8 Ağustos 2019 Perşembe

F. William Engdahl: " Erdoğan’ın Riskli Jeopolitik Piruet’i



Türkiye ekonomisi, özellikle başarısızlığa uğrayan Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana aylardır giderek artan bir şekilde zorlu bir sıkıntı içinde bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son olarak  Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alması ve yerine daha uyumlu ve sadık birisini getirmesi hamlesi, şimdiden bankanın tarihindeki en büyük bir defalık faiz oranı indirimi ile sonuçlandı. Acaba bu, 18 ay içinde yapılacak sonraki ulusal seçim zamanına kadar, sorunlu ekonomide büyümenin canlanması için yeterli olacak mı? Erdoğan’ın, Vaşington, Pekin, Moskova ve hatta Brüksel arasında denge kurmaya çalışırken kapsamlı ekonomik stratejisi nedir? Ekonomik büyümeyi canlandırma şansı var mı?


25 Temmuz’da, Türkiye Merkez Bankası yeni başkanı Murat Uysal, bankanın ana faiz oranını son derece etkileyici bir düşüş oranıyla (% 4.25) % 24’den % 19.75’e indirdi. Faiz indirimi, Erdoğan’ın, liranın 2018 krizinden çıkmasının üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen, ekonomiyi mahveden yüksek faiz oranlarını indirmeyi reddeden eski başkanı görevden almasından 3 hafta sonra gerçekleşti. Bu, 3 yıl içindeki ilk faiz indirimi oldu ve 1970’lerde FED Başkanı Paul Volcker tarafından popüler hale getirilen bir başka sahte modern ekonomik mit olan, “enflasyonu bitirmek için yüksek faiz oranlarına ihtiyaç olduğu” prensibine sıkı sıkıya bağlı olan Merkez Bankası Başkanı’nı görevden azledilmesinden sonra gerçekleşti.

% 24 ile Türkiye, büyük ekonomiler arasında en yüksek orana sahipti. Gerçekten, Lira büyük faiz indirimine çok az tepki verdi, bu da Erdoğan’ın Murat Uysal’dan ilave indirimlere devam etmesini istemesiyle sonuçlandı. Türkiye Cumhurbaşkanı, bu şekilde, siyasetçilerin dünya merkez bankalarını kontrol eden “paranın tanrılarının kutsal işine burunlarını sokmamaları” olarak tanımlayabileceğimiz, dünya finansının en güçlü buyruklarından biri için saygısızlığını göstermiş oldu.

Young Planı çerçevesinde, Basel Uluslararası Ödemeler Bankası’nın (BIS) sözde Almanya’nın I.Dünya Savaşı’ndan sonra ödemesi gereken tazminatlarla ilgilenmek amacıyla, ABD’li bankerlerin yardımıyla İngiltere Bankası’nın yöneticisi Montagu Norman tarafından 1930 yılında kurulmasından bu yana, yakın zamanda 'siyasetten bağımsız bir dünya bankası para karteli' olarak hizmet ettiği  anlaşıldıktan sonra, merkez bankalarının bağımsızlığı bir ‘dogma’ haline gelmiştir. BIS, üst akılları tarafından yönlendirilen, ancak herhangi bir seçilmiş politik baskıdan bağımsız merkez bankası mensuplarının, ekonomileri, politik baskıya tabi olan merkez bankalarından ya da (Allah göstermesin!) gerçekte, devlet veya halk bankalarından  daha iyi yönetebilecekleri yıkıcı efsanesinin yaratılmasında yardımcı oldu.

Birçok ekonomi tarihçisi tarafından gösterildiği ve benim “Paranın Tanrıları” adlı kitabımda ayrıntılandırdığım gibi, ABD Federal Rezervi’nin Wall Street bankerlerinin bir darbesiyle 1913’de kurulmasından bu yana, her büyük finansal patlama ve onu izleyen çökmeler özellikle merkez bankası müdahaleleriyle, genellikle de faiz oranları kullanılarak oluşturulmuştur. Sahte “iş döngüsü” teorisi, ABD Kongre Üyesi Charles Lindbergh ve 1920'lerdeki diğer Wall Street muhaliflerinin “Para Tröstü” olarak adlandırdığı yapının çıkarları doğrultusunda AB’de Avrupa Merkez Bankası’nın ya da FED’in ekonomiyi kontrol etmekteki rolünü gizlemek amaçlı süslü bir sis perdesinden biraz daha fazlasıdır.

Erdoğan’ın Murat Çetinkaya’yı azledip, yerine siyaseten kendisiyle aynı düşünceyi taşıyan birisini getirmesi batı merkez bankalarında  alarm zillerini çaldırdı. Erdoğan, “Bu indirim yeterli olmasa da, yapılması gereken buydu...” açıklaması yaparak, indirim haberlerinin takipçisi olduğunu gösterdi.  

Üstelik, Türk Lirası’nın faiz indiriminden sonra değer kazanması Erdoğan’ı cesaretlendirdi. Sorun, Türk ekonomisinin ve Erdoğan’ın, seçimlerde Ankara ve İstanbul gibi iki çok önemli belediyenin kaybedilmesinden sonra, bir sonraki ulusal seçimlere kadar sorunlu Türk ekonomisini zaman içinde canlandırmayı başarıp başaramayacağıdır.

Yüksek faiz oranları, önceki Merkez Başkanı tarafından, 2018 yılında Erdoğan’ın dış müdahaleyi sorumlu gösterdiği, Lira’nın serbest düşüşünü durdurmak amacıyla uygulamaya kondu. Aslına bakılırsa, Erdoğan ‘dış müdahale’ konusunda bir ölçüde haklıydı; ABD FED’i, kendi faiz oranını ‘normal’e (ne demekse) çekmek için büyük bir artış serisine ve dünyanın her tarafına şok dalgaları gönderen ‘parasal daralma’ politikasına başlamıştı. Ancak, FED’in önlemleri şüphesiz, özellikle Türkiye’yi hedef almıyordu.

Geçtiğimiz on yıl boyunca Erdoğan ve Türk ekonomisi, 2008 finansal çöküşünü izleyen tarihsel olarak düşük küresel faiz oranları avantajından yararlanmıştı.


Ekonomik yükseliş sürecinde, ucuz kredi otellerin, apartmanların, köprülerin, demiryollarının inşasına ve devasa bir ekonomik patlama yaratan diğer projelere aktı. Ancak, çoğunlukla, dolar, Japon Yen’I ya da Euro üzerinden yurt dışından borçlanılmıştı. 2018 itibariyle, Türk şirketlerinin 200 milyar dolar civarında dış borcu var. FED politikasını tersine çevirmeye başladığında, Türkiye gibi yüksek karlı piyasalara borç veren yabancılar, daha kötüsünden korkarak, Türkiye dışına çıkmaya başladılar ve Lira’da çöküşe yol açtılar. 

Türk ve yabancı yatırımcıların düşen Lira’yı terk etmesi üzerine, Ocak 2018’den günümüze kadar Lira dolar karşısında % 37’lik bir değer kaybına uğradı ve bu durum da, elde edilen gelirlerle dış borçların ödenmesini hemen hemen imkansız hale getirdi. Şirketler iflas etti, işsizlik resmi olarak % 15’e ve ithalat bedelleri fırladığı için, enflasyon Ekim 2018 itibariyle yaklaşık % 25’e yükseldi. TL cinsinden gelir getiren projeler için alınan dış borçlar ile finanse edilen bir ekonomik yükselişin ardından, ekonominin 2018 boyunca hızla kötüye gitmesi, Erdoğan’ın bu yılki kötü seçim sonuçlarının başlıca nedeni oldu.

Ekonomik çöküşe ve %24'lük Merkez Bankası oranlarının olumsuz etkisine açıkça tepki gösteren Erdoğan, 14 Mayıs 2018’de Bloomberg’le yaptığı bir görüşmede “Merkez Bankası bu bağımsızlığı edinemez ve Cumhurbaşkanı’nın uyarılarını bir kenara bırakamaz” diyerek, ‘merkez bankası dogması’na karşı çıkacak ve kendi siyasi kontrolü dışındaki faiz oranlarının “bütün kötülüklerin ana ve babası” olduğunu öne sürecek kadar ileri gitti.

Erdoğan şimdi kendisini, açıkçası, Merkez Bankası’nın başına bir siyaseten kafadar birini getirerek bu konu üzerinde etkisini göstermeye muktedir hissediyor. Bununla birlikte, bu kadar yüksek seviyedeki şirket döviz borçları ile, % 19.75’lik faiz oranının ve hatta AB’deki gibi sıfır veya negative oranların bile  Türkiye’de yeni bir refahın yaratılması için yeterli olmayacağı açıktır.

İlginç olarak, yakın çalışma arkadaşlarına göre, Erdoğan 2018 yılında, 2008 Lehman Bros küresel finansal çöküşünün onda batı kapitalizmine olan inancını yitirmeye yol açtığını ileri sürmeye başladı.

Bunların hepsi çalkantılı bir jeopolitik zeminde çereyan ediyor. Türkiye’nin, sınırlarında bulunan Suriye Kürtleri’ne karşı kendi “güvenlik bölgesi”ni oluşturma amaçlı devam eden girişimleri, Tahran, Moskova ve Pekin’le gelişen bağları ve  Kıbrıs açıklarındaki Türk sondaj gemileri üzerinden NATO ortaklarıyla olan geriliminin artması, bazı yorumcuların, Erdoğan’ın Türkiye’yi NATO’dan çıkarmayı ve Türkiye’nin halen “dialog ortağı” olduğu ŞİÖ etrafında bir ittifak içinde Çin, Rusya ve diğer Avrasya devletleri ile işbirliğini planladığı öngörülerinde bulunmalarına yol açıyor.

Erdoğan’ın, dünyanın en gelişmişi olduğu söylenen Rus S-400 füzesavar savunma sisteminin satın alınmasından, Vaşington’un baskısına rağmen vazgeçmemesi, Erdoğan’ın jeopolitik olarak “doğuya yönelişi” benzeri spekülasyonları arttırmış bulunuyor.

Dahası, 2 Temmuz'da, Japonya G20 toplantısının ardından, Erdoğan Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping'in resmi konuğu olarak Pekin'de idi. Erdoğan  burada, 1 milyon etnik Uygur Müslümanları’nın tutulduğu bildirilen “yeniden eğitim kampları” olarak tanımlanan yerler hakkındaki daha önceki sert eleştirilerini yapmadı. Türkiye, tarihsel olarak Türk kökenli Uygurları  kendisiyle ilişkili olduğu gözüyle bakar ve Çin’in Sincan Uygur Otonom Eyaleti’ni Doğu Türkistan olarak adlandırır.

Erdoğan, bu kez, pragmatik olarak Pekin’in Müslüman politikalarını eleştirmeyi bıraktı ve çok daha önemli gördüğü şeyler (para) üzerine odaklandı: Çin’in “Bir Kuşak ve Bir Yol” Projesi’nin bir parçası olarak Türkiye’deki alt yapı projeleri için Çin ve Çin’li şirketlerden sağlanacak kredi ve borçlar.. Türk Cumhurbaşkanı, Pekin’de iken, basına “tartışmasız, Çin Sincan'da yaşayan tüm etnik grupların Çin'in kalkınma ve refah koşullarında mutlu bir şekilde yaşadıkları” açıklamasında bulundu. Sadece dört ay önce, Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı, Sincan’daki Uygurların durumunun “insanlık için büyük bir utanç” olduğu açıklamasında bulunmuştu. Tam bir dönüş...

Türkiye İstatistik Ofisi’ne göre, 2018’de Türkiye-Çin iki taraflı ticaret hacmi 23 milyar dolardı ve Çin Türkiye’nin üçüncü büyük ticaret ortağı oldu. Bunun çoğunu, yaklaşık 18 milyar dolar ile Çin’in Türkiye’ye ihracatı oluşturuyor. Erdoğan, açıkça görülüyor ki bu durumu Türkiye’nin lehine daha fazla değiştirmek için gayret ediyor. Türkiye'deki yeni Çin yatırımlarıyla ilgili olarak,  Xi-Erdoğan görüşmesinden sonra önemli bir açıklama yapılmadı.

Erdoğan’ın Washington ve şimdilerde Almanya ve diğer AB Devletleri arasında giderek artan gerilim NATO’dan bir kopuşa yol açacak mı? Gelinen noktada, bu pek mümkün görünmüyor. AB, özellikle Almanya, Birleşik Krallık ve İtalya Türk ürünlerinin en büyük alıcısı durumundalar.

Çin, hızla yavaşlayan ekonomisi ve azalan ticaret fazlası ile, NATO ve Batı’dan, Doğu ve ŞİÖ’ye dönen Türkiye’nin ekonomik darbesini hafifletebilecek durumda değil. Sonuçta ortaya çıkacak finansal panik, Anglo-Amerikan merkez bankacılığı ve finansal piyasalarının kurallarına sadık kaldığı sürece Türkiye'yi derin depresyona sokacaktır. İşin garip yanı, Erdoğan batılı olmayan bir modele yönelik küçük jestlerde bulundu, ancak özenle seçilmiş yeni Merkez Bankası Başkanı’ndan % 4.25’lik faiz oranı indiriminin dışında çok az etki sağlayabildi. ŞİÖ ya da İran ile ekonomik ve politik bir ittifak içinde her şeyi riske atmaya hazır değil. Sonuçta, Erdoğan’ın Doğu’ya jeopolitikal dönüşünden ziyade, herkesten fazla kazanmak amacıyla hassas bir denge kurmaya çalışarak Doğu’ya, Batı’ya, hatta Kuzey ve Güney’e bir “Erdoğan pirueti” görüyoruz. Burada risk, her şeyin onun için can sıkıcı olarak sonuçlanabilmesidir.













F. William Engdahl31.07.2019