30 Nisan 2014 Çarşamba

MEHMET ALİ GÜLLER/ PKK neden Taksim’de 1 Mayıs kutlar?

PKK-BDP 1 Mayıs’ta Taksim’de olacağını açıkladı. PKK-BDP, geçen yıllarda da Taksim’e çıkmıştı, çıkmaya çalışmıştı...
 
Peki, PKK neden 1 Mayıs’ı kutluyor? Daha doğrusu PKK neden 1 Mayıs’ı Taksim’de kutluyor?
 
Bugün bu sorunu inceleyeceğiz:
 
PKK, TEKEL’in kapatılmasına karşı çıktı mı?
İncelemeye PKK’nin ne olduğu sorusuyla başlayalım. Yanıt açıktır: PKK, Türkiye’nin bir bölgesini koparmaya çalışan silahlı bir terör örgütüdür. Yasal partileri de bu stratejiye uygun politikalar üretmektedir: Türkiye partisi değil, bölge partisidir. Sınıf partisi değil etnisite partisidir.
 
Hadi gelin somutlaştıralım...
 
Siz hiç PKK-BDP’yi, Taksim’deki 1 Mayıs haricinde, bir işçi eyleminde gördünüz mü? Örneğin Muğla’da ve Ankara’da direnen Yatağan işçilerine destek veriyor mu? Örneğin daha önce Ankara’da büyük eylemler yapan TEKEL işçilerine destek verdi mi?
 
PKK, Güneydoğu’daki fabrikaların kapatılmasına karşı çıktı mı?
Bu sorumuza “ama oralar Kürt ili değil” diyenler olabileceği için sorumuzu ayrıntılandıralım: PKK-BDP Adıyaman TEKEL eylemlerine katıldı mı? Bitlis Tütün İşletmeleri Müdürlüğü’nün kapatılmasına karşı çıktı mı? Hatta Diyarbakır Tütün İşletmeleri Müdürlüğü’nün kapatılmasına direndi mi?
 
Sormaya devam edelim: PKK-BDP, Ağrı, Urfa, Antep Et Kombinalarının satılmasına karşı çıktı mı? Doğu ve Güneydoğu’daki Sümerbank ve mağazalarının kapatılmasına itiraz etti mi?
 
Uzatmayalım: Aydınlık Emek Sayfası yazarı Mehmet Akkaya, bu soruların daha ayrıntılısını ve üstelik rakamlarla beraber 24 Nisan günü sordu, yanıtı verdi. Mutlaka o yazıyı yeniden inceleyiniz.
 
Güneydoğu’da 1 Mayıs neden kutlanmaz?
Bakın mesele anlaşılabilsin diye BDP’ye sempati duyan yurttaşlarımız için şu soruyu da soralım: Tamam, “TC’nin” fabrikalarını geçtik, peki PKK ya da türevi olan partilerden örneğin BDP neden Güneydoğu’da 1 Mayıs kutlamıyor?
 
Diyebilirsiniz ki “ama Diyarbakır’da kutlanıyor”, doğru ama siz de çok iyi biliyorsunuz ki aslında o kutlamaları Diyarbakır’daki sol örgütler yapıyor. Nevruz’la 1 Mayıs’ın sayısal karşılaştırması bile bu gerçeği gösterir.
 
Ayrıca, PKK’nin Gezi eylemlerine Diyarbakır’da değil ama sonradan Öcalan’ın talimatıyla Taksim’de katıldığını da anımsayınız.
 
PKK, Gezi’ye sonradan neden katıldı?
Artık başlıktaki soruya gelebiliriz: İşçi sınıfı derdi olmayan, güneydoğudaki emek mücadelesine kayıtsız olan, bölgesindeki 1 Mayıslara bile göstermelik katılan PKK-BDP neden Taksim’de 1 Mayıs kutlar?
 
Sorunun yanıtı için 10 ay öncesine dönelim; Taksim’deki Gezi eylemlerine ya da daha genel adıyla Haziran Halk Hareketi günlerine...
 
Eylemler başladığında BDP önce katılmamıştı. Hatta katılmadıkları için AKP’den teşekkür de almışlardı. Dahası BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş alandakilerin darbeci olduğunu, bu nedenle katılmadıklarını açıklamıştı.
 
Sonra devreye Öcalan, daha doğrusu MİT Müsteşarı Hakan Fidan girdi. Öcalan PKK’ye “Taksim’i ulusalcılara bırakmayın” talimatı verdi. Ardından 300-500 civarından PKK’li “Apo posterleri” açarak Taksim’e girdi.
 
Peki neden? Yanıt, Erdoğan’ın açıklamalarında vardı. Erdoğan ekranlardan halka şöyle sesleniyordu: “Ne işiniz var Apo posterli eylemde?”
 
Öcalan’la müzakere yürüten Erdoğan, güya halkını bölücülükten koruyordu! Kuşkusuz amaç Eylemleri sönümlendirmek, halkı Gezi’den soğutmaktı. Öcalan, Fidan’ın isteğiyle ortağı Erdoğan’a can simidi atmıştı. Neyse ki halk ve öncü örgütleri bu oyuna gelmedi.
 
PKK’nin Taksim’deki rolü
İşte o gün PKK neden Taksim’e çıktıysa, önceki yıllarda ya da bu yıl 1 Mayıs’ta Taksim’e o nedenle çıkıyor:
 
1) Sınıfı, işçileri ve emekçileri alandan soğutmak için.
2) Halkı, yurttaşları, öğrencileri Taksim’den uzak tutmak için.
3) Geniş kitleler nezdinde 1 Mayıs’ı “bölücülükle” eş tutturabilmek için.
4) Türkiye gibi Türkiye’nin devrimci sınıfı olan işçi sınıfını da bölmek için.
5) Sisteme, hükümete, emrindeki polise 1 Mayıs’a müdahale zemini yaratmak için.
 
1 Mayıs bileşenleri, PKK’nin bu ilgisini artık sorgulamalıdır!
 
AYDINLIK / 30.04.2014

YILDIRIM KOÇ / 1 Mayıs'ın gerçek tarihi: Şikago olaylarıyla ilişkisi yok

 
YILDIRIM KOÇ / 28.04.2014- AYDINLIK / 1
 
1 Mayıs’ın geçmişi genellikle yanlış biliniyor. 1 Mayıs’ın “Gerçek Tarihi” bu hataların bir bölümünü düzeltmeyi amaçlamaktadır.
 
Öncelikli ve yaygın yanlış, 1 Mayıs’ın, 1886 yılında Şikago’da yaşanan olaylar ve bu olaylar bahane edilerek asılarak öldürülen sosyalistlerle ilgili olduğunun sanılmasıdır.
 
1 Mayıs’ın işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak belirlenmesinin 1886 yılındaki Şikago olaylarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Ayrıca, bu olaylarla bağlantılı kılınarak asılan işçi önderleri de sosyalist değil, anarşistti, anarkosendikalistti.
 
Önce bu yaygın hataya bakalım.
 
DİSK Yayınevi tarafından 1977 yılında yayımlanan DİSK Eğitim Notları, Demokratik Sınıf ve Kitle Sendikacılığı kitabında (s.183) şunlar yazmaktadır:
 
Amerika’da işçiler çalışma süresinin kısaltılmasını istediler. İşgününün 8 saate indirilmesi için 1 Mayıs 1886 tarihinde 600 bin işçi genel greve gitti. Fabrikalar durdu. Kitlesel gösteri ve yürüyüşler örgütlendi. Burjuvazi polisi ve ajanlarını işçilerin üstüne gönderdi. Birçok işçi öldü, yaralandı. Amerikan işçi sınıfıyla dayanışma için pek çok ülkede işçi sınıfları gösteri ve direnişler düzenlediler. Aralarında I. Enternasyonal’e bağlı işçi önderinin de bulunduğu 4 yürekli işçi, kapitalist tekellerin emriyle asıldı. (...) Amerikan işçilerinin yiğit direnişi işçi sınıfı tarihinde altın bir sayfa oldu. 1889’da, 1 Mayıs işçi örgütleri tarafından ‘Uluslararası Birlik-Mücadele-Dayanışma Günü’ ilan edildi.”
 
Bu efsane birçok başka yayında da tekrarlanmaktadır.
 
1 Mayıs 1886 tarihinde Amerika’daki gösterilere yaklaşık 400 bin işçi katıldı. Şikago’da 40 bin dolayında işçinin gösteri yürüyüşü ve grevi ise en önemli olaylardandı. Şikago’da 21 bin işçi 17 Nisan’da ve 25 bin işçi 25 Nisan’da gösteri yürüyüşü yapmıştı. Bu yürüyüşlerin hiçbirinde olay çıkmadı.
 
Polis saldırdı, 6 işçi öldü
3 Mayıs 1886 günü ise Şikago’daki McCormick tarım araçları fabrikasının (adı daha sonra International Harvester oldu) önünde toplanan birkaç yüz grevci işçiye polis tarafından ateş açıldı. Bu işyerinde Şubat ayından beri grev sürüyordu ve işveren polis desteğiyle grevkırıcıları çalıştırıyordu. Polisin bu saldırısında altı işçi öldürüldü.
 
8 saatlik işgünü için ülke çapında kampanya sürdürülürken polisin bu saldırısıyla altı işçinin ölmesi üzerine, 4 Mayıs 1886 günü Şikago’da “Samanpazarı Meydanı”nda bir protesto gösterisi düzenlendi. Gösteri olaysız bir biçimde sürerken, polis, gösteriyi dağıtmak için saldırdı. Bu arada, kimin tarafından atıldığı hâlâ belirlenemeyen bir bomba, iki polisin hemen, altı polisin ise aldıkları yaralar nedeniyle daha sonra ölmesine neden oldu. Polisin açtığı ateş üzerine de en az on kişi öldü.
 
Atılan bomba bahane edilerek, Şikago’da işçi gösterilerini düzenleyenlerden anarşist düşünceyi savunan (anarkosendikalist) 8 sendikacı tutuklandı. Yapılan yargılamada, tutuklananların atılan bomba ile hiçbir şekilde bağlantılı olduğu gösterilemedi.
 
Ancak, bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nde yaratılan işçi ve sendika düşmanı hava nedeniyle, jüri, zanlıları suçlu kabul etti.
 
YILDIRIM KOÇ / 29.04.2014- AYDINLIK / 2

 
 
 
1 Mayıs'ın gerçek tarihi: 1 Mayıs için ilk girişim ne zamandı?
Samanpazarı’ndaki olaylara ilişkin mahkeme kararı adil değildi. Chicago’da 1 Mayıs günü Parsons’un önderliğinde bazı iddialara göre 40, bazı iddialara göre 80 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş yapılmıştı; ancak herhangi bir olay çıkmamıştı. Ayrıca, 4 Mayıs gösterisini düzenleyenler sosyalist veya komünist değil, anarşistti. August Spies, ABD’de Almanca olarak yayımlanan bir anarşist gazetesinin (Arbeiter Zeitung) yayın yönetmeniydi.
 
Zanlıların jüri tarafından suçlu bulunmasında en önemli belge, 4 Mayıs 1886 günlü mitingin çağrısıydı. Çağrı ilanının ilk biçiminde, “İşçiler, silahlanın ve tüm gücünüzle gelin” sözleri yer alıyordu. Spies, provokasyon korkusuyla bu cümleye karşı çıktı. Bu cümle metinden çıkarıldı. Ancak diğer bir matbaada basılan bildirilerin tümü imha edilemedi. Zanlılar aleyhindeki en önemli kanıt, bu bildiri oldu.
 
İdam kararı
Mahkeme 8 sendikacıdan 7’sini idama mahkum etti. İdama mahkum edilen 5 kişinin cezaları onaylandı, ikisinin cezaları ömürboyu hapse çevrildi. Cezaları onaylananlardan Louis Lingg infaz öncesinde intihar etti veya öldürüldü. George Engel, Adolph Fischer, Albert Parsons ve August Spies 11 Kasım 1887 tarihinde idam edildiler.
 
Bu olaylardan altı yıl sonra, 1893 yılında, eyalet valisi John Peter Altgeld hapiste bulunan 3 kişiyi affetti. Diğer taraftan Samanpazarı meydanında barışçı göstericilere saldırı emrini veren polis yetkilileri Bonfield ve Schaack ise 1899 yılında görevlerini kötüye kullanmaktan meslekten ihraç edildiler.
 
Londra’daki toplantı
4 Mayıs 1886 tarihindeki Şikago olaylarından sonra, işçilerin 8 saatlik işgünü ve işçi lehine diğer alanlarda yasalar çıkarılması konusundaki mücadelesi durmadı.
 
Örgütlü Meslek ve İşçi Sendikaları Federasyonu bu arada Amerikan İşçi Federasyonu (AFL) adını almıştı. Amerikan İşçi Federasyonu’nun 1888 yılında yapılan kongresinde, Marangozlar Sendikası’nın öncülüğünde ve diğer tüm sendikaların desteğiyle, 8 saatlik işgünü için bir mücadelenin başlatılması kararlaştırıldı. Bu gösteriler 1 Mayıs 1890 tarihinde yapılacaktı.
 
Bu arada bir başka girişim, 1 Mayıs’ı yalnızca 8 saatlik işgünü ve temel sendikal haklar için mücadele günü olmaktan çıkararak, işçi sınıfının uluslararası birliği ve dayanışmasını gündeme getirdi.
 
1888 yılında Londra’da toplanan bir başka uluslararası işçi kongresinde ise, Belçika delegesi Anseele, en temel işçi haklarının tanınması için uluslararası işçi hareketinin gücünün gösterilmesini sağlayacak gösterilerin yapılmasını önerdi. Bu gösteriler için öngörülen tarih ise 1889 yılı Mayıs ayının ilk Pazar günüydü. Bu önerge daha sonra değiştirildiyse de, bilinebildiği kadarıyla, uluslararası işçi hareketinin birlik ve dayanışma günü olarak 1 Mayıs’ın kutlanması konusundaki ilk girişim budur.
 
Şikago olaylarına hiç değinilmedi
Çeşitli ülkelerdeki işçi hareketlerinin temsilcileri 1889 yılında Paris’te uluslararası bir toplantı düzenlediler ve İkinci Enternasyonal’i oluşturdular.Bu toplantıda, Şikago olaylarına hiç değinilmeden, günlük çalışma süresinin 8 saate indirilmesi ve işçi hakları konusunda Paris Kongresi’nde kabul edilen diğer kararların siyasal iktidarlara kabul ettirilmesi için aynı günde ve zamanda bütün ülkelerde büyük bir uluslararası gösteri düzenlenmesi kararlaştırıldı. Amerikan İşçi Federasyonu’nun 1888 kongresinde alınan karar uyarınca 1 Mayıs 1890 tarihinde böyle bir gösteri yapacağı belirtilerek, uluslararası gösteri gününün de 1 Mayıs 1890 olması kararlaştırıldı.

 

YILDIRIM KOÇ/ Birinci Enternasyonal ve mirası

1 Mayıs öncesinde anımsanması gereken bir girişim, 1864-1876 yılları arasında faaliyet gösteren Uluslararası Çalışanlar Birliği’dir (International Workingmen’s Association) veya daha yaygın bilinen adıyla, Birinci Enternasyonal’dir.
 
19. yüzyılın ortalarında Almanya veya İtalya devletleri yoktu. Ülkeler arasındaki sınırlar genellikle yalnızca harita üzerindeydi. Bir işçinin bir başka ülkede çalışması için vize ve çalışma izni gerekmiyordu. 1848 ihtilalleri kısa bir süre içinde Avrupa’nın tüm önemli ülkelerini sarabilmişti. Bir ülkede kıtlık ve açlık olduğunda, insanlar bir başka ülkeye göç edebiliyordu. Savaşlar da askerlerin çatışmasıyla sınırlıydı; 1. Dünya Savaşı öncesinin savaşları, sivil halkı çatışmanın içine çeken topyekûn mücadeleler değildi.
 
Bu koşullarda bir taraftan işçilerin ulus kimliğini aşan enternasyonalist birliği gündeme geldi; diğer taraftan, işçileri milliyetçi yapacak ve diğer ülkelerin sömürüsünden pay almasını sağlayacak girişimler.
 
1848 ihtilalleri ulusal sınırları aşıyordu; ancak uluslararası örgütlenmeler ihtilal nedeniyle değil, somut bazı gereksinimlerin karşılanması amacıyla başladı.
 
Marx’ın 29 ve Engels’in 27 yaşındayken 1847 yılının son aylarında yazdıkları ve 1848 yılı Şubat ayında yayımlanan Komünist Manifesto, “Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz” çağrısıyla bitiyordu.
 
1848 ihtilalleri yenildi; bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesi doğrultusundaki önemli bir adım 1864 yılında farklı gerekçelerle atılabildi.
 
Bu yıllarda bir ülkede büyük grevler olduğunda, işverenler başka ülkelerden grevkırıcı getirebiliyordu. Grevkırıcılığın engellenmesi çabası, ulusal düzeyde örgütlenmiş işçilerin ilk önemli amacıydı.
 
Diğer taraftan, çeşitli ülkelerde ücretler ve çalışma koşulları hakkında bilgi edinebilmek günümüzdeki gibi kolay değildi. Bu konuda bilgi toplayan ve aktaran kurumlar yoktu. Ayrıca, birbiriyle ilişkisi olan farklı ülke işçilerinin dayanışma eğilimi de vardı.
 
Sendikacılar I. Enternasyonal’i kuruyor
1864 yılında İngiliz ve Fransız sendikacıların bir araya gelmesiyle Uluslararası Çalışanlar Derneği (Birinci Enternasyonal, International Workingmen’s Association) bu amaçlarla kuruldu. Ancak bu sürece, bu tarihlerde Londra’da yaşayan Karl Marx da katıldı ve bu örgütün ideolojik çizgisinin oluşmasında belirleyici oldu.
 
Marx’ın ve arkadaşlarının çabalarıyla I. Enternasyonal, enternasyonalizmin ideolojik, siyasal ve örgütsel merkezi oldu.
 
I. Enternasyonal 1871 Paris Komünü’nden sonra büyük saldırılarla karşı karşıya kaldı.
 
I. Enternasyonal’in kuruluşunda belirleyici rolü olan İngiliz sendikacılar örgütten ayrıldılar.
 
Örgüt içinde Bakunin’in önderliğindeki anarşistler ise gizli örgütlenmelere gittikleri için 1872 kongresinde I. Enternasyonal’den tasfiye edildiler.
 
Emperyalizm I. Enternasyonal’i bitiriyor
Bu yıllarda Avrupa işçi sınıflarının kendi ülkelerinin işverenleriyle birlikte hareket etme eğiliminin güçlenmesi üzerine, I. Enternasyonal’in merkezi 1872 yılında ABD’ye götürüldü ve örgüt 1876 yılında tasfiye edildi.
 
Örgütün merkezinin ABD’ye taşınmasında, ABD’de 1861-1865 döneminde yaşanan iç savaş sonrasında demokratikleşme doğrultusunda önemli adımların atılması ve Amerikan işçi hareketinin artan gücü de (“Emek Şövalyeleri” hareketi) çekici bir etki yaptı.
 
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçilmesiyle birlikte bu ülkelerin işçi sınıfları milliyetçileşti, şovenleşti. Enternasyonalizm veya “bütün ülkelerin işçilerinin birleşme” umudu, emperyalizmin yenilgisi sonrasına ertelendi.
 
İdeolojik etkisi büyük olan I. Enternasyonal’in önemli bir örgütsel mirası kalmadı.
 
AYDINLIK / 28.04.2014

YILDIRIM KOÇ/ Enternasyonalizm ve uluslararası sendikal örgütler

Bazı örgüt ve kişiler, 1 Mayıs öncesinde işçi sınıfı enternasyonalizminden söz ederken, bunun aracı olarak uluslararası sendikal örgütleri düşünmektedir.
 
Türkiye’de Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve KESK, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’na (ETUC) ve Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’na (ITUC) üyedir.
 
Türkiye’deki birçok sendika da ETUC ile bağlantılı Avrupa işkolu federasyonlarına ve ITUC ile bağlantılı Küresel Sendika Federasyonlarına (GUF; Uluslararası Meslek Sekreterliklerinin yeni adı) üyeliğini sürdürmektedir.
 
Bu örgütlere, emperyalist ülkelerin emperyalizmin ve kapitalizmin payandası durumundaki sendikaları egemendir. Bu örgütlerin politikaları, işçi sınıfı enternasyonalizmi anlayışıyla değil, kapitalist sistemin ve emperyalist sömürünün sürdürülebilmesi amacıyla belirlenmekte ve uygulanmaktadır.
 
Ayrıca bu üyeliklerden Türkiye işçi sınıfı açısından bugüne kadar önemli bir yarar sağlanmamıştır. Bu örgütlerin politikaları, Türkiye sendikalarının güncel sorunlarına yanıt vermemektedir. Bu örgütlerin politikalarının değiştirilmesi de olanaklı gözükmemektedir.
 
Sendikal politikalar değiştirilemez
Uluslararası sendikal örgütlerde genel kurulda temsil ve oy oranları, ödenti verilen üye sayısı ile bağlantılıdır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde azgelişmiş ülkelerin sömürülmesinin sağladığı olanaklar nedeniyle sendikalı işçi sayısı daha yüksektir.
 
Ayrıca, bazı örgütlerde ülkeler milli gelir düzeyine göre iki veya üç grupta toplanmakla birlikte, genellikle tüm ülkeler için üye başına üyelik ödentisi aynı miktardır. Diğer bir deyişle, kişi başına milli geliri 30 bin dolar olan ülkenin sendikası da, 2 bin dolar olan ülkenin sendikası da, üye başına aynı miktar ödenti vermektedir.
 
Bu durumda, gelişmiş kapitalist ülkelerin sendikaları, gerçek üye sayıları ve hatta daha yüksek bir sayı üzerinden üyelik ödentisini verirken zorlanmamakta; buna karşılık, azgelişmiş ülke sendikalarının gerçek üye sayısı üzerinden üye ödentisi vermeleri olanaksız olmaktadır.
 
Böylece, milli gelirdeki büyük farklılıkları dikkate almayan veya az dikkate alan ödenti sistemi, gelişmiş kapitalist ülkelerin sendikalarının gücünün artırılması sonucunu doğurmaktadır.
 
Uluslararası sendika toplantılarında en yaygın olarak kullanılan dil İngilizcedir. Ayrıca, Fransızca, Almanca ve İspanyolca da kullanılmaktadır. Küçük ülkeler olmalarına karşın İsveççe, Norveççe, Danimarkaca dillerinde de çeviri sağlanmaktadır.
 
Azgelişmiş bir ülkeden bir sendikacının bu dillerden birine hakim olması ve zorlukla karşılaşmadan görüşlerini ifade edebilmesi kolay değildir.
 
Ayrıca, bütün belgeler genellikle İngilizce olarak hazırlanmaktadır. Bunların toplantı öncesinde çevrilebilmesi de büyük zorluklar içermektedir.
 
Bu durumda, İngiliz, Amerikalı, Fransız, Alman ve bu dilleri küçüklükten itibaren iyi biçimde öğrenen Hollandalı sendikacıların uluslararası sendikal örgütlerde büyük bir avantajı ortaya çıkmaktadır.
 
Emperyalistlerin parasıyla enternasyonalizm olmaz.
 
Gelişmiş kapitalist ülkelerin sendikaları özellikle azgelişmiş ülkelerin sendikalarıyla olan ilişkilerinde, yaygın biçimde kullandıkları devlet parasına da bağlı olarak, bir astlık/üstlük, bağış alan/bağış veren ilişkisi kurmaktadır.
 
Bu ülkelerin devletleri, bu tür faaliyetlerde kullanabilmeleri için,kendi sendikalarına önemli
kaynaklar vermektedir. Bu devlet kaynaklı destek, birçok azgelişmiş ülke sendikacısının uluslararası sendikal örgütlerde izleyeceği politikada,yardım veren ülkenin sendikasının politikasından etkilenmesini getirmektedir. Ayrıca, gelişmiş kapitalist ülkelerin sendikalarının uluslararası ilişkiler bölümlerinde çok sayıda uzmanlaşmış personel vardır.
 
Bu koşullarda, Türkiye gibi ülkelerin sendikalarının uluslararası sendikal örgütlerde politikaların belirlenmesinde etkili olabilmeleri olanaklı değildir.
 
Emperyalizm olduğu sürece 1 Mayıs’ta “bütün ülkelerin işçileri” birleşmeyecektir. Olmayacak
duaya amin demeyin!
 
AYDINLIK / 26.04.2014

YILDIRIM KOÇ/ İşçi sınıfı emperyalizmi niçin destekler?

Emperyalist ülkelerin işçi sınıfları emperyalizmi ve kapitalizmi niçin destekler?
 
Bu insanlar salak mı? Deneyimsiz mi? Bilgisiz mi? Cahil mi?
 
Hiçbiri değil.
 
Kısa vadeli sınıf çıkarları bunu gerektiriyor da ondan emperyalizmi destekliyorlar. Büyük savaşlar ve krizler yaşanmadığı sürece de destekleyecekler.
 
İşçiler emperyalist sömürüden nasıl yararlanıyor?
Emperyalist sömürü, yağma ve talan sayesinde elde edilen kaynaklarla, bu ülkelerin işçi sınıfları önemli kazançlar ve kazanımlar elde etti.
 
Sömürgelerden ve günümüzdeki yarı-sömürgelerden getirilen ucuz gıda maddeleriyle ve ucuz hammaddelerle hayat daha ucuz hale getirilerek, işçilerin satınalma gücü artırıldı. Azgelişmiş ülkelerde düşük ücretlerle ve kötü çalışma koşullarında üretilen giyim eşyaları, televizyon setleri, buzdolapları, vb., emperyalist ülkelerin işçilerinin tümünün bu malları ucuza temin edebilmesini olanaklı kıldı.
 
Azgelişmiş ülkelerden getirilen işçilere düşük ücretler ödenerek, en pis ve tehlikeli işler yaptırıldı, kentlerin altyapıları inşa edildi.
 
Emperyalist sömürü sayesinde gelişmiş kapitalist ülkelerin şirketleri kârlarını artırdıkça, işçilerin gerçek ücretleri yükseltildi, çalışma koşulları geliştirildi.
 
Başka ülkelerin sömürülmesinden devlete aktarılan kaynaklarla “sosyal refah devleti”nin finansmanı gerçekleştirildi; toplumun tüm kesimlerine eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, toplu konut, toplu taşımacılık, vb. alanlarda önemli yararlar sağlandı.
 
Gelişmiş kapitalist ülkelerin hemen hemen tümünde, asgari düzeyde geçimini sağlayacak bir geliri olmayan kişilere bu gelirin devlet tarafından ve vergi gelirleriyle finanse edilerek sağlanması da sosyal devletin önemli unsurlarından biridir. Ancak bu vergilerin en önemli kaynağı da, tekellerin uluslararası düzeyde gerçekleştirdiği yüksek kârlardır. İşçilerden kesilen verginin bir bölümü bile, işçilerin emperyalist sömürü sayesinde elde edebildikleri yüksek ücretlerden alındığı için, emperyalist sömürü ile bağlantılıdır.
 
Sermayedar sınıfla girilen ittifak sayesinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi hakları, sendikal hak ve özgürlükler ve demokratikleşme daha kolay elde edildi; işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı başkaldırıları durduruldu. Gelişmiş kapitalist ülkelerin önemli bir bölümünde genel oy hakkının elde edilmesi bile, emperyalist döneme geçişle mümkün oldu.
 
Bu dönemde gelişmiş kapitalist ülkelerde kamu kesimindeki istihdamın toplam istihdam içindeki payı arttı. Kamu kesiminde iyi koşullarla istihdam, sınıf bilincini zayıflattı; işçi sınıfının devletle bütünleşme eğilimini güçlendirdi.
 
İstihdam yaratıldı sendikalaşma kolaylaştı
Bazı gelişmiş kapitalist ülkeler, sömürgeleri sayesinde işsizliği azalttı; işsizlerin bir bölümü sömürgelere yerleştirildi veya şirketlerinin sömürgelerdeki işyerlerinde geçici sürelerle yüksek ücretlerle çalıştırıldı. Bu işçiler de yerli işçilerle ortak bir mücadele içine genellikle girmediler.
 
Sömürgelerden, eski sömürgelerden ve yeni-sömürgelerden getirilen kara, sarı veya beyaz derili işçiler, emperyalist ülke işçi sınıfında tabakalaşma yarattı; en zor, tehlikeli ve itibarsız işler bu işçilere yaptırıldı. Ayrıca, emperyalist politikalar, bu ülkelerde işçi sınıfına psikolojik bir rahatlama getirdi; bu insanlar “en alttakiler” olmaktan kurtuldu; sermayedarlarla ilişkilerindeki olumsuz konumlarını unutturacak biçimde ve kendilerini daha üstün görmelerini sağlayan sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin halkları vardı.
 
Bu listeyi uzatabilirsiniz. Emperyalist sömürüden pay alan, emperyalist sömürü sayesinde yaşam standardı yükselten bir işçi, 1 Mayıs’ta içten gelerek ve samimiyetle “bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” der mi?
 
Hâlâ diyeceğini zannediyorsanız, kusura bakmayın ama, siz biraz safsınız galiba.
 
AYDINLIK / 25.04.2014

YILDIRIM KOÇ/ Marx-Engels ve ‘burjuva proletarya’

 
1 Mayıs öncesinde enternasyonalizm tartışmaları gündeme geldiğinde, Marx ve Engels’in gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıflarına ilişkin bazı gözlemlerini anımsamakta yarar var.
 
İşçilerin burjuvaziye ve hükümetlere karşı mücadelesinin 1830’larda çeşitli ülkelerde önem kazanması ve 1848 ihtilallerinde Avrupa’da zamandaş olarak gelişmesi ve bu süreçte gelişen enternasyonalist eğilimler, kapitalizmi savunanların karşı tedbirlerini getirdi. Hükümetler, kapitalizmin yol açtığı kötü çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesinden başka çarelerinin kalmadığını görerek, başka ülkelerin sömürülmesi sayesinde aktarılan kaynakların bir bölümünü bu amaçla kullanma yoluna başvurdular.
 
Kapitalizmin mezar kazıcılığından kapitalizmin payandalığına
İşverenler ve hükümetler, belirli büyüklükteki bir pastanın paylaşılmasında çıkan sorunları aşabilmek amacıyla, pastayı büyütme konusunda işçileri ikna ettiler.
 
Pasta büyütülebilirse, herkesine payına düşen, bir iç çatışma yaşanmadan artırılabilecekti. Pastayı büyütmenin bir yolu emek üretkenliğini artırmak, diğer yolu başka ülkeleri sömürgeleştirerek buralardan kaynak aktarmaktı.
 
Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinin işçi sınıfları, ülkede paylaşılacak pastanın bölüşümünde iki seçenekle karşı karşıya kaldılar.
 
Kendi ülkelerinin sermayedarlarıyla mücadele ederek ve onların payını küçülterek kendi paylarını büyütmeye çalışabilirlerdi. Bunun zorlukları ve riskleri büyüktü. Yenildikleri ve ezildikleri 1848 ihtilalleri işçiler için çok pahalıya mal olmuştu.
 
İkinci seçenek, onları 1848’de yenenlerle işbirliği yaparak başka ülkeleri sömürmek, sömürgelerden aktarılan kaynaklarla ülkede bölüşülecek pastayı büyütmek ve böylece sermayedar sınıfın payına göz dikmek zorunda kalmadan kendi paylarını mutlak anlamda artırmaktı.
 
Bu seçeneğin zorlukları ve riskleri, ancak ülkenin bütünleşik gücünün sömürge edinme savaşlarında veya sömürgelerin yeniden paylaşılması savaşlarında yenilmesi durumunda büyüktü. Galip çıkılan savaşlarda ölen işçiler ise ödenmesi kaçınılmaz bir bedel olarak kabul ediliyordu.
 
Bu durumu F.Engels, İngiliz işçi sınıfının “burjuva proletarya”ya dönüşmesi olarak ifade etmektedir. Bu sömürüden yararlanan işçi sınıfının yalnızca bir kesimi değil, bütünüdür.
 
‘Burjuva Proletarya’
F.Engels’in 7 Ekim 1858 tarihinde K.Marx’a yazdığı mektupta şöyle deniyordu: “İngiliz proletaryası gerçekte giderek daha fazla burjuva oluyor; öyle ki, tüm ulusların en burjuvası olan bu ulus, gözüktüğü kadarıyla, nihai olarak, bir burjuvazinin yanı sıra bir burjuva aristokrasiye ve bir burjuva proletaryaya sahip olmayı amaçlıyor. Tüm dünyayı sömüren bir ulus için tabii ki bu belirli bir ölçüde geçerli nedenlere dayanmaktadır.” Engels, bu mektubunda, “İngiliz proletaryasının burjuvalaşması”ndan söz ediyordu.
 
Marx, 16 Nisan 1863 tarihinde Engels’e yazdığı mektupta “İngiliz işçilerinin belirgin burjuva hastalığı” ifadesini kullanıyordu.
 
Marx’ın 11 Şubat 1878 tarihinde Wilhelm Liebknecht’e yazdığı mektupta da aynı yaklaşım hakimdi: “İngiliz işçi sınıfının ahlakı, 1848 yılından beri yaşanan çürüme döneminde, bir süreç içinde giderek daha da derin bir biçimde bozuldu ve (İngiliz işçi sınıfı, Y.K.) sonunda büyük Liberal Parti’nin, yani kapitalistlerin uşağının kuyruğu olmaktan başka bir şey olmadığı bir noktaya geldi.”
 
Engels, 12 Eylül 1882 tarihinde Kautsky’ye yazdığı mektupta da şunları belirtiyordu: “Bana, İngiliz işçilerinin sömürge politikası konusunda ne düşündüklerini soruyorsun. Ne diyeyim, genel olarak politika konusunda düşündüklerinin tam olarak aynısını: Burjuvaların düşündüğünün aynısını. Burada işçilerin bir partisi yok; yalnızca Muhafazakarlar ve Liberal-Radikaller var; ve işçiler de, İngiltere’nin dünya piyasasındaki tekelinin ve sömürgelerin sağladığı ziyafetten keyifle pay alıyorlar.”
 
AYDINLIK / 22.04.2014

YILDIRIM KOÇ/ Kapitalizmin cehenneminde yaşamak

Türkiye’de günümüzde gelir getirici bir işte çalışanların yaklaşık yüzde 66’sı yaşamını işgücü satışıyla sürdürüyor; diğer bir deyişle, işçi sınıfının parçası.
 
Türkiye işçi sınıfı kapitalizmin cehennemini henüz yaşamadı; ancak galiba yaklaştığı gözlenebilen büyük bir ekonomik kriz sonucunda yaşayacak.
 
Kapitalizm buzdolabı, cep telefonu, televizyon, otomatik çamaşır makinesi, mobilya ve hatta ev ve araba mı; yoksa açlık ve yoksulluk mu, çalışıp çalışıp ücretini alamamak mı, kredi kartı borcu nedeniyle evine haciz gelmesi mi, borcunu ödeyemediğin arabanın veya evin elinden alınması mı?
 
Cevap değişeceğe benziyor.
 
Tarihte kapitalizmin yarattığı cehennem
Kapitalizmin acımasızlığını anlayabilmek için geçmişe bakmakta yarar var.
 
Kapitalizm tarihte işçiler için nasıl bir cehennem yaratmıştı?
 
Kapitalist üretim biçimi 14. ve 15. yüzyıllarda birbirinden kopuk olarak bazı Akdeniz kasabalarında gelişmeye başladı; ancak kapitalist dönem 16. yüzyıldan itibaren öne çıktı.
 
Bu tarihlerden 19. yüzyılın ortalarına ve hatta bazı ülkelerde sonlarına kadarki dönem, Avrupa’nın günümüzdeki emperyalist ülkelerinin o zamanlardaki işçi sınıfları için bir cehennemdi.
 
Kapitalizmin yarattığı bu cehennemin bir göstergesi, doğumda yaşam beklentisidir. 1828 yılında bir Prusya generali (von Horn) Prusya kralına başvurarak, genç işçilerin sömürülmeleri ve sağlıklarının kötü durumda olması nedeniyle gerekli sayıda askerin temin edilemediğini bildiriyordu.
 
1850’li yıllardan itibaren ücretlerde ve çalışma/yaşama koşullarındaki gelişmeye karşın, İngiltere’de 1870 yılında doğumda ortalama yaşam beklentisi 41,3 yıldı ve bu rakam 1913 yılında 53,4’e yükselmişti. 2001 yılında ise 78,1 yıldı.
 
1880’li yıllarda Avrupa’nın diğer “gelişmiş” bölgelerinde de doğumda ortalama yaşam beklentisi 43-45 yıldı; Almanya’da 40 yılın altındaydı, İskandinav ülkelerinde 48-50 yıl dolaylarındaydı.
 
İngiltere’de 1870 yılında canlı doğan her 1000 bebeğin 145’i ölüyordu. Bu sayı 1913 yılında 108’e, 1950 yılında 30’a, 1973 yılında 17’ye ve 2001 yılında da 5’e düştü.
 
18. yüzyılda ve hatta 19. yüzyılın ilk onyıllarında birçok ülkede görülen bir uygulama, işçiler için özel çalışma kartlarının hazırlanmasıydı. Böylece işçiler çalıştıkları fabrikadan kendi istekleriyle ayrılamıyorlardı. Ayrıca bu kartlar aracılığıyla polisin işçileri gözetim altında tutması da sağlanıyordu. Bu dönemde bazı ülkelerde serflere uygulanan dayak cezası işçiler için de geçerliydi. İşçiler, polis tarafından kırbaçlanıyordu.
 
Fransa’da açlık
Fransa’da da uzun çalışma süreleri, kötü sağlık koşulları, yetersiz beslenme, çocuk işçiler, hastalık, kazalar yaygındı.
 
18. yüzyılda normal bir Fransız işçisi toplam gelirinin yaklaşık yüzde 50’sini yalnızca ekmek alabilmek için harcıyordu. Gelirinin yüzde 16’sı sebze, yağ ve şaraba; yüzde 15’i giyime; yüzde 5’i yakıta ve yüzde 1’i de aydınlanmaya gidiyordu. 1709 yılında büyük bir açlık yaşanmış ve yüzlerce kişi açlıktan ölmüştü. 18. yüzyılda gıda isyanları oldu. İnsanlar karınlarını doyurabilmek için dükkanları yağmaladı.
 
1789 yılında Paris’teki bir fabrika işçisi gelirinin yüzde 60’ını yalnızca ekmek için ayırmak zorundaydı. Ekmek fiyatları hızla artınca, ekmek için ayrılması gereken para daha da arttı. Fransız Devrimi sürecinde, 1795 yılında ekmek iyice pahalılandı. Paris polisinin raporlarına göre, bir baba, açlık korkusuyla üç çocuğundan ikisini öldürdü. Ertesi gün ekmek ayaklanması gerçekleşti, fırınlar ve bakkallar yağmalandı. Ekmek temini daha da zorlaşınca, açlıktan sokaklarda ölenler ve intihar edenler oldu.
 
Kapitalizm, ancak emperyalist sömürü sayesinde işçilerin yaşama ve çalışma koşullarını düzeltebildi.
 
Türkiye’de bu olanak da yok.
 
Deprem gibi bir krizin ayak sesleri duyuluyor.
 
Kapitalizmin sahte cenneti tükeniyor, kapitalizmin cehennemi yaklaşıyor gibi.

YILDIRIM KOÇ/ Günümüzde enternasyonalizm mi anti-emperyalist milli mücadele mi?

İşçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs yaklaşıyor.Birçok yayın organında işçi sınıfı enternasyonalizminden söz edilecek. “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” denecek.
Bazı örgütler, “küresel saldırıya karşı küresel direniş”i önerecek.
 
Peki, günümüzde bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesi olanaklı mıdır? Siz böyle istiyor olabilirsiniz; ancak hayat zorlamadan bütün ülkelerin işçileri birleşir mi, geçmişte birleşti mi, bugün de birleşmelerine ilişkin işaretler var mı?
 
Hayır! Bunların hiçbiri olmadı; emperyalist olduğu sürece de olmayacak. Kapitalizmin tarihi 500 yılı aştı; bütün ülkelerin işçileri bir türlü birleşmediler.
 
Anti-emperyalist milli cephe
Yoksa işçi sınıfının gündemindeki konu, anti-emperyalist milli cephenin yaratılması mı? Türkiye işçi sınıfının sorunlarının çözümünde ana politika emperyalizme karşı çıkmak ve milli bir cephe oluşturmak mı?
 
Ben, ikincisinin mümkün ve olması gereken olduğunu düşünenlerdenim.
 
İşçilerin kapitalizmin yarattığı sorunları aşabilmek, ücretlerini artırabilmek, çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirebilmek için verdikleri mücadele bazen ülke içindeki koşullarla sınırlıdır, bazen uluslararası bir boyut kazanır.
 
Geçimini sağlamak, günlük yaşamını sürdürebilmek ve mevcut koşullarını koruyup geliştirebilmek peşinde olan sıradan bir işçi, hayat onu zorlamadığı sürece, başkalarıyla birlikte hareket etmez veya mücadeleye girmez.
 
Bir işyerinde koşullar iyiyse, örgütlenme ve mücadele zorunluluğu yoktur. Bir ülkede koşullar iyiyse, örgütlenme çabası ve mücadelenin riskleri gereksiz kabul edilir. Koşullar mecbur bırakmadıkça, sıradan bir işçinin başka ülkelerin işçileriyle biraraya gelmesi, kendi ulusundan işverenlere karşı başka ülkelerin işçileriyle birlikte mücadele etmesi beklenemez.
Ayrıca çeşitli ülkelerin hükümetleri ve işverenleri, kendi ülkelerinde sınıf çatışmalarını önleyebilmek amacıyla başka ülkelerin sömürülmesini ve bu ülkelerden aktarılan kaynakların bir bölümünün kendi ülkelerinin işçilerine verilmesi politikasını bilinçli ve sistemli bir biçimde uygulamaktadır.
 
Bu ise farklı ülkelerin işçilerinin çıkarlarının farklı ve hatta çelişik olması sonucunu da doğurmaktadır.
 
Mezar kazıcılığından payandalığa
Emperyalist ülkelerin işçi sınıfları, diğer ülkelerin sömürülmesinden pay aldıklarından, kapitalizmin mezar kazıcıları olmaktan çıkmış, emperyalizmin ve kapitalizmin payandalarına, destekçilerine dönüşmüştür.
 
Amerikan, Alman, İngiliz, Fransız, Japon, İsveç, Norveç, Belçika vb. işçi sınıfları, bugün refah düzeylerini, Türkiye gibi ülkelerin halklarının sömürülmesine borçludur. Bu borçlarını da, emperyalistleri destekleyerek ödemektedir.
 
Buna karşılık, nüfusumuzun neredeyse üçte ikisini oluşturan ücretlilerin (Türkiye işçi sınıfının) ve tüm milletimizin çıkarı, öncelikli olarak emperyalist sömürüye karşı milli bir cephe oluşturmaktır.
 
Günümüzün enternasyonalizmi, çıkarı emperyalizmle çelişen ve kurtuluşu emperyalizme darbe indirmekten geçen kesimlerin anlayışıdır. Bu enternasyonalist cephe içinde emperyalist ülkelerin işçi sınıfları yoktur; Türkiye halkı veya Türk milleti vardır.
 
Emperyalizm çökertilmeden, çeşitli ülkelerin işçi sınıflarının kapitalizme karşı ortak bir cephe kurması mümkün değildir.
 
Diğer taraftan, gün gelecek, iktisadi, siyasal ve toplumsal gelişmeler, günümüzde insanlığı bölen millet olgusunun aşılmasına, tüm insanlığın tek bir çatı altında birleşmesine yol açacaktır. Gerçek enternasyonalizm o zaman yaşanacaktır.
 
YILDIRIM KOÇ / AYDINLIK / 15.04.2014
 

ÖZDEMİR İNCE/ Hüsnü Mahalli’nin çok önemli bir yazısı

Bugün, Hüsnü Mahalli’nin 14.4.2014 tarihli Yurt gazetesinde yayımlanan “Utanan var mı?” başlıklı yazısından söz edeceğiz. Sözü ona bırakacağız. Başta Arap dünyası olmak üzere İslam Dünyası’nın hal-i pürmelalini anlatan en iyi yazı olarak gördüğüm bu makaleyi, sizlere de okutmak zorunda olduğumu düşündüm. Kendim araya gireceğime, en iyisi bu, yer kalırsa ben de bir şeyler eklerim:
 
***
[“NECAT EL-NAHARİ Yemenli Yahudi genç bir bayan. 1981’de Yemen’de doğdu 1993’te İsrail’e göç etti. Yemenli ve genel olarak Arap Yahudilerine yönelik ırkçı davranışlarına tepki olarak İsrail’i terk ederek üniversite eğitimi için Kahire’ye gitti. Necat genç bir mimar olarak 2004’te İsrail’e döndü. Üç yıl orada kalan Necat 2007’de Merkezi Beyrut olan uluslararası bir şirkette çalışmaya başladı. Ama tüm bu süre için İsrail’de egemen olan Siyonist ideolojiye karşı etkin mücadele etti. Sosyal medya üzerinden bu çabasına devam eden Necat bu aralar Arap Facebook ve Twitter’inde çok konuşuluyor.
 
Neden mi?
 
Yanıtını Necat’tan okuyalım.
 
‘Bu aralar birçok arkadaşım Yahudilikten vazgeçip Müslüman olmamı istiyor.Bazıları da Yahudi olduğum için beni lanetleyip cehennem ile cezalandırılacağımı söylüyor.Geçenlerde bir arkadaşım Muhammed Peygamber ile ilgili bir hikaye anlattı.Bir Yahudi, komşusu Muhammed’e hep kötü davranıp zarar verirmiş. Muhammed de sabırla tepki göstermez komşusuna hep iyi davranırmış. Bir gün Yahudi hastalanıp yatağa düşünce Muhammed ziyaretine gider ve yardımcı olur. Bu davranış karşısında şaşkına dönen Yahudi özür diler ve Müslüman olur...
 
Muhammed Peygamber’in bu kişisel özellikleri Yahudi’nin Müslüman olması için yeterli olmuştu. Üstelik Yahudi’nin o sıralar henüz Kur’an hakkında hiçbir bilgisi yoktu.
 
Arkadaşım bu hikayeyi anlatınca kendi kendime ‘Acaba Müslümanlar şimdi Yahudileri ne ile ikna edecek?’ diye düşünmeye başladım.
 
Şimdi Müslüman olmamı isteyen dostlara seslenmek istiyorum...
 
Diyelim ki; ben Müslüman olmaya karar verdim. Peki hangi mezhebe katılacağım? Her mezhep diğerini kafir ilan ediyor ve katlinin vacip olduğunu söylüyor. Ben Sünni mi yoksa Şii mi olacağım? Bir de bunlar içinde bir sürü tarikat var. Acaba hangisine bağlı olursam barış içinde yaşarım?
 
Geçenlerde bir grup Müslüman arkadaşla sohbet ederken biri Muhammed Peygamber’in bir hadisini anlattı. Hadise göre Müslümanlar 70 millete ayrılacak ve bunlardan yalnızca biri cennete gidecek. Ben de arkadaşa ‘bu grup hangisidir’ diye sorduğumda ‘bilmiyorum’ dedi.
Bu durumda ben o grubun içinde nasıl olabilirim?
 
Hangi din adamı bana cennete gitme garantisi verecek?
 
Üstelik her mezhep, tarikat ve cemaat ‘o grup benim’ diyor.
 
Bugün Müslümanlar birçok yerde kendi aralarında savaşıyor ve çok iğrenç bir şekilde birbirlerini kesiyorlar. Bu durumda bir Yahudi birbirini kesen insanların dinine nasıl girecek?
Siz hiç Yahudilerin din uğruna birbirini öldürdüğünü duydunuz mu?
 
Üstelik İsrail bir din devleti olarak kurulmuştur.
 
Suriye’de ister rejim ister muhalifler tarafından olsun tümü Müslüman 150 bin insan öldürüldü.
 
Müslüman gruplar bile birbirini boğazlıyor.
 
Suriyeli askerin yüreğini söküp kanını içen muhalifi herkes görmüştür.
 
Bu ne biçim Müslümanlık?
 
Irak’ta ise Şii-Sünni iç savaş çatışmalarında en az 280 bin Müslüman ve az sayıda Hıristiyan öldürüldü. Örnekleri çoğaltabilirim ama bu kadarı yeterli.
 
Peki bu durumda bir Yahudi ya da Hıristiyan normal koşullarda rahat bir şekilde Müslüman olabilir mi?
 
Elbette bu anlattıklarımın hiçbirinin gerçek İslam ile ilişkisi yoktur ve olamaz.
 
Çünkü semavi dinlerin tümü barıştan yana.
 
Muhammed Peygamber insanları İslama davet ettiğinde onları zulüm, fakirlik ve cehaletten kurtulma ve özgürlük ile adalet içinde yaşama sözü ile ikna etti.
 
Peki şimdi Yahudileri İslama davet edenler onlara neyin sözünü verecek?
Dürüst ve açık sözlü olalım...
 
Bugün Müslüman ülkelerin çoğunda fakirlik, cehalet, yolsuzluk, hırsızlık, her türlü iğrençlik, insan hakları ihlalleri, diktatörlük, geri kalmışlık, zulüm çok yaygın.
 
Arap Baharı ayaklanmaları işte bu nedenle olmuştur.
 
Peki Hıristiyan ve Yahudilerin yönettiği ülkelerde neden olmuyor bunlar?
 
Bugün birçok Müslüman daha onurlu bir yaşam için kafir dediği Hıristiyan ülkelere göç ediyor.
 
Kusura bakmayın ama bu ülkeler Müslümanların iç çamaşırlarını bile üretiyor.
 
Evet ben bir Yahudiyim ama İslama büyük saygım var.
 
Geçenlerde bir arkadaşım Kur’an’dan bazı ayetler gönderdi bana.
 
İlgimi çekti ve Kur’an ve Kur’an ile ilgili birçok şey okumaya başladım.
 
Şimdi soruyorum:
Olağanüstü dini bir anayasaya yani Kur’an’a ve harika bir Peygambere sahip olan İslam âlemi nasıl olur da bu hale gelir?’
 
Necat El-Nahari’nin samimi bu sorusuna yanıtı ben vereyim:
‘Gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet’”.]
***
İlahiyatçılara, tefsircilere, samimi Müslümanlara göre İslam akıl ve ilim dini! Ama 600-700 yıldır Müslümanlar ve İslam bilginleri bu akıl ve ilmi nedense kullanmıyorlar. İslam bezirgânları, İslamcı siyasetçiler akıl ve ilimden bucak bucak kaçıp hurafe bataklıkları üretiyorlar. Müslümanlar birbirlerini boğazlamaktan başka bir şey yapmıyorlar: Celaheti durmadan üreterek bir Cehalet Rönesansı yaratıyorlar ve Celaheti Egemen güç haline getiriyorlar.
 
Müslümanlar, laikliği benimsemeden, laikliğe saygı duymadan, onunla kavga etmemeyi öğrenmeden başkalarına ve hukuka saygılı insan olamazlar. Başkalarına ve hukuka saygılı insan düzeyine çıkmadan da birbirlerini boğazlamaktan kurtulamazlar. Tarih bunu göstermiş ve kanıtlamıştır.
 
Türkiye Cumhuriyeti bu gerçeği kanıtlamış, doğru yolu göstermiş ama ne yazık ki ihanete uğramıştır.
 
***
Bu ülkede; Araplar, Arap ülkeleri, Arap Baharları konusunda sadece kurbağalar vıraklamıyor.
 
1965 yılından bu yana Avrupa ve dünya ile sıcak temasım var. Arkadaşlık ve dostluk ilişkilerim var. Ama hiç kimse bana, iyi bir insan olduğum için, Hıristiyan olmamı teklif etmedi. Müslümanlar neden herkesi Müslüman yapmak istiyor? Ama kimse bunun ne anlama geldiğini araştırmıyor. Bu ne aşağılık duygusu?
 
Adonis’ten esinlenerek tekrarlayacağım: Dini iktidarın bağımsızlığı, [yani her hocanın bir derebeyi (feodal) olması] ve iktidarın dine dönüşmesi (mutasyonu): İşte Arap ülkelerinde hükümetlerin gittiği yol budur.
 
Erdoğan kaptanlığında Türkiye, Arap denizinde pusulasız yol alıyor. Ama Erdoğan’ın yıldız okuma yeteneği yok!
 
AYDINLIK / 30,04,2014

29 Nisan 2014 Salı

"Sol" geçen 1 Mayıs’ta ne dedi ‘hatırlamıyor’ !!!

 
İki adım ileri bir adım geri...
 
Sol gazetesi dün sürmanşetten yayımladığı haberde, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve PKK lideri Öcalan’ı yan yana koyarak “İktidara destekte buluştular” yorumunda bulundu. Bu gazetenin Perinçek’e karşı iddiaları yeni değil. Daha önce de “Doğu Perinçek’ten hükümete destek” başlığıyla Akit gazetesi röportajı yorumlanmıştı. Sol gazetesinin Cemaat yazarlarıyla aynı ifadeleri kullanarak Perinçek’e saldırmasına değinmeden yeni olan duruma geçelim.
 
Bize ulusalcı demesinler” tedirginliği
Sol gazetesi ilk kez ciddi biçimde PKK’ya tavır alarak AKP ile ittifaklarını dile getirdi. Bu olumlu ama ani çıkışın yarattığı ürkeklikle Doğu Perinçek haberin unsuru haline getirilmiş. “Bize ulusalcı demesinler” tedirginliği alakasız bir benzetmeye yol açmış. Sonuçta Doğu Perinçek, Sol gazetesine konu olan açıklamasında Taksim’de Apo posterlerinin açılacağını, PKK’nın Taksim’den gideceğini ve bazı illegal grupların kışkırtma içerisinde olduğunu söylemişti. Tabii ki gazetenin Öcalan’ı eleştirdiği habere bu ifadeleri koyarak Perinçek’i eleştirme gayreti gerçekçi olmazdı.
 
Açıklama özenle ayıklandı
Bu nedenle Perinçek’in açıklamaları özenle ayıklandı ve “Öcalan-PKK” ifadeleri haberde yer almadı. Perinçek’in, İBDA-C bağlantılı Haşim Kılıç’ın Cemaat’i savunan sözlerini eleştirmesi ise “AKP’nin yanında saf tuttu” ifadesiyle verildi. Kendi mantıklarıyla yorum yapsaydık kırk kez Cemaat ile saf tuttuklarını örnek veren haberlere imza atardık. Öcalan’ın Gezi’ye “darbeci” demesini bir yıl geriden görmelerini eleştirmeyeceğiz. Hem Öcalan “Meydanı Ergenekonculara bırakmayın” derken buluştuğunu iddia ettiğiniz İşçi Partisi’ni hedefe koyuyordu. Çünkü AKP ile yürüttüğü açılım zora girmişti. Yıllardır Aydınlık’ın yazdığı, sizinse ancak dün görebildiğiniz gibi AKP ile PKK ittifak halindeydi yani.
 
Turuncu kuvvetleri görmemesi talihsizlik
Sol gazetesinin, AKP-PKK pazarlıklarının “akil insanı” olan sendika başkanlarına, AB fonlarından beslenen STK’lara neden turuncu kuvvet denildiğinin farkına varamaması ayrı bir talihsizlik.
 
Öcalan’ı yazmak cesaret işi
Sol gazetesinin daha ne kadar Öcalan’ın gerçek rolünü haberleştirebileceğini çok merak ediyoruz. Zira cesaret isteyen bir iş. Öcalan’ın sorgu görüntülerini görmezden gelip İmralı’dan yapılan “montaj” açıklamasını haber yapmak mizah oluyor.
 
Geçen 1 Mayıs’ta ne dedi ‘hatırlamıyor’
Sol gazetesi Perinçek’in Taksim ısrarcılarını eleştirmesini “AKP’ye destek” şeklinde sundu ama gazete yöneticileri ve köşe yazarları geçen sene ne demişlerdi hatırlayalım:
 
1 Mayıs sorgulaması
...bazı şeylerin daha özgürce tartışılmasında yarar var. Örneğin Taksim konusu... Garip hale geldi, kimse düşündüğünü söyleyemiyor, ifade edemiyor. Bu yıl Taksim’de 1 Mayıs’ın kitlesel bir biçimde kutlanmasının zor olduğunu düşünenler bunu açıkça dile getirmeye çekiniyor. Neden? Çünkü “Taksim” her şeyin üzerini örten bir olgu haline getirildi...
 
Ancak bugün Taksim’in, her şeyin üstünde bir hedef olarak görülmesi, tekrar tekrar Taksim eksenli bir hesaplaşma için hazırlık yapılması, Türkiye işçi sınıfı hareketinin ve Türkiye solunun apolitikleşmesinden başka sonuç vermez.                  
Kemal Okuyan, 21 Nisan 2013
 
Ya Taksim ya ölüm
Hükümet önce izin verir gibi yaptı, sonra “Taksim’de olmaz” dedi ve gündemi kilitledi. “Ya Taksim ya ölüm” sloganı bir kez daha çıktı ortaya. Asıl soru ise yine unutuldu gitti: 1 Mayıs’ta ne için miting yapılacak? Hükümetle inatlaşmak... Bir sakıncası yok. Ancak hükümetle başka konularda, asıl konularda inatlaşmayanların alan konusundaki inadının arka planında ne var acaba?...
 
Bu yıl kitlesel, talepleri net, açık, siyasi iktidara meydan okuyan bir 1 Mayıs gerektiği çok açık. Bunu hiç hesaba katmadan içine girilen Taksim inatlaşmasının “içerik” ayıbını örteceğini mi sanıyorlar?
Kemal Okuyan, 26 Nisan 2013
 
*****
Tribün nidası
“Taksim’e girecek miyiz, giremeyecek miyiz” üzerinden yapılan tartışmalar sona erdiğinde, geriye sadece, “girdik işte... gireriz biz!” gibilerinden kimi tribün nidalarından başka bir şey kalmıyor.
Renan Bilek, 25 Nisan 2013
*****
Emek hareketine zarar
Taksim yasağına karşı bugüne kadar saygı duyulacak bir mücadele verildi. Ama bu mücadelenin bundan böyle de tek belirleyici mücadele ekseni olarak kalması, emek hareketine zarar verme noktasına geldi. Emek hareketini içerden çürüten bazı sendikacıların, yılda bir defa, o da içerik yerine biçim tartışmaları üzerinden “aklanmaları”nın aracına dö-nüştürülebilir mi 1 Mayıs? (Ki AKP iktidarı, içi boşaltıldığı sürece “Taksim” tartışmasına son yıllarda kolaylık göstererek taraf olmadı mı?)
Oğuz Oyan, 25 Nisan 2013
 
Murat Şimşek /AYDINLIK / 29.04.2014