Mısır’ın, başkentin bu büyük tahıl ambarlarının o zamandan bu yana kapanmış olmasıdır. Ülkenin içinde kimse büyük ölçüde tahıl üretimiyle uğraşmak istememektedir. Çünkü hükümet, tahıl satın alımlarını kendi belirlediği fiyatlarla yapmaktadır. Hükümetin zorla tahıl satın alışları, bu ülke için, yangın ve vebanın toplamından daha büyük bir beladır. Bu yalnız refahı yok etmekle kalmıyor, refahın kaynaklarını da kurutuyor. Böylece hükümet, 800.000 nüfuslu bir şehrin kapılarından, bir saatlik yerde uçsuz bucaksız verimli topraklar ekilmeden dururken, buğdayı Odessa’dan satın almak zorunda kalıyor.

   Bir zamanlar o kadar güçlü olan devlet yapısının dış organları kurumuş, bütün hayat kalbine çekilmiştir. Başkentin sokaklarındaki bir ayaklanma Osmanlı egemenliğinin ölüm olayı olabilir. Bu devlet düşüşü durabilir, kendini yapısal olarak yenileyebilir mi ? Müslüman- Bizans İmparatorluğu da, Hıristiyan- Bizans İmparatorluğu gibi, mali yönetiminin iyi yönetilememesi yüzünden yok olması kaçınılmaz mıdır ? Bunu gelecek gösterecektir. Fakat Avrupa’nın huzurunu kaçıran olay, yabancı bir devlet tarafından Türkiye’nin ele geçirilmesi olmaktan çok, bu devleti yönetenlerin son derece büyük beceriksizliği ve kendi içinden çökmesidir.

Kaynak: Kürdistan Dağlarından
              (Helmuth Von Moltke’nin Mektupları)
              Türkçesi: E.Karahan- N.Uğurlu

"Helmuth Von Moltke Kimdir" için bakınız:

http://kaziminci.blogspot.com.tr/2015/11/helmuth-von-moltke-turkiyeden-mektuplar1.htmlhttp://kaziminci.blogspot.com.tr/2015/11/helmuth-von-moltke-turkiyeden-mektuplar1.html