30 Ağustos 2011 Salı

Prof. Michel Chossudovsky :Suriye’nin istikrarsızlaştırılması ve Büyük Ortadoğu Savaşı

Suriye’nin istikrarsızlaştırılması ve Büyük Ortadoğu Savaşı

İngilizce’den çeviren: Onurcan Ülker

TEORİ Yazı Kurulu Üyesi

(Orijinal Metin: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=25312)

   Suriye’de, içlerinde ABD, İsrail ve Türkiye’nin bulunduğu yabancı güçler tarafından örtülü bir biçimde desteklenen bir silahlı ayaklanma ortaya çıktı. İslamcı örgütlere mensup silahlı isyancılar, ülkeye, Türkiye, Lübnan ve Ürdün sınırlarından geçerek giriyorlar. ABD Dışişleri Bakanlığı da, ayaklanmayı desteklediğini açıkladı. Birleşik Devletler, ülkede bir rejim değişikliği gerçekleşmesini uman Suriyelilerle bağlantılarını genişletiyor. Bu durum, ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Victoria Nuland tarafından açıklandı. Kendisi, “Ülkenin gerek içinde, gerekse dışında bulunan, değişim çağrısı yapan Suriyelilerle irtibatlarımızı genişletmeye başladık” diyor. Nuland ayrıca, Barack Obama’nın Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a, daha önce, reformları başlatma ya da iktidardan çekilme çağrısı yaptığını da tekrarladı (Voice of Russia/Rusya’nın Sesi, 17 Haziran 2011). Egemen birer devlet olarak Suriye ve Lübnan’ın istikrarsızlaştırılmaları, ABD-NATO-İsrail askeri ittifakının en az on yıldır hedef tahtasında bulunuyor.
   Suriye’ye dönük harekât, bir “askeri yol haritası”nın, bir askeri operasyonlar zincirinin bir halkası. NATO önceki komutanı General Wesley Clark’a*** göre Pentagon, Irak, Libya, Suriye ve Lübnan’ı, açık biçimde, olası bir ABD-NATO müdahalesinin hedef ülkeleri olarak tanımlamıştı: “Irak ile başlayıp, Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan ile devam edecek olan beş yıllık savaş planı, toplamda yedi ülkeyi kapsıyor” (Sözlerin sahibi, General Wesley Clark’ın aktardığı üzere, bir Pentagon yetkilisidir). Modern Savaşları Kazanmak [Winning Modern Wars] adlı kitabında, General Wesley Clark şunları ifade ediyor (sayfa 130):

“2001 Kasımı’nda Pentagon’a döndüğümde, üst düzey bir askeri yetkiliyle sohbet etme fırsatım oldu. ‘Evet, halen Irak’taki işi sürdürmekle meşgulüz’, diyordu. Ancak dahası da vardı. ‘Bu, beş yıllık savaş planının bir parçası olarak tartışılıyordu’, diyordu ve ‘Irak ile başlayıp, Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan ile devam edecek olan beş yıllık savaş planı, toplamda yedi ülkeyi kapsıyor’.

“(…) Bunları, bu vizyona mesafeli durarak, bir serzeniş, hatta daha ziyade inançsızlık içerisinde ifade etti. Konuyu değiştirdim, zira duymak istediğim şey bu değildi. Dahası bu, ileride görmek istediğim şey de değildi… Öğleden sonra, Pentagon’u kaygı içerisinde terk ettim”.

   Amaç, Suriye Devleti’ni istikrarsızlaştırmak ve İslamcı milislerin yürüttüğü silahlı ayaklanmayı el altından destekleyerek bir “rejim değişikliği” gerçekleştirmektir. Sivil ölümlerine ilişkin raporlar da, bahane yaratmak ve “Koruma Sorumluluğu” ilkesine atfen yapılacak bir “insani” müdahaleyi temize çıkarmak için kullanılıyor.

Medya dezenformasyonu

Üstü kapalı olarak kabul edilen [meşru yönetime karşı] silahlı bir ayaklanma olduğu olgusu, Batı medyası tarafından umursamaz biçimde görmezden geliniyor. Bu olgu kabul edilseydi ve incelenseydi, yayılmakta olan olaylara dönük kavrayışımız bütünüyle farklı olurdu. Bolca dillendirilen ise, silahlı kuvvetlerin ve polisin sivil eylemcileri ayrım gözetmeksizin katlettiğidir. Oysa basında çıkan haberler, eylemler başladığından bu yana, silahlı isyancılar ve polis arasında yaşanan çatışmalarda, her iki tarafın kayıp verdiğini de doğrulamaktadır. Ayaklanma, Mart ortasında, Ürdün sınırına 10 km. uzaklıktaki sınır şehri Daraa’da başlamıştı. 18 Mart’ta gerçekleşen Daraa “protesto hareketi”, her yönüyle tertiplenmiş bir olaydı; İslamcı teröristler, büyük olasılıkla, MOSSAD ve/veya Batılı istihbarat servislerince gizlice desteklenmişti. Hükümet kaynakları, (İsrail tarafından desteklenen) köktenci Selefi grupların rolüne dikkat çekiyor. Başka haberlerde ise, Suudi Arabistan’ın protesto hareketinin finanse edilmesinde üstlendiği role işaret ediliyor. 17–18 Mart tarihlerinde gerçekleşen Daraa’daki ilk şiddetli çatışmaları takip eden haftalarda açıkça ortaya çıkmıştır ki, cepheleşmenin taraflarından biri polis ve silahlı kuvvetler, diğeri ise protesto hareketine sızmış silahlı terörist unsurlar ve keskin nişancılardı. Bu çatışmaya ilişkin ilk haberlerde açıkça görülüyor ki, göstericilerin çoğu gösterici değil, fakat kasten cinayet ve kundakçılığa karışan birer teröristti. İsrail haber bültenlerine yansıyan başlık, neler yaşandığını özetliyor: “Suriye: Yedi Polis Öldürüldü”, “Eylemlerde Binalar Ateşe Verildi”.

Türkiye’nin rolü

Şu anda ayaklanmanın merkezi, Türkiye sınırına 10 km. uzaklıktaki küçük bir sınır şehri olan Cisreşşuğur’a kaymış durumda. Cisreşşuğur’un nüfusu 44.000. Silahlı isyancılar, sınırı geçerek Türkiye’den geldiler. Müslüman Kardeşler üyelerinin cephaneyi, kuzeybatı Suriye’de teslim aldıkları bildiriliyor. Türk ordusu ve istihbaratının buradaki baskınları desteklediğine ilişkin belirtiler var.

MB Rebels at Jisr al Choughour

Cisreşşuğur’da, hiçbir kitlesel sivil protesto hareketi yoktu. Denilebilir ki, yerel nüfus, iki ateş arasında kaldı. Silahlı isyancılar ve hükümet güçleri arasındaki çatışma, medya ilgisinin merkezine oturan mülteci krizinin tetiklenmesine yol açtı. Buna karşılık, belli başlı toplumsal hareketlerin merkezi olan ülkenin başkenti Şam’da, muhalefetten ziyade hükümeti destekleyen kitlesel gösteriler yapıldı.

Başkan Beşar Esad, üstünkörü bir biçimde Tunus Devlet Başkanı Bin Ali ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile karşılaştırılmaktadır. Rejimin otoriter karakterine karşın Başkan Esad’ın Suriye halkının yaygın desteğe sahip popüler bir figür olması, genel medyanın her sözünü edişte başarısız olduğu bir [çelişmeli] durumdur.

29 Mart’ta Şam’da yapılan büyük gösteriye Başkan Esad’ın “on binlerce destekçisi”nin katılmasından, hemen hemen hiç söz edilmedi. Fakat Batı medyası, benzeri görülmedik bir çarpıtmaya imza atarak, çeşitli hükümet yanlısı eylemlerin fotoğraf ve video çekimlerini, uluslararası kamuoyunu Başkan Esad’ın kitlesel hükümet karşıtı gösterilerle karşılaştığına ikna etme gayretinde kullandı.

15 Haziran’da binlerce kişi, Şam’ın en belli başlı ana caddesinde, 2,3 kilometrelik bir Suriye bayrağı taşıyarak, kilometrelerce toplu yürüyüş yaptı. Medya, gösteriyi kabul etti etmesine, ama bunu umursamazlıkla geçiştirdi.

Her ne kadar Suriye rejimi, hiçbir biçimde demokratik olmasa da, ABD-NATO-İsrail askeri ittifakının amacı da demokrasiyi ilerletmek değildir. Hatta tam tersidir. Washington’un niyeti, son tahlilde bir kukla rejim kurmaktır.

Medya dezenformasyonunun amacı, Başkan Esad’ı şeytanlaştırmak ve esas olarak da, laik bir devlet olan Suriye’yi istikrarsızlaştırmaktır. Esas amaca, çeşitli İslamcı örgütler gizli bir biçimde desteklenerek ulaşılmak isteniyor: “Suriye, yurttaşlarına karşı kaba güç kullanan otoriter bir oligarşi tarafından yönetiliyor. Ancak Suriye’deki ayaklanmalar karmaşık. Bunları, içten özgürlük ve demokrasi arayışları olarak değerlendirmek olanaksız. Suriye’deki ayaklanmalar, ABD ve AB’nin Suriye önderliğini baskı altına almaya ve sindirmeye dönük girişimlerinden biri olmuştur. Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün ve 14 Mart İttifakı, silahlı ayaklanmanın desteklenmesinde rol oynadı.

“Suriye’deki şiddet, iç gerilimlerden çıkar sağlama amacıyla, dış güçler tarafından körükleniyor… Suriye Ordusu’nun şiddetli tepkisi bir yana, medya yalanlarına başvuruluyor, düzmece videolar havada uçuşuyor. Suriyeli muhalefet gruplarına, ABD ve AB tarafından para ve silah akıtılıyor… Bir taraftan Ürdün ve Lübnan üzerinden Suriye’ye zulalara gizlenmiş silahlar sokulurken, öte taraftan uğursuz ve halkın sevmediği yurtdışındaki Suriyeli muhalif kişilere parasal kaynak sağlanıyor.”

İsrail-Türkiye ortak askeri ve istihbarat anlaşması

İstikrarsızlaştırma sürecinin jeopolitiği geniş kapsamlıdır. Türkiye, isyancıların destekçileri arasındadır.
Türk hükümeti, silahlı ayaklanmayı destekleyen sürgündeki Suriyeli muhalif grupları resmen tanıdı. Türkiye ayrıca Şam’a, Washington’un rejim değişikliği taleplerine boyun eğmesi yönünde baskı da yapıyor.

Türkiye, NATO’nun etkili askeri güce sahip bir üyesidir. Dahası, İsrail ile Türkiye arasında, uzun süredir yürürlükte olan ve açıkça doğrudan Suriye’yi hedef alan bir askeri-istihbarat ortaklığı anlaşması var.

“(…) 1993 tarihli bir Mutabakat Zaptı, sözde bölgesel tehditlere karşı devreye sokulacak (İsrail-Türk) “ortak komiteleri” kurulmasına yol açtı. Bu zapta göre, Türkiye ve İsrail, ‘Suriye, İran ve Irak’a dönük istihbarat toplamada işbirliği ile terörizm ve bu ülkelerin askeri olanakları ile ilgili değerlendirmelerini paylaşmak üzere düzenli olarak bir araya gelme’ konularında anlaştı.

“Türkiye, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF-Israel Defence Forces) ve İsrail güvenlik güçlerinin, Suriye ve İran hakkında, Türkiye üzerinden elektronik istihbarat toplamalarına izin vermeyi kabul etti. Karşılığında İsrail, Türk güvenlik güçlerine, Suriye, Irak ve İran sınırları boyunca yürüttüğü teröre karşı savaşta donanım ve eğitim desteği sundu.
(…)
“Zaten daha Clinton yönetimi zamanında, ABD, İsrail ve Türkiye arasında bir üçlü askeri ittifak ortaya çıkmıştı. ABD Genelkurmay personeli güdümündeki bu “üçlü ittifak”, bu üç ülke arasındaki Büyük Ortadoğu’ya yönelik askeri komuta kararlarını bütünleştiriyor ve eşgüdümlüyor. Tel Aviv ve Ankara arasındaki güçlü bir karşılıklı askeri ilişkinin eşlik ettiği bu ittifak, sırasıyla ABD, İsrail ve Türkiye arasındaki yakın askeri bağlara dayanmaktadır.

“Üçlü ittifak ayrıca, ‘terörizme karşı mücadele ve ortak askeri tatbikatlar’ gibi ‘ortak ilgi alanına giren’ pek çok konuda, 2005 NATO-İsrail eşgüdüm anlaşması ile birleştirilmiştir. İsrail ordusu, NATO ile kurulan bu askeri eşgüdüm bağlarını, ‘başta İran ve Suriye olmak üzere, kendisini tehdit eden potansiyel düşmanlara karşı İsrail’in caydırıcılık kapasitesini arttırma’nın bir aracı olarak görüyor.”

Silahlı isyancıların Türkiye ve Ürdün kanalıyla gizli bir biçimde desteklenmeleri, hiç şüphesiz ortak İsrail-Türkiye askeri ve istihbarat anlaşması çerçevesinde koordine edilmektedir.

Tehlikeli kavşaklar: Büyük Ortadoğu Savaşı

İsrail ve NATO, 2005 yılında geniş kapsamlı bir askeri işbirliği anlaşması imzaladı. Bu anlaşma uyarınca, İsrail, NATO’nun de facto bir üyesi sayıldı. Suriye’ye yönelik bir askeri operasyon başlatıldığı takdirde, İsrail büyük olasılıkla (NATO-İsrail karşılıklı anlaşmasına dayanarak), NATO güçlerinin yanında askeri girişimlere katılacaktır. Türkiye de etkin bir askeri rol oynayacaktır.

Uydurma insani gerekçelerle başlatılacak Suriye’ye dönük bir askeri müdahale, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan Orta Asya’ya, Doğu Akdeniz’den Çin’in Afganistan ve Pakistan ile olan Batı sınırına kadar uzanan geniş bir alan üzerinde ABD-NATO liderliğinde savaş tırmanışını başlatacaktır. Bu durum bir yandan Lübnan, Ürdün ve Filistin’in siyasi istikrarsızlaştırma sürecini besleyecek, diğer yandan da, İran’la olası bir çatışmaya zemin hazırlayacaktır.

Prof. Michel Chossudovsky: Suriye’deki protesto hareketlerinin arkasında kimler var? ABD-NATO’nun “İnsani Müdahale” için bahane imalatı

İngilizce’den Çeviren: Efe Can Gürcan

TEORİ Yazı Kurulu Üyesi, Montreal Üniversitesi(Kanada) doktora öğrencisi
(Orijinal Metin: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=24591)


Bütün [Batılı] medya, Güney Suriye’de 17 Mart tarihinde patlak veren protesto hareketlerini, en başından beri çarpıtma ve yönlendirme ve çarpıtma çabası içinde oldu. Batı medyası Suriye’deki olayları, Tunus’tan Mısır’a ve Libya’dan Suriye’ye kendiliğinden yayılan geniş bir Arap demokrasi hareketinin parçası olan protesto hareketleri olarak sundu.  Medyanın haberleri içerik olarak, Suriye polisi ve silahlı kuvvetlerinin, rastgele ateş ederek demokrasi yanlısı silahsız göstericileri vurup öldürdüğü suçlaması üzerinde yoğunlaştı. Her ne kadar polis gösteriler sırasında gerçekten ateş açmış olsa da, medyanın sözünü etmediği asıl gerçek, göstericiler içerisinde keskin nişanciların ve silah taşıyan çok sayıda kişinin bulunduğu ve bunların hem güvenlik güçlerine hem de diğer göstericilere ateş açtığıdır. Haberlerde verilen ölü sayıları çoğunlukla asılsızdır. Haberlerin çoğu sözde “görgü tanıkları”nın ifadelerine dayandırılmaktadır. El Cezire ve CNN’de yayımlanan görüntü ve video çekimleri, her zaman haberlere konu olan olaylara ait görüntü ve çekimler olmamaktadır.
   Suriye’de toplumsal huzursuzluk ve kitlesel gösteriler için elbette elverişli bir zemin bulunmaktadır: Özellikle 2006 yılından beri uygulanan IMF rehberliğindeki kapsamlı ekonomik reformlar altında işsizlik artmış, toplumsal koşullar iyice kötüleşmiştir. IMF’nin “ekonomik reçeteleri”, kemer sıkma önlemlerini, ücretlerin dondurulmasını, mali sistemin serbestleştirilmesini, ticaret reformlarını ve özelleştirmeleri içermektedir.
   Alevi (Şii İslam’ın bir kolu) azınlığın hâkim olduğu bir hükümete sahip Suriye, insan hakları ve ifade özgürlüğü bakımından bir “model toplum” oluşturmaktadır. Nedir ki, Suriye aynı zamanda Arap dünyasında (geriye kalan) son bağımsız laik devlettir. Ülkenin halkçı, anti-emperyalist ve laik temeli, Müslümanları, Hıristiyanları ve Dürzüleri birleştiren iktidardaki Baas Partisi’nin eseridir.  Ayrıca, Mısır ve Tunus’takilerin tersine, Suriye’de Beşir Esad’ın arkasında oldukça yüksek bir halk desteği var. 29 Mart [2011] günü Şam’da “on binlerce Başkan Esad destekçisinin” (Reuters) katıldığı büyük bir miting yapılmıştır. Ancak Batı medyası tarafından görülmemiş bir çarpıtmaya başvurularak, yönetimi destekleyen gösterilerin video görüntüleri, uluslararası kamuoyunun, Esad'ın hükümet karşıtı gösteriler ile karşı karşıya olduğuna ikna edilmesi için kullanılmıştır.
  Protesto Hareketinin “Merkez Üssü” Dara: Güney Suriye’de küçük bir sınır kasabası
  Protesto hareketinin karakteri nedir? Suriye toplumunun hangi kesimlerinden kaynaklanmaktadır? Şiddeti ne körüklemiştir? Ölümlerin asıl nedeni nedir?

   Aksini gösteren birçok kanıta karşın, Batı medyası, ayaklanmanın öldürme ve kundaklama eylemlerine girişen örgütlü çeteler tarafından yönetildiği gerçeğini göz ardı etmektedir.  Gösteriler ülkenin başkenti Şam’da başlamamıştır. Protestolar başlangıçta Suriye’nin başkentindeki herhangi bir kitle hareketiyle de bütünleşik değildir. Gösteriler örgütlü siyasal muhalefet hareketlerinin merkezi olan Şam ya da Halep’te değil, ancak, Suriye-Ürdün sınırında bulunan ve 75 000 nüfuslu küçük bir sınır kasabası olan Dara’da patlak vermiştir. (Dara, ABD-Kanada sınırındaki Plattsburgh’a benzer bir kasabadır).
Associated Press (AP) Ajansı (isimsiz “tanık” ve “eylemciler”e dayanarak) Dara’daki ilk protestoları şu şekilde açıklamıştır:
“Ürdün sınırına yakın 300 000 nüfuslu bir şehir olan Dara’daki şiddet neredeyse Başkan Beşir Esad’a karşı bir meydan okuma halini aldı. ... Görgü tanıkları, Suriye polisinin Çarşamba günü Dara’daki hükümet karşıtı göstericilerin sığındıkları mahalleye acımasız bir saldırıda bulunduğunu ve şafaktan önce başlattığı bu operasyonda en az 15 kişiyi öldürmek üzere vurduğunu söyledi.
“Görgü tanıkları, en az altı kişinin, ülkenin güneyinde bir tarım şehri olan Dara'da protestocular sabahın erken saatlerinde reform ve siyasal özgürlükler için sokağa çıktığında El Omari camisine yönelik saldırıda öldürüldüğünü söyledi. Dara sakinleri ilişkide olan bir eylemci, polisin, Roma döneminden kalma tarihi kent merkezinde alacakaranlıkta üç kişiyi daha öldürdüğünü söyledi. Eylemci, günün ilerleyen saatlerinde altı tane daha ceset bulunduğunu belirtti.
“Eylemci, kayıplar artarken, İnkhil, Jasim, Khirbet Ghazaleh ile El Harrah ve civar köylerden insanların Çarşamba akşamı Dara'ya doğru yürüyüş gerçekleştirmeye çalıştığını, ancak güvenlik güçlerinin onlara ateş açtığını söyledi. Daha fazla ölü ya da yaralı olup olmadığı henüz açıklığa kavuşmadı.”(altını biz çizdik-MC)2
AP’nin haberi rakamları şişirmektedir: Dara 300 000 nüfuslu bir kent olarak tanıtılmaktadır, oysa bu yerin nüfusu sadece 75000’dir. Haberdeki “protestocuların sayısının binlere ulaştığı” ve “kayıpların arttığı”na ilişkin ifadeler tam bir şişirmecedir. Ayrıca haber, Batılı bulvar gazetelerinde manşetten verilen sürekli polis ölümleri hakkında sessizdir.
   Polis ölümleri, Suriye’de gerçekten ne yaşandığını doğru değerlendirmek açısından önemlidir. Polis kayıpları, her iki taraf arasında karşılıklı silahlı çatışma yaşanmış olduğuna işaret etmektedir. Peki, aralarında çatılardan ateş açan keskin nişancıların da yer aldığı ve polisi hedef alan bu “göstericiler” kimdir acaba? Polis ölümlerini doğrulayan İsrail ve Lübnan kaynaklı haberler, 17–18 Mart tarihlerinde Dara’da ne olup bittiğine ilişkin daha açık bir tablo ortaya koymaktadır. Şam yanlısı olmakla suçlanamayacak olan İsrail Milli Haber Ajansı’nın haberi, aynı olayları şu şekilde yorumluyor:
“Geçen Perşembe günü Suriye’nin güneyinde bulunan Dara kasabasında patlak veren ve şu an hala devam eden kanlı çatışmalarda yedi polis memuru ve en az dört gösterici yaşamını yitirdi.

“(…) Cuma günü polis silahlı protestoculara ateş açtı, dördünü öldürdü ve 100 kadarını da yaraladı. Adının açıklanmasıni istemeyen bir görgü tanığına göre polisler, ‘hemen gerçek mermilere sarıldılar; ne göz yaşartıcı bombaya ne de başka bir şeye’.
“(…) Hükümet, gerginliği azaltma amacıyla, gözaltına alınan öğrencilerin beklenmedik bir şekilde serbest bırakılmasını emretti, ancak Pazar günü yeniden şiddete başvurularak yedi polis memuru öldürüldü ve Baas Partisi'nin merkezi ve mahkeme ateşe verildi.”(abç)3

Lübnan haberleri, birçok kaynağa atıfta bulunarak, Dara'da yedi polisin öldürüldüğünü doğruluyor: Polisler, "güvenlik güçleri ile protestocular arasındaki çatışmalar esnasında” öldürüldüler... “Dara'daki gösteriler sırasında protestocuları püskürtmeye çalışırken öldürüldüler.”

Ayrıca, El Cezire'nin haberine atıfta bulunan Lübnan kaynaklı Ya Libnan da protestocuların "Dara'da Baas partisinin merkezini ve mahkeme binasını yaktıklarını" doğrulamıştır (abç).

Dara’daki olaylarla ilgili bu haberler şunları doğrulamaktadır:
1. Yaşananlar, Batı medyasının iddiasının aksine, “barışçıl bir protesto” değildir. Birçok sözde “gösterici” silah kuşanmıştı ve bunları polise karşı kullanmışlardır: “Polis silahlı göstericilere ateş açtı ve dördünü öldürdü”.
2. İsrail Haber Ajansı’nın belirttiği gibi, ilk rakamlara göre öldürülen polis sayısı öldürülen göstericilerinkinden daha fazladır: Dört göstericiye karşı yedi polis öldürülmüştür. Bu önemli bir ayrıntıdır, çünkü böylelikle polis gücünün çatışmanın ilk anlarında iyi örgütlenmiş silahlı bir çeteye göre sayıca azınlıkta kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Suriyeli haber kaynaklarına göre çatılarda hem polise hem de diğer göstericilere ateş açan keskin nişancılar da bulunmaktadır.

Verilen ilk haberlerde açık olan bir şey varsa o da, birçok göstericinin aslında gösterici olmadığı, ancak önceden planlı öldürme ve kundaklama faaliyetlerine girişen birer terörist olduğudur. İsrail’in haber başlığı orada yaşananları iyi bir şekilde özetlemektedir: “Suriye: Yedi polis öldürüldü, protestolarda binalar ateşe verildi”.
18 Mart'ta Dara'da meydana gelen "protesto hareketi" önceden tasarlanmış bir olay görüntüsü vermektedir. Büyük bir ihtimalle bu olayda Mossad ve/veya Batılı istihbarat servislerinin İslamcı teröristlere örtülü desteği bulunmaktadır. Hükümet kaynakları, İsrail tarafından desteklenen radikal Selefi grupların rolüne işaret etmektedir. Kimi diğer haberler ise Suudi Arabistan’ın protesto hareketlerini parasal destek sunma rolünü vurgulamaktadır.  17–18 Mart tarihlerinde yaşanan ilk şiddetli çatışmaları izleyen haftalarda, asıl çatışmanın polis ve silahlı kuvvetlerle protesto hareketine sızan silahlı terörist timleri ve keskin nişancılar arasında yaşandığı ortaya çıkmıştır. Haberler, bu teröristlerin İslamcı gruplara mensup olduğunu ortaya koymaktadır. Teröristlerin arkasında hangi İslamcı örgütlerin bulunduğu konusunda henüz somut bir kanıta rastlanmamış ve Suriye hükümeti bu grupların kim olduğunu açıklamamıştır.
   Hem liderliği İngiltere’de sürgünde bulunan Suriye Müslüman Kardeşler Örgütü hem de Hizb ut Tahrir (Kurtuluş Partisi), diğer birçok benzeri örgüt gibi, protesto hareketine sahte bir dostluk desteği açıklamışlardır. Foreign Affairs’e göre, 1980’li yıllarda Suriye doğumlu Ömer Bekri Muhammed tarafından yönetilen Hizb ut Tahrir, “İngiltere’de İslamcı faaliyet alanına hâkim olmak” istemektedir. Ayrıca Hizb ut Tahrir İngiltere’nin istihbarat servisi MI6 açısından Orta Doğu ve Orta Asya’da Anglo-Amerikan çıkarları doğrultusunda stratejik bir öneme sahiptir.4
Suriye, Müslümanlarla Hıristiyanların yüzyıllardır barış içerisinde yaşadığı ve dini hoşgörüye sahip bir toplumu olan laik bir Arap devletidir. Hizb ut-Tahrir ise kendini İslamcı bir halifeliğin kuruluşuna adamış olan radikal bir siyasal harekettir. Örgütün Suriye’ye dönük açıkça belli olan amacı, laik devleti istikrarsızlaştırmaktır.
Sovyet-Afgan savaşından beri hem Batılı istihbarat servisleri hem de İsrail’in MOSSAD’ı birçok İslamcı terörist örgütü sürekli olarak “istihbarat kaynağı “ olarak kullanmışlardır. Hem Vaşington hem de onun değişmez müttefiki İngiltere etnik çatışmaları, mezhepler arası şiddeti ve siyasal istikrarsızlığı tetiklemek için Afganistan’da, Bosna’da, Kosova’da, Libya’da ve daha birçok ülkede “İslamcı teröristlere” gizli destek sağlamıştır.
Suriye'de sahnelenen protesto hareketi Libya'dakinden örnek alınmıştır. Doğu Libya'daki başkaldırının başını İngiliz istihbarat servisi M16 ve CIA tarafından desteklenen Libya İslamcı Mücadele Grubu çekmiştir. Suriye'deki protesto hareketinin nihai amacı, medya yalanları ve çarpıtmaları üzerinden Suriye toplumu içerisinde etnik, mezhepsel vb bölünme ve çatışma yaratmak ve en sonunda "insani müdahale"ye gerekçe hazırlamaktır.

Suriye’de silahlı ayaklanma

İslamcı gruplar tarafından başlatılan ve Batı istihbaratının gizli bir şekilde desteklediği silahlı bir başkaldırıdan söz etmek, Suriye’de aslında nelerin yaşanmakta olduğunu anlamak açısından son derece önemlidir.
Batı medyası silahlı bir başkaldırının varlığından söz etmemektedir. Eğer bu gerçek tahlil ve kabul edilseydi olayları kavrayışımız tamamen başka olurdu. Oysa Batı medyası sıkça silahlı kuvvetler ve polisin göstericileri ayrım gözetmeksizin öldürmesinden bahsetmektedir. Silahlı kuvvetlerin tanklarla birlikte Dara’ya konuşlandırılması, 17–18 Mart’tan beri bu sınır şehrinde faaliyet gösteren örgütlü ve silahlı bir başkaldırıya karşı gerçekleşmiştir. Bu sırada polis ve askerler de dahil olmak üzere kimi kayıpların yaşandığı bildirilmiştir. Batı medyası, acı bir ironi olarak asker/polis ölümlerini kabul ederken, silahlı bir başkaldırının varlığını inkâr etmektedir.
Burada kilit soru, medyanın asker ve polis ölümlerini nasıl açıkladığıdır. Haberler, hiçbir kanıta dayanmaksızın, fakat kendince inandırıcı bir üslupla, polis ve askerlerin birbirlerine ateş açtıklarını öne sürmektedir. 29 Nisan tarihli bir El Cezire haberi Dara’yı “kuşatma altında bir kent” olarak tanımlamaktadır.
“Tanklar ve birlikler bütün yolların giriş ve çıkışlarını denetim altında tutuyor. Kentte dükkânların kepenkleri indirilmiş ve kimse bir zamanlar kalabalıkların aktığı, şimdi ise çatıda konuşlanmış keskin nişancıların avlanma bölgesi halini almış çarşı sokaklarında yürümeye cesaret etmiyor.
“Ne gizli polisi, ne kiralık katilleri ve ne de kardeşinin askeri bölüğündeki özel kuvvetlerle kendisine başkaldıran halkı ezemeyen Başkan Beşir Esad, binlerce askeri, ağır silahlarıyla Dara’ya dünyada kimsenin görmesini istemediği bir operasyonu gerçekleştirmeye yolladı.
“Dara ile bütün iletişim kanallarının, hatta sınırların ardından şehre ulaşan Ürdün cep telefonu servisinin bile kesilmesine karşın, El Cezire, kimi şehri yeni terketmiş kimi ise karartma bölgesinin dışına çıkabilmiş ve olaylara şahit olmuş kent sakinlerinden birinci elden bilgi alabilmeyi başardı.
“Haberde anlatılanlardan, o bölgede karanlık ve ölümcül bir güvenlik alanı oluşturulduğu anlaşılıyor. Asker ve protestocuların yaralanıp öldürüldüğü, asker içerisinde bile çatlakların oluştuğu ve ortaya çıkan kargaşa ile rejimin artan baskıları meşrulaştırdığı bu güvenlik alanı, gizli polis ve çatıdaki nişancılar tarafından denetlenmektedir.”5
El Cezire’nin haberi bizi aptal yerine koyan mantıksızlıklarla örülü durumdadır. Dikkatlice okuyunuz:
“Tanklar ve askeri birlikler bütün yolların giriş ve çıkışlarını denetim altında tutuyor”, “binlerce Suriye askeri ağır silahlarıyla birlikte Dara’da”...
Ve bu durum birkaç hafta boyunca devam etmiş. Bu da, gerçekten de zaten Dara’da olmayan protestocuların Dara’ya giremedikleri anlamına gelir.
Ayrıca kentte yaşayan halk da evlerinde oturuyor: “Kimse sokaklarda yürümeye… cesaret edemiyor”. Peki, kimse sokaklarda yürümeye cesaret edemiyorsa nerede bu göstericiler acaba?
Sokaklarda kimler vardır? El Cezire’ye göre göstericiler askerlerle birlikte sokaklarda ve bunlar(protestocularla askerler) “sivil kıyafetli gizli polis”, “kiralık katiller” ve hükümet destekli keskin nişancılar tarafından saldırıya uğruyor. Bu haberden kayıpların asker ile polis arasındaki çatışmadan kaynaklandığı sonucu çıkmaktadır. Ancak aynı haber diyor ki, askerler (hatta binlerce asker), sivil kıyafetli polisler tarafından vurulmalarına karşın, şehrin bütün yollarının giriş ve çıkışlarını tutmuş durumdadır.
Bu internet medyası aldatmacasının, “askerlerin polis tarafından öldürülmesi” ve “hükümetin keskin nişancıları” gibi uydurmaların amacı, silahlı terörist toplulukların varlığını inkar edebilmektir. Oysa olaylar “sivil giyimli teröristler” ve keskin nişancıların polise, Suriye ordusuna ve yerel halka saldırmasından ibarettir.
Bu terörist eylemler kendiliğinden ortaya çıkan eylemler değildir; tam tersine, dikkatlice planlanmış ve eşgüdümlenmiş saldırılardır. Xinhua Haber Ajansı’nın[Çin] 30 Nisan 2011 tarihli haberine göre, “terörist gruplar” son olarak Dara’da “askerlerin barınma tesislerine saldırı düzenlemiş” ve “bir çavusu öldürüp iki tanesini de yaralamıştır”.
Hükümet sivil ölümleriyle sonuçlanan asker-polis operasyonunu kötü yöneterek sorumluluğu büyük ölçüde taşısa da, haberde de belirtildiği gibi, göstericilere ve yerel halkın kendisine silahlı terörist topluluklar tarafından ateş açılmıştır. Ancak (Batı medyasında) kayıpların sorumluluğu tamamıyla silahlı kuvvetlere ve polise yüklenmekte ve “uluslararası toplum”da Esad hükümetinin sayısız katliamın emrini verdiği kanısı yaygınlaştırılmaktadır.
İşin gerçeği, yabancı gazetecilerin Suriye içerisinden haber yapmaları yasaklanmıştır, dolayısıyla, yaşanan kayıpların sayısı da dâhil, elde edilen bilgilerin çoğu hayali “görgü tanıklarının” ifadelerine dayanmaktadır.

ABD’nin hesapları ve bu hesapların muhtemel sonuçları

Suriye’deki olayların “diktatoryal bir rejim” tarafından acımasız bir şekilde bastırılan barışçıl bir protesto hareketi olarak gösterilmesi, ABD’nin ve NATO ittifakının çıkarınadır.

Suriye hükümeti otokratik olabilir. Bu ülkenin bir demokrasi modeli olmadığı tartışmasızdır, ancak aynı durum büyük yolsuzlukların, Vatansever Kanunu aracılığıyla sivil özgürlüklerin kısıtlanmasının, işkencenin yasallaştırılmasının ve hatta “kansız” “insani savaşlar”ın simgelediği ABD yönetimi için daha fazlasıyla geçerlidir.

“’ABD ve onun NATO müttefikleri Akdeniz’de, 6. Filo ve NATO Aktif Çaba askeri varlığının yanı sıra, Libya’ya karşı kullanılan savaş uçakları, savaş gemileri ve denizaltılar konuşlandırmıştır ve bunlar her an Suriye’ye karşı kullanılabilir’.

“27 Nisan tarihindeki Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi toplantısında ABD ve NATO müttefiklerini Suriye’ye karşı 1973 sayılı kararname doğrultusunda bir eylem kakarı çıkartmaktan açıkça Rusya ve Çin alıkoymuştur. Rusya BM elçisi Aleksandr Pankin mevcut durumun ‘uluslararası barış ve güvenliğe tehdit oluşturmadığını’ belirtmiştir. Suriye, Rusya’nın Akdeniz ve Arap dünyasındaki son gerçek ortağıdır ve Rusya’nın iki denizaşırı üssünden birine (Tartus’takine) ev sahipliği yapmaktadır. (Diğer üs, Ukrayna Kırım’da bulunmaktadır).”6

Burada asıl amaç, İslamcı terörist örgütleri gizlice destekleyerek Suriye’de mezhepler arası şiddeti ve siyasal kargaşayı tetiklemektir.

Gelecekte Suriye’yi ne beklemektedir?

ABD dış siyaseti Suriye’ye dönük olarak, uzun vadede, örtülü bir “demokratikleşme” süreci yoluyla ya da doğrudan askeri yollarla Suriye’de bir “rejim değişikliği”ni ve ülkenin bağımsız bir ulus-devlet olarak istikrarsızlaştırılmasını öngörmektedir.
Suriye, ABD’nin askeri müdahale gerektiren “haydut devletler” listesinde yer almaktadır. Eski NATO Komutanı General Wesley Clark tarafından dillendirildiği üzere, (Pentagon tarafından onaylanmış resmi) “Beş yıllık askeri operasyon planı... Irak ile başlayarak Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan'ı içermektedir".
Nihai amaç, BM desteğinde muhtemel bir "insani müdahale" zemin hazırlarken, laik devlet yapısının zayıflatılmasıdır. “İnsani müdahale” ilk aşamada, hem Suriye'ye çesitli yaptırımlar da dâhil bir ambargo dayatılması hem de Suriye’nin denizaşırı yabancı finansal kurumlardaki varlıklarının dondurulması şeklinde bir ambargo olarak gerçekleştirilebilir.
Her ne kadar ABD - NATO askeri müdahalesi yakın gelecekte oldukça imkânsız gözükse de, Suriye hala Pentagon'un askeri yol haritasında yer almaktadır. Başka bir deyişle, Vaşington ve Tel Aviv Suriye'ye karşı muhtemel bir savaşı önceden tasarlamıştır.

Gelecek bir tarihte bu savaşın gerçekleşmesi daha da başka gerginliklere yol açacaktır. İsrail kaçınılmaz olarak olaylara dâhil olacaktır. Akdeniz'den Çin- Afgan sınırına kadar, olduğu gibi bütün Ortadoğu-Orta Asya bölgesi ve Doğu hızla alevler içinde kalacaktır.















AYDINLIKÇILAR

Yılmaz YUNAK


                                                                  AYDINLIKÇILAR
 
   Bir süredir içlerindeyim; biliyorum…
  Ne emperyalizmin ucunda “kişisel çıkar” bulunan oltasına takılıyorlar, ne Soros’un dolarlarına!
  Hiç kimseden, hiçbir makamdan en ufak beklentileri yok.
  Kendilerine vatan sevgisi uğruna öyle bir feda etmişler ki, ne tehditler yıldırıyor onları, ne mapushaneler!
                              Binbir güçlükle ayakta tutmaya çılıştıkları yayın organları düzenli olarak basılıyor, yöneticileri, çalışanları hapishanelere tıkılıyor; umurlarında bile değil!
                              İnanılmaz insanlar, inanılmaz!..                  
                              xxx     xxx     xxx
                             Tarih, yaptıkları tespitleri doğrulamaktan yoruldu.
                             Bir zamanlar “Ne amerika ne Rusya!” diye çığlık atıyorlarda, şimdi “Ne abd ne AB; tam bağımsız Türkiye” diye inletiyorlar yeri göğü!
                             PKK ile pazarlık yapılmasına bile tahammülleri yok.
                             Şehitlerimiz, sadece onların yayın organlarında önemsiz bir “istatistik” olmaktan kurtulabiliyor.
                             Ay yıldızlı Bayrak sadece onlar için bir şeref meselesi artık!
                             Kendi Genel Kurmayı tarafından sahipsiz bırakılan askerlerin sığınabileceği tek liman onlar artık.
                             Vatan sevgisi yüreklerine öyle bir işlemiş ki, seri katilin ismini duyduklarında bile ayağa fırlamaktan alamıyorlar kendilerini. “Toprak, uğrunda ölen varsa vatandır!” sadece onlar için bir anlam ifade ediyor artık!
                             Biliyorlar ki, emperyalizme karşı olunmadan, seri katile karşı çıkılmadan vatan savunması yapılamaz!
                             “Namus”un Spartaküsleri olmuşlar; ar, edep, hayâ yaşam biçimleri.
                              İnanılmaz insanlar, inanılmaz!..
                              xxx    xxx    xxx
                              Maun Suresie’nin, kapitalizmle bütünleşerek yalandan namaz kılıp dua edenlerin yüzüne her gün bir şamar gibi indiği bugünlerde; “yetimi itip kakmayanlar, yoksulu doyurmayı özendirenler, kamu hakkının yerine ulaşmasına gayret edenler” (Maun Suresi) onlar artık!
                              Allah’ın insanın içini ürperten emirleri artık sadece onların bağrında vücut bulabiliyor. Farkındadırlar-değildirler, bilmem; ama Yaratıcı’nın sesi olmuşlar, modern Mekke oligarşisine hücum üzerini hücum düzenliyorlar!
                              Hepsi birer Ebu Zer, hepsi birer Ali!
                              Karmati fedaileri üzerlerinde Kasas Suresi’nin 5. ayetini birer muska gibi taşımaktan gurur duyarlardı; bunlar aynı ayeti billurlaştırıp emperyalizmin yüzüne çarpmaktan, “Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara nimet ve bağış sunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim.” diye haykırmaktan yorulmuyorlar!
Herkes, onların kendi ideolojilerinden taviz verdiğini sanıp, ulusları “ezen-ezilen” olarak ikiye ayırmalarının ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken; onlar bu ayrımı devrimci mücadelenin, sosyalizm mücadelesinin temeline oturtmaktan, bunun bu mücadelede birincil mesele olduğunu haykırmaktan asla vazgeçmiyorlar.
                              Sözüm ona Müslümanlar, Maun Suresi bedbahtları, emperyalizmle kol kola Müslüman kardeş ülkelerdeki halkların kanını akıtırken, onlar Ebu Zer’in bayrağını devralmış, yiğitçe mücadele etmekten asla vazgeçmiyorlar. Biliyorlar ki, bu mücadele, emperyalizme karşı savaşılmadan başarıya ulaşamaz; biliyorlar ki, bugün için bu mücadelede baş çelişki proleter-burjuva çelişkisi değil, vatan savunması ile emperyalizm arasındaki o amansız çelişkidir.
                              Her zaman haklılar ve her zaman güçlü!
                              İnanılmaz insanlar, inanılmaz!..
                              xxx xxx xxx
                              Aydınlıkçılar’dan söz ediyorum, şu yiğit fedailerden…
                              Ulusal Kanalcılar’dan, Aydınlık Gazetesi fedaileri’nden…
                              Bir vesileyle, bir süredir aralarındayım, biliyorum.
                              Ve bu kutsal Vatan Savunması’nda onları Allah’a emanet ediyorum.
                              Sağcı-solcu, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, deist-ateist; hangi meşrepten, hangi görüşten olursa olsun tüm vatanseverleri bu yiğitleri desteklemeye davet ediyorum.
                              Biliyorum ki, Âli İmran doğru söylüyor; biliyorum ki bölünüp fırkalara ayrılanlar (Âli İmran, 103) asla başarıya ulaşamıyorlar!
                             Seri katilin, AB’nin, NATO Terör Örgütü’nün kucağında namuslarını satılığa çıkaranlara karşı, davalarından dönerek Soros vakıflarının kapısında besleme köpekler gibi dillerini çıkararak şirinleştiklerini sananlara karşı, herkesi, bu yiğit insanlarla, bu fedailerle kol kola, “Söz konusu Vatan ise gerisi teferruattır!” ilkesine davet ediyorum.
                             Herkesi antiemperyalist mücadeleye davet ediyorum.
                             Ve Türkiye sevdalılarını hep birlikte çığlık çığlık hücuma:
                             Ne abd ne AB, tam bağımsız Türkiye!
                             Allah, Vatanımızın yardımcısı olsun inşallah.
                             Allah, Aydınlıkçılar’dan razı olsun inşallah…

"BOYNU BÜKÜKLER" ! TEKMİLİ BİRDEN BU SİNEMADA !

                                              
KOÇ, ŞAHENK

VE

TSK

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Chalmers Ashby Johnson : Three Good Reasons To Liquidate Our Empire

Chalmers Ashby Johnson (August 6, 1931 - November 20, 2010) was an American author and professor emeritus of the University of California, San Diego

He served in the Korean War, was a consultant for the CIA from 1967–1973, and chaired the Center for Chinese Studies at the University of California, Berkeley from 1967 to 1972. 

He was also president and co-founder of the Japan Policy Research Institute (now based at the University of San Francisco), an organization promoting public education about Japan and Asia. He wrote numerous books including, most recently, three examinations of the consequences of American Empire: Blowback, The Sorrows of Empire, and Nemesis: The Last Days of the American Republic.

According to the 2008 official Pentagon inventory of our military bases around the world, our empire consists of 865 facilities in more than 40 countries and overseas U.S. territories. We deploy over 190,000 troops in 46 countries and territories. In just one such country, Japan, at the end of March 2008, we still had 99,295 people connected to U.S. military forces living and working there -- 49,364 members of our armed services, 45,753 dependent family members, and 4,178 civilian employees. Some 13,975 of these were crowded into the small island of Okinawa, the largest concentration of foreign troops anywhere in Japan.

These massive concentrations of American military power outside the United States are not needed for our defense. They are, if anything, a prime contributor to our numerous conflicts with other countries. They are also unimaginably expensive. According to Anita Dancs, an analyst for the website Foreign Policy in Focus, the United States spends approximately $250 billion each year maintaining its global military presence. The sole purpose of this is to give us hegemony -- that is, control or dominance -- over as many nations on the planet as possible.

We are like the British at the end of World War II: desperately trying to shore up an empire that we never needed and can no longer afford, using methods that often resemble those of failed empires of the past -- including the Axis powers of World War II and the former Soviet Union. There is an important lesson for us in the British decision, starting in 1945, to liquidate their empire relatively voluntarily, rather than being forced to do so by defeat in war, as were Japan and Germany, or by debilitating colonial conflicts, as were the French and Dutch. We should follow the British example. (Alas, they are currently backsliding and following our example by assisting us in the war in Afghanistan.)

Here are three basic reasons why we must liquidate our empire or else watch it liquidate us.

1. We Can No Longer Afford Our Postwar Expansionism
2. We Are Going to Lose the War in Afghanistan and It Will Help Bankrupt Us
3. We Need to End the Secret Shame of Our Empire of Bases


10 Steps Toward Liquidating the Empire

Dismantling the American empire would, of course, involve many steps. Here are ten key places to begin:


1. We need to put a halt to the serious environmental damage done by our bases planet-wide. We also need to stop writing SOFAs that exempt us from any responsibility for cleaning up after ourselves.

2. Liquidating the empire will end the burden of carrying our empire of bases and so of the "opportunity costs" that go with them -- the things we might otherwise do with our talents and resources but can't or won't.

3. As we already know (but often forget), imperialism breeds the use of torture. In the 1960s and 1970s we helped overthrow the elected governments in Brazil and Chile and underwrote regimes of torture that prefigured our own treatment of prisoners in Iraq and Afghanistan. (See, for instance, A.J. Langguth, Hidden Terrors [Pantheon, 1979], on how the U.S. spread torture methods to Brazil and Uruguay.) Dismantling the empire would potentially mean a real end to the modern American record of using torture abroad.

4. We need to cut the ever-lengthening train of camp followers, dependents, civilian employees of the Department of Defense, and hucksters -- along with their expensive medical facilities, housing requirements, swimming pools, clubs, golf courses, and so forth -- that follow our military enclaves around the world.

5. We need to discredit the myth promoted by the military-industrial complex that our military establishment is valuable to us in terms of jobs, scientific research, and defense. These alleged advantages have long been discredited by serious economic research. Ending empire would make this happen.

6. As a self-respecting democratic nation, we need to stop being the world's largest exporter of arms and munitions and quit educating Third World militaries in the techniques of torture, military coups, and service as proxies for our imperialism. A prime candidate for immediate closure is the so-called School of the Americas, the U.S. Army's infamous military academy at Fort Benning, Georgia, for Latin American military officers. (See Chalmers Johnson, The Sorrows of Empire [Metropolitan Books, 2004], pp. 136-40.)

7. Given the growing constraints on the federal budget, we should abolish the Reserve Officers' Training Corps and other long-standing programs that promote militarism in our schools.

8. We need to restore discipline and accountability in our armed forces by radically scaling back our reliance on civilian contractors, private military companies, and agents working for the military outside the chain of command and the Uniform Code of Military Justice. (See Jeremy Scahill, Blackwater:The Rise of the World's Most Powerful Mercenary Army [Nation Books, 2007]). Ending empire would make this possible.

9. We need to reduce, not increase, the size of our standing army and deal much more effectively with the wounds our soldiers receive and combat stress they undergo.

10. To repeat the main message of this essay, we must give up our inappropriate reliance on military force as the chief means of attempting to achieve foreign policy objectives.

  Unfortunately, few empires of the past voluntarily gave up their dominions in order to remain independent, self-governing polities. The two most important recent examples are the British and Soviet empires. If we do not learn from their examples, our decline and fall is foreordained.






5 Ağustos 2011 Cuma

More War !




The Road to Armageddon


By PAUL CRAIG ROBERTS

August 1, 2011




As the second decade of the 21st century began, the US economy had not recovered from the Great Recession that began in December 2007.

The economy's failure to recover was despite the largest fiscal and monetary stimulus in the country's history. There was a $700 billion bank bailout, a $700 billion stimulus program, a couple of trillion in "quantitative easing," that is, in debt monetization or the printing of money to finance the government's expenditures. In addition the Federal Reserve's balance sheet had expanded by trillions of dollars as the Fed purchased troubled mortgage bonds and derivatives in its effort to keep the financial system solvent and functioning. According to the Government Accountability Office's audit of the Federal Reserve released by Senator Bernie Sanders, the Federal Reserve provided secret loans to US and foreign banks totaling $16.1 trillion, a sum larger than US Gross Domestic Product (GDP).

Despite the enormous fiscal and monetary stimulus, the economy remained dead in the water.

In 2011 the deficit in the federal government's annual expenditures was 43 percent of the budget. In other words, the US government had to borrow, or the Fed had to monetize, 43 percent of federal expenditures during fiscal year 2011. Despite this unprecedented fiscal and monetary stimulus, the economy did not recover.

At the end of the first decade of the 21st century, the economy's decline was temporarily halted by federal subsidies for car and home purchases. The $8,000 housing subsidy helped newlyweds purchase starter homes as the subsidy was a big chunk of the down payment in a depressed housing market. The car purchase subsidy moved future demand into the present. When these subsidies expired, the economy's life support was turned off.

Problems with the statistical reporting of unemployment, inflation, and GDP disguised the worsening economy. Seasonal adjustments used to smooth the data over the course of the year were not designed for prolonged recession. Neither was the "birth-death" model used by the US Bureau of Labor Statistics (BLS) to estimate non-reported jobs from new start-up companies and losses from companies that have gone out of business. The birth-death model was designed for a growing economy and during downturns overestimates the number of new jobs created.

The "substitution effect" used in the consumer price index (CPI) underestimates inflation by assuming that consumers substitute cheaper foods for those that rise in price. For example, if the price of New York strip steak rises, this does not show up in the CPI, because of the assumption that people shift their purchases to a less expensive cut such as round steak.

Cooking the Books

The widely used "core inflation" measure does not include food or energy. Core inflation is a useful measure for those who want to put an optimistic spin on the outlook.

By underestimating inflation, the government can overestimate real GDP growth, thus creating a fictional rosy outlook. Similarly, by using the employment measure known as U.3, the government underestimates unemployment.

The "headline" unemployment rate, the one emphasized by the media and the financial press, stood at 9.2 percent in June, 2011. But this rate does not include any discouraged workers. A discouraged worker is a person who has ceased looking for a job, because there are no jobs to be found. A discouraged worker is not considered to be in the work force and is not counted among the U.3 unemployed. The federal government knows that this is phony and has a U.6 measure of unemployment that counts the short-term discouraged. This measure, seldom reported by the media, stood at 16.2 percent in June, 2011.

Statistician John Williams (shadowstats.com) continues to count also the long-term discouraged workers according to the way it was officially done in 1980. In June, 2011, this full measure of the US unemployment rate was 22.7 percent.

In other words, by 2011 between one-fifth and one-fourth of the US work force were without jobs.

As 2011 progressed, the United States faced three simultaneous economic crises. One crisis arose from the loss of US jobs, GDP, consumer income, and tax base caused by corporations off-shoring their production for the US market. Instead of making their products at home with American labor and providing Americans with jobs and states and localities with tax revenues, US corporations provided countries such as China, India, and Indonesia with GDP, jobs, consumer income and a tax base. This practice meant that economic stimulus was unable to revive the US economy as Americans cannot be called back to work jobs that have been moved abroad.

Another crisis was the financial crisis resulting from deregulation, fraud, and greed. Securitization of mortgages meant that issuers of mortgages no longer had any incentive to ascertain the credit worthiness of the borrower, because the issuers sold the mortgages to third parties who combined the mortgages with others and sold them to investors.

As mortgages were issued for fees, the more mortgages issued, the higher the income from fees. In order to collect fee income, some issuers faked credit reports for borrowers. With the housing market booming, many people took mortgages in order to make money on the resale of the properties. With housing prices rising rapidly, down payments and credit worthiness became concerns of the past. The financial crisis was made worse by the ability of investment banks to get around capital requirements and, thereby, leverage their equity by incurring enormous debt. When all the bubbles burst, the house of cards collapsed.

Economic Armageddon

The third crisis was the $1.5+ trillion annual federal budget deficits, which were too large to be financed without the Federal Reserve buying the Treasury's new debt issues. Known as monetizing debt, the Federal Reserve purchased the Treasury's bills, notes, and bonds by creating a checking account, which the Treasury would then draw upon to pay the government's bills. The outpouring of Treasury debt raised concerns about the dollar's exchange value and role as reserve currency, and it raised fears of inflation. Gold and silver prices rose as the dollar declined in foreign exchange markets.

Any one of these crises was serious. All together, they implied economic Armageddon.

There was no obvious way out, but even if one could be found, the government was focused elsewhere -- on wars.

In addition to ongoing military operations in Iraq, Afghanistan, Pakistan, Yemen and Somalia, the US and NATO began military operations against Libya on March 19, 2011. As with the existing wars, the real purpose of the aggression against Libya was not acknowledged, but it became clear that the war's purpose was to evict China from its oil investments in eastern Libya. Unlike the previous Arab protests, the Libyan rebellion was an armed uprising in which some saw the CIA's hand.

The Libyan war upped the risk, because although hiding behind the veil of Arab protest, the US was actually confronting China. Similarly, in the US-supported armed rebellion in Syria, Washington's target was the Russian naval base at Tartus. Overthrowing the Assad government in Syria and installing a US friendly regime would put paid to Russia's naval presence in the Mediterranean.

By hiding its purposes behind Arab protests in Libya and Syria that it might have initiated, Washington avoided face-to-face conflicts with China and Russia, but nevertheless the two powers understood that Washington was striking at their interests. This elevated the recklessness of Washington's aggressive policies by initiating confrontation with two nuclear powers, one of which held financial power over the US as America's largest foreign creditor.

China's oil investments in Angola and Nigeria were another target. To counter China's economic penetration of Africa, the US created the American African Command in the closing years of the first decade of the 21st century. Disturbed by China's rise, the US undertook to prevent China from having independent sources of energy. The great game that in the past has always led to war is being played out once again.

September 11, 2001, provided Washington with a new "threat" to replace the Soviet threat, which had expired in 1991. Despite the absence of the Soviet threat, the military/security budget had been kept alive for a decade. September 11, 2001, injected rapid growth into the military/security budget. A decade later the budget stood at approximately $1.1 trillion annually, or approximately 70 percent of the federal deficit which was crippling the dollar and threatening the US Treasury's credit rating.

Focused on Middle Eastern wars, Washington was losing the war for the US economy.
As the expectation of economic recovery evaporated over the course of 2011, the need for war became more imperative.

Biography

Paul Craig Roberts (born April 3, 1939) is an American economist and a columnist for Creators Syndicate. He served as an Assistant Secretary of the Treasury in the Reagan Administration earning fame as a co-founder of Reaganomics."[1] He is a former editor and columnist for the Wall Street Journal, Business Week, and Scripps Howard News Service. Roberts has been a critic of both Democratic and Republican administrations.Roberts is a graduate of the Georgia Institute of Technology and holds a Ph.D. from the University of Virginia. He was a post-graduate at the University of California, Berkeley and at Merton College, Oxford University.[3] His first scholarly article (Classica et Mediaevalia) was a reformulation of "The Pirenne Thesis." 

He has written or co-written eight books, contributed chapters to numerous books and has published many articles in journals of scholarship. He has testified before congressional committees on 30 occasions on issues of economic policy. His writings frequently appear on OpEdNews, Prisonplanet.com, Antiwar.com, VDARE.com. LewRockwell.com, CounterPunch, and the American Free Press. Roberts has been featured as a guest on the Political Cesspool radio show.[2]

In Alienation and the Soviet Economy (1971), Roberts explained the Soviet economy as the outcome of a struggle between inordinate aspirations and a refractory reality. He argued that the Soviet economy was not centrally planned, but that its institutions, such as material supply, reflected the original Marxist aspirations to establish a non-market mode of production. In Marx's Theory of Exchange (1973), Roberts argued that Marx was an organizational theorist whose materialist conception of history ruled out good will as an effective force for change.

From 1975 to 1978, Roberts served on the congressional staff. As economic counsel to Congressman Jack Kemp[4] he drafted the Kemp-Roth bill (which became the Economic Recovery Tax Act of 1981) and played a leading role in developing bipartisan support for a supply-side economic policy.[3] His influential 1978 article for Harper's,[5] while economic counsel to Senator Orrin Hatch,[6] had Wall Street Journal editor Robert L. Bartley give him an editorial slot, which he had until 1980.[7] He was a senior fellow in political economy at the Center for Strategic and International Studies, then part of Georgetown University.[4]

From early 1981 to January 1982 he served as Assistant Secretary of the Treasury for Economic Policy. President Ronald Reagan and Treasury Secretary Donald Regan credited him with a major role in the Economic Recovery Tax Act of 1981, and he was awarded the Treasury Department's Meritorious Service Award for "outstanding contributions to the formulation of United States economic policy."[3] Roberts resigned in January 1982 to become the first occupant of the William E. Simon Chair for Economic Policy at the Center for Strategic and International Studies, then part of Georgetown University.[8] He held this position until 1993. He went on to write The Supply-Side Revolution (1984), in which he explained the reformulation of macroeconomic theory and policy that he had helped to create.

He was a Distinguished Fellow at the Cato Institute from 1993 to 1996. He was a Senior Research Fellow at the Hoover Institution.[3]

In The New Color Line (1995), Roberts argued that the Civil Rights Act was subverted by the bureaucrats who applied it and, by being used to create status-based privileges, became a threat to the Fourteenth Amendment in whose name it was passed. In The Tyranny of Good Intentions (2000), Roberts documented what he saw as the erosion of the Blackstonian legal principles that ensure that law is a shield of the innocent and not a weapon in the hands of government.

Roberts is a graduate of the Georgia Institute of Technology and holds a Ph.D. from the University of Virginia. He was a post-graduate at the University of California, Berkeley and at Merton College, Oxford University.[3] His first scholarly article (Classica et Mediaevalia) was a reformulation of "The Pirenne Thesis."

In Alienation and the Soviet Economy (1971), Roberts explained the Soviet economy as the outcome of a struggle between inordinate aspirations and a refractory reality. He argued that the Soviet economy was not centrally planned, but that its institutions, such as material supply, reflected the original Marxist aspirations to establish a non-market mode of production. In Marx's Theory of Exchange (1973), Roberts argued that Marx was an organizational theorist whose materialist conception of history ruled out good will as an effective force for change.

From 1975 to 1978, Roberts served on the congressional staff. As economic counsel to Congressman Jack Kemp[4] he drafted the Kemp-Roth bill (which became the Economic Recovery Tax Act of 1981) and played a leading role in developing bipartisan support for a supply-side economic policy.[3] His influential 1978 article for Harper's,[5] while economic counsel to Senator Orrin Hatch,[6] had Wall Street Journal editor Robert L. Bartley give him an editorial slot, which he had until 1980.[7] He was a senior fellow in political economy at the Center for Strategic and International Studies, then part of Georgetown University.[4]

From early 1981 to January 1982 he served as Assistant Secretary of the Treasury for Economic Policy. President Ronald Reagan and Treasury Secretary Donald Regan credited him with a major role in the Economic Recovery Tax Act of 1981, and he was awarded the Treasury Department's Meritorious Service Award for "outstanding contributions to the formulation of United States economic policy."[3] Roberts resigned in January 1982 to become the first occupant of the William E. Simon Chair for Economic Policy at the Center for Strategic and International Studies, then part of Georgetown University.[8] He held this position until 1993. He went on to write The Supply-Side Revolution (1984), in which he explained the reformulation of macroeconomic theory and policy that he had helped to create.

He was a Distinguished Fellow at the Cato Institute from 1993 to 1996. He was a Senior Research Fellow at the Hoover Institution.[3]

In The New Color Line (1995), Roberts argued that the Civil Rights Act was subverted by the bureaucrats who applied it and, by being used to create status-based privileges, became a threat to the Fourteenth Amendment in whose name it was passed. In The Tyranny of Good Intentions (2000), Roberts documented what he saw as the erosion of the Blackstonian legal principles that ensure that law is a shield of the innocent and not a weapon in the hands of government.was an editor of the Wall Street Journal and an Assistant Secretary of the U.S. Treasury. His latest book, HOW THE ECONOMY WAS LOST, was published by CounterPunch/AK Press. This article is from the Summer 2011 issue of the Trends Journal, a publication of Gerald Celente's Trends Research Institute.