31 Ocak 2017 Salı

CIA'cı GRAHAM FULLER'dan Tarihi İtiraf; "Komünizme Karşı İslam'ı Destekledik". I




1960'larda gizli servis ajanı olarak Türkiye'de çalışan, CIA'nın eski Ortadoğu Masası şefi Graham Fuller VATAN'a çarpıcı açıklamalar yaptı

Son kitap çalışması için İstanbul ve Ankara'daki özellikle hükümete yakın kesimlerle görüşmeler yapan, eskinin CIAcısı, şimdinin teorisyeni Graham Fuller Türkiye'den ayrılmadan önce VATAN'a konuştu. Ortadoğu'nun en tanınmış CIA uzmanı olmasına karşın hakkında çok az bilgi sahibi olunan Fuller, özellikle 1960’1ı yıllarını geçirdiği Türkiye'yle ilgili önemli açıklamalarda bulundu. CIA'nın gücünün kendisine her sözü söyleme özgürlüğünü verdiğini vurgulayan Fuller gerçekten de telaffuz edilmesi zor konularda bile çok rahat konuştu. "Beni çok yordunuz ama çok ilginç bir sohbet oldu" dedi...

* Irak, Ortadoğu'nun Vietnam'ı oldu diyebilir miyiz?

İslam dünyası için, evet. Ama Vietnam'ın manası başlıca ABD içindi. Irak ise daha geniş bir kesimin Vietnam'ı oldu.

* O zaman bu hezimetin anlamı da daha büyük?

En tehlikeli tarafı da bu olacak. Cihatçılar bunu bir zafer olarak görecek. Irak belki de iç savaşa girecek. Ve iktidara ABD'nin yüzde yüz istemediği bir lider gelecek.

* Peki bu cihatçılar sorununu başımıza ABD açmadı mı? Hatta CIA'nın Ortadoğu Masası Şefi olarak sorumlusu bizzat siz değil misiniz?

Efendim, zannederim radikal İslam'ı, siyasal İslam'ı ilk olarak biz yaratmadık. Biz icat etmedik. Ayrıca bütün dünya radikal İslam'ı Sovyetlere karşı kullanmak istedi. Sadece ABD değil. Bütün Arap dünyası, Avrupalılar, herkes Sovyetler bir hezimete uğrasın diye yardım ettiler. Parayla, silahla... Her şekilde...

* Yeşil Kuşak ilk kimin fikriydi peki? ABD'nin değil mi?

Soğuk Savaş zamanında Sovyetler'in güneye doğru yayılmasını önlemek içindi. Fikir herhalde bizimdi. Ama o zamanlar bütün İslam devletleri de komünizme karşı Müslümanlığın çok güçlü bir duvar olduğunu anlamışlardı.

* Türkiye'de bu fikrin en ateşli savunucusu olarak siz biliniyorsunuz?..

Benim için şeref sayılabilir ama ben kabul etmiyorum. Tek bir kişi olarak bunu sahiplenemem. Suudi Arabistan'ın da büyük katkısı vardı. Herhalde babası ben değildim. Ama babasını kim bilir?

* CIA'nin Ortadoğu Masası Şefi sizdiniz. En azından büyük katkı size ait değil mi?

Oldu tabii, belki bu kavram hakkında en çok konuşan bendim. Çok da haklı bir tezdi. Çok çok doğruydu. Komünizme karşı gerçek bir duvar oluyordu İslam.

* Bu yüzden siz de bölgede sürekli radikal İslam'ı pompaladınız?..

Pompalamadık. Bizden evvel Suudi Arabistan yaptı bunu. ABD'nin Afganistan üzerindeki rolü daha büyüktü.

* Peki Türkiye'yi niye kattınız bu kuşağın içine? Tam da Türkiye'de laik bir reform oturtulmaya çalışılırken?..

Çünkü Türkiye'de çok kuvvetli bir sol vardı. Aynı şekilde İran'da da... Hem 1950,1960'larda hem 70'lerde... Komünizm hareketi çok kuvvetliydi. Ve Türkiye'de İslam komünizme karşı çok efektif değildi. İslam zayıf ama solculuk güçlüydü.

* Ve ABD bunu tersine çevirmeye karar verdi, değil mi?

Hayır, biz hiçbir değişim getirmedik Türkiye'de.

* Nasıl getirmediniz? Mendereslerden bu yana sağ hükümetleri desteklemediniz mi?

Evet, doğru. Ama aynı zamanda Türkiye'de çok güçlü bir sol hareket de vardı. Ve Türkler için de komünizm İslam'dan daha büyük tehlike görüldü.

* Kimse durup dururken "Aa, solculuk çok kötü bir şeymiş, vazgeçiyorum" demedi ki... Bu ülkede bir sürü solcu ne işkencelerden geçti, kaç darbe yapıldı? Ve bunlar hep ABD desteğiyle olmadı mı?

Evet, zannederim her zaman ABD biraz iki şekilliydi. Bir yandan Türkiye'de demokrasinin güçlenmesini istiyorduk. Bir yandan da komünizmi zayıflatmaya çalışıyorduk. Sanırım çelişkili davrandık o zamanlar.

AKP islam dünyası için iyi bir örnek

* Sonuçtan memnun musunuz peki?

Bence şu anda Türkiye çok iyi bir noktada.

* Kişi başına düşen milli gelir 4 bin dolar seviyesinde. Hala yolsuzluk, türban, çete meseleleriyle uğraşılıyor. Bu sizce iyi bir sonuç mu?

Arzu edildiği kadar gelişmediniz belki ama bu sadece Türkiye'nin problemi değil. Bütün dünyada böyle. Bizler de çok büyük problem var. Cinayetler, çürümüşlük... Ama siz beni nereye itmek istiyorsunuz, onu çok anlayamadım.

* Hollywood'ta James Bond, Türkiye'de siz...

Böyle bir şöhretim olduğunu sanmıyorum.

* Öylesiniz ve bu coğrafyada yaşayanlar için çok önemlisiniz. Bu yüzden sadece fikirlerinizi öğrenmeye çalışıyorum. Mesela, AKP'yi niye çok beğeniyorsunuz?

Yok, çok beğendiğimden değil. Ama bütün İslam dünyasında İslamcı partilerle diktatörlük arasında müthiş bir savaş var. Bu bütün bölgeyi bir istikrarsızlığa doğru götürüyor. O bakımdan AKP gibi bir partinin iktidara gelmesiyle artık bir nevi siyasal İslam problemi için çözüm bulunmuş oldu. Demek ki eğer AKP kökleri İslam'dan çıkan bir parti olmasına karşın, bu sözümü yanlış anlayabilirler ama, çok ılımlı bir İslam gibi de olsa artık entegre oldular. Türkiye'den hariç siyasal İslam normal bir parti haline gelmedi.

* Yani AKP İslam dünyası için iyi bir model olabilir mi?

Model lafını sevmiyorum ama örnek diyelim. Eğer Türkiye'yi örnek görürlerse bu çok güzel olur. Bunu İslamcılığı çok sevdiğim için söylemiyorum. Bilhassa ABD'ye, İsrail'e karşı, yaşadıkları şartlara karşı İslam dünyasında büyük öfke var. Çok radikaller. Bunları evcilleştirmek lazım. Bu aşağılayıcı bir tabir gibi görünebilir. Amacım bu değil ama onların da realiteyi öğrenmesi gerekir, siyasi hayata iştirak etmesi lazım.

ABD'ye karşı tavırlar çok yerinde oldu

* Türkiye'nin bu süreçteki rolü nedir peki?

Türkiye'nin tecrübesi çok oldu. Ve zannederim bu tecrübenin manası giderek Arap dünyasında da anlaşılacak. Müttefiki ABD'ye tezkerede "Hayır" diyebilen bir Türkiye... Şaron'a "Siz devlet terörizmi yapıyorsunuz" diyebilen bir Türkiye... Bunu söylemeye ne ABD ne de Avrupa cesaret edebiliyor. Ama böyle söylemek Başbakan Erdoğan'ın hakkıdır. Çok iyi yaptı. Bu bakımdan Türkiye ABD'ye karşı asıl bağımsızlığını şimdi ifade etmeye başladı ve İslam dünyasında da büyük tesir yaptı. İşte bu yüzden Türkiye bölgede büyük şeyler yapabilir. Kendi tecrübesini aktararak, nasihatle, Araplarla iyi ilişkiler kurarak İslam dünyasındaki öfkeyi yatıştırabilir.

* Bu misyonu liberal bir parti, AKP kadar iyi yerine getiremez mi?

Maalesef İslam dünyasında liberal, sosyal demokrat parti diye bir şey yok. Varsa da çok küçük ve etkisiz. Türkiye'de liberaller iktidara gelirse Arap dünyasında kimse pek dönüp de bakmaz. "Bunlar da Batı'nın değerlerinde" der ve dikkate almazlar.

* Yani dünyanın selameti için Türkiye'de uzun bir süre daha İslamcı bir partinin mi iktidarda kalması gerekiyor?

Türkiye büyük bir fedakarlık yapsın demiyorum ben. Ben diyorum ki Türkiye ilk defa İslam dünyasında bu problemi çözmüş halde. Bunun da mutlaka diğer İslam ülkeleri için bir manası vardır.

* Ama siz demin aşırı radikal İslamcı hareketleri yatıştırması bakımından AKP gibi bir partinin tercih nedeni olduğunu söylediniz...

Bunu bilhassa Avrupa iyi anladı. Avrupa'nın ikinci dini artık İslamiyet oldu. Çok küçük bile olsa orada da aşırı hareketler var. Bu onları kaygılandırıyor. Onlar anladılar ki Türkiye yardım edebilir. Ben demiyorum ki İslam dünyasını yatıştırmak uğruna bunu yapsın. Bunu kendisi için yapsın ve yaptı ve artık çözüm buldu sayılır.

Eski CIA görevlisi olarak anılmaktan hiç rahatsız değilim

Graham Fullerle Sultanahmet'teki Four Seasons Otcl'de buluştuk. Ama kendisi orada kalmamış. "Beş yıldızlı bir otelde kalırsam İstanbul'da olduğumu anlayamam. O yüzden mutlaka küçük bir pansiyonu tercih ederim. Ayrıca o kadar da zengin dcğilim" dcdi. Yaşadığı ülkelerin hepsini sevmiş. Ama Türkiye'nin yeri ayrı olmalı ki büyük kızının ismi Ankara'. Eski CIA'cı olarak anılmaktan rahatsız değil. Tam tersi "İşime yarıyor. Dünyayı serbestçe dolaşıyorum, isteğimi söyleyebiliyorum" diyor.

Kemalizmin sonuna gelindi

* Sizce Türkiye'de Kemalistler çoğunlukta değil mi?

Zannetmiyorum.

* Yani Mustafa Kemal modeli bitti mi?

Mustafa Kemal çok hürmet ettiğim bir şahıstır. Besbelli ki Türkiye'yi emperyalizmden o kurtardı. Hem de bazı çok hayati reformları yerine getirdi. Ama bu zorunlu Batılılaşma Türk toplumunda bazı yaralar da bıraktı. Kendi Osmanlı tarihini, İslam geleneklerini sevenler vardı. Batılılaşma İslamiyet'i aşağılayan bir hale dönüşünce bu bir memnuniyetsizlik yarattı. Şimdilerde ise sarkaç daha merkeze geldi. Anadolu Kaplanları da yeni bir Türkiye içinde yeni bir rol oynamaya başladılar. Yani bir bağdaşma var. Bu çok sağlıklı.

* Bir makalenizde "Mustafa Kemal'in işlevi bitmiştir" dediğinizde bu ülkede pek çok insanı ne kadar kızdırdığınızı biliyor musunuz?

Böyle bir şey söylemedim. Zorlu bir süreç olarak sonuna geldiğini ve belki de sonuna gelmesinin iyi olduğunu söyledim. Türkiye'ye artık yeni bir harmoni getirmek lazım.

* Mustafa Kemal ölene kadar aslında herkes mutluydu. Cumhuriyet çocukları şapkasını takıyor, Diyarbakır'da bile genç kızlar kısa kollularla sinemaya gidiyorlardı. Bu enstantaneler de önemli değil mi?

Çok çarpıtılmış bir şekilde anlatıyorsunuz. Bu benim anladığım Türk tarihi değil. Pek çok hususlarda halkın hoşuna gitti tabii, hiç şüphesiz. Ama aynı zamanda halkın büyük bir parçası İslam için daha hürmet görmeyi, Osmanlı tarihiyle övünmeyi istediler.

* Acaba sorun sizin anlattıklarınızdan mı yoksa sanayileşmenin sıfır olmasından mı kaynaklanıyordu?

Evet, bu aslında bir tabaka rekabetiydi. Kemalistler seçkindi. Ve alt tabaka bunu bağdaştıramadı. Aslında bir ihtilal olduğunda her zaman büyük yaralar kalır. Her yerde bu böyledir. Türkiye'deki ihtilalde de bir takım yaralar açıldı. Ama şimdi kapanıyor. Bağdaşma süreci şimdi yapılıyor.

40 yıldır tesbih çekerim kızımın adı Ankara

Türk usulü: Kanada'daki evimde Türk yemeği yapıyoruz. En çok da patlıcan yemeklerinizi seviyorum. Türk edebiyatını, uzun havalarınızı çok seviyorum.

Eski dostlar: Ben Türklerin eski tüfek solcularını severdim. Onlar gerçekten daha iyiydi. Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ruhi Su en sevdiklerimdi.

Ankara: Büyük kızımın orta ismi. Yaratıldığında Türkiye'deydik ve isim olarak çok hoşuma gitti. O sırada istanbul'da olmamıza rağmen Ankara daha yerinde bir isim olarak geldi bana. Kendisi de bu ismiyle çok övünüyor.

Tesbih: 40 yıldır tespih çekerim. Eskiden sürekli anahtarlığımla oynuyordum. Karım bir gün bunu hediye etti ve neredeyse 30 yaşımdan beri hep elimdedir.

Komplo: Türkiye komplo teorisi üretmede Arap dünyasından daha zayıf. Türkler yaşadıkları bölgelerde hep emir verendi. Asıl komplo teorileri ise başka bir ülkenin hükümranlığında yaşayan halklar tarafından üretilir. Bu konuda kimse İranlıları geçemez. Dünya seviyesinde bir numaralar.


ODTÜ: Haziran 2003'teki o protesto olayı büyük bir mesele değildi, hiç korkmadım. Ama içimi acıtan tek bir şey oldu. Söyleyeceklerim onların hoşuna gidebilirdi. Oysa duymak bile istemediler. Önyargıyla beni reddettiler. Bu beni acıttı.

Devrim SEVİMAY 
Vatan Gazetesi
31 Ekim 2004 Pazar

Mürettebat, Personel, Kadro

Bilindiği gibi, gemileri yüzdüren, uçakları uçuran ve seyir sırasında gerekli hizmetleri gören kişilere “mürettebat” deniyor. “Personel” ise bir iş yerinde çalışanların tümüdür. “Kadro”ya gelince, bu aynı zamanda bir bisikletçi terimidir: bisikletin taşıyıcı iskeletini oluşturan metal bölüme verilen isim.

Kadro aynı zamanda siyasi/sosyolojik bir anlam taşır. Devrimlerin, siyasi hareketlerin ve partilerin kadroları olur. Bunlar bir düşünce akımının, ideolojinin ve bunları savunan bir siyasi partinin taşıyıcı iskeletini oluştururlar.

12 Eylül rejiminden kalma Siyasi Partiler Kanunu (1983) zaman içinde siyasi partilerin merkez yönetim kurullarını mürettebata, parti üyelerini personele dönüştürmüş ve “siyasi kadro” anlayışının zaman içinde sönümlenmesine yol açmıştır. Partilerin değişmez liderleri en etkin ve kolay biçimde yönetmelerini sağlayacak mürettebatı artık parti hiyerarşisini ve örgüt emekçilerini dikkate almadan seçebilmektedirler.

Partinin tarihi, ideolojisi ve kültürel ortamıyla hiçbir bağlantısı olmayan bu kişiler tecrit olmuş makamlarında bürokratik işlerle uğraşırlar. Bu arada parti personeli getir götür işleriyle; mitinglerde pankart asma, bildiri dağıtma, para toplama ve gerektiğinde basın açıklaması yapıp görüntüleri sosyal medyaya “yükleme” faaliyetiyle meşguldür.

1980’lerden bu yana siyasi kadroya en fazla benzeyen parti personelini AKP’de görüyoruz. Bu durum kısmen AKP ve öncellerinin legal ve illegal faaliyetleri birleştirme geleneğine sahip tarikatlara ve en küçük yerleşimlerde bile istikrarlı bir nüfus kesimini oluşturan cami cemaatlerine dayanmasından kaynaklanmaktadır. CHP gibi partiler ise toplumdaki her düşünce yoğunluğunu yansıtma iddiasıyla yeniledikleri mürettebatıyla partinin üye ve sempatizan kitlesini tam bir yabancılaşmaya sürüklemişlerdir. Partinin mürettebatı Kemalistler karşısında ulusalcı, şeriatçılar karşısında tavizkâr, bölücüler karşısında “kimlikçi”, burjuvazi karşısında “Dervişçi”, FETÖ’cüler karşısında “demokrat” ve halk kitleleri karşısında “popülist” söylemler kullandıkça personelin ve tabanın yabancılaşması artmaktadır.

Son bir iki yıl içinde neoliberal küresel sistem bir dönüşüm geçirerek yerini gelişmiş kapitalist ülkeleri de kapsayacak şekilde güçlü lider, merkezi devlet, ekonomide bir tür Keynescilik, militarizm ve iktidarda kalmak için en bayağısından bir “popülizm”e bıraktı (bkz. Trump’ın başkanlık konuşması). Neoliberalizmin baskısı altında yoksullaşan, yalnızlaşan ve bunalan kitlelerin bu “popülizm”in peşinden sürüklenmeleri işten bile değildir. Yapılarını ve işleyişlerini değiştirmedikçe muhalefet partilerinin bu “popülizm”e karşı durmaları çok zordur.

Ülkemizde elindeki kaynakları kullanarak en etkili biçimde popülizm yapma kabiliyetine sahip olan parti AKP’dir (torununa bakan dede ve ninelere maaş bağlayacak ölçüde). Muhalefet partileri çaresiz görünmekte; iktidarın eteklerinde yer almak ile sadece itiraz etmek gibi iki seçenek arasında sıkışmaktadırlar.

Doğu Perinçek, 32 yıl önce SPK’yi eleştirirken bugünkü çaresizliği şu sözlerle öngördü: 

“Bu tutumun temelinde ... devletin toplumu kapsayarak yutmasına yönelen, yekpare bir toplum özleyen bir ideoloji yatmaktadır. Partiler, devletin bir parçası gibi görülmektedir. Bu mantığın birkaç adım ilerisi, partilerin devlet örgütü içine alınması ve bir Siyasi Partiler Genel Müdürlüğü kurularak İçişleri Bakanlığına bağlanmasıdır” (Anayasa ve Partiler Rejimi, Kaynak Y. 1985, s. 401).

Anayasa taslağı sadece TBMM’yi, Bakanlar Kurulu’nu değil, siyasi partileri de gereksiz hale getirmeyi öngörmektedir. Taslağın yürürlüğe girmesi halinde siyasi partiler, kendilerine ayrılan bahçenin içinde dilediklerini söylemekte özgür, fakat gerçekte tamamen etkisiz, siyasi iktidarın popülizmi ve demagojisi karşısında çaresiz kalacaklardır.

Yavuz ALOGAN
Aydınlık/24.01.2017

'Cumhuriyet, Hayat Demek!..'



Üç çeyrek asır oldu, 'Cumhuriyet' i yaşıyoruz; onu anlayabildik mi, pek sanmıyorum.

Onuncu yıldönümünde, siyah önlük beyaz yaka, uygun adım törene katılırken, biz öğrenciler için 'Cumhuriyet hayat demek' ti: 'her savaştan, açık alınla çıktığımıza' inancımız tam; 'Gâzi Paşa' ya güvenimiz sonsuz! Ne var ki bu kutlamalar, nedense nesiller boyunca, hep 'kurtuluş teması'na ağırlık vermiş; 'ihtilâl ve inkılâp' faslı, neredeyse es geçilmiştir: Oysa, 'kurtuluş' kadar, belki de daha fazla, o önemliydi: 'hâkimiyet'in halka intikâli' az şey mi? Herkesin, 'Ulusal Demokratik Devrim' adını verdiği, budur.

Gâzi'nin ünlü özdeyişini, kim hatırlamaz? 'Hâkimiyet bilâ kayd-ü-şart milletindir'! Hâkimiyet'in, kayıtsız şartsız millette olması ve onda kalması, 'demokrasi'nin tek ve vazgeçilmez şartıdır; özdeyişin anlamı, o; nice 'Cumhuriyet' muhalifinin, anlamak istemediği de, o! Her 'cumhuriyet', bir 'demokrasi' değildir: Doğu Bloku 'nun 'Halk Cumhuriyet' leri, 'totaliter' rejimlerdi; İngiltere ve İsveç 'demokrasileri'yse, birer 'cumhuriyet' değil, 'meşrûti' birer 'monarşi' dir. Şu halde, 'demokrasi' 'iktidar'a oynar; 'hâkimiyet' kimdeyse, onda kalır; onun el değiştirmesi, 'siyaset' değil, 'inkılâp'tır: oysa, demokrasiyle 'inkılâp' olmaz; iktidar, yâni hükümet değişir, bu siyasettir.

İttihat ve Terakki 'yi 'ıslahatçı', Müdafaa-i Hukuk 'u 'inkılapçı' yapan, işte bu farktı: İttihatçılar, geldikleri zaman da, gittikleri zaman da, 'hâkimiyet' Osmanlı 'daydı; Müdafaa-i Hukuk eyleme başladığı zaman, 'hâkimiyet' Osmanlı'daydı ama, Halk Fırkası'na dönüştüğünde, artık 'bilâ kayd-ü-şart milletin' olmuştu. 'Cumhuriyet', halk hâkimiyetinin adıdır; 'demokrasi', iktidara kimin geleceğini, seçme hakkını, halka vermiştir ama; bu hak, 'cumhuriyet'e karşı kullanılamaz: bütün 'cumhuriyet' anayasalarının, birinci maddesi buradan geliyor.

'Hâkimiyet' bir 'bütün'dür!..

Boyunlarında Bâb-ı âli'nin 'idam fetvalarıyla', Müdafaa-i Hukuk Ankara 'sında kurtuluşu örgütleyen 'ana kadro' dan; Hüseyin Rauf Bey 'le Refet Paşa 'nın aslında Osmanlı 'cı; Ali Fuat Paşa, Dr. Adnan Bey ve Hâlide Edip Hanım 'ın 'tekâmül' cü; sadece Mustafa Kemal Paşa 'nın 'cumhuriyetçi' -hem de 'radikal' bir 'cumhuriyetçi' - olduğu, zaman içinde anlaşılacaktı. Mazhar Müfit Bey, Erzurum Kongresi 'ne tekaddüm eden günlerde, 'nihaî amacın' cumhuriyet olduğunu, Gâzi 'den öğrendiğini yazmıştır; 'hâkimiyet' le 'iktidar' ı karıştırıp, inkılâbı 'yumuşatmak' yandaşı olan Hâlide Edip, 50'li yıllarda 'alaturka particiliğin' rezilliğini görüp, Gâzi Mustafa Kemal Paşa 'yı 'rikkatla' hatırlayacaktır.

'Hâkimiyet' bir bütündür, eski deyimle 'gayr-ı kaabil-i tecezzi -parçalara bölünemez- bir bütün; onu monarkh 'dan halka intikal ettirmek, Fransız Büyük Devrimi'nde inkılâbın sahibi burjuvazi gelişmiş olduğu halde, az mı kafanın kesilmesine neden olmuştu? İnkılâp gerçekleştikten sonra da, devirdiğini içinde taşır; diyalektiğin gerçeğidir bu, hâkimiyet halkındır demek yetiyor mu, hayır; halifenindir diyen pusudadır, işe Allah'ı karıştırır; ortak olmak hevesindeki 'bölücü', pusudadır, işe 'ecnebi'yi karıştırır!' Mustafa Kemal Paşa, 'radikal' cumhuriyetçiydi, yâni Jakoben (Jacobin); siz bu kelimenin ne manaya geldiğini, bir ansiklopedide okudunuz mu? Okuyunuz: İstiklâl Mahkemeleri 'nin zulüm yapmadığını o zaman anlayabilirsiniz.

Cumhuriyet, 'iktidarı' milletin seçmesine imkân tanıyor: 50'li yıllardan bu yana, bu prensip işlemektedir; yarım yüz yıl sonra önümüzdeki tablo nedir: Türkiye'de 'muhalefet', ya 'Şeriatçı'dır, yâni iktidara değil, 'hâkimiyet'e oynar; ya 'etnik'tir, yâni 'iktidar'ı değil, 'Hâkimiyet'in yarısını ister; üç çeyrek yüzyıl sonra, 'muhalefeti' rejim düşmanı, cumhuriyet olur mu? Gâzi 'nin 1938'de bıraktığını koruyamadığımız; ya da el altından, karşı/inkılâpçı tavrı desteklediğimiz meydandadır; yoksa hâkimiyet 'in halkta olduğu Türkiye Cumhuriyeti 'nde, eğer burjuva partileri (merkez sağ/merkez sol) iktidar'da ise; proletarya partileri (sosyal demokrat, sosyalist ve komünist partiler) 'muhalefet'te olmak lâzımdı!

Bilir misiniz: 'Sosyalist Sol'u topyekûn vatana ihânetle itham edenler, aslında cumhuriyet'e ihanet ediyorlardı.

'Otoriter' ama 'totaliter' değil!..

Gâzi 'nin 'cumhuriyet' i, 'otoriter' di, evet! Hiçbir zaman 'totaliter' olmadı: oysa bitirdiğimiz yüzyılın yarısı, 'totaliterliğin' altın çağıdır: Mussolini, Hitler ve Stalin, klâsik demokrasiyi çamura bularken, Mustafa Kemal Paşa, buna heves ettikleri için, Recep Peker/İsmet Paşa ikilisini görevden alıyordu: 'otoriterlik', inkılâpçılığın 'tahtında müstetir (altında gizli)', yâni tabiatında var; oysa 'totaliterlik', istibdadın çağdaş bir türevidir ki, 'hâkimiyet'i halkta bırakmaz, ya bir 'seçkinler oligarşisi'nin, ya 'apparatçikler' in, ya 'nomenklatura 'nın emrine verir: Türkiye Cumhuriyeti 'nde bu dram, İnönü döneminde (1938-1950), bir de 'talihsiz' hükümet darbelerinde yaşanmıştır. Cihet-i Askeriye, 'Atatürkçülüğü', Bonapartisme'le karıştırmıştı; oysa Gâzi, asla Bonapartiste olmadı, hep Jakobendi.

Cumhuriyet, millettir, yâni halk! Hâkimiyet'in yâni devletin organları, millet adına iş görecektir: yasama ve yürütme, 'millet adına' dır; yargılama, 'millet adına' hüküm verir; savunma, 'millet adına' cumhuriyet'i korur; çünkü 'hâkimiyet' e tâlip ya da ortak olmak teşebbüsü, onu milletin elinden alma teşebbüsüdür; milletin 'ma'şerî' (kamusal) refleksini, Kuva-yı Milliye'nin ardılı Silahlı Kuvvetler gösterir; 'millet adına', milletin 'hâkimiyetini muhafaza ve müdafaa etmek', onun görevi; ama, ona sahip çıkmak değil; çünkü bu sahiplenmenin adı askeri oligarşidir, ya da militarist totaliterlik: yâni, 'hâkimiyet'i, milletten almak!

Cumhuriyet her şeye rağmen, 75. yaşını idrak ediyor: Faşizmin, Nazizmin, Bolşevizmin süprüldüğü gezegende, bu, hiç kuşkusuz önemli bir başarı! Onu bir de, sahici bir demokrasiye dönüştürebilseydik, yok mu ya!.. keyfimize pâyân olmazdı.

MERAKLISI İÇİN NOT: Jakoben (Jacobin), Büyük Fransız Devrimi'nde (1789), Jakoben Kulübü'nün yandaşı olan 'radikal' devrimci.. En büyük lideri, Robespierre, daha sonra Babeuf! Rakipleri, 'ılımlı' Jirondenler'di (Girondin). Jakobenler, '...Fransa'nın her yandan saldırıya uğradığı bir dönemde, devrimci köylüleri, sans-culotte'ları, küçük ve orta burjuvaziyi saflarına alarak, dış tehlikenin üstesinden gelebildiler' (Büyük Larousse). Ne kadar, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin yaptığına benziyor değil mi?

Bonapartizm (Bonapartçılık):'...burjuvazi egemenliğinin, bazı parlamenter süslemelerle, bürokratik yapıya sahip bir askeri despotizmle tamamlandığı, yönetim biçimi.' (Karl Marks, 'Gotha Programı 'nın Eleştirisi)

ATTİLÂ İLHAN
30 EKİM 1998 CUMA
SÖYLEŞİ / CUMHURİYET

30 Ocak 2017 Pazartesi

Yaptıklarımız Yapacaklarımızın Teminatıdır

R.T.Erdoğan, başbakan olarak sınırlı yetki kullanırken, işçilere ilişkin çeşitli açıklamalar yapmıştı. Anayasa değişiklikleri onaylanırsa geniş yetkilerle acaba neler yapacak?

R.T.Erdoğan, 16 Mayıs 2003 günü yaptığı konuşmada “İş güvencesinden daha önce işyeri güvencesini sağlamak görevimiz var” dedi. (Hürriyet, 17.5.2003)

R.T.Erdoğan 16 Temmuz 2003 günü Rize’de yaptığı konuşmada şunları söyledi:

İşçi emeklisine: “Aldınız alacağınızı. Bir daha mı vereceğiz? Popülist düşünceyle bizden bir şey beklemeyin.” Memura: “Milletvekilleri kadar fedakar olun. Siz ne kadar alıyorsanız, milletvekilleri de o kadar alıyor.” İşçiye: “Benim ülkemde 5.5 milyon işsiz var. Şimdi çıkıp ‘mevcut asgari ücretle işe girmek ister misiniz?’ dersen kabul edecek milyonlarca insan var. Maaş ortalaması 1 milyarı bulan işçilerin hükümeti sıkıştırmaya hakkı yok. Olmayan para verilmez.” (Star, 17.7.2003)

ASGARİ ÜCRETLE BİRİKİM BİLE YAPILIR

R.T.Erdoğan 21 Ocak 2005 günü yaptığı konuşmada, 350 milyon liralık asgari ücretle, 5 kişilik bir ailenin bir ay boyunca çay ve simitle beslenmenin yanı sıra birikim bile yapabileceğini söyledi. (Birgün, 22.1.2005)

2008 yılı Mart ayında sosyal güvenlik alanındaki düzenlemeleri protesto eylemleri gündemdeydi. R.T.Erdoğan sendikalara ilişkin olarak şunları söyledi: “Bazıları yasa tasarısının tek bir cümlesini bile okumadan spekülasyon yaratıyor. Dürüst davranmıyorlar, yalan söylüyorlar. Kazanılmış haklar aynen devam edecek. Hiçbir şey kimseden alınmayacak. Tam aksine iyileşmiş olacak. Kimseye fildişi kulelerden bakmayız. (...) Ben sendikalara soruyorum. Bu işi siz yürütseniz bu tabloyu devam ettirebilir misiniz? Öyle sendikalar var; bir ay grev ilan ediyorlar, ikinci ay işçilerin maaşını ödeyemiyorlar. Bizdeki sendika kültürü gelişmiş değildir.” (www.milliyet.com.tr. 11.3.2008)

AYAKLAR VE BAŞLAR

R.T.Erdoğan 2008 yılı Nisan ayında 1 Mayıs kutlamalarıyla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yaptı: “Türkiye bir tatiller cenneti. Yılda çalışma günü 200 gün dolayında, bir günün ekonomiye maliyeti yaklaşık 2 katrilyon lira. Dünyada da 1 Mayıs her yerde resmi tatil olarak kutlanmıyor. 1 Mayıs’ı ilan ettik. Bunu bizden önceki hiçbir hükümet yapmadı. Ayakların başları yönettiği bir yerde kıyamet kopar. Her ilde valilik, toplantı ve gösterilerin yapılacağı meydanları hazırlar. İstanbul’da da mitinglerimizi hep Kazlıçeşme’de, Ankara’da Tandoğan’da, Sıhhiye’de yaptık. ‘Bize illa Kızılay’ı vereceksiniz’ demedik. İstanbul’da ‘illa Taksim’i, Sultanahmet’i vereceksiniz,’ demedik.” (Milliyet, Cumhuriyet, 23.4.2008)

2010 yılı Mayıs ayı ortalarında Zonguldak’ta Karadon Müessese Müdürlüğü’ne bağlı maden ocağında grizu patlaması yaşandı ve 30 işçi hayatını kaybetti. R.T.Erdoğan, “Bölge insanı bu tür üzüntülere alışık; bu mesleğe giren kardeşlerimiz böyle şeylerin olabileceğini biliyorlar; mesleğin kaderinde bu var” dedi. (Cumhuriyet, 31.5.2010)

17 Mayıs 2014 günü Soma’da Eynez Ocağı’nda meydana gelen büyük iş kazasında 301 madenci hayatını kaybetti. R.T.Erdoğan 19. yüzyıldaki maden kazalarından örnekler verdikten sonra bu konuda şu değerlendirmeyi yaptı: “Arkadaşlar yani biz bir defa bu tür ocaklarında, kömür ocaklarında bu olanları, lütfen buralarda bu olaylar hiç olmaz diye yorumlamayalım. Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok.” (http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-bu-isin-fitratinda-var-haberi-92417)

Yıldırım KOÇ
Aydınlık/30.01.2017

‘Hayır’ Çıkmazsa Bunlar Olacak...

Korku, panik, kargaşa, gelecek kaygısı, terör, zam, enflasyon, işsizlik, gerginlik, huzursuzluk yani yaşamın her köşesini adeta esir alan, yani herkese her fırsatta adeta kan kusturan “kaos” biter mi bu ülkede?.. 

Kaosun etkisini hissettirmediği, korku yaratmadığı, “kaos”tan nemalananların zırvalamadığı, velhasıl “kaos” sözcüğünün geçmediği tek saniye var mı ki bu topraklarda?..

Ne yazık ki yok!.. Ne yazık ki yıllardır “kaos içinde yaşıyor bu ülke ve ne şaşırtıcıdır ki, kimileri neye sığınırlarsa sığınsınlar kaos bitmeyecek bu memlekette...

Sözün özü şudur; Bu dünyada insanlar en çok “kaos”tan çeker ve en güvenilmeyecek zavallıların başında da “kaos” tüccarları gelir...

Yani, hem kaos çıkartıp hem de bundan yararlanmaya kalkan zavallılar, aynı zamanda huzurun da geleceğin de ezeli düşmanlarıdır!..

Örneğin; bilerek yangın çıkarttıktan sonra, ‘söndürmezseniz hepiniz yanarsınız’ diye ahkam kesen ve bu yüzden de kendilerini neredeyse “kahraman kurtarıcı” gibi pazarlamaya çalışan gafil ahmaklara karşı her zaman teyakkuzda olmak yaşamsaldır...

Onlara yaşamın hiçbir alanında sakın ola güvenmeyin vesselam!.. Çünkü bu kafalar her kaosun, her ihanetin ve her yıkımın ardında olmaktan hiçbir zaman çekinmezler... 

Tek derdi vardır onların; Yeter ki koltuk gitmesin, yeter ki güç elde olsun ve yeter ki onları besleyip büyüten rant olabildiğince devam etsin...



TERÖRÜ HORTLATANLAR KİM?..
 
Yukarıdaki saptamalar dünyanın her köşesinde, yaşamın her alanında etkisini sürdürüyor olabilir ama biz, iyisi mi insanların adeta “kaos”la tehdit edildiği ülkemize gelelim;

Son aylarda ısrarla dile getirilen “ya kaos ya başkanlık” rezaleti Anayasayı yıkmayı hedefleyen referandum beklentisiyle birlikte farklı versiyonlarla yeniden gündemde...

Baksanıza; “Başkanlık gelmezse terör bitmez” diyecek kadar geçmişi unutanlar ve bu yüzden de acayip biçimde şaşıranlar var...

Oysa bu ülkeyi yıllardır toplumsal, siyasal ve ekonomik kaosun cenderesinde inletenler bellidir... Anımsatalım o zaman buhranın o derin ve sarsıcı köklerini;

Devleti teröre teslim eden “Açılım” oyunu başlatılmasaydı bu ülkede en azından güvenlik, huzur ve barış açısından kara ve kanlı bir “kaos” olmayacaktı...

Oslo görüşmeleriyle ayyuka çıkan işbirlikçilik ve ihanet dayatılmasaydı, yoğun operasyonlar nedeniyle neredeyse tükenme aşamasına gelen PKK kentleri işgal edemeyecekti...

Kandil-İmralı, Ankara-Oslo hattında “açılım” adı altında yürütülen teslimiyet planı uygulamasaydı, PKK Diyarbakır, Mardin ve Hakkari gibi kentlerin merkezinde silahlı olarak gövde gösterisi yapamayacaktı...



DEVLETİ VURAN KAOS!..
 
Kaosun gerekçeleri ve figüranları bitti mi, ne yazık ki bitmedi;

Terörle mücadelede gaflet ve ihanet politikaları uygulanmasaydı bu ülkede son 18 ay içinde en az 800 güvenlik görevlisi şehit edilemeyecek ve bombalı saldırılarda yüzlerce yurttaş yaşamını yitirmeyecekti...

Yani AKP iktidarı valilere “operasyon yapmayın” talimatı vermeseydi, PKK Güneydoğu kentlerinin sokaklarında bırakın “hendek” kazmayı, adım atacak cesareti bile bulamayacaktı…

İşlerine gelince kendilerini “demokrat” diye pazarlayan kadınlı-erkekli yandaş kalemşorlar “İmralı, Öcalan ve PKK”ya “demokrasi” nağmeleri arasında“ açılım” güzellemeleri yapmasalardı terör bu ülkeye sözde “barış” kılığında kan kusturamayacaktı...

Peki; kaosun tek nedeni PKK’dan kaynaklanan sorunlar mı?.. Ne yazık ki değil, ne yazık ki dahası da var... 

Skandal Suriye politikası sınırları delik deşik etmeseydi ve güvenlik sorunları büyümeseydi IŞİD Türkiye içinde yüzlerce hücre oluşturamayacak, intihar saldırılarıyla yüzlerce masumu katledemeyecekti...

Ve en vahimi de FETÖ, AKP döneminde “ne istedirler de vermedik” işbirlikçiliğiyle palazlandırılmasaydı, mürit-militanlar devleti ele geçirmek için darbeye kalkışamayacak ve sokaklar kan gölüne dönmeyecekti...

Yani AKP’sinden yandaş medyasına, işbirlikçilerinden iktidar rantiyesine kadar “ya kaos ya başkanlık” teranesinin propagandasını yapanlar yok mu, başkanlık dayatmasına gerekçe olan “kaos”u her alanda zaten kendileri çıkartmışlardı...
 
İRAN'DAN DA BETER!..
 
Sözün özüne gelince... Gelecek geçmişten bellidir zaten,  “başkanlık” planı kaosu falan yok edemez bu ülkede... 

Çünkü bizzat kaosun yaratıcıları ve sahipleri işbaşındayken, bu memleket sosyo-ekonomik sıkıntılardan, politik ve diplomatik skandallardan, güvenlik kargaşasından kurtulamaz zaten...

İşte bu yüzden referandumda “evet” çıkarsa sosyal yaşamın, siyasetin, eğitimin, ekonominin ve güvenliğin her köşesinde her an pusuda olan kaos daha da derinleşecek, bugünkü manzaradan çok daha vahim bir tablo ortaya çıkacak;

Kimse kendini kandırmasın, referandumda “Evet” çıkarsa terör bitmeyecek... IŞİD memleketi tehditten vazgeçmeyecek, FETÖ tehlikesi azalmayacak...

Sandıktan “Evet” çıkarsa milletin adeta kanını emen zamlar durmayacak, dolar düşmeyecek, piyasalar canlanmayacak, ithalat-ihracat şahlanmayacak...

Millet kazayla “Evet” derse, tarım canlanmayacak, 300 binden fazla yurttaşı işsiz bırakan turizm çöküntüsü sona ermeyecek, ekonomi ayağa kalkmayacak, istikrar gelmeyecek...

Ve en önemlisi, cumhuriyeti yıkmak için yıllardır kurbağa teorisini uygulayanların laik cumhuriyet üzerindeki hesapları bitmeyecek, tavizler yeni tavizleri tetikleyecek, sonunda Anayasa’nın değişmez maddeleri de zorlanacak ve bu ülke ne yazık ki İran’dan da beter olacak...

Mehmet FARAÇ
Aydınlık/28.01.2017


Büyük Savaşa Doğru



Türkiye hızla bir savaşa doğru çekiliyor ya da bu savaşı yapmak zorunda bırakılacak. ABD ve Avrupa Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 darbesini önlemesini hala içine sindirmiş değil. Hele darbeden sonra yapılan FETÖ temizliği, alınan tedbirler onları şaşırtmış ve kafalarını allak bullak etmişti ve hala da etmeye devam ediyor. Türkiye’nin kontrolden çıkışını, içerdeki müttefikleri olan FETÖ’cüleri kaybetmelerini bir türlü hazmedemiyorlar. Onlar için kolay değil binlerce ajanlarını kaybettiler. Darbe teşebbüsü üzerinden altı ay zaman geçti. Yeni planlar yapmaya başladılar. Başlangıçta B planları yoktu ama şoku atlattıktan sonra sinsi planlarını yenileştirerek devreye soktular.

Türkiye’yi bir çıkmazda bırakacakları açık. Önümüze getirdikleri seçenekler ya teslimiyet ya da savaş. Türkiye’ye başka seçenek bırakmıyorlar. ABD ve Avrupa’nın hazırlıkları bu yönde devam ediyor. Bölge ülkeleri özellikle İran’ın tutumu önemli, ancak İran’ın tercihi ABD ve Avrupa’nın yanı olabilir. Aynı şeyi Rusya için söyleyebilirim. Rusya bir süper güç ve bu güçlerin yani büyük devletlerin etki ve ilgi alanları çok geniş olduğu için faklı düşünebilirler. Farklı çıkarlarını dikkate alarak politikalarını değiştirebilirler. Yani içinde bulunduğumuz cephede hiçbir şey garanti değil.

Bütün bunları son günlerde ortaya çıkan söylentiler, gizli görüşmelerden sızan bilgilerden yaptığım analiz ve değerlendirmelere göre söylüyorum. Bunlardan birisi Rusya tarafından hazırlandığı ifade edilen Suriye’nin taslak anayasası. Bu taslağa göre Kürt bölgesine özerklik veriliyor ve Türkiye devre dışı bırakılıyor. Söz konusu taslaktan ABD ve İran da haberli. Yani onlarla da görüşülmüş. Astana’daki görüşmelerde Rusya askeri heyetine başkanlık eden, Rusya Genelkurmay Başkanlığı Ana Harekat Dairesi Başkan Yardımcısı Stanislav Hacimagomedov, söz konusu taslağın Suriye’nin bölünmez toprak bütünlüğünü öngördüğünü belirtmektedir. Ancak bu konuda daha önce görüştüğüm Rus yetkililer Kürt bölgelerine otonomi konusunda vaatleri olduğunu söylediler. Böyle bir şey vuku olursa Türkiye hem içerden hem de Irak ve Suriye kuzeyinden PKK ile kuşatılacak. Ya bunu kabule zorlanacak ya da ABD ve Avrupa desteğindeki PKK ile savaşacak.

Diğer bir söylenti ve duyum ise ABD, Avrupa, Rusya ve İran’ın Irak’tan başlayıp Suriye’nin kuzeyinde, Akdeniz’e kadar uzanacak, içine Türkiye’nin topraklarının bir kısmını da içine alan bir Kürt özerk bölgesinin tesisi konusunda anlaştıkları ile ilgili. Bu ne kadar doğrudur bilinmez ancak gizli toplantılarda konuşulduğu ve Türkiye’nin Anadolu’ya hapsedileceği de aşikar.

MOSSAD’a yakın Depka sitesinde yer alan bir haritada Suriye güvenlik bölgelerine ayrılmış. Fırat’ın doğusundaki Kürt bölgesi güvenlikli bölgelerden biri ve ABD kontrolünde. İkinci güvenlikli bölge Fırat’ın batısından başlıyor Afrin ve İdlib’i de içine alıyor ve Türkiye’nin kontrolünde. Üçüncü bölge Suriye’nin batısı ve Halep’i içine alıyor. İran ve Hizbullah devre dışı bırakılıyor.

Bütün bu planlamalar ya da söylentiler bir gerçeği ifade ediyor. Türkiye’nin güneyinde ve Türkiye topraklarında özerk Kürt bölgeleri kurulması planlanmış ve bu bir şekilde hayata geçirilmek isteniyor. Arkasındaki güçler de belli. Hazırlıklar bu yönde. Yeni planlama adım adım ortaya konuyor ve uygulanmaya çalışılıyor.

Güneydoğudaki terör, batı şehirlerimizdeki patlamalar, ekonomik taarruz ve ekonomik çökertme faaliyetlerinden sonra da Türkiye PKK veya IŞİD veya her ikisinden birden kaynaklanan bir iç savaşla tehdit ediliyor ve bir iç savaşa doğru götürülüyor. Bu sorunların çözümü için iki seçenek bırakılıyor. Türkiye’ye ya bunları kabul et ya da iç savaşa gideceksin. Türkiye ABD ve Avrupa desteğindeki PKK ile büyük bir savaşa, hem içerde hem dışarıdaki bir savaşa hazırlıklı olmalıdır. Türkiye bu savaşı yapmadan bu sorunlardan kurtulamayacaktır.  

İsmail Hakkı PEKİN
Aydınlık/30.01.2017

Trump'a Sunulan Türkiye Raporunun Kapsamlı Özeti



ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James F. Jeffrey ve Washington Enstitüsünde Türkiye Araştırmaları Programı direktörü olarak görev yapan Soner Çağaptay, kısa bir süre önce görevi devralan Donald Trump yönetimine, ‘Geçiş 2017 - Trump yönetimi için politika notları’ başlıklı bir rapor sundu. ABD’deki İsrail lobisiyle kuvvetli bağlara sahip olduğu bilinen Washington Enstitüsü tarafından hazırlanan raporda, ABD’nin ‘elzem bir müttefiki’ olarak tarif ettiği Türkiye’nin giderek başta Rusya olmak üzere Batı Asya blokuna yaklaştığı; ABD ve Türkiye arasındaki ilişkilerin bozulması durumunda bölge politikalarının sekteye uğrayacağı vurgulandı.

SOPA YERİNE HAVUÇ

Kıdemli diplomat ve George W. Bush dönemi Ulusal Güvenlik Danışmanı Jeffrey, Türkiye’nin ABD ekseninden kopuşunun engellenmesi adına PKK/PYD, FETÖ, Ermeni Soykırımı, silah satışı ve enerji projeleri gibi konularda bir dizi taviz önerdi ve yeni bir Türkiye politikasına ihtiyaç olduğunu ifade etti. Raporda bu bakış açısı şu sözlerle özetlendi: 

“Sonuç olarak Washington, [Türkiye’ye] daha çok sopa yerine daha fazla havuç önerecek olursa, [kazandıkları karşısında] çok az şey kaybedecektir. Sopalarda arz yetersizliği mevcut: ABD ve Batı’nın Türkiye’ye ihtiyacı var; buna karşılık Türkiye ve Erdoğan da Amerika Birleşik Devletleri’ne ihtiyaç duyuyorlar.”

YENİ BİR TÜRKİYE POLİTİKASINA İHTİYAÇ VAR

Trump yönetimine sunulan raporda, Obama yönetiminin Türkiye ve bölge politikalarına yönelik eleştiriler de önemli yer tuttu. Raporda bu eleştiriler şu sözlerle ifade edildi:

“Washington’un Suriye iç savaşına yönelik yanlış müdahalesi, IŞİD ile mücadelede PYD’ye kayan eğilimi ile birlikte, Türkiye’yi, salt meşru müdafaa çizgisinin de ötesinde Rus kampına itme riski taşıyor.” 

Raporun devamında yer alan bir değerlendirmede, mevcut Türk dış politikasının ‘ironik bir biçimde’ eski Başbakan Süleyman Demirel’in 1995’te uyguladığı politikalarla benzerlik gösterdiği; Türkiye’nin ABD ve NATO’nun yanı sıra Rusya, İran, Irak ve Suriye ile olan ilişkilerinin belirsiz bir düzlemde ilerlediği; İsrail ile ilişkilerinin son dönemde normalleştiği; AB ile ilişkilerinin ise bir adım ileri bir adım geri seviyesinde kaldığına işaret edildi.

SURİYE’NİN KUZEYİNDE GÜVENLİ BÖLGE

Raporun Suriye/İran başlıklı bölümünde, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgesinin emniyete alınması için ‘güvenli bölge’ önerildi. Rapordaki ilgili bölümde şöyle denildi: 

“...Washington, Ankara ile Suriye’nin kuzeyinde bir güvenli bölge oluşturmak konusunda anlaşmaya varabilirse [ki bu güvenli bölge Türkleri ve Suriyeli müttefiklerini hava gücü ve taktik ekiplerle destekleyecektir], bu durum beraberinde Kürt yoğunluğunun az olduğu bölgelerde PYD faaliyetlerinin sınırlandırılmasını ve PYD özerkliğinin reddedilmesini getirecektir.” 

Raporda yer alan iddialara göre, Suriye’nin kuzeyinde oluşturulacak bir güvenli bölge tıpkı Kuzey Irak örneğinde olduğu gibi; Suriye’den gelen cihatçı ve mezhepsel tehditlere karşı bir güvenlik kuşağı vazifesi görebilir. Fakat süreç içerisinde gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda bu sözde güvenli bölgenin, Suriye’nin kuzeyinde bugün dağılmakta olan terör koridorunu emniyete almaktan başka bir amaç taşımadığı ortaya çıkıyor. Raporda ayrıca Türkiye’deki Amerikan üslerine ilişkin önemli bir gerçek de itiraf ediliyor ve ABD Ordusunun Türk üsleri olmaksızın, Suriye’de IŞİD’e karşı ciddi bir harekat yönetmek noktasında büyük zorluklarla karşılaşacağı ifade ediliyor.

PKK YENİLİNCE TEKRAR MASAYA OTURACAKLAR

Raporda ifade edilen görüşlere göre ABD, Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde istihbarat desteği vererek PKK’nın yenilgisini hızlandırmalı zira bu durum zayıf bir PKK ile Türkiye’nin yeniden masaya oturmasının önünü açabilir; ardından, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın da çağrısıyla hem PKK hem de onun Suriye kolu PYD silah bırakabilir.

Rapora göre, “Yönetsel tarzda bir cumhurbaşkanı olmak isteyen Erdoğan, PKK’ya karşı askeri bir zafer kazandığında, bu gelişmenin kendisini birçok seçmenin gözünde popüler hale getireceğini biliyor. Türkiye’nin PKK ile barış görüşmelerine yeniden başlaması, Türkiye’nin PKK’yı bir çeşit askeri yenilgiye mahkum edene kadar, pek olası görünmüyor.”

“...Erdoğan, PKK lideri Abdullah Öcalan’ı şu ana dek hücre hapsinde tuttu. PKK’ya yeterli askeri hasarı verdiğini hissettiğinde Öcalan’ın konuşmasına izin verecek, PKK lideri de bu noktada büyük olasılıkla örgütün silah bırakması için çağrı yapacaktır. Öcalan, Erdoğan’la uzlaşmanın bir parçası olarak hapisten çıkmak istiyor.”

GÜLEN’İN HAREKETLERİ KISITLANMALI

Raporda, ABD’nin Fethullah Gülen meselesine ilişkin izlemesi gereken politikalara ilişkin de tavsiyeler yer aldı. Buna göre, Gülen’in iadesine ilişkin talebin mahkemelerce ertelenmesi veya reddedilmesi durumunda yeni yönetim, Gülen ve örgütünün Türk iç politikasına müdahale etme yeteneğini sınırlamak adına hızla ABD’deki hareketlerini kısıtlamalı ve finans kaynaklarını araştırmalı.

ERMENİ SOYKIRIMI’ GEÇMEYECEK GARANTİSİ

Raporun devamında Türkiye’ye, sözde ‘Ermeni Soykırımı’ yasa tasarısının kongreden geçmeyeceğine dair garanti sunulması tavsiye edilirken, bu konunun Türk-ABD ilişkileri nezdindeki kritik önemine vurgu yapıldı.

SİLAH SATIŞINDA ABD-İSRAİL MODELİ

İkili ilişkiler bölümünde yer alan bir başka önemli başlık da, Türkiye’ye yönelik silah satışında izlenmesi gereken politikalar oldu. Buna göre, yeni Savunma Bakanı’nın bir an evvel Türkiye’ye bir gezi düzenlemesi ve bu gezide jeopolitik durumun ele alınmasının yanı sıra Türkiye’ye, ABD-İsrail silah satış ilişkisi türünde bir modelin tavsiye edilmesi gerektiğinin altı çizildi.

Raporun sonuç bölümünde öne çıkan diğer ifadeler şöyle:

-Suriye’deki Rus askeri konuşlanması devam ettiği takdirde, Washington Patriot füzelerinin Türkiye’de konuşlandırılması faaliyetlerini Cenevre görüşmelerine kadar sürdürmeli.

 -ABD Ordusu, F22 ve F35 jetlerinin İncirlik’te konuşlandırılmasının yanı sıra, Karadeniz’deki tek taraflı ve Türkiye’yi de içine alan ikili deniz tatbikatlarına devam etmeli.

-Washington, Kıbrıs meselesi ve Türkiye-İsrail ilişkileri gibi konularda da angajmanını artırmalı. Bu faaliyetler, Doğu Akdeniz’de Türkiye merkezli bir ‘Avrasya Doğalgaz Merkezi’ ve ABD destekli Bakü boru hattı projeleri ile paralel olarak sürdürülmelidir.

-ABD, AB ile birlikte TANAP ve TAP petrol boru hatları yoluyla Azeri, Hazar ve hatta Irak doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması konularında somut destek sunmalıdır.

-ABD, Türkiye ile Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi arasındaki hidrokarbon işbirliğini olumsuz etkilememek adına, Bağdat’la ilişkileri dengeli bir düzeyde sürdürmeli; Bağdat ve Ankara arasında uzlaşıyı desteklemelidir.

Mustafa Birol Güger
Aydınlık/30.01.2017