14 Haziran 2011 Salı

HİTLER DÖNEMİ ALMANYASI

















William Carr’ın “Hitler” adlı kitabında Hitler hakkında ne söylediğine bakalım. :

“Almanya’nın felaketi tek başına Hitler değildir. Alman felaketinin sorumlusu, bir Hitler yaratan ve kendi kaderini onun ellerine kendi isteğiyle teslim eden Alman halkıdır.”

   1. Dünya Savaşı sonrasında galip devletler 1919 yılında Paris yakınlarındaki Versaille’da bir Barış Konferansı gerçekleştirdiler. Bu konferansta Almanya, ödenmesi olanaksız tazminata mahkum edildi. Ödemekte olduğu bu tazminatlar nedeniyle ekonomisi iyice bozulmuşken üstüne üstlük ‘1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’ da ülkeyi ciddi bir ekonomik krize sokmuştu. Bunun sonucu olarak Almanya’da işsiz sayısı 1932 yılı başında 6 milyonu aştı. Artan işsiz sayısı ve düşen alım gücü, gazetelerde hemen her gün yer alan rüşvet ve yolsuzluk olayları bir yandan mevcut iktidara öfkeyi arttırıyor, bir yandan da halkın devlete olan güvenini kaybetmesine neden oluyordu.
  

  Bu krizden bir çıkış yolu arayan sanayiciler, işadamları ve bankerler, Hitler’in de içinde yer aldığı ve kısaca Nazi Partisi olarakadlandırılacak olan, NP harfleri ile simgeleştirdiğimiz (Nationalsozyalistische Deutsche Arbeiter Partei) partiye girmeye başladılar. Bunların arasında Yahudi asıllı Amerikalı ünlü Rockeffeller ailesi de vardı. Hitler ve NP’nin önde gelenleri, 6 Kasım seçiminde iktidara geldiklerinde Versaille’de Almanya’ya verilmiş olan para cezasını ödemeyeceklerini, bu parayı ülkenin kalkınması için kullanacaklarını söylüyorlardı. Bu söylemler, Alman iş çevrelerinin, sanayicilerin ve sermayedarların da hoşuna gidiyordu.
   Almanya’nın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıdan ve kaos ortamından yararlanmak isteyen Hitler, daha önce iktidarda denenmemiş NP’nin başında, SS’lerin (Staffel Schultz) korumasında alanlara çıktı ve daha önce kapanmış olan işyerlerinin partisinin iktidarında yeniden açılacağını, işsizlik sorununun çözüleceğini, halkın alım gücünün yükseltileceğini, rüşvet ve yolsuzlukların önüne geçileceğini, böylece halkın devlete güveninin artacağını, temel insan hak ve özgürlükleri ile örgütlenme ve basın özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılacağını, Almanya’nın nüfuz ve hakimiyet alanının genişletileceğini, daha sonra Propaganda bakanlığına getireceği Gobbels’in keşfettiği “Uber alles Deutschland” sloganını kullanarak Almanya’yı dünya lideri, Almanları da dünyanın efendisi yapacağını haykırıyordu. Ancak, bütün bunları hangi plan-proje ile ve nasıl yapacağını ne Hitler açıklıyor ve ne de halk soruyordu. Bir yandan da Hitler, NP gençlik örgütü Fırtına Kıtaları’nı (FK) –Sturm Abteilung (SA) oluşturuyordu. Bu örgüt içinde yer alanların çoğu, sokaklarda serseri mayın gibi dolaşan, kumar salonlarında ve birahanelerde vakit geçiren, kap-kaç, hırsızlık, yağmalama, adam kaçırma ve fidye alma, cinayet ve yaralama, yasadışı gösterilere katılma suçlarından sabıkalı ve sürekli rejimle çatışma halindeki gençlerdi. Geçmişi bu kadar kirli olan bu gençler, yasal veya yasadışı olduğuna bakmaksızın verilecek her türlü talimatı yerine getirmeye de hazırdılar. Bu özellikleri, verilen yasadışı eğitim ve kurslarla daha da pekiştirilmişti. Hitler, Almanya’da gazetelerin hemen tamamına yakınını elinde bulunduran 6 patronla ayrı ayrı ve gizli olarak yaptığı görüşmelerde 6 Kasım seçiminde kendi partisini desteklemeleri halinde, NP iktidarında kredi ve faiz borçları ile devlete olan vergi borçlarını silecekleri sözünü vermeyi de ihmal etmedi. Hitler’in gazete patronlarına verdiği söz etkisini gösterdi ve gazeteler, NP’yi ülkenin kurtuluşu için tek umut ilan etmeye, sendikaları, öteki kitle örgütlerini ve mevcut iktidara tepkili kesimleri NP’ne yönlendirmeye başladılar.
   Hitler’in gazete patronları ile sürdürdüğü gizli görüşmelerden, Almanya’yı dünya lideri yapma, Almanya’nın nüfuz ve hakimiyet alanını genişletme söylemlerinden kuşkulanan bir grup yüksek rütbeli subay ve birçok üniversite hocası, demokrasiye sahip çıkılması çağırısında bulunup Weimar (Alman) Cumhuriyeti’nin başka hiçbir ülkenin toprağında gözünün olamayacağını vurguladılar. .
   Yüksek rütbeli subayların ve üniversite hocalarının yayımladığı bildirileri demokrasiye ve seçmen iradesine müdahale sayan gazeteler, bildiri sahiplerini eleştirmeye başlayınca FK’nın öncülüğünde yüksek rütbeli subayları ve üniversite hocalarını protesto gösterileri, Hitler’in de el altından desteği ile başlatıldı. Bu gelişmeler üzerine Theodor Heuss, yaklaşan faşist tehlikeyi görüşmek üzere demokrasiye inanan bütün partileri bir toplantıya çağırdı. NP dışındaki tüm partiler bu çağırıya olumlu cevap verdiler. 5 Haziran1932 günü Berlin’in Grünewald semtinde yapılan toplantıda Heuss, oyların bölünmesinin önlenmesi ve demokrasi düşmanı olduğunda bir şüphe bulunmayan NP’nin önünün kesilmesi için her partinin bütün seçim bölgelerinde seçime girmemesini, hangi parti hangi seçim bölgesinde en güçlüyse öteki partilerin onu desteklemesini isteyince siyasetin kör inadı hortladı, yaklaşan faşist tehlikeyi de göremeyen bütün liderler, her seçim bölgesinde kendi partilerinin en güçlü olduğunu ve yapılacak seçimden zaferle çıkacaklarını iddia edince demokrasiden yana olanların büyük umutlar bağladığı bu toplantı, bir demokrasi cephesi kurulamadan ve bir seçim ittifakı gerçekleştirilemeden dağıldı.
   Bu dağınıklık içinde 6 Kasım 1932 tarihinde yapılan seçimden aldığı yüzde 33 oyla NP birinci olarak çıktı. NP’den parlamentoya giren milletvekillerinin yüzde 37’si rüşvet ve yolsuzluğa, yüzde 14’ü resmi evrakta çizinti ve kazıntı yaparak dolandırıcılık ve haksız kazanç sağlama suçlarına bulaşmış kişilerdi. 6 Kasım gününe kadar bu kişiler hakkında işlem yapmakta oldukça ağır davranan, bitmez-tükenmez araştırmalarla işi sürüncemede bırakan yargı, birden bire hareketlenerek NP milletvekillerinin yüzde 35’i hakkında tutuklama kararı çıkardı, ama artık iş işten geçmişti. Bu tutuklama kararları, tek adam diktatörlüğüne doğru ilerlemekte kararlı Hitler’in işine yaradı ve elinde bulundurduğu bu tutuklama kararlarını koz olarak kullanmak suretiyle parlamentoya her istediğini yaptırıyordu..Başarısız iki hükümet kurma denemesinden sonra 1934 yılı Ocak ayında Başbakan (Schansölye) seçilen Hitler’in kurduğu hükümete öteki sağcı ve muhafazakar partiler onu ılımlılaştırabilecekleri, hışmından kurtulabilecekleri ve demokrasiye bağlı kalmasını sağlayabilecekleri umudu ile bakan bile verdiler. Gazeteler, 6 Kasım seçim sonuçlarını ve kurulan yeni hükümeti demokrasinin zaferi ilan ettiler, yayınladıkları bildiri ile demokrasiye sahip çıkılmasını istemiş olan yüksek rütbeli subaylara ve üniversite hocalarına yönelik eleştirilerini sürdürdüler. Hitler hükümetinin parlamentodan ilk çıkardığı yasa, her ne suçtan olursa olsun milletvekillerinin özgürlüklerine dokunulamayacağına ilişkindi. Hitler’in bu taktiği sayesinde, kendi çıkardıkları bir kanunla her türlü soruşturma, kovuşturma ve yargılanmadan kurtulan ve kendi oylarıyla sınırsız bir özgürlüğe kavuşan milletvekilleri, ipleri Hitler’in elinde bir kukladan başka bir şey değillerdi. Hitler’in, istediği her türlü kanunu çıkarmaya, hatta parlamentonun görevini Hitler’e devretmeye bile hazır idiler. Bu gelişmelerden sonra Almanya’dan hızlı bir beyin göçü ve kaçış başladı. Atatürk Türkiyesi’ne sığınmış olanlar da, Atatürk’ün himayesinde Türkiye’nin bilimsel ve teknolojik alanda gelişmesine katıda bulundular, üniversitelerde görev aldılar..
   Hitler, yayınladığı bir talimatla Fırtına Kıtaları –Strum Abteilung- (SA) içinden seçilecek gençlerden Gestapo adında özel bir polis teşkilatı oluşturulmasını emretti. Çünkü mevcut polis teşkilatı, Anayasa eğitimi almış, hukuka saygılı, verilen emirleri araştırıp hukuk dışı talimatların uygulanmasında tereddüt gösterecek yapıda ve oldukça kültürlü idi. Oysa ezici bir çoğunluğu çeşitli suçlardan sabıkalı kişilerden oluşturulan Gestapo adlı özel silahlı güç, verilecek her türlü talimatı gözü kapalı yerine getirmeye hazır olacaktı.
   Hitler’in el altından desteği, gazetelerin kışkırtması, SA’nın, sendikaların ve öteki kitle örgütlerinin katılımıyla NP’nin zaferini kutlama bahanesiyle düzenlenen gösterilerin, demokrasiye sahip çıkılması çağırısında bulunan subayları ve üniversite hocalarını protesto gösterilerine ve şiddet olaylarına dönüşmesi, ülke yönetimine tek başına el koyarak diktatörlüğünü ilan etmek isteyen Führer’in ekmeğine yağ sürdü. Kendisini tek adam diktatörlüğüne götüreceği için el altından desteklediği ama halka açık konuşmalarında şiddetle kınadığı bu olayları ve şiddete yönelen sokak gösterilerini bahane ederek, parlamentodan bir Olağanüstü Yetki Yasası (OYY) çıkarmasını istedi. Bu yasanın hangi ihtiyaçtan kaynaklandığını, içeriğini, uygulama esaslarını ve yargı denetimine tabi olup olmayacağını öğrenmek isteyen partileri Hitler, demokrasiye ve ülkeye zarar vermekle suçlayıp, bu tür zararlı kurum, kuruluş ve örgütlerin icabına bakılacağını söyleyerek gelecekte neler yapacağının mesajını vermişti aslında. Ama o mesajı o zaman hiç kimse ya almak istemedi, ya da o sözleri çok abartılı bularak önemsememişti.. Bu yasanın kapsamının, uygulama esaslarının ve yürürlük süresinin birlikte belirlenmesi için NP, hükümete bakan veren sağcı ve muhafazakar partilerle uzlaşmaya varıp ortak imza ile Hitler’in istediği OYY’yi parlamentoya getirince Cumhurbaşkanı Hindenburg, bir grup yüksek rütbeli subay, üniversite hocaları, üst yargı organlarının önde gelenleri, demokrasiden yana bazı siyasi partiler, ayrı ayrı yaptıkları açıklamalarda Gestapo polis teşkilatının kurulmasını eleştirdiler. Çıkarılmak istenen OYY’nin ilerde doğuracağı sakıncalara, demokrasi kullanılarak demokrasinin yok edilmek istendiğine dikkat çekip parlamentonun emir ve talimatlara körü körüne uyan bir kurum haline gelme, kendi yetkilerini bir parti veya kişiye devretme yanlışına düşmemesini istediler.
   Ancak, bu açıklamaları da gazeteler şiddetle eleştirirken Hitler de sessizliğini bozarak hiç kimsenin bulunduğu makamdan, taşıdığı rütbeden ve temsil ettiği kurumdan güç alarak halk iradesine karşı çıkmaya, bu irade ile oluşmuş parlamentoya saygısızlık etmeye, kendisinden hesap sormaya hakkının olmadığını, kendisinin ancak halka seçim sandığında hesap verebileceğini belirterek tek adamlık yolunda ilerlemekte ne kadar kararlı olduğunu açıkça ortaya koydu. Alman Genelkurmayı da, Hitler’in bu sert açıklamasından sonra onun sözlerini adeta aynen tekrar ederek hem Hitler’e destek verdi, hem de antidemokratik gidişe karşı çıkan yüksek rütbeli subayları dışladı. Böylece diktatörlüğe giden yolda kapılar ardına kadar açılmış oldu Hitler’e.
   Genelkurmay’ın kendisine sahip çıkmasından da cesaret alan Hitler, OYY Tasarısı’nın parlamentoda görüşülmesine başlanırken NP’nin bazı öteki partilerle vardığı uzlaşmayı reddettiği halde Hitler’in hışmına uğramaktan korkan partilerin de desteğiyle kapsamını, uygulama esaslarını, yürürlük süresinin belirlenmesini tamamen Hitler’e bırakan OYY 1934 yılı Şubat ayında parlamentodan geçti. Ama Hitler bu yasayı hemen yürürlüğe koymadı. 1934 yılı Ağustos ayında Cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümü üzerine Başbakanlık görevinin yanı sıra Cumhurbaşkanlığı görevini de üstlenen Hitler, böylece Silahlı Kuvvetler Başkumandanı da olunca yaklaşık 6 ay önce parlamentodan geçmiş olan OYY’yi hemen yürürlüğe koydu. Bu yasadan aldığı güçle ülkede huzur ve güveni sağlamak bahanesiyle müttefik-muhalif demeden NP dışındaki tüm partileri, 6 Kasım seçimleri öncesi ve sonrası kendisine destek veren-vermeyen tüm sendikaları ve FK dışındaki tüm kitle örgütlerini bir gecede kapattı, liderlerini Gestapo marifeti ile tutuklayıp toplama kamplarına sürdü, temel insan hak ve özgürlükleri ile örgütlenme ve basın özgürlüğünü askıya aldı. Yayımlayacağı tüm genelge ve talimatların hukuka aykırılığının öne sürülmesini yasakladı. Artık ülke, hukuk ve yasalarla değil Führer’in genelge ve talimatları ile yönetilir olmuştu. Yargıçların yüzde 65’ini görevden aldı ve yerlerini, hiçbir yargıçlık deneyimi olmayan, NP’ye yakınlığından da en ufak bir kuşku bulunmayan avukatlarla doldurdu.
   Daha önce bildiri yayımlamış olanlar başta olmak üzere üniversite hocalarının çoğunu görevden uzaklaştırdı, kaçamayanları tutuklattı, üniversite yönetimlerine Gestapo marifeti ile el koydu. Böylece 6 Kasım seçimleri öncesi tüm özgürlüklerin önündeki engelleri kaldıracağını vaat etmiş olan Hitler, tüm özgürlükleri ortadan kaldırarak ülkeyi ilan edilmemiş bir sıkıyönetim altına sokmuş oldu. Tek adam ve bu tek adamın emrinde bir kukla partinin diktatörlüğü altına girmişti artık Almanya.
   Siyasi partiler, sendikalar ve öteki kitle örgütleri, basın kuruluşları faşizmin demir yumruğunu kafalarına yiyince gaflet uykusundan uyandılar ama artık iş işten geçmişti. Gelişen bu olaylar karşısında aklı başına gelen örgüt ve toplum önderlerinin gizlilik içinde de olsa yeniden demokrasiye dönülmesi çabalarını Hitler, Gestapo marifeti ile ezdi geçti…
   Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’e kulak verelim: “Önce komünistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben komünist değildim. Sonra sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler, benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
   Hitler’in faşizan uygulamalarını, yaptığı işkenceleri, insan haklarını ihlallerini onaylamak mümkün değildir. Bunlara herkesin şiddetle karşı çıkması bir insanlık görevidir. Ancak, kendisi bir Avusturyalı olduğu halde yönetmekte olduğu Almanya’yı dünya lideri, Almanları da dünyanın efendisi yapma hayaline kapılmıştı.
   Bu akıl dışı düş ile başlattığı II. Dünya Savaşı’nda yaptığı stratejik hatalar sonucunda yenilince ülkenin bölünüp parçalanmasına neden olmuş ve sevgilisi Eva ile birlikte Brandenburg’da intihar ederek galip devletlerin eline canlı olarak geçmedi.
   Hitler, işbaşında olduğu sürece, Almanya aleyhinde, Almanya’yı küçük düşürücü bir davranışta bulunmamış, Almanya’nın iç işlerine ve dış politikasına yabancıların burnunu sokmasına fırsat vermemişti.

Sefer ÇETİNKAYA

1 Haziran 2011 Çarşamba

BEKİR COŞKUN: Cin...

Cin...


Bedene giren cin gibi...
Sinsice giriyor, kimliğine yerleşiyor, onu ele geçiriyor, ona kabahatler, suçlar, günahlar işletiyor...
Beden tükenirken...
O kazanıyor...
*
Yargı...
Polis...
İstihbarat...
YÖK...
Üniversiteler...
TRT’den RTÜK’e kadar kurumlar, kuruluşlar...
İşte ÖSYM...


Tarikatın girdiği her yer yıpranıp tükeniyor...
O güçleniyor...
*
Kimliklere sızıp onun ruhunu ele geçiren... Onun enerjisi ile ona günahlar ve suçlar işleten... O yakalanıp insanlığın gözünde mahkûm olurken, usulca bedeni terk eden korku filmlerindeki gözükmez ve ölümsüz cin gibi...
*
ANAP...


DYP...


DSP...


Sızdığı siyasi partiler bitiyor...


MHP çırpınıyor...


O güçleniyor...
*
Sıra AKP’de...


İktidar partisinin bedenine girerek, ruhunu ele geçirerek devletin tepesine oturdu...


İktidar olmanın tüm olanaklarını ve gücünü kullanarak, devlet katmanlarına tamı tamına yerleşti cin.


Ortada gözükmeden, oradaydı...


Hoca Efendi’nin ünlü talimatıyla “kılcal damarlara kadar” yayıldı...


Önüne çıkan engelleri, yine bedenine girdiği iktidar partisinin kimliğini, etkisini, yetkisini kullanarak ortadan kaldırdı...


Bu arada AKP işlediği günahlarla tükendi...


Suçlarının altında itibarsızlaştı...


Cin güçlendi...
*
O ortada gözükmüyor...


Girdiği bedeni ele geçiriyor...


O bedene işlettiği suçlarla kuvvetleniyor...


Beden, işlediği günahların altında tükenip ölürken, o başka bedenlerde devam ediyor...


Cin...

MUSTAFA SÖNMEZ: TOKİ ve Rant Dağıtımı

20 Mayıs 2011 - Cumhuriyet
AKP iktidarının en tartışmalı, denetimden en uzak kurumu, kısa adı TOKİ olan Toplu Konut İdaresi, uzun yıllar konuşulmaya adaydır. TOKİ, bugüne kadarki icraatları ile sadece bir inşaat örgütlenmesi değil, ayrıca denetim dışı tutulan, AKP yandaşı sermayedar üretme, palazlandırma projesi olduğunu yeterince ortaya koydu.

TOKİ kayıtlarına göre, 2003-2010 arasında 419 bin konut üretimi tamamlandı. TOKİ, bu konutların yüzde 90’ının sosyal konut niteliğinde olduğunu ve sosyal bir işlevi yerine getirdiğini öne sürse de gerçek tam da böyle değil. Üretilen 419 bin konuttan 382 bin adedini satan TOKİ, bu üretimde esas olarak topluma ait kamu arsalarını kullandı. Yatırım maliyeti 32 milyar TL olan 1500 dolayındaki projenin yüzde 30’una yakınının İstanbul’da, yüzde 11’inin Ankara’da olması TOKİ projelerinin bölgesel dağılımındaki çarpıklığın en önemli göstergesidir.

Dahası, sosyal konut üretimiyle kendini tanımlayan TOKİ’nin en büyük 25 projesinin mahiyeti, TOKİ’nin, yüksek gelir gruplarına konut ve AVM üreten firmalara İstanbul rantını paylaştıran bir kurum olduğunu yeterince göstermektedir.

TOKİ’nin “Kaynak geliştirme ve Emlak GYO” projeleri kapsamında bulunan konutların toplam konutlar içindeki payı yüzde 20’nin altında olmakla birlikte, toplam proje maliyetleri içindeki payları yüzde 50’nin üzerindedir. Bu da TOKİ’nin sosyal konut üreticisi olma iddiasının bir şehir efsanesi olduğunu göstermektedir.
***
Daha da önemlisi, ilk 25-50 arasında yer alan “kaynak-hasıla paylaşım” projelerinin kamusal karşılığının doğru dürüst alınıp alınmadığı ve yerinde kullanılıp kullanılmadığı kocaman bir soru işaretidir. Çünkü TOKİ, her tür denetimin dışındadır. TOKİ, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu kapsamı dışında tutulmuş, tamamen RTE’nin direktifleriyle işleyen keyfi bir holding olarak devleşmiş, AKP’nin seçmen devşirmesinde kullandığı en önemli araçlardan biri yapılmıştır. TOKİ’nin sermayesi hepimize ait kamu arsalarıdır. TOKİ, Milli Emlak Genel Müdürlüğü’nden devraldığı, rantı oldukça yüksek kamu arsalarını, “Hazine arsaları karşılığı” inşaat yöntemiyle konut üretiminde kullanmış, bir kısmını satmış, dahası “kamu kurumları, arsaları karşılığı” kamu kurumları için de inşaat yapma gibi “kamu müteahhidi” fonksiyonunu da üstlenmiştir... Özellikle, hastane, lise-ilköğretim okulu gibi kamu yatırımlarının bir kısmı –her nedense- “bu kurumların arsaları karşılığı” TOKİ tarafından yapılır olmuştur. Bunlar, normalde kamu yatırımıdır. Ama TOKİ yapınca kısmen veya tamamen kamu yatırım programı ve kamu yatırım harcamaları kapsamı dışına çıkarılmaktadır. Dolayısıyla denetimden de çıkmaktadır. AKP’nin iktidardan düştüğü ilk gün, TOKİ uygulamaları, Yüce Divan’lık konuların da başında gelecektir.



MUSTAFA SÖNMEZ: TOKİ’den Aslan Payı Kimlerin?

1 Haziran 2011 - Cumhuriyet
AKP iktidarının en “korsan” kurumu TOKİ’nin, bugüne kadar 30 küsur milyar TL’yi bulan yatırımları, irili ufaklı inşaat firmaları eliyle gerçekleştiriliyor. Korsan kurum TOKİ, doğrudan RTE’ye bağlı. Bütçesi yok!.. Sermayesi, kamu arsaları. Kamuya ait en değerli arsaları büyük müteahhitlere lüks daire yapmaları için veriyor, anlaşmaya göre payını alıyor ve onu diğer projelere sermaye yapıyor. Yılda ne bilanço yapar, kâr mı eder zarar mı, kaç kişi çalıştırır ne kadar personel harcaması yapar, ne kadar cari harcaması, yatırım harcaması var, ne kadar transfer harcaması var? Hangi projeden kâr, hangisinden zarar etti, kimse bilmez, bilemez. Çünkü TOKİ’yi Sayıştay filan denetleyemez. IMF bile bilgi alamadı TOKİ hakkında. Güya Başbakanlık Yüksek Denetim Kurulu denetler. Ama o da zaten RTE’ye bağlı... Böyle bir ucube kuruluşun ne kadar arsayı, kime, hem de kamu ihale yasasına tabi olmadan, hem de yapı denetim sürecinden bağışık olarak, dağıttığını bilemezsiniz. Bir tek web sitesinde, bugüne kadar yaptırdığı işlerin listesi var. Hangi işi, hangi firmaya yaptırmış, işin bedeli ne kadar ve işin ne kadarı tamamlanmış, böyle bir liste… Bu listeden bile TOKİ’nin işleri belli şirketlerde yoğunlaştırdığı anlaşılıyor.

***
20 Mayıs tarihli yazımda belirtmiştim: 1500 dolayındaki 32 milyar TL’lik TOKİ yatırımlarının yüzde 30’una yakını İstanbul’da yoğunlaşmış durumda. TOKİ ile iş yapan müteahhitler irili ufaklı. Ama bazıları var ki, aslan payını alıyor. Bunları, TOKİ veri tabanından ayıklayınca bakın ortaya nasıl bir liste çıkıyor:

TOKİ’nin 32 milyar TL’lik yatırımının yüzde 42’sinin 30 firma tarafından gerçekleştirildiği ve gerçekleştirilmekte olduğu anlaşılıyor. TOKİ tarihinin en büyük yatırımı, Metal Yapı’nın ve sürdürülen Bakırköy projesi, 1.2 milyar TL’lik bir iş. Kamuoyunun ismini en çok duyduğu Varyap, TOKİ ile 5 büyük proje yürütmüş. Arena Stadı, Ataşehir ve Bahçeşehir’deki Meridian, Uphillcourt gibi tuhaf isimli projeler hep Varyap’ın… Aşçıoğlu, TOKİ’den Ali Sami Yen Stadı ve Likör Fabrikası arazilerini alıp gökdelenler dikmeye heves eden büyük firmalardan biri.

My World, My World Europe isimli projeleri, Arena Stadı ticari yatırımlarını yapan Ağaoğlu, TOKİ’nin bir diğer önemli partneri. En çok da Kuzu Grubu dikkat çekiyor. 20 dolayında 724 milyon TL’lik projeyi teslim etmiş TOKİ, Kuzu’ya… Ilgın, Öz-Kar, Eryapı, Siyah Kalem, Türkerler, diğer önemli TOKİ müteahhitleri.
***
İlk elde 30 inşaat firma ve grubu, TOKİ yatırımlarından yüzde 42 pay almış. Ama hepsi bu değil tabii. Bir de TOKİ’nin birçoğu Anadolu’ya yayılmış projelerini alan ikinci grup müteahhitler var. Aldıkları işler 200 milyon TL ila 100 milyon TL arasında olanların sayısını 45, proje sayısını 212 olarak saptadık. İlk 30 firma, TOKİ işlerinin yüzde 42’sini alırken bu ikinci grup, toplam projelerin yüzde 20’ye yakınını almışlar(*).

TOKİ’nin iş yaptırdığı inşaat firmalarının bir kısmı, uzun yıllardır konut işlerinde uzman kuruluşlar. Ama TOKİ ile birlikte türemiş ve palazlanmış irili ufaklı çok sayıda firma olduğunu kim yadsıyabilir? Bal tutanın parmağını yaladığı bu AKP iktidarı devrinde, AKP’nin seçim kampanyalarının finansmanında pamuk ellerini ceplerine atanlar içinde TOKİ müteahhitlerinin katkısı az olmasa gerek. Denetimsiz, bütçesiz, kamu arsalarını tepe tepe kullanma keyfiyetini eline geçirmiş RTE çiftliği TOKİ’nin, bu “örtülü ödenekli” işleri, bir gün hukuk önüne çıkarılırsa, çok ilginç hikâyeler dinleyeceğimizden kuşkunuz olmasın.

(*) Bu ikinci grubun listesini bu sütuna sığdıramayacağımdan, dileyen web sitemdeki yazımdan takip edebilir.