1 Ekim 2019 Salı

Çin, Rusya ve İran: Yeni Jeopolitik Düzenin Dayanakları




Konuya derinlemesine bakan yakın zamandaki bir makalesinde; analist Alistair Crooke, ABD’nin kurumsal olarak, İran’la sağlam bir anlaşma yapma gücüne sahip olmadığını öne sürüyor. Ulusal güvenlik danışmanı John Bolton’ın yakın zamanda görevden alınmasından önce yazılan makalede, Crooke on yıllarca süren yaptırımların, imkansız olmasa bile çözülmesi güç bir düğüm haline geldiğini savunuyor.

Bolton’ın görevden uzaklaştırılması, şüphesiz, ABD-İran ilişkilerinin düzeltilmesi potansiyeline sahip bir etken; ancak, iki ülke arasındaki ilişkinin doğasının belirlenmesinde, uzun süreli etkisi olacak diğer unsurlar da mevcut. Bu unsurlar, geçmişle ve yazarın görüşüne göre, daha da önemlisi gelecekle ilişki gösteriyor.

Bolton 1948 yılında doğdu. Dolayısıyla, İngiliz ve Amerikan CIA 1953 yılında İran lideri Mussadık’a karşı darbe düzenlediğinde henüz küçük bir çocuktu. Musaddık’ın yerine getirilen Şah, 1979 yılında  İslam Devrimi ile yıkılıncaya kadar, ülkeyi despotik bir terörizm ile yönetti. Amerikalılar, özellikle bu darbe nedeniyle İranlılar’ı hiçbir zaman affetmediler ve o tarihten beri bu ülkeye karşı her türden bir savaş sürdürdüler.

İçinde İran’ın nükleer güce sahip olma isteğine dair yanlış kanıtlar barındırıyor olsa da, 2015 yılında BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi (ABD, Almanya, İngiltere, Çin, Rusya, Fransa- IŞIK) artı AB ve İran arasında imzalanan JCPOA Anlaşması (Ortak Kapsamlı Eylem Planı Anlaşması ya da İran Nükleer Anlaşması- IŞIK) ile, uzun süredir iltihaplı bir yara haline gelen bu konuda bir çözüme ulaşılmıştı. Amerika’nın anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmesi, İran’ın ABD dış politikası hakkındaki şüpheci yaklaşımını, basit olarak çok çabuk doğrulamış oldu.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunu’nun, İran’ın anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirdiğine dair olumlu raporlarına rağmen, ABD Mayıs 2018’de tek taraflı olarak anlaşmadan çekildi. Bu çekilmenin İsrail baskısından kaynaklanıp kaynaklanmadığı, Trump’ın kendine özgü dış politika girişimi olup olmadığı, diğer etkenler ya da  bu etkenlerin oluşturduğu bir kombinasyon olup olmamasının konuyla bir ilgisi yok. İranlılar ve gerçeği söylemek gerekirse diğer birçok ülke için, Rusya Devlet Başkan’ı Putin’in, Amerikalıların “anlaşma yeteneğine sahip olmadığı” gözleminin doğruluğu, basitçe söylemek gerekirse teyid edilmiştir. ABD’nin anlaşmadan çekilmesinin, bir dizi önemli sonuçları olmuştur.

ABD’nin “anlaşma yeteneğine sahip olmadığı”nı hükmeden sadece İran değil. Bizzat bir ABD darbe girişiminden kurtulan Türk lider Recep Erdoğan, ülkesini ABD ekseninden uzakta yeniden konumlandırmak için istikrarlı biçimde bir dizi girişimde bulundu. Bu girişimler içinde, İran’la ticaret anlaşmaları yapmasını ve belki de en önemlisi, dünya güç dengesine ABD’den uzakta yeniden yön vermeye çalışan Rus ve Çin inisyatifine giderek artan derecede katılımını sayabiliriz.

Son aylarda, Erdoğan ülkesinin “Şanghay İşbirliği Örgütü”ne bağlılığını artırdı, İran’la ticari bağlarını güçlendirdi ve Rus S400 füze savunma sistemini teslim aldı. Tüm bu hamleler, Rusya’yla yapılmış çeşitli anlaşmalara devam edilmemesi ve İran’ın daha fazla izole edilmesi yönündeki güçlü ABD beyanlarına rağmen başarılı olmaktadır.

Sözü edilen “Şanghay İşbirliği Örgütü”, Rusya’nın Avrupa’ya petrol boru hatları döşemesi ile katılımcı ülkelere ABD tarafından aktif olarak karşı çıkılması ve şantaj yapılması örneğinde olduğu gibi, Amerikan isteklerine açıkça uymayan ticaret ve diğer düzenlemeleri formüle etmek üzere Çin’den Avrupa’ya, coğrafi olarak geniş bir alana yayılmış ülkeler tarafından oluşturulmuş çeşitli inisyatiflerden sadece birisidir.

Rusya’nın petrol projelerinin başlıca yararlanıcısı ve Amerika faktörünü kabul etmeyen Almanya’nın yanı sıra, artan sayıda Avrupa ülkesi, son aylarda, bağımsızlıkları ile ilgili kendilerinden daha emin olarak önemli  önlemler almıştır.

Bunun bir tezahürü de, “Bir Kuşak, Bir Yol” inisyatifine katılmak amacıyla Çin’le anlaşma imzalayan 152 ülkenin var olmasıdır. İlk kez daha 2013 yılında ortaya konan bir Çin girişiminin bu düzeyde bir kabul görmesi şaşırtıcı. İmzacı ülkeler, şu an dünyayı kuşatıyor.

Belli istisnalar, ABD’yi, Japonya’yı (gerçi, olasılıkla çok uzun süreli olmayacak) ve ABD’nin sadık destekçisi Avustralya’yı kapsıyor. ABD arzularına bağlılığın nasıl ulusal çıkarın yerini alabildiğini göstermesi açısından, Avustralya eşsiz bir örnek. Çin, bu ülkelerin en büyük ticaret ortağıdır (bir sonraki en büyük ticaret ortağı Japonya’nın oranının yaklaşık 3 katı). Çin aynı zamanda, Avustralya’nın en büyük dış turizm kaynağı (ekonomik olarak, ülke ekonomisinin çok büyük bir bölümü), en büyük yabancı öğrenci kaynağı ve üçüncü en büyük dış yatırım kaynağıdır.

Avustralya’nın, ulusal çıkarına rağmen, en önemli ekonomik partneri (ÇİN) karşısında sergilediği kararsız ve çelişkili tavır, gittikçe güçten düşmekte olan militarist bir egemen devlete sadakatın açık bir örneğini teşkil etmektedir.

ABD’nin, İran halkı için kuşkusuz acı verici olduğu halde, İran’la ve de onun müttefikleriyle olan ilişkilerinde uyguladığı zorbalık ve hukuğa aykırılık, İran’ın giderek daha önemli bir rol oynadığı bir dizi gelişmeyi durduramadı.

Çin ve İran 2016 yılında kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzaladı. Ağustos 2019’da, İran dışişleri bakanı Muhammed Zarif’in Pekin’i ziyareti sırasında iki ülkenin imzalamış olduğu “genişletilmiş stratejik ortaklık anlaşması”, Çin’in şu an ABD’nin  açık bir şekilde yasadışı olan İran karşıtı önlemlerine nasıl dikkatini vermiş olduğunun bir ölçütüdür.

Zarif ve Çin'den Wang Li tarafından imzalanan anlaşmanın ayrıntılarının çoğu gizli kalır. Bununla birlikte, hemen hemen tamamıyla batı medyasının anlatısından kaçırılan ayrıntıların yeteri kadarı, değişen ilişkilerinin esaslı bir resmini sergilemek amacıyla açığa vurulmuştur.

Örneğin, Çin, İran’ın gelişmekte olan petrol, gaz ve petrokimya sektörüne 280 milyar dolar yatırım yapacak. İlave bir 120 milyar dolarlık yatırım, özellikle ulaşım sektörü olmak üzere, İran’ın altyapısını geliştirmesine yardım etmek amacıyla yapılacak. Çeşitli projeler için yapılacak ödemeler, Çin’in dış ticaret fazlasından elde edilen yabancı paralar ve Çin Renminbi’si ile yapılacak. Yani, şimdiye kadar uluslararası ticarette ezici bir öneme sahip para birimi olan ABD doları artık tek başına kullanılmayacak.

ABD, uzun zamandır, doları öncelikli bir finansal ticaret aracı olarak kullanmaya son verdi ve bunun yerine onu, ABD dış politika emellerine boyun eğmeyen ülkelere karşı ülke savaşı kapsamında bir silah olarak kullandı. Bu uluslararası finansal zorbalığın sonuçları, şimdilerde, uluslarası ticarette yapılacak ödemenin araçları olarak, ABD dolarının yerine farklı mekanizmaların hızla artan kullanımı şeklinde yansımaya başladı.


İran; Pakistan, Afganistan ve daha önce eski Sovyetler Birliği’nin, şimdilerde de “Şanghay İşbirliği Örgütü”nün önemli bir parçasını oluşturan diğer destekçi ülkelere kolayca giriş sağlamasıyla önemli bir şehir olan MEŞHED ile TAHRAN arasında 900 km’lik bir demiryolu bağlantısına elektrik vermek üzere devasa anlaşmalara da imza attı. Şu an dünya nüfusunun % 40’dan fazlasını temsil eden ulusları bünyesinde toplamış ve dünyadaki en önemli gelişmelerden biri olsa da, batı medyasında söz konusu örgütle ilgili ayrıntılar yok denecek kadar az.

TAHRAN-MEŞHED atılımı, sadece ulaşım bağlantıları sağlaması açısından değil, petrol ve doğal gazın, organizasyonun destekçi ülkeleri üzerinden doğuda Çin’e, Batı’da da Türkiye aracılığıyla Avrupa’ya taşınmasına da aracılık edeceği için önemli olan bir dizi projeden birisi.

Rusya, kısmen eski Sovyetler Birliği ile olan tarihsel bağları üzerinden destekçi ülkeleri teşvik etmesi açısından ve de Çin’le olan stratejik ortaklığı nedeniyle bu gelişmelerde önemli bir partner.

Batı’nın bu gelişmelere olan ilgisizliğinin derecesi, Rusya’nın Vladivostok Şehri’nde yakın zamanda yapılan Doğu Avrupa Ekonomik Forumu toplantısı’nın batı medyasında çok az yer alması şeklinde yansıdı.

Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin katılımı, onun Rusya ve Çin Başkanları Putin ve Xi ile yaptığı sıcak görüşmeler de batı medyasında yeterince yer almadı. Batı medyası izleyicilerinden çok büyük bir kısmı, bu formun 65 ülkeden 8500’den fazla katılımcıya ev sahipliği yaptığından habersizdi.

Buradaki ana nokta, bu gelişmelerin, ABD’nin işbirliği ve desteğiyle nedeniyle değil, ABD’ye rağmen gerçekleşiyor olmasıdır. İran’dan ve bölgenin diğer yerlerinden gelecek yeni haberler açıklığa kavuştukça bu amaçlar sürecek ve hız kazanacak.

BRI (Bir Kuşak Bir Yol İnisiyatifi) üye sayısının hızla artmasının da gösterdiği gibi, dünyadaki ülkelerin büyük bir çoğunluğu, ABD’den de ve onun, gittikçe sayıları azalan ancak kendi çıkarları için sürekli savaş peşinde koşan müttefiklerinden de usandı. Doğu’da (İran üzerinden) Çin’den Batı’da Rusya ve onun Avrupa’lı komşularına kadar çok uluslu işbirliği, daha iyi bir seçeneğin mevcut olduğunu gösteriyor.

Avustralya gibi, dünyanın değişmekte olduğunu anlamaya inatçı bir direnç gösteren uluslara, bu gerçeği kabul etmedikçe, istenilmeyen ve köhne bir geçmişin kalıntıları olarak geride kalma kararı kalıyor.

James ONeill*

18 Eylül 2019 / New Eastern Outlook / ÇEVİRİ: IŞIK


*James O’Neill, Avustralya’lı Jeopolitikal Analist

5 Eylül 2019 Perşembe

Türkiye Kendisini Ne NATO Ne de KGAÖ ile Aynı Hizaya Sokmayacaktır


Türkiye Kendisini Ne NATO Ne de KGAÖ ile Aynı Hizaya Sokmayacaktır


*KGAÖ: Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü  (7 Ekim 2002 tarihinde altı Bağımsız Devletler Topluluğu ülkesi tarafından kurulan hükûmetlerarası askerî ittifak- Kurucu Ülkeler: Rusya, Kazakistan, Ermenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan)

Modern Türkiye’nin kurucusu laik Mustafa Kemal Ataatürk’ün portresi altında, Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nın kalkınmasını sürdürmeye çabalıyor

Türkiye değişiyor ve Stratfor’un kurucusu George Friedman’ın öngörülerinin yanlış olduğu görülüyor. Eğer, eski Osmanlı İmparatorluğu tekrar ortaya çıkacaksa, bu ABD’e bağlı bir devlet olmayacaktır.


Türkiye’yi Batı standartlarının bakış açısından yargılamak ve onun “yeni sultanı” ile dalga geçmek yerine, “Avrupa’nın hasta adamı”nın, onun tarihi ve coğrafi özgünlüğünü inkar etmeden, nasıl  moderniteden kaynaklanan kültürel boşluğu doldurmaya ve I.Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini telaffi etmeye çabaladığını anlamaya ihtiyacımız var. Gerçekten de, Atatürk’ün ima ettiği plan, bir yüz yıl sonra henüz bir sonuca ulaşmadı ve sorunlar devam ediyor.

AKP ile, bu partinin doktrinini Avrupa Hıristiyan-Demokratlarınki’ne benzeterek, Türkiye’nin kucaklayıcı bir İslami demokrasi haline geleceğine inandık. Ülke, gittikçe Müslüman dünyasının sözcüsü durumuna gelerek, Osmanlı’nın görkemiyle yeniden bağ kurdu. ABD’nin desteğiyle, birinci sınıf bir ekonomi haline gelmeye yöneldi. Modernizasyonunu ve batılılaşmasını sürdürerek, en önemli müşterisi Libya’ya, daha sonra ekonomik ortağı Suriye’ye  sırtını döndü ve Batı ile ilişkilerini giderek güçlendirdi.

Ancak, 15 Temmuz 2016’da hazırlıksız bir darbeye dönüşen, yeni seçilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Marmaris’teki süikast girişiminin berbat bir şekilde başarısızlığa uğraması işleri tersine çevirdi. Üç yıl boyunca, AKP bu çılgın gidişatı hazmetmeye çalıştı. Politikasıyla yüzleşmeye başladı. Mevzisini netleştirmek üzere, darbenin 3.yılında sahne aldı.

İlk olarak, anlaşıldığı sanılanın aksine, modern Türkiye ne Batı’yla ne de Doğu’yla birliktedir. Kendisini, iki dünya arasında, yarı-asyalı, yarı-avrupalı, at sırtında bir ülke gibi tanımlar ve ne Atlantik Birliği’ne üyeliği, ne de “Arap Baharı”nın Batılı savaşlarına katılımı bunu değiştirmez.

Rus hava savunma sistemi S-400’lerin satın alınması bu düşüncenin bir örneğidir. Ankara, hem NATO’ya üyeliğini hem de ittifakın rakibinden silah alabilme kapasitesini bir arada savunuyor. Hatta haklı olarak, hiçbir hukuk metninin bu seçimini yapmasına engel teşkil etmediğini ve hiç kimsenin bu nedenle  onu cezalandırmasına izin vermediğini açıkça belirtiyor.

Türkler, her zamankinden daha fazla, Asya’yı ve Avrupa’nın bir kısmını fetheden “steplerin kurdunun çucukları”. Suriye’de barış için sürdürülen Astana görüşmelerini (Rusya-İran-Türkiye) bu bağlamda anlamalıyız. Ya da, Karakas’taki Bağlantısızlar Konferansı’nda Türk delegasyonunun antiemparyalist açıklamalarını da…

İkincisi, Türkiye ekonomik bağımsızlığını, Kıbrıs münhasır deniz bölgesi’nin araştırılması ve “Türk Akımı” gibi enerji projelerine dayandırıyor. Açıkçası, zayıf olan nokta bu. Türkiye’den geçen Rusya-Avrupa boru hattının bazı kısımları halihazırda faaliyette, ancak, Avrupa Komisyonu ABD’nin baskısı altında bunu her zaman için engelleyebilir; bu alanda yapılan yatırımların önemi, Kuzey Akım2 için yapılandan daha büyük olmayacaktır. Son olarak, Uluslararası Hukuk’a göre Türkiye, Kıbrıs’ın münhasır deniz bölgesi üzerinde hiçbir hakka sahip değil ve kuzey Kıbrıs’daki kukla Türk Cumhuriyeti’ni desteklemesi geçersiz ve hükümsüzdür.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Avrupa Birliği ile olan göç anlaşmasının askıya alındığını ilan etmesi bu bağlamdadır (2 milyar euro’luk yıllık ödemeden hemen sonra).

Üçüncüsü, Türkiye Anglo-Sakson finans modelinden ayrılıyor. Yaşam seviyesi, Batı’nın Libya’ya karşı savaşından beri ve daha çok yine Batı’nın Suriye’ye karşı savaşı süresince giderek çöküş yaşamıştır. Ankara, bu nedenle, aniden Merkez Bankası’nın  kontrolünü ele geçirmeye ve faiz oranlarını % 24’den % 19,75’e düşürmeye karar verdi. Hiç kimse, bu kararın ekonomik sonuçlarının ne olacağını bilmiyor.

Dördüncüsü, 2002-2016’ı kapsayan dönemin tersine, azınlıklar için Türk olmak halen mümkün iken, yurtdışı ittifakları bilinen bireyler için artık bu mümkün değil. Darbeden beri, ABD ile, özellikle Fethullah Gülen’in (Pensilvanya’da sığınmacı) müritleri ile itaat bağlantılarını sürdürdüğünden şüphe duyulan herkes, devasa bir tasfiye hareketi ile ordudan ve devletten uzaklaştırıldı. Yüzbinlerce vatandaş hapsedildi. Savaş, Kürt azınlığa karşı değil, Washington’la ittifak yapan Kürtlere karşı sürdürüldü.

Sahip olduğumuz algının aksine, Recep Tayyip Erdoğan kişisel mitomanisi nedeniyle bir diktatatör olmak zorunda kalmıyor, ülkesinin rotasını değiştirmek için şiddete başvuruyor.


Eski Milli Görüş (Müslüman olmayanlara karşı kurulan aşırı sağcı bir örgüt) yöneticisi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2017’de bir kilisenin inşaatına izin vererek bir istisnaya imza attı. 3 Ağustos 2019’da kilisenin temelini attı.

Beşincisi, Türkiye kendisini, azınlıklara saygılı Müslüman bir Devlet olarak tanımlamaktadır. Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’daki bir Süryani kilisesinin ilk taşını yerleştirdi. Bu tercih, Müslüman Kardeşler Birliği’ni körü körüne desteklemesi ve onun hilafet projesiyle bağdaşmıyor. “Müslüman dayanışması”, anlamını yitirmiş bir yanılsamadır ve (İran örneğinde olduğu gibi) Türkiye’nin hangi İslam’dan söz edeceğine karar vermelidir. Zaten, Türkiye Çin Sincan Müslümanlarını güçlü bir şekilde desteklemeyerek, önceki tavrından ayrılmıştır.

Türk ordusu, halen Kıbrıs’ı işgal etmiş durumdadır, Irak’ta, Suriye’de, Libya’da bir savaş yürütmektedir ve Katar’da, Kuveyt’de, Sudan’da, Kızıldeniz’de yani tam olarak Suudi Arabistan’ın çevresinde konuşlanmaktadır. Ve tabii ki, bu çok yönlü etkinlik İsrail ile birlikte Atlantik İttifakı’nın karşı çıkmasına rağmen sürdürülebilir değildir.

Bütün bunlar, aslında,  ABD'nin istemediği yeni bir görünüm arz ediyor. Eski Ekonomi Bakanı Ali Babacan ve eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, şimdiden eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bağlandılar. Genel seçimlerde eski ortağı Erdoğan’a rakip olmaktan vazgeçen Abdullah Gül, AKP'nin Belediye seçimlerinde — özellikle İstanbul'da- yenilgisinin diktatörlüğün kurulmasına engel olma olasılığını ortaya çıkardığını düşünüyor. Birlikte, CIA yardımıyla AKP içinde bir muhalefet düzenlemeye çalışıyorlar. Langley için, 2016 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yapılan suikast girişimiyle varılamayan hedefin, seçim yoluyla gerçekleştirilmesi söz konusu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “bunlara kırgınlık olmayacak da kime olacak?” diye açıklama yaptı.

Thierry Meyssan
Çeviri: IŞIK




Voltaire Network | Şam (Suriye) | 6 Ağustos 2019

25 Ağustos 2019 Pazar

Türkiye Libya'da İHA Çin Yapımı Wing Loong II'yi Lazer Silahı ile Düşürdü



Gerçekten, bazı önemli haberler sıklıkla gözden kaçıyor…

4 Ağustos 2019 tarihinde, bu tür durumlardan biri ortaya çıktı ve bazı haberlerde değinildi; ancak, hiç kimse tarafından önemsenmedi. İlk kez, lazer silahı ile donatılmış bir muharebe aracı, başka bir savaş aracını, savaş alanında imha etmişti. Gerçek bir savaşta, gerçek bir savaş alanında…Ve bu kimsenin dikkatini çekmiyordu.

Türkiye, askeri konularda, teknolojik olarak yenilikçi ülkeler sıralamasında yeterince kabul görmüyor. Ancak, Türkler bu yüzyılda gezegen ahalisini şaşırtacaklar gibi görünüyor. Endüstriyel bir güç olarak güçlü bir başlangıç yaptılar ve İslam dünyası’nda askeri ihalelere katılan herhangi biri, zaten ne kadar güç kazandıklarını bilir. Rusya’daki gökdelenleri inşa edenlerin Türkler olduğu da sır değil. Son zamanlarda, Türkiye’nin, düşünsel düzeyde ‘Vikramaditye’ ya da ‘Kuznetsov’ benzeri bir atlama tahtası niteliğinde uçak gemisi inşasını planladığına dair söylentiler mevcut. Türkler, F-35 programına tam olarak bir bileşen üreticisi olarak katıldılar ve şimdi kendi savaş uçaklarını oluşturmayı planlıyorlar.

Ancak, lazer silahları ile iş farklılaştı. Yunanistan ve Rusya üzerinde (görünüşe göre İsrail üzerinde de) askeri güç olarak niteliksel avantaj sağlamasının yanı sıra, bölgede askeri üstünlüğe ulaşmasından kaygı duyulan Türkiye, yenilikçi silah sistemleri üzerinde uzun vadeli ve ciddi yatırımlar yaptı. 2010'ların başında, Türk Grubu SAVTAG (TÜBİTAK bünyesindeki Savunma ve Güvenlik Teknolojileri Araştırma Destek Grubu), 1.25 kW'dan başlayarak 50 kW'a kadar farklı kapasitelerde silahların deneysel örneklerini gösterdi. Sistemler, bir devlet araştırma enstitüsü olan TÜBİTAK ile bağlantılı olarak geliştirildi... ve bu gelişmeleri silah olarak kullanmayı planladıkları gerçeğini özellikle saklamadılar.

Ne var ki, tüm gözlemcileri yanlış yola yönlendirdiler; Gerek Türk Savunma Bakanlığı basın bildirileri ve konuyla ilgili uzman basından gelen haberlerle, Türk lazer silahlarının ilk olarak Deniz Kuvvetleri için üretileceği ve bunların da genel olarak ABD Donanması için geliştirilen lazer silahının bir tekrarı olacağı iması yarattılar. Bu nedenle, hiç kimse özellikle ilgi göstermedi: Ha..Türkler…Pekala.. lazer istiyorlar…Ne olmuş yani?

2015 Yılında, TÜBİTAK, deneysel lazer uygulaması ile hedefleri başarıyla vurduklarını duyurdu. Bunun üzerine, programın finanse edildiği, yalnız 2015 yılında programa 450 milyon ABD doları harcandığı açığa çıktı. Tüm Batı teknolojilerini temin etme imkanı olan ve evvelce AR-GE’den tasarruf eden bir ülke için, bu çok çarpıcı bir miktar. Buna karşın, dünyada çoğu ülkenin uzmanlarının dediği gibi, Türkiye’nin kaydettiği gelişme büyük fark attı.

Aynı yıl, Türkiye’nin en büyük askeri endüstiyel kurumu olan ASELSAN’ın, Türk lazer silahları programını kanatları altına aldığı anlaşıldı. 7 Temmuz 2018’de, şirket, patlayıcı maddeleri 200 m. uzaklıktan tahrip edebilme ve küçük boyuttaki İHA’larını 500 m.den vurabilme kapasitesine sahip bir savaş lazerinin başarıyla test edildiğini açıklayan bir basın duyurusu yayımladı. Kompak lazer silahı Türk Otokar yapımı zırhlı araç KOBRA’ya yerleştirildi ve daha önemlisi, lazer işaretleyicisinin sürekli hedef üzerinde tutulmasına izin veren bir güdüm sistemiyle donatıldı.

Lazer gücü, herhangi bir kinetik enerjili mühimmatla karşılaştırılamaz, anlamsız olur. 76 mm’lik bir toptan fırlatılan bir merminin hedefe aktardığı bu tür bir enerjiyi, lazer, hedefi sadece tek bir noktadan, çok uzun bir zaman ve devamlı olarak ısıtarak sağlar. Ve, ASELSAN’ın optoelektronik sistem uzmanları tarafından başarılan da tam olarak budur. Silah, hedefte özel bir noktaya kitlenir ve hedef hareket etse bile, tam olarak imha oluncaya kadar onu ısıtır.

Ve her şey değişti. Bir basın açıklamasında, ASELSAN, güvenli hedef takibi, sürekli lazer etkisi ve son derece düşük ateşleme maliyeti gibi unsurların hepsini elde edebileceğini vurguladı. Düşük maliyet meselesi gün gibi açık. Konvansiyonel bir topun, hedefi kesin olarak vuramayıp mermi harcayacağı durumda, hedefi kesin olarak vurabilecek düşük güçteki bir lazer silahında, sadece jeneratör için mazot gerekecek. Kuruluş, lazerle donatılmış bir aracın fotoğrafını ve metal plakalara yapılan atışların sonuçlarını gösteren bir video sunumu yaptı. Her nasılsa, olay heyecan uyandırmadı ve haberler dünyada oldukça soğukkanlılıkla karşılandı. Türkler de, en az onlar kadar soğukkanlı bir biçimde lazer silahları üzerinde çalışmaya devam etti. Onlar, ürünleriyle ilgili en enteresan basın açıklamalarını henüz yapmadıklarını biliyorlardı.

Libya’da süregiden savaş, Recep Tayyip Erdoğan’ın arzu ettiği gibi gelişmedi: üzerine oynadığı İslamcılar kaybediyor. Bu sorun dün ortaya çıkmadı ve Türkler, uzunca bir süredir Halife Hafter’in Libya Ulusal Ordu’suna karşı çıkıyorlar. Oysa bu ordu, Suudi Arabistan ve ABD'den Rusya ve Fransa'ya kadar çok çeşitli ülke ve güçlerin desteğine sahip. Hafter, Rus paralı askerlerini, ‘Blackwater’un kurucusu ‘Eric Prince’ın ücretli pilotlarını istihdam ediyor, elindeki MIG-23 uçakları onarılmak üzere Rusya’ya gönderiliyor ve BAE’den ‘Shell’ hava savunma sistemleri getiriliyor. Ve Hafter, yavaş ancak emin adımlarla kazanıyor.

Ve Erdoğan, başka yerlerde olduğu gibi yine yanlış ata oynuyor. Suriye’de, Mısır’a olduğu gibi Libya’da da, Türkiye’nin dost olarak gördüğü ve güvendiği güçler başarısızlığa uğradı. Gerçekten, Libya’da Türkler hala bir şeylere bel bağlıyor. Türkiye, ‘sözde hükümet’i ve onun dostları Misrata Tugayları’nı desteklemeyi sürdürüyor. Bu gruplara, ağır silahlar tedarik ediyor, danışman ve eğiticiler gönderiyor. Bunların yeterli olmadığını görünce de, Türkler, daha önce Suriye İdlib’de kullandıkları militanları Libya’ya kaydırmaya başladılar. Bu bizden uzak savaşın daha fazla ayrıntılarına girmeyeceğiz, bizim için önem arz eden başka bir şey var.

Türkiye’nin, bir yandan Hafter’i durdurma kaygısı, diğer yandan dünyada benzeri olmayan gelişmiş ileri teknoloji silahları kullanabilme ihtiyacı eninde sonunda kesişecekti. Ve bu gerçekleşti.

BAE’nin sahip olduğu Çin yapımı bir İHA olan WING LOONG II’nin operatörleri için, bu sıradan bir keşif ve muharebe göreviydi.

WING LOONG II

Mısrata Bölgesi üzerinde, Hafter birliklerinin yararına keşif yürüten ve doğrudan bir saldırı ile imha edebileceği hedefleri arayan dron, bir anti-tank füzesi ile donatılmıştı. Libya’daki savaş, uzun süredir, en ileri gelişmiş teknolojiler temelinde yaratılmış silahların ve asimetrik oluşumların eylemlerinin garip bir karışımı haline dönüştü ve işte İHA’ları da böyle bir karışımın sembollerinden biriydi. Ancak, kalkış İHA’nın düşürülmesiyle sona erdi. Kısa süre içinde, dünya bu fotoğraf üzerinde dalgalanma gösterdi.

Ayrıntılar hemen ortaya çıktı. İHA’nı düşüren Türk silahı, silahlı bir arazi aracının şasisi üzerine yerleştirilmişti. Daha önceki ASELSAN modeline benzer şekilde, bir Türk yapımı optoelektronik güdüm sistemi ile donatılmıştı. Sistem, atış için hedefi doğru olarak incelemenizi, zayıf bir noktasını bulmanızı sağlıyor ve daha sonra lazer işaretleyiciyi hedef tamamen tahrip olana kadar bu noktaya tutuyor. Ayrıca, daha önce tanıtılan lazer silahı ile gösterildiği gibi, lazer pompalanmasında uzun kesintiler olmaksızın sürekli bir lazer modu sağlanıyor. Silahın gücü 50 kW ve bu, Türk kara savaş aracında şimdiye kadarki en güçlü lazer silahı.

Önemli bir nokta da, bunun deneysel bir kurulum olmaması. Bu, bir lazer silahı ile donatılmış, tamamen işlevsel bir savaş aracıdır ve doğrudan savaşta test edilmiştir. Hiçbir surette, internet üzerinden elde edilebilen ticari bir dronla karşılaştırılamaz. Böyle bir silah, korunaksız bir helikopteri kolaylıkla düşürebilir. Ve Türkiye, bu tür silahları şu anda herhangi bir sorun olmaksızın büyük miktarlarda yapabilir. Bu taktik bir silahtır, herhangi bir özel nakil koşulu gerektirmez ve lazerle donatılmış bir savaş aracı, aynı tipteki herhangi başka bir zırhlı araçla aynı seviyede hareket kabiliyetine sahiptir. Bu silahlar, silah altındaki sıradan askerler tarafından bile kolayca kullanılabilir. Ve bu silahın ateşleme maliyeti, kelimenin tam anlamıyla, ateş etme esnasında  harcanan mazotun fiyatına eşittir. Örneğin, korunaksız bir helikopteri düşürmenin maliyeti yaklaşık 25 Ruble (2.12 TL)’dir.

Bu olay, bir “lazer silah yarışı” başlatacak mı?  Bir öngörüde bulunalım: hayır, başlatmaz. Çığır açan haber, dedikleri gibi, gök gürlemesine neden olmadı. Dünya savaş endüstrisi’nde “Türkler  kim ki” değil mi? Türkler silahlarını geliştirmeye devam edecek ve kimse onları önemsemeyecek. Ve bu durum, herhangi başka bir savaşta, zırhlı personel taşıyıcıları ve tankları üzerindeki Türk lazer silahları optoelektronik görüş alanındaki düşman araçlarını kitlesel olarak yakana, zırhsız araçların motorlarını tutuşturana, helikopterleri ve İHA’larını düşürene, yerdeki uçakları uzun mesafeden devre dışı bırakana, piyadeleri sessizce biçene kadar sürecek ve sonra herkes şaşırıp kalacak.

Tüm bu hikayede ilginç olan şey, aslında lazer konusuna yeni girenlerin, bu konunun  Rusya ve ABD gibi ileri gelenlerinin aşama kaydetmeyi bile düşünmedikleri bu alanı  nasıl ele geçirdikleri. Daha şimdiden, kelimenin tam anlamıyla, konuyla ilgili haberleri okuyarak öğrenen rakiplerinden daha hızlılar ve pratik bir şekilde seri askeri ekipman üreterek alanı başarıyla ve çok süratli bir biçimde ele geçiriyorlar. Bu daha şaşırtıcı, çünkü  Rusya ve Birleşik Devletler lazer teknolojisinde Türklerden üstünler ve teorik olarak, avantaj kaybı tehdidine karşı atağa kalkmaları beklenirdi.

Türkler’inkiyle karşılaştırılamasa bile, Afganistan’dan bazı denemelerin haberini alıyoruz. Ve daha karmaşık görevler için daha karmaşık bir aygıt, “Relight”, Rusya’da halen işletimde. ABD, gemiye monte edilmiş ve çalışır durumda bir cihaza sahip. Ancak, bunlar az sayıdaki örnekler.

Ancak, taktik seviye lazerlere sahip kara savaş araçları Rusya ya da ABD'de üretilmiyor ve kullanılmıyor. Bunu şu an için Türkler yapıyor ve çalışmalarının niceliğinin tamamen yeni bir aşama teknolojik kaliteye dönüşümü çok yakın bir geleceğin konusu. Savaş deneyimleri büyüdükçe, daha hızlı gelişim gösterecekler. Kelimenin tam anlamıyla, Türkiye’nin düşmanlarının, kendi tenlerinde hissettikleri zaman bir savaş lazerinin ne olduğuyla tanışmaları çok uzak değil. Gelecekteki lazer silahları yarışında,  Türkler daha şimdiden kendileri için bir ödülü hakettiler ve bu yarışın sonunda da yerleri ilk sırada olacak.

Alexander Timokhin

12 Ağustos 2019

ÇEVİRİ: IŞIK

Kaynak: Army Recognition Group SPRL


23 Ağustos 2019 Cuma

ABD ve Türkiye Güvenli Bir Bölge Üzerinde Gerçekten Mutabakata Varabilir mi?



Ağustos ortalarında, uluslararası medya kuruluşları yaygın olarak, ABD ve Türkiye’nin Suriye’deki çıkarlarıyla ilişkili konularda uzlaşmaya vardığını bildirdi.

İki tarafça de olumlu bir adım olarak görülmesine rağmen, girişim uyuşmazlıklara hiçbir surette bir çözüm getirmemiştir. Aslına bakıldığında, bu iki devletin ulus devlet Suriye toprakları üzerine pazarlık yapmaları, Suriye Devleti’nin egemenliğinin temelini çürütmektedir.

Büyük bir ilgi görmesine rağmen, anlaşma halen sadece, bir başka pazarlığın konusu olacak ayrıntılarıyla geniş hatlara sahip ya da çerçeve düzeyindedir. Veya başka bir ifadeyle, her iki tarafın da şu ana kadar geldiği nokta, en fazla bir niyet beyanı, bir potansiyel anlaşmadır. Aralarında, halen, geniş çaplı bir fikir ayrılığı mevcut.

Genel anlamda, her iki tarafın üzerinde mutabık kaldığı taslak anlaşma üç durumu içinde barındırıyor olabilir. Anlaşmanın temeli, ABD ve Türkiye’nin, güvenlik durumunun müştereken kontrolü amacıyla, Suriye tarafında Türkiye-Suriye sınırı boyunca bir güvenli ya da tampon bölge, barış koridoru kurabilecek olmalarıdır. İkincisi, iki ülke işbirliklerini yönetmek üzere Türkiye’de ortak bir kumanda merkezi kurabileceklerdir. Üçüncüsü, tampon bölge halihazırda Türkiye’de bulunan Suriye’li mültecileri yerleştirmek için kullanılabilecektir.

İki ülke arasındaki temel ayrılık, bu güvenli bölgenin mahiyetinde yatıyor. Türkiye, Suriye tarafında Türkiye-Suriye sınırı boyunca 30-40 km derinliğinde ve 470 km uzunluğunda, sadece Türk ordusu tarafından kontrol edilecek bir koridora sahip olmayı istiyor.

Bununla beraber, ABD Ankara Büyükelçiliği’nin yayınladığı bir belgeye göre, Amerikalılar, Türk ve Amerikan askerlerinin müşterek olarak devriye gezeceği sadece 5 km’lik daha dar bir koridor, Suriye’nin 9 km içine uzanan ve sadece Amerikan askerlerinin devriye gezeceği başka bir koridor ve pazarlık edilen amaçlar için 4 km’lik ilave bir koridor kurulmasının istiyor., ABD, koridorun uzunluğu açısından Türklerin 470 km olması fikrine karşılık 100 km’lik bir uzunluk öneriyor.

Suriye’deki Kürt meselesi üzerindeki konumlanışlarına bakıldığında, aralarındaki devasa ayrılık iki devlet arasındaki derin çatışmayı yansıtıyor. Amerika’nın nihai amacı, İsrail gibi güvenilir bir ABD müttefiği olarak hareket eden, sadece Suriye Kürtleri’nin kontrolünde bir alan oluşturmaktır. O nedenle, Kürtleri korumak Washington’ın birincil hedefidir.


22 Ağustos 2019'da çekilen bir resim, Suriye'nin kuzeyindeki Idlib eyaletinde Maaret el-Numan'dan geçen ve Suriye'ye yapılan iki günlük bir görevden sonra Türkiye'ye geri dönen Türk askeri araçlarını gösteriyor.
[Photo/VCG]

Bu hedef, Amerikalıların 1990’larda ve tekrar 2003’deki Irak Savaşı’ndan sonra üzerinde çalıştıkları bir “Irak Kürt Bölgesi”nden hiçbir şekilde farklı değildir. Oysa, Türkiye tamamıyla farklı bir yaklaşıma sahip ve Suriye Kürtleri’ni Türkiye’deki ayrılıkçı Kürt güçlerinin yan kuruluşu olarak görüyor. Bu nedenle de, Türkiye’nin istediği de, tüm Kürt ayrılıkçılarının üzerine gidebilmek amacıyla askeri imkanlarını serbestçe kullanabileceği bir koridor elde etmek.

İki ülkenin oldukça hassas bir anlaşmaya varabildikleri bir gerçek. Her iki ülke de, koridor konusundaki pozisyonlarını geliştirebilmek amacıyla bir anlaşmaya varmak istiyor.

Yine de, bu temel çelişkiye göre hüküm verildiğinde, uygulanabilir sağlam bir anlaşmaya varabilecekleri olanaklı görünmüyor. Bir anlaşmaya varsalar dahi, bu uzun sürmeyebilir. Zaman testine dayanabilen birbirine tamamen zıt yaklaşımlar üzerine oturtulmuş anlaşma yoktur.

Türkiye, ABD’nin Kürt güçlerini koruma fikrine müsamaha gösteremediği sürece, ABD de Türkiye’nin, bu güçlerin üzerine gitmek amacıyla sınırı geçmesini kabul etmeyecektir.

İki ülke arasındaki diğer bazı konulardaki ihtilaflar da, herhangi bir anlaşmanın temelinde olması gereken karşılıklı güveni  zayıflatacaktır.

S-400 füze savunma sisteminin bir bölümünü Rusya'dan taşıyan bir Rus Antonov askeri kargo uçağı, 12 Temmuz 2019'da Ankara'daki Murted Hava Üssü'ne indikten sonra boşaltılıyor. [Photo/Xinhua]



Bunlardan birincisi, Türkiye’nin, Amerika’nın gözünde bir NATO müttefiğinin ihanetini temsil eden Rus S-400 savunma sistemini satın almış olması.

İkincisi, iki ülke arasında Fethullah Gülen konusunda anlaşmazlık olması. Türkiye, Gülen’i 2016 darbe girişiminin planlayıcısı olarak görüyor ve ABD’den iade edilmesini istiyor, ancak Washington bunu reddediyor.

Üçüncü olarak, ABD’nin Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, politik gücünü yoğunlaştırma çabalarından dolayı “diktatör” babında sert bir eleştiriye tabi tutması, iki ülke arasındaki güvensizliğe katkıda bulunuyor.

Sonuncu ancak, tartışmayı Suriye’nin ortadan kaldırılması üzerine yaptıkları için en az diğerleri kadar önemli olan konu, her iki ülkenin yaptığı pazarlıkların Suriye’nin egemenliğine ciddi olarak zarar veriyor olması. Suriye, gerek yarı bağımsız bir Kürt bölgesinin kurulmasına yol açabilecek Suriye Kürtleri için güvenli bir bölge yaratacak Amerikan planından, gerekse Türkiye’nin ayrılıkçıların üzerine gitmek amacıyla bir tampon bölge oluşturma çabalarından zarar görecek.

Suriye şu anda sekiz yıllık iç savaştan sonra kendini bir ulus devlet olarak yeniden inşa etme aşamasındadır ve Kürt bölgesi bu devletin ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Merkezi hükümetten uzak bir Kürt bölgesi istikrarlı bir Suriye yaratmayacaktır.

Jin Liangxiang

Şangay Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü, Batı Asya ve Afrika Araştırmaları Kıdemli Araştırma Görevlisi.

China.org.cn, 23 Ağustos, 2019


Çeviri: IŞIK

8 Ağustos 2019 Perşembe

F. William Engdahl: " Erdoğan’ın Riskli Jeopolitik Piruet’i



Türkiye ekonomisi, özellikle başarısızlığa uğrayan Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana aylardır giderek artan bir şekilde zorlu bir sıkıntı içinde bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son olarak  Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alması ve yerine daha uyumlu ve sadık birisini getirmesi hamlesi, şimdiden bankanın tarihindeki en büyük bir defalık faiz oranı indirimi ile sonuçlandı. Acaba bu, 18 ay içinde yapılacak sonraki ulusal seçim zamanına kadar, sorunlu ekonomide büyümenin canlanması için yeterli olacak mı? Erdoğan’ın, Vaşington, Pekin, Moskova ve hatta Brüksel arasında denge kurmaya çalışırken kapsamlı ekonomik stratejisi nedir? Ekonomik büyümeyi canlandırma şansı var mı?


25 Temmuz’da, Türkiye Merkez Bankası yeni başkanı Murat Uysal, bankanın ana faiz oranını son derece etkileyici bir düşüş oranıyla (% 4.25) % 24’den % 19.75’e indirdi. Faiz indirimi, Erdoğan’ın, liranın 2018 krizinden çıkmasının üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen, ekonomiyi mahveden yüksek faiz oranlarını indirmeyi reddeden eski başkanı görevden almasından 3 hafta sonra gerçekleşti. Bu, 3 yıl içindeki ilk faiz indirimi oldu ve 1970’lerde FED Başkanı Paul Volcker tarafından popüler hale getirilen bir başka sahte modern ekonomik mit olan, “enflasyonu bitirmek için yüksek faiz oranlarına ihtiyaç olduğu” prensibine sıkı sıkıya bağlı olan Merkez Bankası Başkanı’nı görevden azledilmesinden sonra gerçekleşti.

% 24 ile Türkiye, büyük ekonomiler arasında en yüksek orana sahipti. Gerçekten, Lira büyük faiz indirimine çok az tepki verdi, bu da Erdoğan’ın Murat Uysal’dan ilave indirimlere devam etmesini istemesiyle sonuçlandı. Türkiye Cumhurbaşkanı, bu şekilde, siyasetçilerin dünya merkez bankalarını kontrol eden “paranın tanrılarının kutsal işine burunlarını sokmamaları” olarak tanımlayabileceğimiz, dünya finansının en güçlü buyruklarından biri için saygısızlığını göstermiş oldu.

Young Planı çerçevesinde, Basel Uluslararası Ödemeler Bankası’nın (BIS) sözde Almanya’nın I.Dünya Savaşı’ndan sonra ödemesi gereken tazminatlarla ilgilenmek amacıyla, ABD’li bankerlerin yardımıyla İngiltere Bankası’nın yöneticisi Montagu Norman tarafından 1930 yılında kurulmasından bu yana, yakın zamanda 'siyasetten bağımsız bir dünya bankası para karteli' olarak hizmet ettiği  anlaşıldıktan sonra, merkez bankalarının bağımsızlığı bir ‘dogma’ haline gelmiştir. BIS, üst akılları tarafından yönlendirilen, ancak herhangi bir seçilmiş politik baskıdan bağımsız merkez bankası mensuplarının, ekonomileri, politik baskıya tabi olan merkez bankalarından ya da (Allah göstermesin!) gerçekte, devlet veya halk bankalarından  daha iyi yönetebilecekleri yıkıcı efsanesinin yaratılmasında yardımcı oldu.

Birçok ekonomi tarihçisi tarafından gösterildiği ve benim “Paranın Tanrıları” adlı kitabımda ayrıntılandırdığım gibi, ABD Federal Rezervi’nin Wall Street bankerlerinin bir darbesiyle 1913’de kurulmasından bu yana, her büyük finansal patlama ve onu izleyen çökmeler özellikle merkez bankası müdahaleleriyle, genellikle de faiz oranları kullanılarak oluşturulmuştur. Sahte “iş döngüsü” teorisi, ABD Kongre Üyesi Charles Lindbergh ve 1920'lerdeki diğer Wall Street muhaliflerinin “Para Tröstü” olarak adlandırdığı yapının çıkarları doğrultusunda AB’de Avrupa Merkez Bankası’nın ya da FED’in ekonomiyi kontrol etmekteki rolünü gizlemek amaçlı süslü bir sis perdesinden biraz daha fazlasıdır.

Erdoğan’ın Murat Çetinkaya’yı azledip, yerine siyaseten kendisiyle aynı düşünceyi taşıyan birisini getirmesi batı merkez bankalarında  alarm zillerini çaldırdı. Erdoğan, “Bu indirim yeterli olmasa da, yapılması gereken buydu...” açıklaması yaparak, indirim haberlerinin takipçisi olduğunu gösterdi.  

Üstelik, Türk Lirası’nın faiz indiriminden sonra değer kazanması Erdoğan’ı cesaretlendirdi. Sorun, Türk ekonomisinin ve Erdoğan’ın, seçimlerde Ankara ve İstanbul gibi iki çok önemli belediyenin kaybedilmesinden sonra, bir sonraki ulusal seçimlere kadar sorunlu Türk ekonomisini zaman içinde canlandırmayı başarıp başaramayacağıdır.

Yüksek faiz oranları, önceki Merkez Başkanı tarafından, 2018 yılında Erdoğan’ın dış müdahaleyi sorumlu gösterdiği, Lira’nın serbest düşüşünü durdurmak amacıyla uygulamaya kondu. Aslına bakılırsa, Erdoğan ‘dış müdahale’ konusunda bir ölçüde haklıydı; ABD FED’i, kendi faiz oranını ‘normal’e (ne demekse) çekmek için büyük bir artış serisine ve dünyanın her tarafına şok dalgaları gönderen ‘parasal daralma’ politikasına başlamıştı. Ancak, FED’in önlemleri şüphesiz, özellikle Türkiye’yi hedef almıyordu.

Geçtiğimiz on yıl boyunca Erdoğan ve Türk ekonomisi, 2008 finansal çöküşünü izleyen tarihsel olarak düşük küresel faiz oranları avantajından yararlanmıştı.


Ekonomik yükseliş sürecinde, ucuz kredi otellerin, apartmanların, köprülerin, demiryollarının inşasına ve devasa bir ekonomik patlama yaratan diğer projelere aktı. Ancak, çoğunlukla, dolar, Japon Yen’I ya da Euro üzerinden yurt dışından borçlanılmıştı. 2018 itibariyle, Türk şirketlerinin 200 milyar dolar civarında dış borcu var. FED politikasını tersine çevirmeye başladığında, Türkiye gibi yüksek karlı piyasalara borç veren yabancılar, daha kötüsünden korkarak, Türkiye dışına çıkmaya başladılar ve Lira’da çöküşe yol açtılar. 

Türk ve yabancı yatırımcıların düşen Lira’yı terk etmesi üzerine, Ocak 2018’den günümüze kadar Lira dolar karşısında % 37’lik bir değer kaybına uğradı ve bu durum da, elde edilen gelirlerle dış borçların ödenmesini hemen hemen imkansız hale getirdi. Şirketler iflas etti, işsizlik resmi olarak % 15’e ve ithalat bedelleri fırladığı için, enflasyon Ekim 2018 itibariyle yaklaşık % 25’e yükseldi. TL cinsinden gelir getiren projeler için alınan dış borçlar ile finanse edilen bir ekonomik yükselişin ardından, ekonominin 2018 boyunca hızla kötüye gitmesi, Erdoğan’ın bu yılki kötü seçim sonuçlarının başlıca nedeni oldu.

Ekonomik çöküşe ve %24'lük Merkez Bankası oranlarının olumsuz etkisine açıkça tepki gösteren Erdoğan, 14 Mayıs 2018’de Bloomberg’le yaptığı bir görüşmede “Merkez Bankası bu bağımsızlığı edinemez ve Cumhurbaşkanı’nın uyarılarını bir kenara bırakamaz” diyerek, ‘merkez bankası dogması’na karşı çıkacak ve kendi siyasi kontrolü dışındaki faiz oranlarının “bütün kötülüklerin ana ve babası” olduğunu öne sürecek kadar ileri gitti.

Erdoğan şimdi kendisini, açıkçası, Merkez Bankası’nın başına bir siyaseten kafadar birini getirerek bu konu üzerinde etkisini göstermeye muktedir hissediyor. Bununla birlikte, bu kadar yüksek seviyedeki şirket döviz borçları ile, % 19.75’lik faiz oranının ve hatta AB’deki gibi sıfır veya negative oranların bile  Türkiye’de yeni bir refahın yaratılması için yeterli olmayacağı açıktır.

İlginç olarak, yakın çalışma arkadaşlarına göre, Erdoğan 2018 yılında, 2008 Lehman Bros küresel finansal çöküşünün onda batı kapitalizmine olan inancını yitirmeye yol açtığını ileri sürmeye başladı.

Bunların hepsi çalkantılı bir jeopolitik zeminde çereyan ediyor. Türkiye’nin, sınırlarında bulunan Suriye Kürtleri’ne karşı kendi “güvenlik bölgesi”ni oluşturma amaçlı devam eden girişimleri, Tahran, Moskova ve Pekin’le gelişen bağları ve  Kıbrıs açıklarındaki Türk sondaj gemileri üzerinden NATO ortaklarıyla olan geriliminin artması, bazı yorumcuların, Erdoğan’ın Türkiye’yi NATO’dan çıkarmayı ve Türkiye’nin halen “dialog ortağı” olduğu ŞİÖ etrafında bir ittifak içinde Çin, Rusya ve diğer Avrasya devletleri ile işbirliğini planladığı öngörülerinde bulunmalarına yol açıyor.

Erdoğan’ın, dünyanın en gelişmişi olduğu söylenen Rus S-400 füzesavar savunma sisteminin satın alınmasından, Vaşington’un baskısına rağmen vazgeçmemesi, Erdoğan’ın jeopolitik olarak “doğuya yönelişi” benzeri spekülasyonları arttırmış bulunuyor.

Dahası, 2 Temmuz'da, Japonya G20 toplantısının ardından, Erdoğan Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping'in resmi konuğu olarak Pekin'de idi. Erdoğan  burada, 1 milyon etnik Uygur Müslümanları’nın tutulduğu bildirilen “yeniden eğitim kampları” olarak tanımlanan yerler hakkındaki daha önceki sert eleştirilerini yapmadı. Türkiye, tarihsel olarak Türk kökenli Uygurları  kendisiyle ilişkili olduğu gözüyle bakar ve Çin’in Sincan Uygur Otonom Eyaleti’ni Doğu Türkistan olarak adlandırır.

Erdoğan, bu kez, pragmatik olarak Pekin’in Müslüman politikalarını eleştirmeyi bıraktı ve çok daha önemli gördüğü şeyler (para) üzerine odaklandı: Çin’in “Bir Kuşak ve Bir Yol” Projesi’nin bir parçası olarak Türkiye’deki alt yapı projeleri için Çin ve Çin’li şirketlerden sağlanacak kredi ve borçlar.. Türk Cumhurbaşkanı, Pekin’de iken, basına “tartışmasız, Çin Sincan'da yaşayan tüm etnik grupların Çin'in kalkınma ve refah koşullarında mutlu bir şekilde yaşadıkları” açıklamasında bulundu. Sadece dört ay önce, Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı, Sincan’daki Uygurların durumunun “insanlık için büyük bir utanç” olduğu açıklamasında bulunmuştu. Tam bir dönüş...

Türkiye İstatistik Ofisi’ne göre, 2018’de Türkiye-Çin iki taraflı ticaret hacmi 23 milyar dolardı ve Çin Türkiye’nin üçüncü büyük ticaret ortağı oldu. Bunun çoğunu, yaklaşık 18 milyar dolar ile Çin’in Türkiye’ye ihracatı oluşturuyor. Erdoğan, açıkça görülüyor ki bu durumu Türkiye’nin lehine daha fazla değiştirmek için gayret ediyor. Türkiye'deki yeni Çin yatırımlarıyla ilgili olarak,  Xi-Erdoğan görüşmesinden sonra önemli bir açıklama yapılmadı.

Erdoğan’ın Washington ve şimdilerde Almanya ve diğer AB Devletleri arasında giderek artan gerilim NATO’dan bir kopuşa yol açacak mı? Gelinen noktada, bu pek mümkün görünmüyor. AB, özellikle Almanya, Birleşik Krallık ve İtalya Türk ürünlerinin en büyük alıcısı durumundalar.

Çin, hızla yavaşlayan ekonomisi ve azalan ticaret fazlası ile, NATO ve Batı’dan, Doğu ve ŞİÖ’ye dönen Türkiye’nin ekonomik darbesini hafifletebilecek durumda değil. Sonuçta ortaya çıkacak finansal panik, Anglo-Amerikan merkez bankacılığı ve finansal piyasalarının kurallarına sadık kaldığı sürece Türkiye'yi derin depresyona sokacaktır. İşin garip yanı, Erdoğan batılı olmayan bir modele yönelik küçük jestlerde bulundu, ancak özenle seçilmiş yeni Merkez Bankası Başkanı’ndan % 4.25’lik faiz oranı indiriminin dışında çok az etki sağlayabildi. ŞİÖ ya da İran ile ekonomik ve politik bir ittifak içinde her şeyi riske atmaya hazır değil. Sonuçta, Erdoğan’ın Doğu’ya jeopolitikal dönüşünden ziyade, herkesten fazla kazanmak amacıyla hassas bir denge kurmaya çalışarak Doğu’ya, Batı’ya, hatta Kuzey ve Güney’e bir “Erdoğan pirueti” görüyoruz. Burada risk, her şeyin onun için can sıkıcı olarak sonuçlanabilmesidir.













F. William Engdahl31.07.2019