27 Aralık 2014 Cumartesi

"DİL" ÜZERİNE UÇUŞMALAR ! BİRİ "BAŞBAKAN", DİĞERİ CUMHURBAŞKANI; AMA İKİSİ DE AYNI KİŞİ ! DİSSOSİYATİF KİMLİK BOZUKLUĞU NEDİR ?


 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
   24.04.2012 tarihinde, Türkiye Yazarlar Birliği, Türkiye Dil ve Edebiyatı Derneği, Türk Dil Kurumu ve Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “Anayasanın Dili” Sempozyumunda yaptığı konuşmada, Dünyadaki her dilin aslında zengin ve edebi eser üretmeye, bilim dili kurmaya, kanun dili oluşturmaya müsait olduğunu vurgulayan Başbakan Erdoğan sözlerini şöyle sürdürüyor:
 
“Diller arasında bir ayrıma gitmek, açık söylüyorum bir ırkçılıktır. Zaman zaman söyleniyor, 'Türkçe ile felsefe, bilim yapılmaz, bilim dili kurulmaz' deniyor. Bunların tamamı ırkçılık kokan açıklamalardır. Irkçılık ihtiva eden bir düşünüş biçimidir. Dünyadaki tüm diller gibi Türkçe de zengin kelime hazinesiyle, bu dili konuşan herkese sonsuz, sınırsız, engin bir muhayyile sunabilecek güce sahiptir."
 
 
   Burada, yeri gelmişken sempozyumun düzenleyicilerinden "Türkiye Yazarlar Birliği"nin, 2001 yılında "Fethullah Gülen"e, "Üstün Hizmet Ödülü"nü verdiğini anımsatalım !
 
 
   24.12.2014 tarihinde, TÜBİTAK'ın 2014 yılı Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri Töreni'nde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
"..En büyük sıkıntılardan birini de maalesef dilde yaşadık. Bizim bilime son derece müsait dilimiz varken, bir gece yattık sabah kalktık baktık ki o dil yok. İşte şimdi yabancı dillerle bilim öğrenen ve öğreten bir ülke derecesine getirildik. Binlerce kelime ve kavram unutuldu. Kelime ve kavram üretmeye elverişli olan dil yapısı adeta törpülendi.

Türkçenin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca, ya da İngilizce Fransızca kelimelere başvuracaksınız. Bu sorunların hepsini aşmak zorundayız.”
  2012 yılında, Fethullah Gülen'e ödül vermiş olan Türkiye Yazarlar Birliği'nin düzenleyicilerinden olduğu sempozyumda konuşma yapan "Başbakan", 2014 yılında bu kez "Cumhurbaşkanı" olarak TÜBİTAK"ın ödül töreninde "paralel yapı"dan yakınıyor ve 'Bilimi teşvik etmesini beklediğimiz TÜBİTAK'ı gizli bir yapılanma sardı hakim oldu ve başka gayelere hizmet etmeye başladı. Kriptolu telefon yaptık diyerek Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Genelkurmay Başkanı ve bakanları dinleyip bilgileri başka ülkelere servis ettiler. Bu vatana, insanlığa ve bilime ihanettir' diyor.
 
KISA BİLGİ NOTU:
 
Dissosiyatif bozukluklarda, tıbben gösterilebilir bir bedensel (örneğin nörolojik) neden bulunmadığı halde, bellek, kimlik ya da bilinç işlevlerinin bütünlüğünde bozulma (bölünme) ya da değişme görülür.
Dissosiyatif bozukluklar tüm psikiyatrik bozukluklar içersinde etiyolojik olarak çevre etkenlerine en fazla bağlı olanıdır. Dissosiyasyon her insanda bulunan bir kapasitedir. Bu nedenle, şizofreni ve bipolar bozukluk gibi genetik yönü belirgin olan bozuklukların aksine, erken yaşta (genellikle 10 yaşından önce) başlayan kronik psikolojik travmatizasyon normalde sağlıklı bir gelişim beklenen bireyde de dissosiyatif bozukluk oluşturabilir. Dissosiyatif bozukluk hastaları psikiyatride en yüksek oranda çocukluk çağı travmatik yaşantısı bildiren tanı grubudur.
Bu grup bozukluklardan "dissosiyatif kimlik bozukluğu"nda geçerli bazı tanı kriterleri:
  • İki ya da daha fazla birbirinden ayrı kimlik ya da kişilik durumunun varlığı
  • Bu kimlik ya da kişilik durumlarından en az ikisi zaman zaman tekrarlayarak kişinin davranışını denetim altında tutmaktadır.
  • Önemli kişisel bilgileri sıradan bir unutkanlıkla açıklanamayacak biçimde anımsayamama
 
 
 
 
 
 
 

OSMANLI'DA "DEMOKRATİK ÇÖZÜM SÜRECİ"NE BENZER İKİ ÖRNEK: SONUÇ, KAN VE GÖZYAŞI


Osmanlıcılık yaparken tarihten ders almıyoruz

Yeni Türkiye’nin inşası adına, 200 yıllık bir geçmişe sahip yenileşme hareketi ve 1914 de başlayıp 1922’de zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşı, 1923 Lozan Antlaşması’yla tescil edilerek, 29 Ekim 1923’de ilan edilen Cumhuriyet’in temel taşlarıyla oynanıyor. Reform adı alında Cumhuriyet’in temel felsefesi ve dayandığı ilkeler örseleniyor. Osmanlı’ya özlem ile yeni Osmanlıcılık adıyla Cumhuriyet kurumları tahrip ediliyor. Yerine konanlar ise ülkeyi geriye götürmeyi, muasır medeniyet seviyesinden uzaklaştırmayı ve ülkenin adeta dağılmasına neden olabilecek hususlar. Cumhuriyetin bütün kazanımları teker teker tahrip edilmeye çalışılıyor. Bunlardan birisi, belki de en önemlisi “açılım süreci” ya da “demokratik çözüm süreci” olarak isimlendirilen, ne olduğu, sonucunda nasıl bir Türkiye’nin öngörüldüğü açıklanmayan, sonu maalesef hüsranla biteceği şimdiden belli olan çalışmadır. ABD patentli bir proje olan “demokratik çözüm süreci”ne benzer projeler Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde de uygulanmış, başarısızlık, daha fazla kan, göz yaşı sebep olmuş ve Osmanlı’nın parçalanmasına yol açmıştır. Bununla ilgili iki örneği belki ders olur amacıyla anlatmakta yarar görüyorum.
MAKEDONYA’NIN KOPUŞU

Bu örneklerden birisi Makedonya reformu veya ıslahatıdır. Elviyei Selase adı altında birleştirilen, Selanik, Manastır, merkezi Üsküp olan Kosova ve buraya bağlı bölgeler coğrafi olarak Makedonya olarak isimlendirilmiştir. Nüfusunun yarıdan fazlasının Müslüman olduğu bölgede, Müslüman nüfusunun üçde ikisi Türk, geri kalanı Arnavut idi. Makedonya’ya muhtariyet verilmesi için 1902 yılında başlayan isyanı bastıramayan Osmanlı Devleti, bir ıslahat talimatı çıkardı. Buna göre valilerin yetkileri genişletilmiş, mahkemelerin bağımsızlığı sağlanmış ve karma jandarma teşkilatı meydana getirilmiştir. Bu ıslahat talimatını uygulamak üzere Hüseyin Hilmi Paşa’yı genel müfettiş olarak görevlendirmiştir. Çalışmaların başarılı olamaması ve isyanın devam etmesi üzerine Rusya ve Avusturya bu programa müdahale etmiştir. Söz konusu iki ülke diplomatları tarafından hazırlanan ve diğer Avrupa ülkeleri tarafından da onaylanan Viyana Islahat Programı, 1903 yılında Osmanlı Devleti tarafından  kabul edildi. Bu program Osmanlı Islahat Planını tadil ediyordu. Genel Müfettişin 3 yıldan önce görevden alınmaması, alınması halinde büyük devletlere danışılması, genel müfettişin gerekli görürse İstanbul’dan talimat beklemeden kuvvet kullanması, valileri emri altında  bulundurması, jandarmanın yabancı uzmanlar tarafından ıslahı, karma jandarma birlikleri oluşturulması (Müslüman, Hristiyan ve Yahudi) elde edilen gelirin bir kısmının bölgeye harcanması bu ıslahatın ana unsurlarıydı. Söz konusu ıslahat da bölgedeki kargaşayı önleyemedi. 1904 yılında Rusya ve Avusturya Dışişleri Bakanları Mürzsteg’de yeni bir program hazırladılar. Islahatın kontrolü için Hilmi Paşa’nın yanına Avusturya ve Rusya tarafından özel memurlar atanacak, Jandarma’nın ıslahı yabancı bir generale verilecek, genel af ilan edilecek, zararlar tazmin edilecek, bir yıl vergi alınmayacaktı. Program Osmanlı Devletince kabul edildi. Bir İtalyan generali tayin edildi, Makedonya 5 bölgeye ayrılarak, asayişi sağlamak için bu generalin emrinde İtalyan, Rus, Avusturya, Fransız ve İngiliz subayları jandarmada hizmet verdiler. Bu program da başarılı olamadı. Bunun üzerine Osmanlı Bankası’nın sorumluluğunda uygulanan mali program da sorunu çözemedi. Çünkü bölgedeki etnik ayrım had safhaya ulaşmıştı. Bu sorun daha sonra Balkan Savaşları’nın önemli nedenlerinden biri oldu ve sonunda da Makedonya Osmanlı’nın elinden çıktı.
‘AÇILIM’ ADIMLARI BÖLÜNME GETİRİR
İkinci vereceğim örnek Ermeni Reformu ile ilgili. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı müteakip yapılan barış görüşmeleri kapsamında yürütülen Berlin Kongresi’de alınan kararlar sonucu Ermeniler’e önemli vaadlerde bulunulmuştu. Bu tarihten sonra başlayan Ermeni İsyanları 1908’de 2’nci Meşrutiyet’in ilanı ile durulmuş, müteakiben 1912- 1914 yılları arasında yapılan görüşmeler sonucu 8 Şubat 1914 deki Osmanlı - Rus antlaşması yapılarak, daha önce Avusturya, İngiltere, Rusya, Fransa, İtalya ve Almanya Büyükelçileri tarafından hazırlanan reform planı kabul edilmişti. Söz konusu reformda, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ ve Sivas olmak üzere 6 vilayetten oluşan bölgenin ikiye ayrılması ve her birinin başına yabancı müfettiş atanması, resmi dairelerde Ermenicenin ve diğer yerel dillerin de kullanılması, Hamidiye Alaylarının nizami ordu bünyesine alınarak lağvedilmesi, milis kuvveti oluşturulmaması, jandarma reformu, Ermenilerin kendi öz savunma güçlerini kurmaları vb. hususları ihtiva ediyordu. Sonrası 1’nci Dünya Savaşı ve savaş sırasında Ermeni kalkışması. Kan ve gözyaşı.

Yazının başında da belirttiğim gibi şu anda yürütülen “demokratik çözüm süreci” ya da “açılım süreci” de benzer tedbirleri içeriyor. Millete açıklanmayan, TBMM’de görüşülmeyen süreç anlaşıldığı kadarıyla kamuoyundan saklanması gereken veya kamuoyunun kabul edemeyeceği hususları içeriyor. Yani özerklik gibi, Kürtçe eğitim gibi, Kürtçenin ikinci resmi dil olması gibi, Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması gibi, Anayasa’nın ilgili maddelerinin değiştirilmesi gibi. Peki bunlar Millet tarafından kabul edilebilir mi? Veya uygulanabilir mi? Uygulandığında sorun çözümlenebilir mi yoksa daha mı kötüye gider? Hep soruyorum iktidarı nasıl bir Türkiye tahayyülü var, bu tahayyül milletin tahayyülü ile örtüşüyor mu? Bütün bunların yanıtları yok. Bu konuları araştıran ya da açıklayan resmi makamlar da yok. “Açılım” konusundaki yol haritası ve/veya mutabakata varıldığı söylenen hususlar özerklik, Kürtçe eğitim, Kürtçenin ikinci resmi dil olması, Öcalan’ın serbest bırakılması, Anayasa değişikliklerini ihtiva ediyorsa bunun uygulanabilirliği yoktur, buna rağmen uygulanırsa ülkemizde etnik çatışma meydana gelir, etnik ayrışım ve etnik bölgeler oluşur ve ülkemiz dağılma sürecine girer. Bu konuda tarihsel örneklerden ve bölgemizde yaşananlardan ders almalıyız. Alınmazsa sonu karmaşa, kan ve göz yaşı olur.
İSMAİL HAKKI PEKİN (Aydınlık- 26.12.2014)

15 Aralık 2014 Pazartesi

EKREM DUMANLI 2011 YILINDA NELER YAZMIŞ ?










Paniğe ve öfkeye gerek yok hukukî süreç işliyor

(ZAMAN GAZETESİ- 07.03.2011)

 

Her şeyden önce bir hakikati beyan etmenin faydalı olduğunu düşünüyorum: Hiç kimseyi bir çırpıda suçlu ilan etmek doğru olmadığı gibi; hiç kimseyi aynı şekilde suçsuz ilan etmek de doğru değildir...
 
 
Hafta içinde yapılan operasyonlarla bazı gazeteciler gözaltına alınınca, medyanın önemli bir bölümü kıyameti kopardı. Basın özgürlüğü kavramını bayraklaştırarak, gazetecilere baskı yapıldığını, Ergenekon soruşturmasında ölçünün kaçtığını, Türkiye'nin polis devleti olmaya doğru gittiğini vs. söyleyenler oldu. Bu kadar ağır eleştiri yapanların elinde somut bir bilgi, belge, bulgu var mı? Hayır. Gözaltına alınan kişilerin gazeteci olması, o kişilerle diğer gazeteler arasındaki arkadaşlık bağları, onlara karşı beslenen itimat... Bunlar hukukî bir dayanak mıdır?
..........

Bilmeyenler ya da bilmezden gelenler için süreci kısaca özetleyelim: Bir zanlı hakkında savcılık bazı bilgi ve belgelere ulaştığını düşündüğünde hâkimlere başvuruyor. Bu başvuru esnasında elindeki somut delilleri ibraz ediyor. Hâkimler, savcılardan gelen talebi doğru ve yerinde bulursa o kişiler hakkında süreci başlatıyor. Zanlı kişiler iki gün karakolda kalıp ifade veriyor. Susma hakkına sahip. Savcılar en fazla iki gün daha ek süre isteyebiliyor. Daha sonra zanlılar hâkim huzuruna çıkarılıyor. Sanıkları mahkeme dinliyor ve karar veriyor. Bu karar tutuklama da olabiliyor, serbest bırakma da. Tutuklanan kişilerin mahkemeye itiraz hakkı da bulunmakta.
Yukarıda özetlediğim süreç sanki yokmuş gibi, sanki insanların ev ve işyerlerinde aramalar keyfî yapılıyormuş gibi davranmanın âlemi yok....
 .......
 
Soner Yalçın, Nedim Şener, Ahmet Şık... Bunlar darbeci miydi, derin yapılarla gizli bağlantıları var mıydı, psikolojik harbin birer parçası mıydı, bazı odakların yönlendirmesiyle kara propaganda yapmışlar mıydı, ülkede kaos oluşturacak bir atmosfere zemin hazırlamışlar mıydı? Bu soruların cevabına bir nefeste 'evet' ya da 'hayır' demek bu aşamada mümkün değil. Zanlılar hakkında somut bilgilere ulaşıldığında manzara daha da netleşecek.
 
Ancak bu aşamada bazı prensiplerin hatırlanmasında fayda var: Gazetelerin gazetecilik faaliyetleri nedeniyle soruşturma geçirmesine herkes (sadece gazeteciler değil) karşı çıkmalı; lakin gazetecilik faaliyeti sayılmayacak eylemler söz konusuysa gazeteciliğin bir zırh haline dönüşmesine de müsaade edilmemeli.  Türkiye, uzun bir zamandan beri yoğun bir psikolojik harekâtla karşı karşıya. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bazı insanlar etki ajanlarının hedef tahtasında. Şu ana kadar bu insanlar hakkında yalan, iftira, tezvirat, dedikodu nevinden onlarca kitap yazıldı, binlerce yazı yazıldı, onlarca web sitesi kuruldu. Bu amansız kara propagandanın tesadüf olmadığı, derin bir ittifakın emriyle yapıldığı pek çok hadisede açığa çıktı....
.....
Demem o ki bu ülkede her gazeteci, gazeteci değil; her gazeteci haber peşinde koşmuyor. Bazıları ihbarcılıkla habercilik arasındaki farkı bir kalemde çizip atıyor. O yüzden acele etmeye gerek yok. Paniğe, hiç gerek yok. Dava dosyası teşekkül edecek ve nasıl olsa şeffaf toplum olmanın gereği, her şeyi ayan beyan göreceğiz. Bugün üst perdeden atıp tutan ve duruşundan taviz vererek sağa sola savrulan kişilerin mahcup duruma düşmesi de söz konusu. Başbakan, doğru söylüyor: "Bırakın yargı işini yapsın." Nasıl olsa kısa bir zaman sonra herkes yargının elindeki belge ve bilgilerine vâkıf olacak. Ya o vukufiyet alelacele konuşanları mahcup ederse? Şu suçludur, şu suçsuzdur demek biz gazetecilerin görevi değil.
......
 

EKREM DUMANLI 2011 YILINDA NELER YAZMIŞ ?


 
 
 
 
 
 
 
 
EKREM DUMANLI (ZAMAN GAZETESİ- 06.03.2011)
Bazı gazetecilerin gözaltına alınması, değişik tepkilerin oluşmasına sebep oldu. Yurt içinden ve dışından yükselen bazı tepkiler meseleyi daha da karmaşık hale getirdi.

İlginç olan da şu: Savcıların hangi bilgi ve belgeler doğrultusunda gözaltı talebinde bulunduğunu, o talebin hâkimler tarafından hangi gerekçeyle kabul edildiğini bilmiyoruz. Kanaatlerine göre konuşan meslektaşlarımız, meslekî dayanışma adına bir şeyler söylüyor ama o sözlerinde de somut bilgi ve belgelerle ne kadar irtibatlı olduğu konusu şüpheli. Siyasetçiler, temsil ettikleri kitle ve yaşadıkları tecrübe üzerinden konuya yaklaşıyor. Tam bu aşamada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün ne düşündüğü daha bir önem kazanıyor. Bu nedenle Sayın Gül'e ulaşma ihtiyacı hissettim. Kırmadılar, görüşlerini paylaştılar.
.......

Madalyonun diğer yüzüne de dikkat çekiyor Sayın Cumhurbaşkanı. Tam bu noktada anlıyorum ki Cumhurbaşkanı acı tecrübeler eşliğinde meselenin bir başka boyutunu daha işaretliyor: Gazetecilerin gazetecilik mesleğini kendi çerçevesinde yapıp yapmaması. Sayın Cumhurbaşkanı hakkında yalan, iftira, karalama gibi pek çok yayınlar yapıldı ve bazı dönemlerde adeta psikolojik harp ilan edildi. Belki de bu acı tecrübelere binaen önemli bir uyarı yaptı Sayın Cumhurbaşkanı: "Umuyorum ki ülkemizde hiçbir gazeteci, mesleğini başka amaçlar için kullanmaz."

Yukarıda birebir alıntıladığım bu cümle hayatî önem taşıyor. Çünkü gazeteciliğin sınırları, gerçeği aramaktaki dürüstlüğü bu mesleği yapanların omzuna bir sorumluluk olarak yüklüyor. Maalesef belli dönemlerde bu ülkedeki gazeteciler o sınavı doğru veremedi; belki de hala veremiyor.
......

EKREM DUMANLI'NIN 2011 YILINDA NELER YAZMIŞTI ?












BALYOZ DERSLERİ (14.02.2011- ZAMAN)

Balyoz Darbe Planı davasında mahkeme 163 sanığın tutuklanmasına karar verdi.

Tutuklanması istenenler arasında eski kuvvet komutanları, çok sayıda muvazzaf ve emekli subaylar bulunmakta. Anlaşılan o ki dava dosyasındaki yeni bulgular tutuklama kararını mecburî hale getirdi.

Meseleye nereden bakarsanız bakın tarihî bir dönüm noktasında olduğumuz aşikar. Hukuk tarihimizde bir ilk; çünkü askerî darbe planı yapmakla suçlanan komutanları hiçbir sivil mahkeme yargılayamamıştı. Şimdi darbe planına dair ortaya çıkan bilgi ve belgeler nedeniyle en üst düzey komutanlar hukuka hesap veriyor. Tabii ki zanlılar hakkında şimdiden "suçlu" ya da "masum" demek mümkün değil; ancak darbenin hukuken bir suç olduğunun tescillenmesi açısından Balyoz Davası hayatî önem taşıyor.
Demokrasimiz açısından da çok önemli bir sayfa açıldı.. .....

.....
Onca belgeye rağmen sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranan medya grupları sanık yakınlarının tek yönlü propagandasına borazanlık yapıyordu kimi zaman.....
......
Mahkeme iddia makamının yeni bilgi ve belgelerini tekrar değerlendirdi ve çok sayıda sanığın tutuklanmasına karar verdi. Demek ki ortada fasa fiso bir iddia yoktu. Kanun adamları olaya yakınlık-akrabalık, hısımlık-hasımlık çerçevesinden bakmaz; bakamaz. Onlar önlerine gelen dosyadaki somut suçlamalara, o ithamlara dair somut delillere bakar; bakmak zorundadır. Sabredip beklemek lazım. Hâkimler eldeki deliller doğrultusunda tutuklama kararı verdi. Sanıklar kendilerini savunacak. En sonunda adalet tecelli edecek. Endişeye gerek yok; demokratik bir ülkede hukuk işliyor. Ve tarih bugünlere yepyeni bir sayfa açıyor.
......
 
Gazeteci Mustafa Balbay, "Ben hapishanedeyim. Darbe yapmakla suçlanan komutanlar dışarıda!" diyerek önemli bir çıkış yapmıştı. Haklıydı. Bu nedenle basından da bu söz büyük destek almıştı. Demek ki manzara vicdanları yaralıyordu. Şimdi Balyoz davasında Balbay'ın bahsettiği komutanlar da tutuklandı. Böylece, "Balbay içeride komutanlar dışarıda" söylemi çöktü. Şimdi göreceğiz, o söylemi kim meseleyi sulandırmak için, kim adaletin çarklarındaki haksızlığı eleştirmek için kullanmış. ....
 
 
 

"ZAMAN" GAZETESİ ARŞİVİNDEN YAKIN TARİHE NOTLAR


'INDA NE YAZMIŞLARDI ?



Fehmi Koru -
21.02.2011



Bazen öyle olur; yaşadıklarının ne denli önemli olduğunu yaşayanlar tam anlamıyla fark edemez. Türkiye, bugün on yıl öncesinden hemen her yönden farklı bir ülke: Cılız ve kırılgan bir ekonomik yapıdan sürekli büyüyen bir ekonomi çıktı. Sağa bakılıp hizaya girilen vesayetçi bir siyasi sistemimiz vardı, şimdilerde millet sözünü herkese dinletiyor. Uzun yıllar "Washington ne der? Moskova kızar mı? Avrupa'dan azar gelir mi?" endişesi yaşatırdı dış politikamız, son yıllarda Washington, Moskova ve Avrupa Birliği "Ankara'ya danışalım, Ankara'nın görüşünü alalım, Ankara'yı kızdırmayalım" derdine düştü.

O durumdan bu duruma on yıldan kısa bir sürede gelinirse, bunun etkileri kolay hazmedilemez. Türkiye'nin de şu sıralarda yaşadığı böylesine bir 'hazım' sorunu işte. Yenilenen ekonomik ve siyasal yapılar, farklı diplomatik yaklaşımlar eskiye alışmış zihinleri zorluyor.

Zorluyor da ne oluyor? Eskinin çıkarlar ağı bozulduğu, yeni dengeler farklı yerlerde oluşmaya başladığı, paradigmalarla birlikte söylemler de gelişmelerden etkilendiği için, zeminin altlarından kaydığını düşünenler yaygarayı basıyor.

Mevcut medya düzeni değişime ayak uydurmaya direndiği ve hâlâ eskiye göre oluşmuş çıkar ilişkileri varlığını sürdürdüğü için, yaygaracı sesler samimi feryatlarmış gibi göklere yükseliyor.

Bütün dünyayı hareketlendiren 'değişim' arzusu, eskinin arkasına saklanarak, köhnemiş ilkelere sahip çıkarak engellenemez; 'değişim' ancak başka tür bir 'değişim' anlayışı ile karşılanabilir. Ülkemizde muhalefet yapanların anlayamadığı da bu 'gerçek' işte. Değişimi savunan ve politikalarına yansıtan bir partiye muhalefet, ancak onun değişim modelini yeterli bulmayan başka bir 'değişimci model' ile yapılabilir...

'Yeni' bir Türkiye inşa ediliyor elbirliğiyle; bizim burada yaptığımız, ona harç sağlamak...





"ZAMAN" GAZETESİ ARŞİVİNDEN YAKIN TARİHE NOTLAR




Hukuk ve üslup- Ahmet SELİM (20.02.2011)
....
Deliller toplanıyor, savcılık sorguluyor, mahkeme tutuklama kararı veriyor.


Şimdi biz ne düşünmeliyiz?


Beklemekten başka bir tavrımız olabilir mi?

Bir gün yazılan yazı ertesi gün havada kalıyor ise, o yazı yazılmaması gereken bir yazıdır.

Bir kanaat, hatta bir inanç sahibi de olabilirsiniz yargılanacak kişi hakkında. Mesela kesinlikle masum olduğuna inanabilirsiniz ama bunu yazamazsınız, medyaya açıklayamazsınız. Bizim vicdanî kanaatlerimiz ve inançlarımız sadece bizi bağlar. Yargı ve hukuk, apayrı bir konudur.

Hayatımızda bunun çok çeşitli örneklerini yaşamışızdır.

Bazen yasalara göre suç işleyenler, yaptıkları işin kendi ideolojilerine göre suç olmadığı fikrine sahip olabilirler mesela. Ama hukuk yasalara göre işler. Bizim sübjektif değerlendirme ölçülerimize göre değil.

"Beraat-i zimmet asıldır" kuralı da yanlış anlaşılıyor. Evet, aksi sabit olmadıkça (sübut bulmadıkça) kimseye suçlu diyemeyiz. Fakat yargılanmakta olan biri için, "bu beraat etmelidir, masumdur" diyemeyiz. Sanık (şüpheli) demek, beraat etmesi yargı kararına bağlı olan kişi demektir. Biz hariçten, dosya hakkında ne savcı gibi ne avukat gibi konuşup yazabiliriz. Yasaların istediği budur. Eleştiri genellikle, sonuçlandırılmış davalarla ilgili olmak durumundadır....

15 Kasım 2014 Cumartesi

CONİYE ÇUVAL KİMLERİ RAHATSIZ ETTİ ?




 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Türkiye Gençlik Birliği (TGB) üyesi gençler önceki gün Sarayburnu’nda demirleyen ABD savaş gemisinden Eminönü’ye çıkan 3 askerin başına çuval geçirdi.

TGB’liler benzer bir eylemi 2011 yılında Bodrum’da da gerçekleştirmişlerdi. Orada da yakaladıkları ABD askerlerinin kafasına çuval geçirmişlerdi.

Neden çuval? ABD 4 Temmuz 2003′te Irak’ın Süleymaniye kentinde 11 subayımızı esir alıp kafasına çuval geçirdiği için. Bu tarihten evvel de bu topraklarda ABD askerleri protesto edilir ama kafasına çuval geçirilmezdi. Yani ABD başlatmış oldu.

Nitekim ben de üniversite yıllarımda Dolmabahçe açıklarındaki bir savaş gemisinden karaya çıkan ABD askerlerini protesto etmiş, yumurta atmıştım. O zamanlar çuval yoktu…

Yani çuval da yumurta da sembolik anlamları olan araçlardır. Derdimiz ABD askerini yaralamak olsa örneğin, yumurta yerine taş atardık!

CONİYE KALKAN OLANLAR

Bazılarınıza “gereksiz” gelecek bu girişi, TGB’nin anlamlı eylemine gelen kimi tepkilere yanıt vermek için yazdım.

Zira TGB’nin eylemi Türkiye genelinde büyük coşku yarattıysa da, küçük ama tatsız eleştiriler de aldı.

Hatta eleştiri bile denmez. Çünkü “dudak bükenden”, “ayıp ettiniz”e kadar varan bir ‘coniye kalkan olma’ cephesi oluştu önceki gün sosyal medyada…

Kimisi “20 kişinin 3 kişiye çullanması devrmci eylem midir?” diyerek kafa bulandırmaya çalıştı…

Kimisi “gariban bir çocuğu korkutmak bize yakışmaz” diyerek aklınca eylemi küçümsemeye çalıştı…

Hatta “Şu TGB’lilere bakın. Deniz Gezmiş‘i taklit ediyorlar akılları sıra ama Deniz savunmasız gençlere asla saldırmazdı” diye yazan 68′li bile vardı…

ABD TELAŞINA ORTAK OLANLAR

Önce sonuncuyu düzeltelim. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Dolmabahçe’de denize döktüğü 6-7 Amerikalı asker de neticede savunmasızdı. Karaya çıkarlarken yanlarında silah yoktu.

Deniz Gezmiş ve 68′liler o gün neden o askerleri denize döktüyse, bugün de Çağdaş Cengiz ve arkadaşları 3 ABD’li askerin kafasına çuvalı o nedenle geçirdi.

Her iki eylemin de sembolik anlamı vardı. Birinde ABD’li askerler Kurtuluş Savaşı’na gönderme yapılarak “denize dökülmüş”, boğaza atılmıştı. Diğerinde de ABD’li askerlerin, tıpkı kendilerinin yaptığı gibi kafalarına çuval geçirilmişti.

TGB’nin derdi 3 ABD askerine fiziksel zarar vermek değil elbette, sembolik olarak çuvalla ABD emperyalizmine Ortadoğu politikaları nedeniyle mesaj vermek!

Nitekim ABD o mesajı aldı. ABD Büyükleçiliği’nden Pentagon’a kadar ABD yetkilileri telaşla açıklamalar yaptı. Hatta ABD Türk askerlerine çuval geçirdiğinde “ne notası, müzik notası mı” diyerek Washington’a sessiz kalan AKP’nin yönettiği Dışişleri Bakanlığı da, TGB’in eylemine tepki gösterdi!

ABD’nin ve taşeronlarının bu telaşına “ama savunmasızlardı” diyerek ortak olmak ve son tahlilde coniye kalkan olmak, bir 68′liye hiç yakışmamıştır ve Deniz Gezmiş‘in devrimciliğinin hatırasına büyük saygısızlıktır!

ÇOCUK DENİLEN ÇOCUK ÖLDÜRÜYOR!

Gelelim ABD askeri için “gariban, çocuk” diyenlere…

Rockefeller‘in yeğeni bahriye çavuşu olmayacağına göre, o asker mutlaka sıradan bir Amerikalıdır. Zaten konu onun sınıfsal konumu, adı, sanı değildir.

O gün ABD savaş gemisinden karaya çıktığı için seçilmiştir ve varlığı TGB için semboliktir.

Bu gerçeği eğip büküp “çocuğu korkuttular” diye ağlayanlar, Ortadoğu’da öldürülen halkların son tahlilde o “çocukların” kurşunlarıyla can verdiği gerçeğini bilmezler mi?

20-22 yaşındaki ABD askerine “korkutulan çocuk” muamelesi yapmak, Ortadoğu’da ölen gerçek çocuklara yapılan vicdansızlıktır!

AMERİKANCILAR DAHA ÇOK AĞLAYACAK

Bakınız bu bir nevi Stockholm sendromudur, celladına aşık olma durumudur. ABD askerleri milyonları katlederken, emperyalizme mesaj vermek adına yapılmış bir çuval eylemini “savunmasız çocuğa saldırmak” diye yorumlayanlar, kötü niyetli değillerse, cellatlarına aşık olmuşlardır!

Zira gerçek çırılçıplak ortadadır: TGB’liler ABD askerine fiziksel bir zarar vermek için değil, onun şahsında sembolik çuval eylemiyle Washington’a bir mesaj vermek derdindeler. O mesaj da görüldüğü gibi alınmıştır.

Tabi bitirirken şunu da belirtelim: Çuval eylemi semboliktir ama ABD’nin bölgemizi ve ülkemizi hedef alan politikası sürdüğü müddetçe daha sert eylemler de zorunlu hale gelecektir!

Amerikancılar asıl o zaman ağlaşsın!

Mehmet Ali Güller

Aydınlık Gazetesi

14 Kasım 2014

ARŞİVDEN; 2005 YILINDA, "MİLAS ANADOLU LİSESİ ÖĞRENCİSİ ÇAĞDAŞ CENGİZ GÖZALTINA ALINDI"



 
 
 
 
 
 
 
Nâzım şiiri okudu, gözaltına alındı

Milas Anadolu Lisesi tarafından düzenlenen şiir gecesinde sunuculuk yapan bir öğrenci, şair Nâzım Hikmet’in şiirini okuduğu gerekçesiyle bir süre gözaltına alındı.

Milas Anadolu Lisesi öğrencileri tarafından düzenlenen Şiir Gecesi’nde Nâzım Hikmet Şiiri sorun oldu. Okul yönetimi tarafından görevlendirilen 2 sunucudan birisi olan 17 yaşındaki Ç.C, programın öğrenciler tarafından hazırlanmasına karşın kendi istedikleri şiirleri okuyamadıklarını belirterek, “Bizim şiirlerimiz bu kadar değil, susturulduk. Onların şairlerinden şiirler okuyabildik. Ama yine de size bir tane okuyacağım”

diyerek, Nâzım Hikmet’in “Vatan Haini” adlı şiirini okudu.

KAYMAKAMIN TALİMATI

Bu sözlerin üzerine Milas Kaymakamı Hulusi Doğan, şiirin bitmesini bekledi. Doğan, salonu terk etmek üzereyken korumalarına polis görevlilerinin çağırılması talimatını vererek, Ç.C adlı öğrencinin Emniyet Müdürlüğü’nde ifadesi alınması talimatı verdi.

Emniyet görevlileri tarafından Milas Emniyet Müdürlüğü’ne getirilen öğrencinin, ilk olarak sağlık raporu alındı. Ç.C adlı öğrencinin, ifadesinin alınmasından sonra Nöbetçi Savcı tarafından verilen talimatlar doğrultusunda serbest bırakıldığı öğrenildi.

VALİ AKSOY’DAN İDDİALARA YALANLAMA

NTV’ye konuşan Muğla Valisi Hüseyin Aksoy, öğrencinin Milas Kaymakamı Hulusi Doğan’ın talimatıyla gözaltına alındığı iddialarını yalanladı.

Ç.C’nin geceye katılan bazı öğrenci velilerinin şikayeti üzerine savcılığa çağrıldığını ifade eden Vali Aksoy, şiir okuduğu için birinin ifadesinin alınmasını yanlış bulduğunu da söyledi. Aksoy “Şayet gerekli bir durum varsa, olay okul disiplin kurulunda halledilmeliydi” dedi.

AVUKATTAN TEPKİ

Konuyla ilgili açıklama yapan Milas Kaymakamı Hulusi Doğan, “Anadolu Lisesi tarafından düzenlenen şiir dinletisinde bir öğrencimiz okulun belirlediği program dışı bir şiir okudu. Okunan bu şiirin siyasi içerikli olması nedeni ile şiirin yasaklı olup olmadığının öğrenilmesi amacı ile öğrencinin ifadesine başvuruldu. Savcılık tarafından ifadesi alınan öğrenci daha sonra gece serbest bırakıldı” dedi.

Nâzım Hikmet Ran’a ait şiiri okuduğu için kısa süreli göz altına alınan Ç.C adlı öğrencinin avukatı Levent Anıl, “Öğrencimizin okuduğu şiirden değil, kafalarının örümceklenmesinden korksunlar. Şiirin vermek istediği mesajı alsınlar. Müvekkilim gecede sunucu kimliğinde olduğu için o anda gecenin formatına uyarak bir şiir okumuştur”’ dedi.

Yüksel Savaş
NTV-MSNBC
Güncelleme: 12:24 ET 29 Mayıs 2005 Pazar

Şiir okuyan genç kendini savundu

Milas Anadolu Lisesi’nde gerçekleştirilen şiir dinletisinde Nazım Hikmet’in şiirini okuduğu için gözaltına alınan son sınıf öğrencisi Çağdaş Cengiz yaşadıklarına anlam veremiyor.

Çağdaş Cengiz on yedi yaşında Milas Anadolu Lisesi son sınıf öğrencisi. Öğretmenlerinin çok başarılı bir öğrenci olduğunu söylediği Cengiz derslerindeki başarısının yanı sıra sosyal aktivitelerde de ilk sıralarda yer alıyor.

Tiyatro topluluğunda olan Çağdaş Cengiz’in şiire de merakı var. En son okullarının yıl sonu etkinliği kapsamında arkadaşlarıyla bir şiir dinletisi hazırlayan Cengiz, etkinliğin sunuculuğunu da üstlendi. Dinletide okumak istedikleri şiirlere izin verilmemesi üzerine, etkinliğin sonunda Nazım Hikmet’in ‘Vatan Haini’ şiirini okudu.

Salondakilerden alkış alan şiirin protokoldekileri rahatsız ettiği önü sürüldü. Bunun üzerine Çağdaş Cengiz, Kaymakam Hulusi Doğan’ın talimatıyla gözaltına alındı.

Üç saat gözaltında kalan Cengiz, “O an içimden o şiiri okumak geldi, başka bir amacım yoktu. Şiirlerimizin bir kısmı sadece Nazım Hikmet’in adı geçtiği için iptal edildi. İnsanların sakıncalı dediği şiirler sevgiyi, barışı anlatan şiirlerdi, sakıncalı değildi. Şairin isminden dolayı şiirin yasaklanmasına anlam veremiyorum” dedi.

Cengiz ailesinin tek çocuğu olan Çağdaş Cengiz ailesinden de destek gördüğünü söyledi. Cengiz,

 “Ben rahatım. Doğru olduğuna inandığım şeyleri yaptım. Ailem de beni her zaman destekledi. Beni bu ülkeyi sevmem, Cumhuriyeti yaşatmam için bu şekilde yetiştirdiler. Atatürk sevgisi, Cumhuriyet sevgisi ve Nazım sevgisiyle yetiştirildim.” dedi.

 
NTV-MSNBC
Güncelleme: 19:58 29 Mayıs 2005 Pazar


                                                    VE BUGÜN