OSMANLI’YA
ÖYKÜNMEK
“Tıpkı Britanya’nın eski kolonileri ile
yaptığı gibi, Türkiye de bir milletler birliğine dönüşebilir…Bana hatırlattı
ki, Britanya eski kolonileri ile bir ortak refah bölgesine sahip. Neden Türkiye
liderliğini Balkanlardaki eski Osmanlı topraklarında, Ortadoğu’da ve Orta
Asya’da yeniden inşa etmesin ?”
(Jackson Diehl’in Washington Post’da 5 Aralık
2010 tarihinde Ahmet Davutoğlu ile yaptığı söyleşiden aktaran Cüneyt Ülsever-
Oda TV 16.11.2011)
Ahmet Davutoğlu’na ait olan bu sözler, “yeni
Osmanlıcılık”ın açık ifadesi…623 yıllık bir ömür sürmüş ve birçok diğer
imparatorluk gibi insanlık tarihinin derin sularına gömülüp gitmiş bir “ölü
devlet”i tekrar canlandırmak gibi bir çaba içindeler.
1959 doğumlu Davutoğlu, İstanbul Erkek Lisesi’ni
ve Boğaziçi Üniversitesi bitirmiş. Üniversitenin Ekonomi ve Siyaset
Bilimi/Uluslararası İlişkiler Bölümlerinde eğitim alarak okuldan çift anadal
programıyla mezun olmuş, aynı üniversitenin Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek
lisans, Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde de doktora yapmış.
Uzun yıllar hem Erdoğan’a, hem de Gül’e “dış
politika danışmanlığı” yaptı ve 2009 yılında TBMM dışından “Dışişleri Bakanı”
olarak atandı. 2014 yılından beri de TC’nin Başbakanı…
TC’nin laik eğitim sisteminden geçen şimdiki
Başbakanımızı “yeni Osmanlıcılık hülyaları” vehmine getiren koşullar gerçekten
incelemeye değer…Bu incelemeye, tabii ki mezun olduğu okullardaki eğitim
sistemini de katmak gerekiyor. Çünkü, geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi’nden bir
Prof. Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda, Davutoğlu’ndan övgüyle
bahsediyor, en iyi öğrencilerinden biri olduğunu söylüyor ve AKP iktidarının
ilk dönemlerinden duyduğu memnuniyeti ifade ediyordu !
Aslında, yaklaşık 10 yıldır özellikle ülkenin
uyguladığı dış polikaya yön veren Davutuğlu’nun düşünce ve eylemleri, görüşleri
Amerikan Dış Politikası üzerinde oldukça etkili olmuş olan Samuel Huntington
ile oldukça örtüşüyor. Örneğin, Huntington şöyle diyor:
“İslami bir çekirdek devlet ekonomik kaynaklara, askeri güce, güçlü bir
örgütlenmeye, İslami bir kimliğe sahip olmak ve ümmete hem siyasal hem de
dinsel düzeyde liderlik etmek zorundadır.”
Huntington, İslamın olası
liderleri olarak 6 devleti görüyor ve bunların içinde “Türkiye”nin İslamın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa,
orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve
geleneğe sahip” olduğunu söyledikten sonra, “Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak
tanımlaması, Türk cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı imparatorluğundan devralmasını
önlemiştir….Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslamın
liderliğine soyunma olasılığı yoktur.” diyor.
Huntington bu satırları kaleme aldığında yıl
1996’dır. 18 Kasım 2002 tarihinde Abdullah Gül başkanlığı’nda kurulan 58. AKP
hükümeti ve 14 Mart 2003 tarihinden itibaren iktidar olan (liberallerimizin,
bir kısım Marksist ve post-Marksistlerimizin de desteklediği) Erdoğan
Hükümetlerinin adım adım işlerlik
kazandırdıkları iç ve dış politika uygulamaları, yukarıda alıntı yaptığımız
“Huntington”un tezleriyle örtüşmüyor mu ? Bugün yapılmak istenenleri
yorumlarken, tüm bunları dikkatten kaçırırsak doğru sonuçlara varmamız
olasılığı oldukça azalır. Çünkü bugünün başrol oyuncuları, zamanında,
uygulanmak istenen bu senaryoya göre yönetmen tarafından seçildiler.
1970’li yıllarda özellikle gençler arasında oluşturulan çatışma hali ve provokasyonların
ana hedefi bir “darbe” nin yaptırılması idi… Darbeden sonraki amaç, yükselen
solu geriletmek ve Türk-İslam ideolojisini devletin resmi ideolojisi haline
getirmek oldu. 12 Eylül darbesinin yarattığı koşullar sonucunda “İslami
Hareket” hızla gelişti. Ülkemizdeki tekelci burjuvazinin elindeki sermaye
birikimi dünya pazarlarından pay alma talebini getirdi. Ve buna bağlı olarak,
emperyalizmin ülkemize yüklediği “bölgesel güç olma” görevine burjuvazinin bir itirazı olmadı.
Bugün gelinen noktada, “Türk-İslam Sentezi” nden “Yeni-Osmanlıcılık”a
varılmıştır. Ülkemizin tekelci sermayesinin yanı sıra bu süreçte palazlanan
“islamcı burjuvazi” tarafından da destek görmektedir.
“Kusursuz, her daim
güçlü, kahraman, herkese adil, kimseye karışmayan, herkesin haklarına saygılı”
Osmanlı imajı da son yıllarda TV dizileriyle, sinema filmleriyle ve basın-yayın
araçlarıyla halkımızın kafasına adeta çakılmaktadır. Homojen, yekpare bir
Osmanlı tarihi empoze edilmekte, tüm imparatorluk sürecinde tahta çıkan 36
padişahtan sadece birkaç tanesi (Fatih, Kanuni, “ulu hakan” Abdülhamid Han
gibi) sürekli vurgulanmakta, diğerlerinin hiç adı geçirilmemektedir.
Oysa, biz
biliyoruz ki; Osmanlı 1606 tarihli “Zitvatorok Antlaşması” (bu antlaşma
ile ilk kez olarak Avusturya'nın; Osmanlı Devleti'ne ödediği yıllık 30.000
altınlık vergi kaldırılmış ve Avusturya arşidükünün, protokolde Osmanlı
sadrazamı yerine Osmanlı padişahıyla denk sayılarak kendisine resmi
yazışmalarda "Ceaser" (imparator) şeklinde hitap edilmesi
kararlaştırılmıştır) ile “Duraklama Dönemi”ne, 1699 tarihli
“Karlofça Antlaşması” ile “Gerileme Dönemi”ne girilmiş ve
1827’den itibaren de “Dağılma” ve “Yıkılma” süreçleri başlamıştır.
Osmanlı’da 1864 yılına kadar “Eyalet Sistemi” uygulanmıştır. Fransız
İhtilali ile beraber ortaya çıkan milliyetçilik akımı, eyalet sistemi ile
yönetilen Osmanlı Devleti için olumsuz sonuçlara yol açmıştır. Milliyetçilik
isyanları ile beraber Osmanlı Eyaletleri merkezden koparak bağımsız birer
devlet olmuşlardır (örneğin 1832 Yunanistan’ın bağımsızlığı). Merkezi
Otoritenin iyiden iyiye bozulması ile beraber 1864 yılında kabul edilen “Teşkil-i Vilayet Nizamnamesi” ile “Vilayet
Sistemi”ne geçilmiştir. Eyaletler vilayetlere dönüştürülmüş ve tamamen
merkeze bağlanmıştır. Osmanlı’nın daha 1864 yılında zorunluluktan değiştirdiği
“Eyalet Sistemi”ni, günümüzdeki bazı liberaller, bir avuç Marksist ve
post-marksist komünalist, halen, bugün peşine düştükleri “demokratik
özerklik” safsatalarına referans olarak kullanmak suretiyle “yeni
Osmanlıcılarla” aynı noktada buluşmaktadırlar. Hiçbir zaman kitleleri
örgütleyip siyasi bir güç olamayan ve olamayacak, özellikle “kürt siyaseti”nin
kuyruğunda yaşam bulan, kendilerini “muhalif” addeden bu küçük gruplar, aslında
“devletin yeniden yapılandırılması” aşamasında “İslamcılar”la birçok noktada
buluşmuşlardır ve buluşmaya devam edeceklerdir. Bunların somut örneklerini
önümüzdeki günlerde daha çok göreceğiz.
1600’lü yılların başından beri duraklamaya ve gerilemeye girmiş olan
Osmanlı’nın1922 yılında saltanatın
kaldırılmasıyla tarih sahnesinden çekilmesinin suçluları olarak, bizim
“islamcı” kafalarca, “Enver Paşa,Cemal Paşa,Talat Paşa” ve saltanatı/hilafeti kaldırması
nedeniyle de “M.Kemal
Paşa” olarak gösterilmektedir.
Aşağıda okuyacağınız mektup ise Helmuth Von Moltke
tarafından 1835 yılında yazılmıştır.
Moltke, 1835 sonlarında Padişah II.Mahmut’a Osmanlı
ordusunun modernleştirilmesi için danışmanlık yapmakla görevlendirildi. 1836’da
Berlin’in kararıyla Osmanlı devletinin hizmetine girdi. İstanbul’da bir süre
çalıştı, sonra Balkanları dolaştı. Başkomutan
Hafız Mehmet
Paşa’nın danışmanı oldu. Osmanlı ordusunun 1839’da Nizip’te Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa karşısında ağır
yenilgiye uğraması, Osmanlıların Moltke’nin
önerilerine önem vermemesine bağlanır. 1839 sonlarında Almanya’ya dönen Moltke, 1858-
1888 yılları arasında Prusya ve Almanya Genelkurmay Başkanlığı yaptı.
Evet; Yıl 1835 (Cemal Paşa’nın doğumu 1872, Talat Paşa’nın doğumu 1874,
Enver ve Mustafa Kemal Paşaların doğumu ise 1881; yani mektup yazıldığında
henüz hayatta bile değiller!) ve işte
OSMANLI’NIN HAL-İ PÜR MELAL-İ !
IŞIK
OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN SİYASİ VE ASKERİ DURUMU
7 Nisan 1835
Uzun zaman Osmanlı
gelişmesini önlemek Avrupa ordularının başlıca amacı olmuştu. Bugün ise,
Avrupa’nın temel politikası, bu devletin varlığını koruması ve sürdürmesi
olmaktadır.
İslamiyetin,
doğunun olduğu gibi batının da büyük bir bölümüne egemen olacağından duyulan,
haklı olarak, korkulu dönem geçeli çok olmamıştır. Muhammed’e inananlar,
Hıristiyanlığın yüzyıllardan beri kök salmış olduğu ülkeleri de ele
geçirmişlerdir. Havarilerin kutsal toprağı Korinth ve Efes, Nikomedya (İzmit),
İskenderiye, Sinodlar (Yahudilikle ilgili öğreti ya da uygulamalar konusunda,
belirli noktaları görüşmek üzere toplanan hahamlar kurulu), kiliseler şehri
İznik, onların buyruğu altına girmişti. Hatta Hıristiyanlığın doğduğu yer,
kurtarıcının merkezi, Filistin ve Kudüs, Müslümanların eline geçmiş ve onlar
Avrupa’nın sayısız Haçlı şövalyelerinin seferlerine (1096- 1272) karşı buraları
savunmuşlardı. Roma İmparatorluğunun uzun ömrüne son vermek, bin yıldan çok
zaman İsa ve azizlerin kutsandığı Ayasofya Kilisesi’ni Tanrıya ve Peygambere
adamak da onlara görev olmuştu. Konstanz (Katolik Kilisesi’nin ekumenik konsili
[1414-1418]. Protestan reform hareketi, bu konsilin daha etkili önlemler almamasına
bağlanır)’da dinsel sorunlar üzerinde çekişilir, Ortodoks Kilisesi ile Katolik
Kilisesi arasında uzlaşma olanaksız duruma gelir, 40 milyon Hıristiyan
papaların manevi etkisinden çıkmaya hazırlanırken, Müslümanlar büyük bir
başarıyla Steiermark ve Salzburg’a kadar ilerlemişlerdi. O zamanki Avrupa’nın
en güçlü hükümdarı, Roma-Cermen (Alman) imparatoru başkentten kaçmıştı.
Neredeyse Viyana’daki Stephan Kilisesi de Bizans’taki Ayasofya gibi cami
olacaktı.
O zamanlar, Afrika
çöllerinden Hazar Denizi’ne, Hint Okyanusu’ndan Atlantik kıyılarına kadar bütün
ülkeler Osmanlı padişahlarının buyruğu altına girmişti. Venedik’le Alman
imparatorları, Babıali’nin haraç defterinde yazılıydılar. Akdeniz kıyılarının
dörtte üçü, Osmanlılara boyun eğmişti. Nil, Fırat, Tuna Türk ırmakları;
Akdeniz, Karadeniz ve Kızıldeniz birer Türk gölü durumuna gelmişti. İki yüzyıl
geçmemişti ki, aynı büyük ve görkemli imparatorluk gözlerimizin önünde bir
dağılma, çözülme sürecine girmiş,
bu durum onun
yakında son bulacağını anlatıyor gibidir.
Dünyanın iki eski başkenti olan Roma ve
İstanbul’da aynı araçlarla, aynı amaç için çalışılmıştır. Egemenliği etkin ve
koşulsuz bir duruma getirebilmek için mezhep birliği… St.Pierre’in vekili de,
halifelerin ardılı da aynı güçsüzlüğe düşmüşlerdir.
Yunanistan
bağımsızlığını kazandı. Boğdan, Eflak ve Sırbistan, Babıali’nin egemenliğini ancak görünüşte
tanımaktadırlar. Türkler, kendilerinin bu yerlerden atıldıklarını
görmektedirler. Suriye ve Adana (Klikya)’yla, ele geçirilişi 55
saldırıya ve 70. 000 Müslümanın hayatına mal olan Girit, kılıç bile çekilmeden elden çıkmış, bir asi paşanın (Mısır
Valisi Mehmet Ali Paşa) kazancı olmuştu. Trablus’ta
egemenlik zorlukla yeniden kurulmuşken, burası şimdi elden gitmek tehlikesiyle
karşı karşıya kalmıştır. Akdeniz
kıyılarındaki öteki Afrika ülkelerinin Babıali’yle hemen hemen hiç
bağlantıları yoktur. Eğer Fransa, bu Afrika ülkelerinin en güzellerini kendisi
için alıkoymakta duraksıyorsa, bu, İstanbul’daki divandan çok, İngiltere’nin
St.James’deki hükümetinden çekinmekte oluşundandır. Arabistan’da, hatta kutsal şehirde, çok eskiden beri padişahın hiçbir
gerçek egemenliği yok.
Fakat devlete
bağlı ülkelerde de padişahın hükümranlık hakkı çoğu zaman sınırlıdır. Fırat ve Dicle kıyılarındaki milletler
çok az bağlılık gösteriyorlar. Karadeniz ve Bosna’daki ayanlar, padişahın
kararından çok kendi çıkarlarını düşünüyorlar. İstanbul’dan uzak şehirlerin
ilginç oligarşik yapıları var; bu onları bağımsız bir duruma getiriyor.
Böylece Osmanlı saltanatı gerçekte bugün krallıklar,
prenslikler ve cumhuriyetler yığını durumuna gelmiştir. Bunları, Kur’an’ın
birliğinden başka tutan bağ yoktur. Eğer despot denildiği zaman buyruğu tek
yasa olan bir hükümdar anlaşılıyorsa, İstanbul’daki sultan despot olmaktan çok
uzaktır.
Avrupa
politikası uzun zamandan bu yana Babıali’yi çıkarlarına aykırı savaşlara
sürüklemiş ya da vilayetlerinin elinden çıkmasına yol açan barışlara zorlamıştır.
Fakat devletin kendi toprağında, batının bütün ordu ve donanmalarından
tehlikeli görünen bir düşman vardı. III.Selim, yeniçerilerle savaşımının tahtına ve
hayatına mal olan ilk hükümdar değildi. Bununla birlikte onun yerine geçen
hükümdar, o askerlerin korumasına güvenmektense bir reform tehlikesine göze
almayı yeğ gördü. Dereler gibi kan akıtarak amacına vardı. Osmanlı sultanı
ordusunu yok ettiği için kendisini kutlu sayıyordu. Ama Yunan yarımadasındaki
ayaklanmayı bastırmak için hizmetindeki beylerin en güçlüsünü yardıma çağırmak
zorunda kaldı. O zaman üç Hıristiyan devleti, aralarındaki anlaşmazlığı
unuttular. Fransa ve İngiltere, padişahın donanmasını yok
etmek için gemilerini ve gemicilerini gözden çıkardılar. Navarin’e yolladılar. Rusya’ya
Türkiye’nin kalbinin yolunu açtılar. Böylece, en çok kaçınacakları duruma
kendileri neden oldular.
Bu devlet, aldığı bu kadar çok yarayı daha
iyileştirmeden Mısır Paşası
Suriye’den ilerledi. Sultan Osman’ın son torunu ülkesinin batması tehdidi
altında kaldı.
Yeni kurulmuş ordu, ayaklanmacılara karşı
gönderildi. Fakat saraydan yetişme paşalar bu orduyu kısa zamanda harcadılar.
Hükümet, kendilerini en eski, en yakın dost olarak gösteren İngiltere ve Fransa’ya başvurdu. Fakat sözden başka bir şey elde edemedi. O
zaman Sultan
II.Mahmut, Rusya’yı
yardıma çağırdı. Düşmanı ona gemiler, para ve asker gönderdi.
O zaman dünya, 15.000 Rus askerinin padişahı ve sarayını Mısırlılara karşı korumak üzere,
İstanbul’un Anadolu yakasındaki tepelerde ordugah kurması gibi ilginç bir
olayla karşılaştı. O günlerde Türkler arasında büyük bir hoşnutsuzluk vardı. Ulema, etkinliğinin azaldığını
görmekteydi, yenilikler çıkarlarını zedelemişti. Yeni vergiler bütün kesimlere
ağır geliyordu. Artık adlarını bile söylemek yasak olan binlerce yeniçeri, boğulan, denize atılan, topa tutularak öldürülen
binlercesinin dostları, yakınları, akrabaları, ülkeye ve başşehrine
dağılmışlardı. Ermeniler, yakın
zamanlarda başlarına gelenleri unutmamışlardı. Rumlar, yani Türkiye nüfusunun yarısını oluşturanlar, başta onları
düşman, Ruslarıysa dindaşları sayıyorlardı. O sırada Türkiye bir ordu çıkaracak durumda
değildi.
Bu sırada Fransa büyük ölçüde tefecilikleriyle, İngiltere de borç yüküyle
uğraşıyordu. Prusya ve Avusturya, Batı Avrupa’daki durumdan
dolayı Rusya’ya, o zamana kadar
olmadıkları derecede bağlanmışlardı.
İmparatorluğu, yabancı ordular çöküş
durumuna kadar getirmiş, yine yabancı ordular onu kurtarmıştı. Bu nedenle
Türkler, her şeyden önce kendilerinin bir ordusu olmasını istiyorlardı. Büyük
çabalarla 70.000 kişilik bir ordu kurulabildi. Haritaya bir bakış, bu ordunun,
Osmanlı İmparatorluğuna bağlı ülkeleri korumak için ne kadar yetersiz olduğunu
anlatır. Böyle birçok yere dağılmış bir kuvveti, tehlikeli bölgede toplamaya uzaklıklar
bile engel olur. Bağdat’taki birlikler Arnavutluk’ta bulunanlardan 350 mil
uzaktadırlar. Bundan dolayı, Osmanlı İmparatorluğu’nda iyi
düzenlenmiş bir milis örgütü (halk gücü) kurmanın ne kadar önemli olacağı
anlaşılır. Fakat böyle bir örgütü kurmanın birinci koşulu, yönetenlerle
yönetilenlerin çıkarlarının birbirine zıt olmamasıdır.
Şimdiki Türk Ordusu, eski ve tamamen
sarsılmış temelin üzerindeki yeni bir yapıdır. Osmanlı Hükümeti, şimdiki
güvenliğini ordusundan çok yapacağı anlaşmalarla sağlayabilir. Devletin var ya
da yok oluşu sonucunu doğuracak savaşlar, Balkanlarda olabileceği gibi Ardenlerde ya da Valdai Dağları’nda da
olabilir.
Osmanlı
Devleti her
şeyden önce düzenli bir yönetime gerek duymaktadır. Şimdiki yönetim, bu 70.000
kişilik bir orduyu bile sürekli olarak besleyebilecek durumda değildir.
Ülkenin yoksullaşması, devlet gelirlerinin
azalışıyla kendini açıkça göstermektedir. Boş yere birçok doğrudan vergi
konulmuştur. Hayvan kesimi ve buğday öğütme vergisi, gerçekten çok düzensiz
biçimde başşehrin köşe başlarında toplanmaktadır. Balıkçılar tuttukları
balıkların yüzde yirmisini vergi olarak ödemektedirler. Ölçülerin ve
ağırlıkların, her yıl yeniden damgalattırılması gerekir. El sanatları ürünlerinden,
gümüş işlerinden, şallardan, kundura ve gömleğe kadar, tümüne padişahın damgası
vurulmaktadır. Fakat, bu
vergilerden gelen para yalnız bunları toplayanları zengin yapmaktadır.
Servetler, doymak bilmeyen bir yönetimin gözünden saklanmakta, üç kıtanın en
güzel bölgelerini elinde bulunduran hükümdar, Yunan mitolojisinde olduğu gibi,
dipsiz fıçıyla su çekmektedir.
Gereksinimleri
karşılamak için hükümetin yapabileceği son uygulamalar, mirasların devlete
geçmesi, servetlere el konulması, memuriyetlerin satılması, hediyeler ve
paranın ayarının düşürülmesi gibi acı birtakım önlemlerdir.
Devlet memurlarının miraslarına el konulması
uygulamasına gelince, şimdiki hükümdar (II.Mahmut) bundan vazgeçmek istediğini
bildirmiştir. Fakat bunun konulmasıyla işin kendisi uygulanmamış, yalnız ilkesi
kabul edilmiş oluyordu. Eskiden el koymalar, serveti elinden alınanların idam
edilmeleriyle birlikte uygulanırdı. Şimdiyse, serveti çok olanlardan bunun bir
bölümünü almak gibi daha yumuşak bir biçimde kullanılmaktadır.
Memuriyetlerin satışı devlet gelirinin en büyük kaynağını
oluşturmaktadır. Aday, satış parasını bir Ermeni tacirden yüksek
faizle ödünç alır. Devlet de bu mültezimleri verdikleri paranın karşılığını
toplamaları için vilayetleri istedikleri gibi sömürmekte serbest bırakır. Fakat
bunlar da, zengin oldukları zaman mallarına devlet tarafından el konulmasından
korkmak zorundadırlar. Vilayetler kendilerini soymak için yeni bir paşanın
geleceğini önceden haber alırlar ve silahlanırlar. Görüşmelere girişilir.
Anlaşmaya varılmazsa savaş olur. Anlaşma bozulursa ayaklanma çıkar. Paşa, ayanla
anlaşırsa bu kere Babıali’den korkmaya başlar. Bu nedenle başka paşalarla
karşılıklı yardım anlaşmaları yapar. Padişah da yeni bir paşa atamadan önce
komşu paşalara danışmak zorundadır. Birkaç paşalıkta –fakat çok az- iyi bir
yönetimin sağlanmasına başlanmıştır. Yönetim, askeri kuvvetten ayrılmıştır.
Vergi verenler de vergilerini doğrudan devlete ödemek olanağını bulduktan sonra
daha ağır vergilere bile razıdırlar.
Hediye, bütün doğuda olduğu gibi burada da
bir görenektir. Aşağı tabakadan biri yukarı katta olana hediyesiz yaklaşamaz.
Kadıda hakkını arayan biri hediye getirmek zorundadır. Memurlar ve subaylar
bahşiş alırlar. Fakat en çok hediye alan
padişahtır.
Paranın ayarının bozulması artık son sınırına varmıştır. Oniki
yıl önce bir İspanyol Taleri 7 kuruştu, şimdi 21 kuruşa alınıyor. O zamanlar
100.000 Taleri olan, bugün ancak 33.000 Taleri olduğunu görmektedir. Bu para
düşüşü belası her ülkeden çok Türkiye’de büyüktür. Çünkü burada toprağa az sermaye yatırılmaktadır. Servet çok zaman yalnız paradır. Avrupa’nın
uygar ülkelerinde servet, değerli malların gerçek üretiminden doğar. Servetini
bu yoldan elde eden insan, aynı zamanda devletin de servetini arttırır. Para,
yalnız mallar için bir değişim aracıdır. Türkiye’de para, malın kendisidir. Servet
de, var olan paranın rastlantısal olarak şu ya da bu kişide olmasıdır.
Çok yüksek olan yüzde 20 yasal faiz, sermayenin büyük alana yayılmasını ve
yararlı olmasını olanaksız kılmaktadır. Bu da, parayı elden çıkarmanın bağlı
olduğu tehlikeyi kanıtlar. Burada bütün zenginliklerin temel koşulu onu kurtarabilmektir. Reaya, bir
fabrika, değirmen ya da çiftlik kurmaktansa 100.000 kuruşa altın mücevher
almayı daha uygun görür. Hiçbir yerde buradakinden çok süs eşyası merakı
yoktur. Zengin ailelerin çocuklarının taşıdıkları altın mücevherler bile
ülkenin yoksulluğu için parlak bir kanıttır.
Eğer bir hükümetin ilk koşullarından biri
güven uyandırmaksa, Türk yönetimi bu ödevini tam olarak yerine getirmemektedir.
Rumlara karşı olan tutum, Ermenilerin, Osmanlı Devleti’nin bu sadık ve zengin
uyruklarının haksız yere ve acımasızca ezilmesi, birçok şiddet hareketi,
herhangi birinin sermayesini zamanla kar getirecek bir işe yatırmasına izin
vermeyecek kadar taze hatırlardadır. İşin ve sanatın gelişmesi için gerekli ortamın
bulunmadığı bir ülkede, ticaretin de büyük bir bölümü, yalnız yabancı ürünlerin
yerli ham maddelerle değişimi olarak kalır. Türk de, bir okka ipekli kumaşa
karşılık ham maddesini, kendi vatanın yetiştirdiği on okka ham ipek olarak
vermektedir.
Tarımın durumu bundan
da kötüdür. İstanbul’da çok kere, yeniçerilerin ortadan kaldırılmasından bu
yana, Tanrı İslamiyetin bu savaşçılarını yok edenlerden öç alıyormuş gibi,
zorunlu gereksinim maddelerinin fiyatının dört kat arttığından yakınılmaktadır.
Fakat bunun nedeni, eskiden ürünlerinin yarısını Boğaziçi’ne getirmek zorunda
olan Boğdan, Eflak ve Mısır’ın, başkentin bu büyük tahıl ambarlarının o
zamandan bu yana kapanmış olmasıdır. Ülkenin içinde kimse büyük ölçüde tahıl
üretimiyle uğraşmak istememektedir. Çünkü hükümet, tahıl satın alımlarını kendi
belirlediği fiyatlarla yapmaktadır. Hükümetin zorla tahıl satın alışları, bu
ülke için, yangın ve vebanın toplamından daha büyük bir beladır. Bu yalnız refahı
yok etmekle kalmıyor, refahın kaynaklarını da kurutuyor. Böylece hükümet,
800.000 nüfuslu bir şehrin kapılarından, bir saatlik yerde uçsuz bucaksız
verimli topraklar ekilmeden dururken, buğdayı Odessa’dan satın almak zorunda
kalıyor.
Bir zamanlar o kadar güçlü olan devlet
yapısının dış organları kurumuş, bütün hayat kalbine çekilmiştir. Başkentin
sokaklarındaki bir ayaklanma Osmanlı egemenliğinin ölüm olayı olabilir. Bu
devlet düşüşü durabilir, kendini yapısal olarak yenileyebilir mi ? Müslüman-
Bizans İmparatorluğu da, Hıristiyan- Bizans İmparatorluğu gibi, mali
yönetiminin iyi yönetilememesi yüzünden yok olması kaçınılmaz mıdır ? Bunu
gelecek gösterecektir. Fakat Avrupa’nın huzurunu kaçıran olay,
yabancı bir devlet tarafından Türkiye’nin ele geçirilmesi olmaktan çok, bu
devleti yönetenlerin son derece büyük beceriksizliği ve kendi içinden
çökmesidir.
Kaynak: Kürdistan
Dağlarından
(Helmuth Von Moltke’nin
Mektupları)
Türkçesi: E.Karahan- N.Uğurlu
"Helmuth Von Moltke Kimdir" için bakınız:
http://kaziminci.blogspot.com.tr/2015/11/helmuth-von-moltke-turkiyeden-mektuplar1.htmlhttp://kaziminci.blogspot.com.tr/2015/11/helmuth-von-moltke-turkiyeden-mektuplar1.html