Geçenlerde 91 yaşında ölen sosyolog Zygmund Bauman’la yaptığı uzun tartışmanın (henüz yayınlanmadı) bir yerinde Carlo Bordoni, “Demokrasinin Krizi” başlığı altında “demos” (halk) ile “kratia” (iktidar) arasındaki ilişkiyi inceler. “Temsili demokrasiden her feragat dünyanın sonudur” dedikten sonra, “seçilmemiş ve siyasi bakımdan nitelikli olmayan bakanların yukarıdan atanmasıyla oluşturulan güçlü hükümetlerin iktidarı ele geçirmesi” halinde “demokratik temsil”in tasfiye edileceğini söyler. Bunun hemen öncesinde bir kaos yaşanmış ve “vazgeçilmez” bir karizmatik lider ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de 1961 Anayasası’yla birlikte “halk” ile “iktidar” arasında dolayım sağlayan pek çok kurum oluştu. Bunun yanı sıra ve daha önemlisi, kuvvetler ayrılığını ve Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini savunan bir “muhafız güç” ortaya çıktı. Siyasi iktidarın laiklikten saptığı ya da özgürlükleri ihlal ettiği her defasında bu muhafız güç harekete geçti; gençliği de arkasına alan yargıçlar/avukatlar ve öğretim üyeleri cüppelerini giyerek sokaklara çıktılar; sendikalı işçiler Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne meydan okudular. Başta İmran Öktem olmak üzere Yargıtay başkanlarını, Prof. Muammer Aksoy’u, Uğur Mumcu’yu, Kemal Türkler’i, Deniz Gezmiş’i hatırlayalım.
Bugün böyle bir “muhafız güç” yok; iktidarla çay toplayan Yargıtay başkanları, YÖK’ün döner sermaye profesörleri, AB ülkelerinin vakıflarından nemalanan sivil toplum örgütleri, yozlaşmış/apolitik sendikalar ve büyük bir bölümü sanal alemi mücadele alanı sanan bir gençlik var.
Bu arada iktidardaki siyasi kadronun “askeri vesayet” dediği şeyi de unutmayalım. Evet, Amerikancı darbeler oldu; bunlar 1961 Anayasası’nı önce budadılar sonra kaldırdılar, özgürlükleri daralttılar. Fakat temsili sistemin temellerine ve Kurucu İlkeler’e dokunmadılar; hiçbiri 14 sene iktidarda kalmadı. En vahşi sıkıyönetim mahkemesi bile muhakeme usullerine Ergenekon Davası’nın sivil hâkimlerinden daha fazla riayet etmiştir. Bu “askeri vesayet”in failleri 12 Eylül darbesiyle birlikte “muhafaza” ettikleri şeyi ABD’nin bölgesel çıkarları uğruna feda ettiler. Ve nihayet FETÖ’nün TSK’ye tecavüzüyle birlikte “askeri vesayet”in çok önceden yok edilmiş olduğunu anladık.
Şimdi vahim bir yol ayrımındayız. “Demos” ile “kratia” arasında dolayım sağlayan ara bölgenin sönümlenme süreci tamamlanmak üzere. Bu anayasa refandumda onaylanırsa, siyasi iktidar ile onun hükmedeceği halk kitleleri arasındaki kurumsal alan yok edilmiş olacak. Siyasi iktidarın kuvvetler ayrılığı ilkesini reddetmesi ve savunduğu Sünni İslam ideolojisi, kurulacak olan rejimin sıradan bir totalitarizm değil, düpedüz faşizm olacağını ortaya koyuyor.
Bu noktada kafa karışıklığına yer yok: tramvayın vardığı son durak ideolojisiyle, sembolleriyle, lümpenleşen alt orta sınıflarıyla, mafyalaşmış çıkar gruplarıyla ve karizmatik lideriyle düpedüz faşizmdir. Klasik faşizmden tek farkı milliyetçiliğin yerine dinciliğin, milletin yerine ümmetin geçirilmesi; ulus-devlet yerine anasır-ı İslam’dan oluşan federatif bir yapının hedeflenmesidir.
Faşizm halk kitleleri nezdinde iki sonuca yol açar: bir kesim topyekûn itaat eder, diğer kesim topyekûn itiraz eder. Faşist iktidar itaat eden kitlenin daha radikal özlemlerini sınırlarken, itiraz eden kitleyi dağınık tutmaya ve giderek yok etmeye çalışır. Kriz anlarında birinci kitleyi ikinci kitlenin üzerine sürerek kaos yaratmaktan ve hegemonyasını bu yolla pekiştirmekten çekinmez. Bu nedenle faşizme karşı mücadele siyasi görüş (solcu, sağcı, ülkücü, devrimci, sosyal demokrat vs) farkı gözetmeyen bir cephe kurmayı, faşizme karşı olan herkesi birleştirmeyi gerektirir. Bizim yaşamakta olduğumuz örnekte bu cephenin harcı, Cumhuriyet’in Kuruluş İlkeleri ve laiklikten başka bir şey olamaz.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/17.01.2017