Türkiye ekonomisi,
özellikle başarısızlığa
uğrayan Temmuz 2016 darbe girişiminden bu
yana aylardır giderek artan bir şekilde zorlu bir sıkıntı içinde bulunmaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son olarak Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alması ve
yerine daha uyumlu ve sadık birisini getirmesi hamlesi, şimdiden bankanın
tarihindeki en büyük bir defalık faiz oranı indirimi ile sonuçlandı. Acaba bu,
18 ay içinde yapılacak sonraki ulusal seçim zamanına kadar, sorunlu ekonomide
büyümenin canlanması için yeterli olacak mı? Erdoğan’ın, Vaşington, Pekin,
Moskova ve hatta Brüksel arasında denge kurmaya çalışırken kapsamlı ekonomik
stratejisi nedir? Ekonomik büyümeyi canlandırma şansı var mı?
25 Temmuz’da, Türkiye Merkez Bankası yeni başkanı Murat Uysal,
bankanın ana faiz oranını son derece etkileyici bir düşüş oranıyla (% 4.25) %
24’den % 19.75’e indirdi. Faiz indirimi, Erdoğan’ın, liranın 2018 krizinden
çıkmasının üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen, ekonomiyi mahveden yüksek
faiz oranlarını indirmeyi reddeden eski başkanı görevden almasından 3 hafta
sonra gerçekleşti. Bu, 3 yıl içindeki ilk faiz indirimi oldu ve 1970’lerde FED
Başkanı Paul Volcker tarafından popüler hale getirilen bir başka sahte modern
ekonomik mit olan, “enflasyonu bitirmek için yüksek faiz oranlarına ihtiyaç
olduğu” prensibine sıkı sıkıya bağlı olan Merkez Bankası Başkanı’nı görevden
azledilmesinden sonra gerçekleşti.
% 24 ile Türkiye, büyük ekonomiler arasında en yüksek orana
sahipti. Gerçekten, Lira büyük faiz indirimine çok az tepki verdi, bu da
Erdoğan’ın Murat Uysal’dan ilave indirimlere devam etmesini istemesiyle
sonuçlandı. Türkiye Cumhurbaşkanı, bu şekilde, siyasetçilerin dünya merkez
bankalarını kontrol eden “paranın tanrılarının kutsal işine burunlarını
sokmamaları” olarak tanımlayabileceğimiz, dünya finansının en güçlü
buyruklarından biri için saygısızlığını göstermiş oldu.
Young Planı çerçevesinde, Basel Uluslararası Ödemeler Bankası’nın (BIS) sözde Almanya’nın I.Dünya Savaşı’ndan sonra ödemesi gereken tazminatlarla
ilgilenmek amacıyla, ABD’li bankerlerin yardımıyla İngiltere Bankası’nın
yöneticisi Montagu Norman tarafından 1930 yılında kurulmasından bu yana, yakın
zamanda 'siyasetten bağımsız bir dünya bankası para karteli' olarak hizmet
ettiği anlaşıldıktan sonra, merkez
bankalarının bağımsızlığı bir ‘dogma’ haline gelmiştir. BIS, üst akılları
tarafından yönlendirilen, ancak herhangi bir seçilmiş politik baskıdan bağımsız
merkez bankası mensuplarının, ekonomileri, politik baskıya tabi olan merkez
bankalarından ya da (Allah göstermesin!) gerçekte, devlet veya halk
bankalarından daha iyi yönetebilecekleri
yıkıcı efsanesinin yaratılmasında yardımcı oldu.
Birçok ekonomi tarihçisi tarafından gösterildiği ve benim
“Paranın Tanrıları” adlı kitabımda ayrıntılandırdığım gibi, ABD Federal
Rezervi’nin Wall Street bankerlerinin bir darbesiyle 1913’de kurulmasından bu
yana, her büyük finansal patlama ve onu izleyen çökmeler özellikle merkez
bankası müdahaleleriyle, genellikle de faiz oranları kullanılarak
oluşturulmuştur. Sahte “iş döngüsü” teorisi, ABD Kongre Üyesi Charles Lindbergh
ve 1920'lerdeki diğer Wall Street muhaliflerinin “Para Tröstü” olarak adlandırdığı
yapının çıkarları doğrultusunda AB’de Avrupa Merkez Bankası’nın ya da FED’in ekonomiyi
kontrol etmekteki rolünü
gizlemek amaçlı süslü bir sis perdesinden biraz daha fazlasıdır.
Erdoğan’ın Murat Çetinkaya’yı azledip, yerine
siyaseten kendisiyle aynı düşünceyi taşıyan birisini getirmesi batı merkez
bankalarında alarm zillerini çaldırdı.
Erdoğan, “Bu indirim yeterli olmasa da,
yapılması gereken buydu...” açıklaması yaparak, indirim haberlerinin
takipçisi olduğunu gösterdi.
Üstelik, Türk Lirası’nın faiz indiriminden sonra
değer kazanması Erdoğan’ı cesaretlendirdi. Sorun, Türk ekonomisinin ve
Erdoğan’ın, seçimlerde Ankara ve İstanbul gibi iki çok önemli belediyenin
kaybedilmesinden sonra, bir sonraki ulusal seçimlere kadar sorunlu Türk
ekonomisini zaman içinde canlandırmayı başarıp başaramayacağıdır.
Yüksek faiz oranları, önceki Merkez Başkanı
tarafından, 2018 yılında Erdoğan’ın dış müdahaleyi sorumlu gösterdiği, Lira’nın
serbest düşüşünü durdurmak amacıyla uygulamaya kondu. Aslına bakılırsa, Erdoğan
‘dış müdahale’ konusunda bir ölçüde haklıydı; ABD FED’i, kendi faiz oranını
‘normal’e (ne demekse) çekmek için büyük bir artış serisine ve dünyanın her
tarafına şok dalgaları gönderen ‘parasal daralma’ politikasına başlamıştı. Ancak,
FED’in önlemleri şüphesiz, özellikle Türkiye’yi hedef almıyordu.
Geçtiğimiz on yıl boyunca Erdoğan ve Türk
ekonomisi, 2008 finansal çöküşünü izleyen tarihsel olarak düşük küresel faiz
oranları avantajından yararlanmıştı.
Ekonomik yükseliş sürecinde, ucuz kredi
otellerin, apartmanların, köprülerin, demiryollarının inşasına ve devasa bir
ekonomik patlama yaratan diğer projelere aktı. Ancak, çoğunlukla, dolar, Japon
Yen’I ya da Euro üzerinden yurt dışından borçlanılmıştı. 2018 itibariyle, Türk
şirketlerinin 200 milyar dolar civarında dış borcu var. FED politikasını
tersine çevirmeye başladığında, Türkiye gibi yüksek karlı piyasalara borç veren
yabancılar, daha kötüsünden korkarak, Türkiye dışına çıkmaya başladılar ve
Lira’da çöküşe yol açtılar.
Türk ve yabancı yatırımcıların düşen Lira’yı
terk etmesi üzerine, Ocak 2018’den günümüze kadar Lira dolar karşısında %
37’lik bir değer kaybına uğradı ve bu durum da, elde edilen gelirlerle dış
borçların ödenmesini hemen hemen imkansız hale getirdi. Şirketler iflas etti,
işsizlik resmi olarak % 15’e ve ithalat bedelleri fırladığı için, enflasyon
Ekim 2018 itibariyle yaklaşık % 25’e yükseldi. TL cinsinden gelir getiren
projeler için alınan dış borçlar ile finanse edilen bir ekonomik yükselişin
ardından, ekonominin 2018 boyunca hızla kötüye gitmesi, Erdoğan’ın bu yılki
kötü seçim sonuçlarının başlıca nedeni oldu.
Ekonomik çöküşe ve %24'lük Merkez Bankası
oranlarının olumsuz etkisine açıkça tepki gösteren Erdoğan, 14 Mayıs 2018’de
Bloomberg’le yaptığı bir görüşmede “Merkez Bankası bu bağımsızlığı edinemez ve
Cumhurbaşkanı’nın uyarılarını bir kenara bırakamaz” diyerek, ‘merkez bankası
dogması’na karşı çıkacak ve kendi siyasi kontrolü dışındaki faiz oranlarının
“bütün kötülüklerin ana ve babası” olduğunu öne sürecek kadar ileri gitti.
Erdoğan şimdi kendisini, açıkçası, Merkez
Bankası’nın başına bir siyaseten kafadar birini getirerek bu konu üzerinde
etkisini göstermeye muktedir hissediyor. Bununla birlikte, bu kadar yüksek
seviyedeki şirket döviz borçları ile, % 19.75’lik faiz oranının ve hatta
AB’deki gibi sıfır veya negative oranların bile
Türkiye’de yeni bir refahın yaratılması için yeterli olmayacağı açıktır.
İlginç olarak, yakın çalışma arkadaşlarına göre,
Erdoğan 2018 yılında, 2008 Lehman Bros küresel finansal çöküşünün onda batı
kapitalizmine olan inancını yitirmeye yol açtığını ileri sürmeye başladı.
Bunların hepsi çalkantılı bir jeopolitik zeminde
çereyan ediyor. Türkiye’nin, sınırlarında bulunan Suriye Kürtleri’ne karşı
kendi “güvenlik bölgesi”ni oluşturma amaçlı devam eden girişimleri, Tahran,
Moskova ve Pekin’le gelişen bağları ve
Kıbrıs açıklarındaki Türk sondaj gemileri üzerinden NATO ortaklarıyla
olan geriliminin artması, bazı yorumcuların, Erdoğan’ın Türkiye’yi NATO’dan
çıkarmayı ve Türkiye’nin halen “dialog ortağı” olduğu ŞİÖ etrafında bir ittifak
içinde Çin, Rusya ve diğer Avrasya devletleri ile işbirliğini planladığı
öngörülerinde bulunmalarına yol açıyor.
Erdoğan’ın, dünyanın en gelişmişi olduğu
söylenen Rus S-400 füzesavar savunma sisteminin satın alınmasından, Vaşington’un baskısına rağmen vazgeçmemesi, Erdoğan’ın jeopolitik olarak
“doğuya yönelişi” benzeri spekülasyonları arttırmış bulunuyor.
Dahası, 2 Temmuz'da, Japonya G20 toplantısının
ardından, Erdoğan Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping'in resmi konuğu olarak Pekin'de
idi. Erdoğan burada, 1 milyon etnik
Uygur Müslümanları’nın tutulduğu bildirilen “yeniden eğitim kampları” olarak
tanımlanan yerler hakkındaki daha önceki sert eleştirilerini yapmadı. Türkiye,
tarihsel olarak Türk kökenli Uygurları kendisiyle
ilişkili olduğu gözüyle bakar ve Çin’in Sincan Uygur Otonom Eyaleti’ni Doğu
Türkistan olarak adlandırır.
Erdoğan, bu kez, pragmatik olarak Pekin’in
Müslüman politikalarını eleştirmeyi bıraktı ve çok daha önemli gördüğü şeyler
(para) üzerine odaklandı: Çin’in “Bir Kuşak ve Bir Yol” Projesi’nin bir parçası
olarak Türkiye’deki alt yapı projeleri için Çin ve Çin’li şirketlerden
sağlanacak kredi ve borçlar.. Türk Cumhurbaşkanı, Pekin’de iken, basına
“tartışmasız, Çin Sincan'da yaşayan tüm etnik grupların Çin'in kalkınma ve
refah koşullarında mutlu bir şekilde yaşadıkları” açıklamasında bulundu. Sadece
dört ay önce, Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı, Sincan’daki Uygurların durumunun
“insanlık için büyük bir utanç” olduğu açıklamasında bulunmuştu. Tam bir dönüş...
Türkiye İstatistik Ofisi’ne göre,
2018’de Türkiye-Çin iki taraflı ticaret hacmi 23 milyar dolardı ve Çin
Türkiye’nin üçüncü büyük ticaret ortağı oldu. Bunun çoğunu, yaklaşık 18 milyar
dolar ile Çin’in Türkiye’ye ihracatı oluşturuyor. Erdoğan, açıkça görülüyor ki
bu durumu Türkiye’nin lehine daha fazla değiştirmek için gayret ediyor. Türkiye'deki
yeni Çin yatırımlarıyla ilgili olarak, Xi-Erdoğan
görüşmesinden sonra önemli bir açıklama yapılmadı.
Erdoğan’ın Washington ve şimdilerde
Almanya ve diğer AB Devletleri arasında giderek artan gerilim NATO’dan bir
kopuşa yol açacak mı? Gelinen noktada, bu pek mümkün görünmüyor. AB, özellikle
Almanya, Birleşik Krallık ve İtalya Türk ürünlerinin en büyük alıcısı
durumundalar.
Çin, hızla yavaşlayan ekonomisi ve
azalan ticaret fazlası ile, NATO ve Batı’dan, Doğu ve ŞİÖ’ye dönen Türkiye’nin ekonomik
darbesini hafifletebilecek durumda değil. Sonuçta ortaya çıkacak finansal
panik, Anglo-Amerikan merkez bankacılığı ve finansal piyasalarının kurallarına sadık
kaldığı sürece Türkiye'yi derin depresyona sokacaktır. İşin garip yanı, Erdoğan
batılı olmayan bir modele yönelik küçük jestlerde bulundu, ancak özenle seçilmiş
yeni Merkez Bankası Başkanı’ndan % 4.25’lik faiz oranı indiriminin dışında çok
az etki sağlayabildi. ŞİÖ ya da İran ile ekonomik ve politik bir ittifak içinde
her şeyi riske atmaya hazır değil. Sonuçta, Erdoğan’ın Doğu’ya jeopolitikal
dönüşünden ziyade, herkesten fazla kazanmak amacıyla hassas bir denge kurmaya
çalışarak Doğu’ya, Batı’ya, hatta Kuzey ve Güney’e bir “Erdoğan pirueti”
görüyoruz. Burada risk, her şeyin onun için can sıkıcı olarak
sonuçlanabilmesidir.
F. William Engdahl- 31.07.2019