31 Mayıs 2011 Salı

CHP 2011 SEÇİM BİLDİRGESİNDE "AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞART"NA UYUM..





Yerel yönetimler (Sayfa 108)

• Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Şartı’na konulan çekinceleri kaldıracak, yerel yönetimler reformu yapacağız.

AB ÜYELİĞİ (Sayfa 125)

• CHP Türkiye’nin AB üyeliğinden yanadır. AB üyeliğini Türkiye’nin demokratikleşmesi ve ekonomisinin bilgi çağına hazır haline gelmesine yönelik bir toplumsal dönüşüm projesi olarak görmektedir. Türkiye’nin AB sürecini CHP başlatmıştır, CHP mutlu sona ulaştıracaktır.

ABD İLE İLİŞKİLER (Sayfa 126)

• ABD ile ilişkilerde son yıllarda yaşanmış olan sıkıntıların aşılarak, eşitlik, karşılıklı saygı ve birbirinin meşru çıkarlarını gözetme temelinde yeni bir anlayışla hareket edeceğiz.

• ABD ile stratejik ve askeri ilişkilerle sınırlı olmayan, dengelenmiş, ekonomik ve kültürel etkileşime açık yeni ve çağdaş bir ortaklık tesis edeceğiz.

• Türkiye’de artış gösteren Amerikan karşıtlığını dengelemek için Türkiye ile ABD arasında öğrenci, iş adamı, yerel yöneticilerin değişimi, ortak kültürel ve sanatsal etkinlikler düzenlenmesi gibi toplumsal güven artırıcı önlemleri hayata geçireceğiz.

ULUSLARARASI KURULUŞLARA ÜYELİK VE İTTİFAK İLİŞKİLERİ (Sayfa 126)

• Etkin bir üyesi olduğumuz NATO ile ilişkilerimizi güçlendirerek sürdüreceğiz. NATO’nun caydırıcı bir güç olarak barış ve istikrarın korunmasına ilişkin görevini etkili bir şekilde yerine getirmesini ve günümüz koşullarında NATO’nun konumunun uluslararası barış ve güvenliği koruma yönüne daha fazla ağırlık verilerek yeniden belirlenmesini destekleyeceğiz.

AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI HANGİ HÜKÜMETLER ZAMANINDA ONAYLANDI ?

AVRUPA YEREL YÖNETİLER ÖZERKLİK ŞARTI'NIN;
  • Türkiye tarafından imzalanması: 1988 YILI   (46.HÜKÜMET: 2.ÖZAL HÜKÜMETİ/ 21.12.1987- 09.11.1989)
  • TBMM tarafından onaylanması: 08.05.1991 (47.HÜKÜMET: YILDIRIM AKBULUT HÜKÜMETİ/ 09.11.1989- 23.06.1991)
  • Bakanlar Kurulu tarafından onaylanması: 06.08.1992 (49.HÜKÜMET: SÜLEYMAN DEMİREL-ERDAL İNÖNÜ HÜKÜMETİ/ 20.11.1991- 25.06.1993)

AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, 15 Ekim 1985 tarihinde imzaya açıldı. Türkiye anlaşmayı 21 Kasım 1988'de imzaladı.

Avrupa Konseyi, 1981-1984 yılları arasında yerel idarelerin özerkliği ile ilgili bazı ilkeleri tartıştı ve bir karar tasarısı hazırladı. "Yerel idarelerin güçlendirilmesi, özerkliklerinin savunulması, yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine dayanan bir Avrupa'nın kurulmasının temel koşuludur" görüşünden hareketle hazırlanan tasarı daha sonra "Özerklik Şartı" olarak Avrupa Konseyi'nce kabul edildi.

Türkiye, Şartı 1988 yılında imzaladı. 1991 yılında da 3723 sayılı yasa ile TBMM tarafından onaylanması uygun görüldü ve 1992'de 92/3398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylandı. (Resmi Gazete: 3.10.1992 - 21364)

Yürürlük tarihi ise 1 Nisan 1993 olarak belirlendi.

Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın bazı hükümlerini benimsedi.

AVRUPA YEREL YÖNETİMLER  ÖZERKLİK ŞARTI

ÖNSÖZ

İşbu Şartı imzalayan Avrupa Konseyi üyesi Devletler,

Avrupa Konseyi’nin amacının üyeleri arasında ortak mirasları olan ideal ve ilkeleri korumak ve gerçekleştirmek için daha ileri bir birlik sağlamak olduğunu düşünerek,

Bu amacın gerçekleştirilmesinin yollarından birisinin idari alanda anlaşmalar yapmak olduğunu düşünerek,

Yerel makamların her türlü demokratik rejimin temellerinden birisi olduğunu düşünerek,

Vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının Avrupa Konseyine üye Devletlerin tümünün paylaştığı demokratik ilkelerden biri olduğunu düşünerek,

Bu hakkın en doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğuna kani olarak,

Gerçek yetkilerle donatılmış yerel makamların varlığının hem etkili hem de vatandaşlara yakın bir yönetimi sağlayacağına kani olarak,

Değişik Avrupa ülkelerinde özerk yerel yönetimlerin korunması ve güçlendirilmesinin demokratik ilkelere ve idarede ademi merkeziyetçiliğe dayanan bir Avrupa oluşturulmasında önemli bir katkı sağlayacağını düşünerek,

Bunun demokratik bir şekilde oluşan karar organlarına ve sorumlulukları bakımından, bu sorumlulukların kullanılmasındaki olanak ve yöntemler bakımından ve bu sorumlulukların karşılanması için gerekli kaynaklar bakımından geniş bir özerkliğe sahip yerel makamların varlığını gerektirdiğini teyid ederek,

Madde 1
Taraflar bu Şart’ın 12 maddesinde belirtilen şekil ve ölçüde kendilerini aşağıdaki maddelerle bağlı kabul edeceklerini taahhüt ederler.

I. BÖLÜM

Madde 2
Özerk Yerel Yönetimlerin Anayasal ve Hukuki Dayanağı
Özerk yerel yönetimler ilkesi ulusal mevzuatla ve uygun olduğu durumlarda anayasa ile tanınacaktır.

Madde 3
Özerk Yerel Yönetim Kavramı
1- Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır.
2- Bu hak, doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır. Bu hüküm, mevzuatın olanak verdiği durumlarda, vatandaşlardan oluşan meclislere, referandumlara veya vatandaşların doğrudan katılımına olanak veren öteki yöntemlere başvurulabilmesini hiçbir şekilde etkilemeyecektir.

Madde 4
Özerk Yerel Yönetimin Kapsamı
1- Yerel yönetimlerin temel yetki ve sorumlulukları anayasa ya da kanun ile belirlenecektir. Bununla beraber, bu hüküm yerel yönetimlere kanuna uygun olarak belirli amaçlar için yetki ve sorumluluklar verilmesine engel teşkil etmeyecektir.
2- Yerel Yönetimler, kanun tarafından belirlenen sınırlar içerisinde, yetki alanlarının dışında bırakılmış olmayan veya başka herhangi bir makamın görevlendirilmemiş olduğu tüm konularda faaliyette bulunmak açısından tam takdir hakkına sahip olacaklardır.
3- Kamu sorumlulukları genellikle ve tercihan vatandaşa en yakın olan makamlar tarafından kullanılacaktır. Sorumluluğun bir başka makama verilmesinde, görevin kapsam ve niteliği ile yetkinlik ve ekonomi gerekleri gözönünde bulundurulmalıdır.
4- Yerel makamlara verilen yetkiler normal olarak tam ve münhasırdır. Kanunda öngörülen durumların dışında, bu yetkiler öteki merkezi veya bölgesel makamlar tarafından zayıflatılamaz veya sınırlandırılamaz.
5- Yerel makamların merkezi veya bölgesel bir makam tarafından yetkilendirildiği durumlarda, bu yetkilerin yerel koşullarla uyumlu olarak kullanılabilmesinde yerel makamlara olanaklar ölçüsünde takdir hakkı tanınacaktır.
6- Yerel makamları doğrudan ilgilendiren tüm konulara ilişkin planlama ve karar alma süreçleri içinde, kendileriyle olanaklar ölçüsünde zamanında ve uygun biçimde danışılacaktır.

Madde 5
Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması
Yerel yönetimlerin sınırlarında, mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse bir referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz.

Madde 6
Yerel Makamların Görevleri İçin Gereken Uygun İdari Örgütlenme ve Kaynaklar
1- Kanunla düzenlenmiş daha genel hükümlere halel getirmemek koşuluyla, yerel makamlar kendi iç idari örgütlenmelerini, bunları yerel ihtiyaçlarla uyumlu kılmak ve etkin idare sağlamak amacıyla, kendileri kararlaştırabileceklerdir.
2-Yerel yönetimlerde görevlilerin çalışma koşulları liyakat ve yeteneğe göre yüksek nitelikli eleman istihdamına imkan verecek ölçüde olmalıdır; bu amaçla yeterli eğitim olanaklarıyla ücret ve mesleki ilerleme olanakları sağlanmalıdır.

Madde 7
Yerel Düzeydeki Sorumlulukların Kullanılma Koşulları
1- Yerel düzeyde seçilmiş temsilcilerin görev koşulları görevlerin serbestçe yerine getirilmesi olanağını sağlayabilmelidir.
2- Görev koşulları söz konusu görevin yürütülmesi sırasında yapılacak masrafların uygun biçimde mali tazminiyle birlikte, uygunsa, kazanç kaybının tazminine veya yapılan işin karşılığında ücret ve buna tekabül eden sosyal sigorta primlerinin ödenmesine olanak sağlayacaktır.
3- Yerel olarak seçilmiş kişilerin görevleriyle bağdaşmayacak işlev ve faaliyetler kanunla veya temel hukuki ilkelere göre belirlenir.

Madde 8
Yerel Makamların Faaliyetlerinin İdari Denetimi
1- Yerel makamların her türlü idari denetimi ancak kanunla veya anayasa ile belirlenmiş durumlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilebilir.
2- Yerel makamların faaliyetlerinin idari denetimi normal olarak sadece kanunla ve anayasal ilkelerle uygunluk sağlamak amacıyla yapılacaktır. Bununla beraber, üst-makamlar yerel makamları yetkili kıldıkları işlerin gereğine göre yapılıp yapılmadığını idari denetimine tabi tutabileceklerdir.
3- Yerel makamların idari denetimi, denetleyen makamın müdahalesinin korunması amaçlanan çıkarların önemiyle orantılı olarak sınırlandırılmasını sağlayacak biçimde yapılmalıdır.

Madde 9
Yerel Makamların Mali Kaynakları
1- Ulusal ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar sağlanacaktır.
2- Yerel makamların mali kaynakları anayasa ve kanunla belirlenen sorumluluklarla orantılı olacaktır.
3- Yerel makamların mali kaynaklarının en azından bir bölümü oranlarını kendilerinin kanunun koyduğu sınırlar dahilinde belirleyebilecekleri yerel vergi ve harçlardan sağlanacaktır.
4- Yerel makamlara sağlanan kaynakların dayandığı mali sistemler, görevin yürütülmesi için gereken harcamalardaki gerçek artışların mümkün olduğunca izlenebilmesine olanak tanımaya yetecek ölçüde çeşitlilik arz etmeli ve esneklik taşımalıdır.
5- Mali bakımdan daha zayıf olan yerel makamların korunması, potansiyel mali kaynakların ve karşılanması gereken mali yükün eşitsiz dağılımının etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik mali eşitleme yöntemlerinin veya buna eş önlemlerin alınmasını gerektirir. Bu yöntemler ve önlemler yerel makamların kendi sorumluluk alanlarında kullanabilecekleri takdir hakkını azaltmayacaktır.
6- Yeniden dağıtılan kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, kendilerine uygun bir biçimde danışılacaktır.
7- Mümkün olduğu ölçüde, yerel makamlara yapılan hibeler belli projelerin finansmanına tahsis edilme koşulu taşımayacaktır. Hibe verilmesi yerel makamların kendi yetki alanları içinde kendi politikalarına ilişkin olarak takdir hakkı kullanmadaki temel özgürlüklerine halel getirmeyecektir.
8- Yerel makamlar sermaye yatırımlarının finansmanı için kanunla belirlenen sınırlar içerisinde ulusal sermaye piyasasına girebileceklerdir.

Madde 10
Yerel Makamların Birlik Kurma ve Birliklere Katılma Hakkı
1- Yerel makamlar yetkilerini kullanırken, ortak ilgi alanlarındaki görevlerini yerine getirebilmek amacıyla, başka yerel makamlarla işbirliği yapabilecekler ve kanunlar çerçevesinde birlikler kurabileceklerdir.
2- Her devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının korunması geliştirilmesi için birliklere üye olma ve uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını tanıyacaktır.
3- Yerel makamlar, kanunlarla muhtemelen öngörülen şartlar dahilinde, başka devletlerin yerel makamlarıyla işbirliği yapabilirler.

Madde 11
Özerk Yerel Yönetimlerin Yasal Korunması
Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirlenmiş olan özerk yönetim ilkelerine riayetin sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olacaklardır.

II. BÖLÜM
Muhtelif Hükümler

Madde 12
Yükümlülükler
1- Her Akit Taraf, bu Şart’ın I. Bölümündeki paragraflardan en az 10 tanesi aşağıdakilerin arasından seçilmek üzere en az 20 paragrafı ile kendisini bağlı kabul etmeyi taahhüt edecektir:

Madde 2,

Madde 3, paragraf 1 ve 2,

Madde 4, paragraf 1,2 ve 4,

Madde 5,

Madde 7, paragraf 1,

Madde 8, paragraf 2,

Madde 9, paragraf 1,2 ve 3,

Madde 10, paragraf 1,

Madde 11

2- Sözleşmeye taraf olan her Devlet onay, kabul veya tasvip belgesini tevdi ederken, bu Maddenin 1. paragraf hükümlerine uygun olarak seçtiği paragrafları Avrupa Konseyi Genel Sekreterine bildirecektir.
3- Herhangi bir Taraf Devlet, bu Maddenin 1. paragrafı hükümlerine göre Sözleşmenin henüz kabul etmemiş olduğu herhangi bir paragrafıyla veya paragraflarıyla kendini bağlı addedeceğini daha sonraki herhangi bir tarihte Genel Sekretere bildirebilir.

Sonradan kabul edilen bu tür yükümlülükler, böylece bildirimde bulunan Akit Tarafın onay, kabul veya tasvip işleminin ayrılmaz bir parçası addedilecek ve Genel Sekreterin bildirimi aldığı tarihten sonra geçecek üç aylık süreyi izleyen ayın ilk gününden başlamak üzere aynı etkiyi taşıyacaktır.

Madde 13
Bu Şart’ın Kapsayacağı Makamlar
İşbu Şart’ta yer alan özerk yerel yönetim ilkeleri Akit Tarafın ülkesinde mevcut bulunan yerel makamların tüm kategorileri için uygulanır. Bununla beraber her bir Akit Taraf, onay, kabul veya tasvip belgesini sunarken, bu Şart’ın yerel veya bölgesel makamların sadece hangi kategorileri için uygulanmasını öngördüğünü veya uygulama dışında bırakmayı öngördüğü kategorileri belirleyebilir. Avrupa Konseyi Genel Sekreterine daha sonra yapabileceği bildirimlerle, yukarıdakilerden başka yerel veya bölgesel makam kategorilerini de Şart’ın kapsamına dahil edebilir.

Madde 14
Bilgi Sağlanması
Her Akit Taraf bu Şart’in hükümlerine uygunluk sağlamak amacıyla kabul ettiği mevzuat hükümleriyle aldığı öteki önlemler konusuna ilişkin tüm bilgiyi Avrupa Konseyi Genel Sekreterine iletecektir.

III. BÖLÜM

Madde 15
İmza, Onay ve Yürürlüğe Girme
1- Bu Şart Avrupa Konseyi üyesi tüm ülkelerin imzasına açık olacaktır. Onay, kabul veya tasvip işlemine tabi olacaktır. Onay, kabul veya tasvip belgeleri Avrupa Konseyi Genel Sekreterine tevdi edilecektir.
2- Bu Şart Avrupa Konseyi üyesi ülkelerden dördünün bu Şart’la bağlı olmayı kabul ettiklerini yukarıdaki paragraf hükümlerine uygun olarak daha sonra bildirmelerinden itibaren geçecek üç aylık süreyi izleyen ayın ilk günü yürürlüğe girecektir.
3- Bu Şart’la bağlı olmayı kabul edeceğini daha sonra beyan eden herhangi bir üye Devlet bakımından, bu Şart onay, kabul veya tasvip belgesinin tevdi tarihinden sonra geçecek üç aylık bir süreyi izleyen ayın ilk günü yürürlüğe girecektir.

Madde 16
Topraklara İlişkin Hüküm
1- Herhangi bir Devlet, imzalama sırasında veya onay, kabul veya tasvip belgesini tevdi ederken bu Şart’ın uygulanacağı toprak ya da toprakları belirleyebilir.
2- Herhangi bir Devlet daha sonraki herhangi bir tarihte yapacağı ve Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne muhatap bir beyanla, bu Şart’ın uygulanma alanını beyanda belirleyeceği başka herhangi bir toprağı teşmil edebilir. Şart, bu tür topraklar için, bu beyanın Genel Sekreterin eline geçtiği tarihten sonra geçecek 3 aylık süreyi izleyen ayın ilk günü yürürlüğe girecektir.
3- Yukarıdaki iki paragraf çerçevesinde yapılan herhangi bir beyan, bu beyanda belirlenen herhangi bir toprak bakımından, Genel Sekretere hitaben yapılacak bir bildirim ile geri çekilebilir. Bu geri çekme, Genel Sekreterin bu bildirimi aldığı tarihten sonra geçecekaltı aylık süreyi izleyen ayın ilk günü yürürlüğe girecektir.

Madde 17
Çekilme
1- Herhangi bir Taraf, kendisi bakımından bu Şart’ın yürürlüğe girişini izleyen beş yıllık bir sürenin geçmesinden sonra, bu Şart’tan çekilebilir. Bu durumlarda, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine altı ay önce bildirimde bulunulacaktır. Bu tür çekilmeler, Taraf Devlet sayısının dörtten az olmaması koşuluyla diğer Taraf Devletler bakımından Şart’ın geçerliliğini etkilemeyecektir.
2- Yukarıda paragrafta belirlenen hükümler çerçevesinde herhangi bir Taraf Devlet, 12. maddenin 1. paragrafında öngörülen sayı ve tipteki paragraflarla bağlı olduğu sürece, Şart’ın I. Bölümünün herhangi bir paragrafından çekilebilir. Herhangi bir Taraf Devlet bir paragraftan çekilerek 12. maddenin 1. paragrafının gereğini karşılamayan bir duruma geliyorsa, Şart’ın kendisinden de çekilmiş sayılacaktır.

Madde 18
Bildirimler

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri :
a) Her imzalamayı;

b) Tüm onay, kabul veya tasvip belgelerinin tevdiini;

c) Bu Şart’ın 15. madde hükümlerine göre her yürürlüğe giriş tarihini;

d). 12. Maddenin 2. ve 3. paragraflarının hükümlerinin uygulanması çerçevesinde alınan her bildirimin;

e) 13. Maddenin hükümlerinin uygulanması çerçevesinde alınan her bildirimi;

f) Bu Şart’a ilişkin diger herhangi bir işlem, bildirim veya yazişmayi Avrupa Konseyi üyesi Devletlere bildirecektir.

Yukarıdaki hükümleri kabul zımnında gereği gibi yetkili kılınmış aşağıda imzaları bulunanlar işbu Şart’ı imzalamışlardır.

Avrupa Konseyi arşivlerinde saklanacak işbu Sözleşme, Ingilizce ve Fransızca olarak ve her iki metin de aynı derecede geçerli olmak üzere, tek nüsha halinde 15 Ekim 1985 tarihinde Strasbourg’da düzenlenmiştir. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Avrupa Konseyi üyesi Devletlerin her birine buŞart’ın aslına uygun suretlerini iletecektir.

AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTI'NA İLİŞKİN YASA...





8 Mayıs 1991

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın onaylanmasının uygun bulunduğuna ilişkin yasa, 8 Mayıs 1991 tarihinde TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.

Bakanlar Kurulu, Şartı, sözkonusu yasa uyarınca 6 Ağustos 1992'de 92/3398 sayılı karar ile onayladı. (Resmi Gazete: 3.10.1992 - 21364)

Yasa metni şöyle:

AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK ŞARTININ ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR KANUN

Kanun No : 3723
Kabul Tarihi : 8.5.1991
Resmi Gazete : 21.5.1991 - 20877

Madde 1- Avrupa Konseyi çerçevesinde hazırlanan ve Türkiye tarafmdan 21.11.1988 tarihinde Strasburg’da imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 12 nci maddesinin 1 numaralı fıkrasına göre;

a) 2 ve 5 inci maddelerinin,

b) 3, 7 ve 8 inci maddelerinin 1 ve 2 numaralı fıkralarının,

c) 4 üncü maddesinin 1, 2, 3, 4 ve 5 inci numaralı fıkralarının,

d) 6 ncı maddesinin 2 numaralı fıkrasının,

e) 9 uncu maddesinin 1, 2, 3, 5 ve 8 numaralı fıkralarının,

f) 10 uncu maddesinin 1 numaralı fıkrasının,

Kabul edilerek onanması uygun bulunmuştur.

Madde 2- Avrupa Yerel Yönetimler Şartının 12 inci maddesinin 3 numaralı fıkrası gereğince bu şartın diğer maddelerinin veya fikralarının bilahare kabulünü beyana Bakanlar Kurulu yetkilidir.

Madde 3- Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Madde 4- Bu kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür.

26 Mayıs 2011 Perşembe

NUTUK'TA ALİ ÇETİNKAYA

M.KEMAL ATATÜRK NUTUK'TA ALİ ÇETİNKAYA'DAN SÖZ EDİYOR:

"Baylar, Meclis'in açıldığı ilk günlerde, cephelerin ne durumda olduklarını hep birlikte bir kez daha anımsayalım:

1.İzmir Yunan Cephesi: Biliyorsunuz ki, Yunanlılar İzmir'e çıktıkları zaman orada Onyedinci Kolordu Komutanı olarak, karargahıyle Nadir Paşa bulunuyordu. Kuvvet olarak, Yarbay Hurrem Bey komutasında 56.Tümenin iki alayı vardı. Bu kuvvet özellikle, kolordu komutanının buyruğuyla, savaşa sokulmaksızın, onur kırıcı davranışlar altında, Yunanlılar'a teslim edilmiştir. Bu tümenin bir alayı (172.Alay) Ayvalık'ta bulunuyordu. Komutanı Yarbay Ali Bey idi (Afyonkarahisar Milletvekili Ali Çetinkaya).
   Yunan ordusu girdiği bölgeyi genişletirken Ayvalık'a da asker çıkardı. Ali Bey, bu Yunan kuvvetine karşı 28 Mayıs 1919'da savaşa girişti. O güne değin Yunan birlikleri hiçbir yerde ateşle karşılaşmamıştı. Tam terine, kimi kent ve kasabalar halkı korkutulmuş ve İstanbul Hükümeti'nin buyruklarına uyarak, yüksek sivil görevliler başta olmak üzere, Yunan birliklerini özel kurullarla karşılamışlardı. Ali Bey'in, Ayvalık bölgesinde savaş cephesi kurması üzerine, yavaş yavaş Soma'da, Akhisar'da, Salihli'de ulusal cepheler kurulmaya başlanmıştı.

AKP Genel Başkanı:"Ankara'daki Yenimahalle Belediyesi 3 Mayıs 2011'de bir karar aldı. İskilipli Atıf Hoca'nın katili Ali Çetinkaya'nın ismini bir parka verdi."

AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 12 Haziran 2011 Genel Seçim çalışamalarına Tokat'ın ardından Çorum'da devam etti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Çorum'lu İskilipli Atıf Hoca'nın katili Ali Çetinkaya'nın isminin CHP'li belediye tarafından bir parka verildiğini söyledi. Çorumlu İskilipli Atıf Hoca'nın idam kararını veren hakim Ali Çetinkaya'nın (Kel Ali) isminin CHP'li Ankara Yenimahalle Belediyesi tarafından parka verilmesini eleştiren Başbakan Erdoğan şunları söyledi:

"Savcı, İskilipli Atıf Hoca'nın 3 yıl hapsini istedi. Bu Ali Çetinkaya 'sanığın idamına -burası çok önemli aziz kardeşlerim, burasını iyi dinleyin- şahitlerin bilahare dinlenmesine' diye karar verdi. Ve İskilipli Atıf Hocamızı böyle idam ettiler.

Adeta Çorum'la, Türkiye ile alay edercesine bir katilin isminin parka verildiğini anlatan Erdoğan şunları söyledi:

"Ankara Samanpazarı'nda hocayı astılar. Bakın size enterasan bir anekdot daha anlatayım. Nuri Demirağ Türkiye'ye hizmetleri olan kişidir. İlk uçağı icat eden adamdır. Daha 1930'lu yıllarda uçak sanayisinin kurulması için çaba sarfeden kişidir. 1931 yılında İstanbul'a bir köprü yapılması için hazırlık yapıyor. Atatürk çok heyacanlanıyor. Projeden dolayı kutluyor. Nuri Demirağ'dan projenin hazırlanmasını istiyor. O zaman bayındırlık bakanı kim biliyor musunuz? Ali Çetinkaya. İsmet İnönü ile bu projeye hayır diyorlar. Hatta Nuri Demirağ vasiyetimdir; 'bu köprüden İnönü ve Çetinkaya geçemez' diyor. Şimdi bu Ali Çetinkaya nereden çıktı biliyor musunuz? Ankara'daki Yenimahalle Belediyesi 3 Mayıs 2011'de bir karar aldı. İskilipli Atıf Hoca'nın katili Ali Çetinkaya'nın ismini bir parka verdi."

YALÇIN KÜÇÜK: "SİLİVRİ'DEN ÖNCE:MİTHAT PAŞA MUHAKEMESİ"

"Başmabeyinci Fahri Bey idi, Valide Sultan Pertevniyal ile ağladılar ve yandılar, Sultan Aziz intihar etmişti, Feriye Sarayı'ndadır. Ben Feriye Sarayı'nda okudum, müdürümüzün geniş, güzel odasını, Boğaz'a bitişiktir, Aziz'in intihar ettiği yer olarak bilirdik, 1876 yılındadır. Beş yıl sonra, birdenbire Abdülhamit'in aklına geldi, evinin içinde, Yıldız'da, bir çadır mahkemesi kurdu, Mithat'ın Cumhuriyeti getirmesinden kuşkulanıyordu. Heyetin arkasında Ahmet Cevdet Paşa duruyordu, Türk ilericiliğinin can düşmanlarındandır, büyük reformatör Mithat Paşa'yı idama mahkum ettiler. Fahri bütün işkencelere karşın "intihar'dır" diyordu, on yıl aldı, ama Taif'te otuz yıl tuttular. Fahri'ye hürriyetini "İkinci Meşrutiyet" verdi, devrim'dir ve bayram'dır. Ve şimdi o günlere dönüyorum, Silivri'de yazıyorum, cezai yargılama tarihimizin köklerine bakıyorum.
   Aydın mı, "pratisyen" isterim, doktor mu, pratisyeni severim; işbölümüne, felsefe planında, düşmanlık duyarım, bilim adamı pratisyen olmalıdır. Leonardo da Vinci, büyük pratisyen bilim adamıdır, merakını ve hayallerini hep kıskaırım. Hep pratisyen olmaya çalışıyorum. Bulgar tarihine de merakım var, orada Mithat'ı Bulgarlar'ın büyük reformatörleri arasında yazarlar. Tuna'da Vali idi, hep yenilikler ve düzenlemeler peşinde koşmuştur. Irak tarihini de okumuşluğum var; Paşa, Irakiler'in de büyük islahatçısıdır, Bağdat'ta da Vali olmuş, "eli değmiş" ıslahatlar yapmıştı. Burada mı, sadece Ziraat Bankası değil, bizde de reformları çoktur ve bu nedenle olmalı, biz, bu pek fütursuz, pek şakacı, pek devrimci güzel paşamızı boğduk. Ne acı, son mektubunda, bugünlerde beni boğanlar, diyordu ve dediği üzere ossaat boğdular. Hiç durmazdı ve hep başarılı oldu, Sultan Aziz'i, tariimizdeki ilk öğrenci eylemlerinden sonra halletmişti. Mithat'a hep yanıyorum. Bunları Silivri'den yazıyorum ve yandığım yerde Silivri'yi okuyorum. Artık tarihimizdedir ve bir yeni tarihe gebedir. Buradayız.
   Reis iddianameyi okuttuktan sonra, "nasıl buldun" demiş, oğlu Ali Haydar Mithat'tan öğreniyoruz ve başka kaynaklarda da var, "iki mahalini doğru ve sahih buldum", bu, Paşa'nın cevabı idi, iki noktasını doğru ve düzgün bulmuştu. Birisi, iddianamenin başındaki besmele ve diğeri sonundaki tarihi'dir. "Kusur yerleri" ise, geri kalan yerler, "yalan ve yanlış ve tutarsızdır". Cevabın tamamı budur. Ve ne içi yanmış Valide Sultan'ı ve ne muayene eden doktorları dinliyorlar ve "Yıldız Mahkemesi" kitabının müellifi Ordinaryus Uzunçarşılı, Feriye'ye derhal gelen Hüseyin Avni Paşa'nın "umum etibbayı ve sefaret tabiplerini ısmarladık" sözünü de kaydediyor. Derhal elçilik doktorlarını çağırmışlardı, "intihar" dediler, amma Yıldız'da bakmadılar. Paşa bu hali müşahede eyleyince, ürkmedi, sadece "Acaip!" dedi ve "siz bizi idam cezası ile hüküm etmişsiniz" kelamını etti. Pratik idi, "öyle ise, mahkeme namile bu mahale bu halkı toplamaya hacet ne idi ?" sualini yöneltti; hacet yoktu, "daha ehven" olurdu, Paşa doğru söylüyordu. Ben de Silivri'den baktığım için doğru görüyorum. Bugünden bakıyorum ve dünü daha iyi görüyorum ve buna Marx'ın öğretisi diyoruz.....

AYDINLIK, 25,05,2011

İZMİR TABİP ODASI'NIN 26,05,2011 TARİHLİ BASIN AÇIKLAMASI






26,05,2011

ONUR'UMUZA SAHİP ÇIKIYORUZ!


Bizler bilime ve akademik özgürlüğe inanan, halkımızın sağlığına duyarlı insanlarız. Anlaşılan odur ki, mevcut iktidar ve onun iradesine girmiş kurumlar, bu haklı duruşumuza karşı devamlı olarak olumsuz anlamda asimetrik güç kullanmakta, akademik, bilimsel ve etik değerleri çiğnemektedir. Bu olumsuzluğun en güncel örneği Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Öğretim üyesi Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’dur.
Prof.Dr.Onur Hamzaoğlu, geçtiğimiz dönemde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ile Tıbbi Genetik Anabilim dallarında görev yapan meslektaşları ile birlikte, Kocaeli Dilovası yöresini kapsayan çevre sağlığına yönelik bir araştırma gerçekleştirmiştir. Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü araştırma fonu tarafından da desteklenen araştırmada, çevre kirliğine bağlı olarak annelerin ilk sütünde ve bebeklerin ilk dışkılarında bazı ağır metaller ve eser elementler saptanmıştır.
Prof.Dr. Onur Hamzaoğlu, yürütücüsü olduğu bu araştırmanın sonuçlarını basın yoluyla kamuoyuna sunmuş, ancak basın açıklaması sonrasında Büyükşehir Belediye Başkanı ve Dilovası Belediye Başkanı tarafından Kocaeli Cumhuriyet Savcılığı’na şikayet edilmiştir. Şikayet gerekçesi olarak ise Prof.Dr. Hamzaoğlu’nun "Kan ve dışkıları bırakın, doğum yapıp çocuk emziren annelerin sütünde bile çinko, demir, alüminyum, kurşun, kadmiyum tespit ettik, tehlike büyük” şeklindeki görüşlerini basın yoluyla paylaşması ve bu nedenle halkı paniğe sürüklemesi olarak gösterilmiştir. Savcılık da hazırladığı dosyayı, söz konusu fiilin incelenmesi amacıyla Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü’ne göndermiştir. Üniversite Rektörlüğü izin verdiği takdirde, Prof. Dr. Hamzaoğlu, TCK’nin 213. maddesi uyarınca 2 ila 4 yıl arasında hapis istemiyle yargılanacaktır.
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, akademisyen olmanın getirdiği toplumsal sorumlulukla hareket etmiş ve Dilovası’nda yaşayan anne ve çocuklara sahip çıkmıştır. Kendisine yönelik açılacak herhangi bir soruşturma, ‘’annelerimiz ve çocuklarımızın göz göre göre ölüme mahkum edildiği’’ bilimsel gerçeğine karşı açılmış sayılacaktır.
Kocaeli Üniversitesi Rektörlüğü, üniversite sorumluluğuyla hareket etmeli, soruşturmaya izin vermemeli ve Dilovası’nda yaşayan annelerimiz ve çocuklarımızın sağlık hakkına sahip çıkmalıdır.
Ülkemizin üniversiteleri AKP ve YÖK eliyle yapılandırılırken, “yandaş” akademisyen yaratılmak istenmektedir. Onların görüşlerine göre akademisyenler, yandaşlara rant sağlayacak çılgın projeleri onaylamalı, HES’lere karşı çıkmamalı, bilimsel aşırma yapmalı, merkezi sınavlarda kopya çekilmesine sessiz kalmalı, çevre talanına yönelik projecilik peşinde koşmalı, GDO şirketlerine ve uluslararası ilaç şirketlerine danışmanlık için sıraya girmeli, ülkenin kamu kaynakları satılmalı demelidir.
Bu nedenle Prof.Dr.Onur Hamzaoğlu’nun bilimsel ve akademik haklarına yapılan saldırı bilimsel bilgi üretmeye çalışan, topluma karşı sorumluluk duyan, boyun eğmeyen akademisyenlerin tümüne yapılan bir saldırıdır. Ancak ülkenin onurlu akademisyenleri bu sürece boyun eğmeyecektir. Bizler, herkesi bilime ve toplumsal sorumluluğa sahip çıkmaya ve Onur Hamzaoğlu’na destek olmak için hazırlanan imza kampanyasına katılmaya çağırıyoruz.

EGE ÇEVRE VE KÜLTÜR PLATFORMU

EĞİTİM-SEN 3 NOLU ŞUBE

HALK SAĞLIĞI UZMANLARI DERNEĞİ

İZMİR TABİP ODASI YÖNETİM KURULU VE ÇEVRE SAĞLIĞI KOMİSYONU

SAĞLIK VE SOSYAL HİZMET EMEKÇİLERİ SENDİKASI

ÜNİVERSİTE KONSEYLERİ DERNEĞİ

25 Mayıs 2011 Çarşamba

YILDIZ MAHKEMELERİ GERÇEĞİ

MİDHAT PAŞA HAKKINDA YENİ YAYINLAR VE GÖRÜŞLER
Prof. Dr. Bekir Sıtkı BAYKAL

Üstad İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1946 yılında yayınladığı Midhat ve Rüştü Paşaların Tevkiflerine Dair Vesikalar ve 1950 de çıkardığı Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları adlı kitaplardan sonra şimdi de Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi başlığını taşıyan cildi yayım alanına koymakla bu konu üzerindeki çalışmalarını tamamlamış görünmektedir.

I- Midhat ve Rüştü Paşaların Tevkiflerine Dair Vesikalar
   (Türk Tarih Kurumu yayınları, VII. Seri. No. 13, Ankara 1946) adlı kitap, bu eserin kronoloji bakımından birinci cildini teşkil etmektedir.
   179 sahifelik metin iki ana bölüme ayrılmış olup bunun 100 sahifesi Midhat Paşa ile, geri kalan kısmı ise Rüştü Paşa ile ilgili bilgi ve belgeleri kapsamaktadır. Birinci bölümde yazar, Midhat Paşanın Avrupada uzunca süren bir sürgün hayatından sonra yurda dönüşünü, birbiri ardından Suriye ve Aydın valiliklerine tâyin edilişini kısaca hikâye etmekte, müteâkiben de Yıldız sarayında Padişah Sultan Abdülhamid'- in emri ile, Sultan Abdülaziz'in ölümünden suçlu t u t u l an kimseler meyanında Midhat Paşanın da tevkif edilmesi kararının nasıl verildiğini ve bu kararın ne şekilde uygulama alanına konduğunu anlatmaktadır. Uygulama sırasında Midhat Paşanın Vali bulunduğu İzmir'de cereyan eden olaylar, İstanbul'dan sırf  bu işe memur edilerek gönderilmiş olan Yaver Binbaşı Hüsnü Beyin faaliyetleri, Midhat Paşanın Fransa Konsoloshanesine sığınması, bu olaydan çıkan sorunlar ve nihayet Midhat Paşanın, Padişah ve hükümetin adaletine ve mahkemenin alenî olacağına dair kendisine verilen teminata güvenerek, hükümete teslim olması hadiseleri oldukça etraflı olarak hikâye edilmektedir. Bundan sonra, İstanbul vapuru ile başkente doğru yola çıkarılan Midhat Paşanın, o vaktin Adliye Nâzın Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında özel olarak İzmir'e gelmiş olan bir heyet tarafından sorgusu başlamaktadır. Tekrar tekrar yapılan bu sorguların aynen verilen tutanaklarından Midhat Paşanın, Sultan Abdülaziz'in son zamanlarında memleketin genel durumuna, Padişahın davranışları ve aleyhindeki cereyanlara, ayrıca da kendisinin İzmir'de tevkifine dair etraflı ve dikkate değer bilgiler veren ifadeleri okunmaktadır. Bölümün sonunda sıra ile, Midhat Paşanın tevkifi hakkında Yaver Hüsnü Beyin ve İzmir Kumandanı Hilmi Paşanın raporları, bâzı yabancı gazetelerin bu konu ile ilgili olarak yayınladıkları yazılar ve nihayet Sorgu heyetinin tertip ettiği fezleke yer almaktadır. (s. 63-100).
   İkinci bölümde, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilişi sırasında Sadrâzamlık mevkiini işgal etmekte olan Mehmet Rüştü Paşa ele alınmaktadır. Bu bölümde de esas itibariyle aynı usul tâkip olunmuştur. Yalnız fazla olarak Mehmet Rüştü Paşanın karakteri hakkında, mevcut kaynaklara dayanan etraflı bilgi verilmektedir.
   Yıldız sarayında, Sultan Abdülaziz'in t a h t t a n indirilişi ve ölümü ile ilgili kişilerin tevkif edilmelerine karar verildiği sıralarda Mehmet Rüştü Paşa Manisa'da bulunuyordu ve ağırca hasta idi. Buna rağmen kendisi İzmir'e kadar getirilmiş, sorgusu yapılmış, fakat sonra hekim raporlarına uyularak yargılanmasından şimdilik kaydiyle vazgeçilip Manisa'ya geri gönderilmiştir. Beş defa yapılan sorgusuna ait tutanak ile neticede kaleme alınan fezleke de kitabın sonuna konmuş bulunmaktadır.
   Eserin metin kısmının son iki sahifesi, Midhat ve Mehmet Rüştü Paşaların tevkif ve sorguya çekilmelerinde rol almış olan belli başlı kişilerin, yâni Ahmet Cevdet Paşa, Hüseyin Hüsnü Bey (Paşa), Abdüllâtif Bey, Lebib Efendi ve hekim İsak Beyin kısa hal tercümelerine ayrılmıştır.

II


Aynı yazar tarafından yayınlanan "Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları (Türk Tarih Kurumu Yayınları VII. Seri . No, 18. Ankara 1950), kronoloji bakımından Midhat Paşa hakkındaki eserin üçüncü cildini teşkil etmektedir. 219 sahife t u t a n metin kısmı sekiz bölüme ayrılmıştır. Başta Midhat Paşa ve kendisiyle birlikte hüküm giyen arkadaşlarının, Sultan Abdülaziz'in lcaatilleri olarak suçlandırılmaları için girişilen faaliyetlere kısaca temas edildikten sonra bunların Taif'e nasıl gönderildikleri ve buradaki çile dolu sürgün hayatları tasvir olunmaktadır. Midhat ve Damat Mahmud Celâleddin Paşaların Taif zindanında şehit edilmeleri olayına özel bir bölüm ayrılmıştır. (Bl. IV). Facianın hazırlanması, sahneye konuşu ve bu arada bütün olup bitenler ayrıntılı bir şekilde bu bölümde anlatılmaktadır. Yine ayrı bir bölümde (Bl. VI) Taif mahkûmlarından 12 kişinin (Midhat Paşa, Damad Mahmud Celâleddin Paşa, Damad Nuri Paşa, Hasan Hayrullah Efendi, Mâbeyinci Fahri Bey, Seyyit Ahmet Bey, izzet Bey, Necip Bey, Namık Paşa zade Ali Bey, Pehlivan Mustafa , Hacı Mehmed ve Cezayirli Mustafa) kısa hâl tercümeleri verilmektedir. Son bölümde ise bâzı önemli vesiklar ve mektuplar yer almaktadır.
   Bu kitap, şimdiye kadar bilinen kaynaklara ilâve olarak, baştan başa arşiv malzemesine dayanmaktadır. Bu itibarla, bükümlülerin İstanbul'dan hareketlerinden itibaren kendileri ile ilgili bütün resmî işlemler, hareket, yolculuk, Taif'e varış, karşılanış, oradaki mahbes hayatı, kendilerinin ve muhafazalarına memur edilen kimselerin bütün davranışları ve faaliyetleri resmî vesikalara dayanılarak etraflı bir şekilde tasvir olunmaktadır.Sultan Andülhamid'in Midhat Paşadan ne kadar kuşkulandığı, Damat Mahmut Celaleddin Paşadan ne kadar nefret ettiği, bunlar hayatta kaldıkça kuruntu ve vehimler içinde rahatının kaçtığı gayet açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Bu sebeplerle her iki Paşanın da bir an evvel bu dünyadan göçmeleri için Padişahın giriştiği faaliyet ve tertipler, zehirletme teşebbüsleri v. b., nihayet gecenin birinde zindandaki hücrelerinde iki Paşanın aynı anda cellatların elinde boğularak can vermeleri ve bunlarla ilgili hadiseler gayet canlı ve son derece ibret verici bir şekilde gözlerimizin önüne serilmektedir.
  Sahife 150-219 da yer alan vesikaların bir kısmını mahkûmlar ile ilgili resmî muhabereler, diğer kısmını ise mahkûmların aileleri ve yakınları ile yaptıkları yazışmalar teşkil etmektedir. Bu vesile ile mahkûmların gizli yollardan nasıl ve kimlerin aracılığı ile muhabere ettikleri de açıklanmaktadır. Birçok noktalarda olduğu gibi, bu hususta verilen bilgiler de, genel olarak, Midhat Paşanın oğlu Ali Haydar Midhat tarafından yayınlanan Tabsıra-i İbret ve Mir'at-ı Hayret başlıklı iki ciltlik eserdeki mâlumata uygun düşmekte ve şüphesiz ki bunu aşmaktadır. Yazışmalar arasında Midhat Paşanın ailesi ve yakınlarına gönderdiği mektuplarla bunların cevaplarını teşkil eden dokuz mektup sureti bulunmaktadır. Zevcesine yazdığı mektuplarda Midhat Paşa, yer yer zindandaki hayatı hakkında son derece ilginç bilgüer vermektedir. Ayrıca Damat Mahmut Celâleddin Paşa, eski Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz'in ikinci Mâbeyincisi Fahri Bey, Seyyid Bey ve mahkûmlardan diğer bâzılaarmın mektupları da bu meyanda yer almaktadır. Böylece mektupların sayısı yirmi üçü bulmaktadır. Bu vesikalar dikkatle okunduğu zaman yalnız mahkûmların zindan hayatında çektikleri ıztırablar değil, fakat aynı zamanda o devrin memur ve devlet ricalinin zihniyet ve tutumları gözlerimizin önünde canlanır, çok kere içimiz sızlar ve tüylerimiz ürperir.

   III

Ustad Uzunçarşılı'nın Midhat Paşa ile ilgili yayınlarının en çok ilgi çekici kısmı, şüphesiz ki son olarak yayınlandığı Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi (Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Seri. No. 53. Ankara 1967) başlığını taşıyan cilttir. Ayrıca yazarın, aslında eserinin ikinci cildi olan bu kısmın yayınlanması için uzun yıllar beklemesinin nedenini de buradan öğrenmekteyiz: Yazar, Sultan Abdülaziz'in ölümü meselesinde bugüne kadar tereddütler içinde kalmış, yâni bu ölümün bir intihar mı yoksa katil suretiyle mi vukubulduğu hususunda her türlü şüpheden arınmış kesin bir hükme varamamış bulunuyordu. Kendisinden önce aynı sorunu ele alan araştırmacılardan Abdurrahman Şeref ve Ibnülemin Mahmut Kemal (inal) Beyler de aynı durumda idiler, yâni bunlar da kesin bir sonuca varamamışlardı.Buna karşılık Vakanüvis Lütfi Efendi, ölümün katil suretiyle vuku'bulduğu kanısına meyil göstermiş bulunuyordu. Uzunçarşılı da eskiden mütalâa ettiği eser ve vesikaların etkisi altında kalarak yıllarca daha ziyade bir katil fiili ile karşı karşıya bulunulduğu sanısını beslemiş, fakat bunu bir hüküm olarak destekliyecek kesin deliller elde edemediğinden ifade edecek zamanın henüz gelmemiş olduğu kanaatini taşımıştı. Ancak, son yıllarda Yıldız sarayı arşivinin araştırıcılara açılması, meselenin bütününe bir ışık tutmuştur. Gerçekten de Yıldız evrakı arasında Sultan Abdülhamit tarafından kendi şahsı için hazırlatılmış mükemmel bir Yıldız Mahkemesi dosyası ele geçmiştir. Aynı dâvanın Adliye arşivinde bulunması gereken asıl dosyası daha önce yanmış bulunduğundan, belki de ebediyete kadar karanlıkta kalmağa mahkûm görünen bu "intihar mı, yoksa katil mi?" meselesinde yazar, Yıldız evrakı arasındaki bu dosyayı mütalâa etmekle kesin bir hükme varmak imkânını bulmuştur. Bunları inceledikten sonra Abdülaziz'in intihar ettiğine artık hiç bir şüphesi kalmayınca da önemli eserini tamamlamak için bu son cildi yayınlamıştır.
   Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi, 362 sahifelik metin, 19 sahifelik endeks ve 58 sahife vesika fotokopilerinden teşekkül etmektedir. Ayrıca kısa bir de bibliyografya eklenmiştir. Önsöz'den sonra başlayan metin yirmi bir bölüme ayrılmış bulunmaktadır. İlk altı bölüm, Sultan Abdülaziz'in hükümdarlık devri, son zamanlarında İstanbul'un durumu, çeşitli cereyanlar, t a h t t a n indirilmesi ile ilgili faaliyetler ve nihayet bu plânın uygulanması, hal'iden ölümüne kadar geçen olaylar, ölümü, eğer ölmeseydi sağ bırakılır mıydı ? gibi konuların işlenmesine tahsis olunmuştur. Kısaca Sultan Murad'dan bahs edildikten sonra Abdülhamid'in ilk saltanat yıllarına ve Sultan Abdülaziz'in ölümünün hemen arkasından resmen açıklanmış olan intiharı olayının şüpheli bir hale sokulması, ölümün katil suretiyle vuku'bulduğu inancının yayılması ve onun t a h t t a n indirilişinde rol almış olan kimselerin aranıp bulunması meseleleri ele alınmaktadır. Müteakiben tahkikat, suçluların yakalanması, dâvanın safhaları ile sonucu anlatılmaktadır. Son bölümde de Yıldız mahkemesi Başkanı Ali Sururî Efendi ile ikinci Başkan Hristo Forides Efendinin, aynı mahkeme üyeleri Hüseyin Hamit ve Mehmet Emin Beylerin, Hacı Emin, Gadban ve Emrullah Efendilerin, Savcı Abdüllâtif ve Savcı yardımcısı Mehmet Raşit Beylerin, Mustantık Fıkdıklı'lı Mehmet Nazmi ve Hüseyin Sıtkı Efendilerin kısa hâl tercümeleri verilmektedir. Bunları, "Heyet-i ithamiye" Reis ve azâlarının keza kısa hâl tercümeleri takip etmektedir. Sanıkların sorguları ve yargılanmaları sıralarında Sultan Abdülhamid'in âlet olarak kullandığı şahıslar sıfatiyle Mahmut Nedim, Ahmet Cevdet ve Mahmut Celâleddin Paşalarla Mâbeyinci Ragıb Beyin ve nihayet muhakeme sırasında sanıkların avukatlıklarını yapmak üzere sarayca tâyin olunan beş zatın kısa biyografilerine yer verilmiştir. Eser, genel olarak şimdiye kadar kullanılmamış olan arşiv malzemesine dayanmaktadır ve sırf bu bakımdan bile tamamiyle orijinal bir mahiyet arz etmektedir. Kitabın mütalâasından anlaşıldığına göre Sultan Abdülhamid , amcası Sultan Abdülaziz'in başka kimseler tarafından kati edilmiş olduğuna kendisi de inanmamaktadır, fakat böyle bir dâvayı tertip ile ve tamamiyle sun'î olarak vücuda getirmiştir. Padişahı böyle davranmağa sevk eden âmiller ve onun bundan elde etmek istediği  başlıca gayeler şu şekilde sıralanabilir:

1— Sultan III. Selim'in t a h t t a n indirilip feci bir surette öldürülmesinden beri geçen yetmiş yıldır unutulmuş olan Padişah hal'i ve katli olayı, Sultan Abdülaziz ile Sultan V. Murad'ın birbiri arkasından tahttan indirilmeleri ile birden bire tazelenmiştir. Bu hâl, kendisinin de aynı akıbete uğraması ihtimalini kuvvetlendirmekte ve bu sebeple Sultan Abdülhamidi daimi bir kuruntu ve korku içinde yaşatmakta idi. İşte böyle bir ruh haleti içinde idi ki Padişah, kendisine karşı bu gibi bir hareketin tekrarlanmasına meydan vermemek amacı ile, son hal'i ve ölüm suçlularını âleme ibret olacak ve her kesi sindirecek bir şekilde  şiddetli cezalara çarptırmak lüzumunu duymakta idi.2— Sultan V. Murad'ın cülusundan üç ay gibi kısa bir süre t a h t t a n indirilmesinin sebebi, o talihsiz hükümdarın mübtela olduğu akıl hastalığı idi. Tedavi edilmesi imkânsız nevi'den olan aynı hastalık hâla devam etmekte olmasına rağmen Sultan Murad'ın bir takım taraftarları vardı ki bunlar gün geçtikçe Sultan Abdüllıamid'in idaresinden daha ziyade memnunsuzluk duymakta ve bu sebeple Sultan Murad'ı yeniden tahta geçirmek için faaliyet göstermekte idiler. İşte Abdülhamid, vehim ve endişe içinde büyük bir dikkatle tâkip ettiği bu pro- Murad faaliyetlere kesin surette bir son vermek azmindedir ve bu gaye ile tasni' ederek yaratmış olduğu dâvaya Sultan Murad ile yakınlarını da katmak ve bunları sorumlu bir duruma düşürerek, ağabeyisinin kendisi için teşkil ettiği tehlikeyi büsbütün ortadan kaldırmak kararındadır.
3 - Sultan Abdülaziz'i ve Sultan V. Murad'ı t a h t t a n indirmekte fiilî rol oynayan devlet erkânının büyük bir kısmı hâla hayatta idiler. Gerçi Sultan Abdülhamid, 1877 - 1878 Osmanlı - Rus savaşında uğranılan yenilgiden faydalanarak bunların bâzılarını zararsız hale getirmiş bulunuyordu. Bu meyanda Sultan Abdülaziz'in hal'inde Harbiye kumandanı olan ve bu okul öğrencilerini silâhlandırarak Dolmabahçe sarayını kuşatmış bulunan Süleyman Paşayı Bağdad'a sürmüştü. Aynı şekilde, Sultan Abdülaziz'in t a h t ' t a n indirilmesinin şer'an câiz olduğuna dair fetva vermiş olan devrin Şeyhülislâmı Hasan Hayrullah Efendiyi de Hicaz 'a nefy etmişti. Fakat saltanatı için en tehlikeli adam olarak saydığı Midhat Paşa ile Mehmed Rüştü ve Mahmud Celâleddin Paşalar halâ bir heyula gibi ortada dolaşıyorlardı. İşte bunlar ayakta durdukça rahat edemeyen Padişah, kendilerini kaatil ve cani duruma düşürmek suretiyle onlardan kesin olarak kurtulmak için, amcası Sultan Abdülaziz'in ölümü olayını elverişli bir vesile saymıştır. Bu fırsattan faydalanılarak onlar câni ve kaatil damgasını yemeli ve böylece ebediyen mahv edilmeli idiler.

   Üç noktada özetlediğimiz; bu sebeplerden dolayı Sultan Abdülhamid, tamamiyle sun'î olarak bir Sultan Aziz dâvası yaratmak suretiyle asıl amacına ulaşmak istemiştir. Yıldız Mahkemesinde gördürdüğü bu düzmece dâva sırasında vehimli Padişah, gayesi uğrunda Makyavelist ölçüleri de aşan davranışlarla her türlü vasıtaya baş vurmakta bir sakınca görmemiştir. Yurdun dört bucağından yakapaça toparlatılıp getirttiği sanıkları önce birer birer önüne alarak sorular sormuş ve onlardan kendi isteğine uygun cevaplar vermelerini talep etmiştir. Sözde suçlarını itiraf etmemekte direnenlere fena halde hiddetlenmiş ve bunları türlü türlü işkencelere tâbi tutmuştur. Uygulanan işkenceleri bizzat idare etmekte, h a t t a çoğunu kendi eliyle icra eylemektedir. Bu maksatla sadece basit birkaç zavallıyı veya şahsî kölelerini değil, fakat yüksek mevkiler işgal etmekte olan devlet erkânından bâzılarını da âlet olarak kullanmaktadır. İşine yarıyabilecek zayıf karakterli insanları seçmekte eşsiz bir maharet göstermektedir. Düzmece dâvayı kurabilmek için bu adamlar ve Padişah baş başa verip bir plân tertip etmişlerdir. Buna göre Sultan Abdülaziz'in ölümü şöyle cereyan etmiş olmalı idi: Sultan V. Murat ile annesi, Sultan Abdülaziz'in öldürülmesi için emir vermişlerdi ve bu irade, Mâbeyinci Seyyid Bey aracılığı ile Damat Mahmud ve Damat Nuri Paşalara iletilmişti. Bunun üzerine Damat Paşalar , Sultan Murad'ın adamlarından Pehlivan Mustafa, Hacı Mehmet ve Cezayirli Mustafa adında üç kişiyi eski Padişahın öldürülmesine memur etmişlerdi. Aynı zamanda Sultan Abdülaziz'in yanında bırakılmış olan ikinci Mâbeyincisi Fahri Beye bu yolda tâlimat vermişlerdi. Böylece Fahri Bey bir sabah erkenden bu üç kişiyi Fer'iyye dairesine gizlice almış, Pehlivan Mustafa'ya beyaz sedef saplı bir çakı vererek yine kimse görmeden kurbanlık Abdülaziz'in odasına sokarak kendisi arkasından sıkıca onu kavramış, Hacı Mehmet ile Cezayirli Mustafa, dizlerine oturmuş ve Pehlivan Mustafa da mâhud çakı ile eski hükümdarın kollarını kesmiş idi. İçerde cinayet işlenirken iki subay kılıçlarını çekmiş oldukları halde oda kapısının önünde nöbet tutmuşlar, dört Haremağası da bunlara nezâret etmişlerdi. - İşte sanıkların bu yolda ifade vermeleri isteniyordu. "Matlûb-ı şahâneye" uygun söylemiyenler şiddetli işkencelere tâbi tutuluyorlardı.

   Bütün bu tertipler ve tasni'ler sayesinde Sultan Abdülhamid, cehennemi bir işkence sistemine dayanamayıp nihayet kendisine öğretildiği şekilde "Sultan Abdülaziz'i falan ve filanın da yardımiyle ben öldürdüm" diye güya itirafta bulunan Pehlivan Mustafa adında cahil ve saf bir zavallıyı bulabilmiş ve bütün dâvasını bu biçârenin ifadesi üzerine bina etmeğe muvaffak olmuştur. Doğrudan doğruya gözlerinin önünde ve şahsî denetimi altında yürüttüğü mahkeme bir adalet cihazı olmaktan çok bir sahne oyununu andırmaktadır. Yargıçlar hükümlerini, efendilerinin istekleri istikametinde peşin olarak vermiş bulunmaktadırlar. Zamanın Adliye Nâzın bulunan Ahmet Cevdet Paşa çapında bir insan bile bu tüyler ürpertici trajedide Padişahın körü körüne bir âleti olarak karşımızda durmaktadır. Hakimler olsun, Padişahın diğer yardakçıları olsun, sanıklara karşı, haklı veya haksız yere eskiden beri içlerinde birikmiş kin ve intikam duygularına kapılıp sürüklenen kimselerdir. Örneğin, mahkemenin Başkanı Sururî Efendi-ki emellerine yaptığı hizmetlere mükâfat olarak Padişah, ölümünden sonra ona bir türbe yaptırmıştır- uygunsuz davranışları yüzünden Tuna valisi Midhat Paşa tarafından vilayetinden kovulmuş bir yargıçtır. Bunun gibi daha birçoklarının içinde sanıklara karşı garez kaynamaktadır. Hâsılı yaranmak, göze girerek kolay tarafından yükselmek ve bir mevki kapmak yarışı, dalkavukluk ve şahsî menfaat ihtirası gözleri karartmış , kulakları sağır kılmıştır. Kafalar durmuş, mantık işlemez olmuştur. Aklı başında sanıkların vekarla yaptıkları savunmalar, ortaya koydukları aklî ve kanunî deliller asla dikkate alınmamıştır. Hatta daha da ileri gidilerek, resmî sıfat ve mevkiin sağladığı yetki ve otorite ile, sanıklar "zülf-i yâre" dokunacak gibi olunca, derhal sözleri kesilmiş, konuşmaktan men' olunmuşlardır. Mahkemenin alenî olacağı ilan ve temin edildiği halde alınan son derece sıkı tedbirlerle gayet sınırlı sayıda dinleyici içeriye bırakılmıştır. Böyle bir hava içinde yürütülen yargılamanın sonucunu önceden kestirmek hiç de güç değildir: Cinayetle i t h am olunarak mahkemeye sevk olunan on bir sanıktan yalnız ikisi onar yıl ağır hapis ve geri kalan dokuzu da idam cezalarına çarptırılmışlardır. Bununla beraber Padişah, bu kararları, temyiz mahkemesi tarafından da tasdik edilmiş olmalarına rağmen infaz etmek cesaretini gösterememiştir. Temyizden sonra önce Meclis-i vükelâ'da, sonra da eski Sadrâzamlar, Nâzırlar, Müşirler ve Feriklerden oluşan yirmi beş kişilik özel bir mecliste aynı kararları uzun uzun tetkik ettirmiştir. Ayrıca ulemâdan mürekkep bir meclis daha toplayarak bilhassa Sultan Murad ile validesinin "âmir-i mücbir" sayılıp sayılamıyacağı meselesini inceletmiştir. Son olarak toplanan özel mecliste meseleyi saatlerce inceleyen üyelerin çoğu cezaların aynen infaz edilmesine, azınlıkta kalan diğer kısmı ise cezaların hafifletilmesine taraftar olmuşlar ve oylarını, mazbata'ya kendi el yazıları ile koydukları ve altını imzaladıkları şerhlerde belirtmişlerdir. Mazbatadaki oyların oranı 10 /15 dir. Cezaların hafifletilmesi için oy kullananlar içinde en açık ve kesin ifade, eski Sadrâzamlardan Tunus'lu Hayreddin Paşanın yazısıdır. Ötekiler ise esas fikirlerini açığa vurmaktan sakınmışlar ve âdeta ağızlarında gevelemişlerdir. Bu durum karşısında Padişah, ölüm cezalarını müebbed hapse ve sürgüne çevirmekte çıkar yolu bulduğu inancına varmış görünmektedir.Böyle davranışı için ileri sürdüğü gerekçe "merhamet-i şahâne"dir.Bu gerekçe belki birkaç zavallı hakkında doğru olabilir. Fakat esasında onu böyle hareket etmeğe esevk eden asıl âmil başkadır: idam cezalarının infazı halinde memleket ve dünya kamu oyunda gösterilecek muhtemel tepkiden duyduğu korkudur. Gerçekten de memleket içinde yapılan mahkemenin iç yüzünü bilenlerin sayısı az değildir. Diğer taraftan istanbul'daki yabancı devlet temsilcileri Sultan Abdülhamid'e cezaların affı için müracaatta bulunmuş oldukları gibi İngiliz Parlâmentosunda ve genel olarak Avrupa gazetelerinde Yıldız Mahkemesi ve kararları üzerinde tartışmalar sürüp gidiyordu. Bütün bu haberler tercüme edilerek Padişaha duyuruluyordu. İşte bu şartlar altında idi ki Sultan Abdülhamid uzunca bir tereddüt devresi geçirerek Yıldız Mahkemesinin mâhud hükmünden ancak üç hafta sonra cezaları hafifletmeğe karar verdi. Bununla beraber Sultan Abdülhamid, kendi mevkiini ve hayatını korumak için vücudlarını yok etmeğe karar verdiği tehlikeli şahısların öldürülmelerinden vazgeçmiş değildi; b u işi sadece elverişli bir fırsat çıkıncaya kadar ertelemiş bulunuyordu. Nitekim o, yukarıda sözünü ettiğimiz "Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları" cildinde bütün ayrıntıları ile anlatılmış olduğu gibi, üç yıl kadar bir süre sonra yâni 7 /8 Mayıs 1884 te, mahkûmlar içinde en tehlikeli gördüğü Midhat ve Mahmut Celâleddin Paşaları , sürgün bulundukları Taif zindanında cellatlarına boğdurtmak suretiyle nihayet huzura kavuşmuştur.

   İşte Uzunçarşılı üstadımız, Midhat Paşa ve zamanı konusundaki eserini ikinci cilt olarak tamamlayan Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi başlıklı kitabında bu trajik olayın hikâyesini vermektedir. Kullandığı vesikalardaki deliller, vardığı hükümler hakkında her hangi bir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve kesindir. Öyle görünüyor ki bu eser ile, Sultan Abdülaziz'in ölümü üzerinde öteden beri beslenen şüphe, yâni "intihar mı, katil mi?" sorunu, artık çözümlenmiş, bu konuda yıllardır devam eden tartışmalar sona ermiş ve son söz söylenmiş bulunmaktadır. Sultan Abdülaziz'in intihar ettiği, Yıldız Mahkemesinin belli bir  takım emellerin gerçekleştirilmesi amacı ile tasni' edildiği sabit olmuştur.

YILDIZ MAHKEMELERİ MASALI

VİKİPEDİ "özgür ansiklopedi"ye göre "YILDIZ MAHKEMESİ":

   Yıldız Mahkemesi 27 Haziran- 29 Haziran 1881 tarihleri arasında yargılamanın Yıldız Sarayı'nın bahçesinde kurulan bir çadırda yapıldığı, Osmanlı padişahı Abdülaziz'i öldürmekle suçlanan sanıkların yargılamak için kurulmuş özel bir mahkemeydi.
   30 Mayıs 1876 tarihinde Osmanlı padişahı Abdülaziz tahttan indirilerek Feriye Sarayı'nda hapsedilmişti. Ancak 4 gün sonra tahttan indirilmiş olan padişah bilekleri kesilmiş olarak ölü bulundu. Çok sayıda yerli ve yabancı doktorların Abdülaziz'in naaşını muayenesi sonucu ölüm nedeni ihtihar olarak kabul edildi. Ancak bu olaydan tam 5 yıl sonra padişah II. Abdülhamit'in emriyle ve yeni görgü tanıklarının ortaya çıkmış olduğu gerekçesiyle eski padişahın ölümünden suçlu görülen kişilerin yargılanmasına karar verildi.

   Sanıkların en başında ünlü Osmanlı devlet adamı ve eski sadrazam Mithat Paşa yer alıyordu. Ayrıca Abdülaziz'in tahttan indirilmesi karışmış olan Damat Mahmud Celaleddin Paşa ve Damat Nuri Paşa ile Abdülaziz'in tahttan indirilmesine fetva vermiş olan şeyhülislam Hasan Hayrullah efendi de sanıklar arasında yer alıyordu. En önemli tanıklar ise Abdülaziz'in çocuk yaştaki cariyelerinden Pervin Felek Hanım ile cinayeti işlediğini itiraf eden Pehlivan Mustafa Çavuş idi. Mahkeme kurulunun başkanı Ali Sururî Efendi ve ikinci başkanı ise Rum asıllı Hristo Forides Efendi idi. Sanıkların mahkeme öncesinde sorgulanmalarında ve mahkeme kararının gözden geçirilerek onaylanmasında Plevne Savunması kahramanı Gazi Osman Paşa ve zamanın Adliye Nazırı olan Mecelle ve Tarih-i Cevdet kitaplarının yazarı Ahmet Cevdet Paşa da rol oynamıştı. Mahkeme normal bir mahkeme salonu yerine Yıldız Sarayı'nın bahçesindeki bir avluda yapıldı. Mahkemenin yerli ve yabancı gözlemcilere açık olarak yapıldığı ilan edildiyse de mahkemeyi izlemek isteyen birçok kişiye izin verilmediği ileri sürülmüştür.
Savcı, sanıklar ve tanıklar dinlendikten sonra 29 Haziran 1881 günü mahkeme kurulu başkanı Ali Sürûri Efendi kararı açıkladı. Abdülaziz'in öldüğü sırada hapis halinde bulunduğu Feriye Sarayı'nın görevlilerinden Pehlivan Mustafa, Cezayirli Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed ile Mâbeynci Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Midhat Paşa, Damat Mahmud Celaleddin Paşa ve Damat Nuri Paşa idama, Seyyid Bey ve Albay İzzet Bey de 10 yıl hapse mahkûm edildi.
   Bu karar 9 Temmuz 1881 günü toplanan 25 kişilik bir temyiz kurulu tarafından tekrar gözden geçirildi. Bu kurulun üyeleri arasında Gazi Osman Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa da vardı. 25 kişi arasından 15 kişi mahkemenin kararının aynen uygulanması, 10 kişi ise cezaların hafifletilmesi yönünde oy kullandı. Böylece onaylanmış olan idam cezalarını II. Abdülhamit Taif'te çekilmek üzere müebbet hapse çevirdi. Taif'te zor koşullar altında hapis hayatı yaşayan Mithat Paşa ve Damat Mahmud Celaleddin Paşa 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızları tarafından boğularak öldürüldüler. Eski şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi de 1898'de gene Taif'te öldü.
   Yıldız mahkemesinin tarafsızlığı uzun yıllar boyunca tarihçiler tarafından tartışılmıştır. Konuyu ayrıntılı olarak ve orijinal belgelere dayanarak incelemiş olan tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı "Midhad Paşa ve Yıldız Mahkemesi"  adlı eserinde Abdülaziz'in intihar sonucu öldüğü ve Yıldız mahkemesinin II. Abdülhamit tarafından kendisine karşı olan devlet adamlarını ortadan kaldırmak amacıyla sahnelendiği sonucuna varmıştır.

VİKİPEDİ'NİN KAYNAKLARINDAN "BİLGİ COM"DA YILDIZ MAHKEMESİ
"Otuz ikinci Osmanlı Pâdişâhı Abdülazîz Hanın tahttan indirilerek şehit edilmesine sebep olanları yargılamak için kurulan mahkeme. Yıldız Sarayı yakınındaki Malta Karakolunun yanında kurulan bir çadırda görüldüğü için bu ad verilmiştir.

Sultan Abdülazîz Han; Sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Şeyhülislâm HayrullahEfendi ve Midhat Paşanın gizli çalışmaları neticesinde 30 Mayıs 1876da tahttan indirildi. Hüseyin Avni Paşanın ayda yüz altın lira maaşla Feriyye Sarayına bahçıvan adıyla aldığı Cezayirli Mustafa, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed adlı pehlivanlar tarafından 4 Haziran 1876da şehit edildi. Fakat intihar süsü verilerek olayın üzerine gidilmedi.

Sultan Beşinci Murâd Hanın kısa saltanatından sonra pâdişâh olan Sultan İkinci Abdülhamîd Han, amcası Abdülazîz Hanın şehit edilmesiyle ilgili olarak el altından soruşturmaya başladı. Bizzat veya vâsıtalı olarak yaptığı soruşturma neticesinde amcasının iddia edildiği gibi intihar etmeyip, sûikastle öldürüldüğü kanaatine vardı. Olayın resmî olarak soruşturulmasını istedi.

Soruşturma neticesinde hazırlanan raporda Abdülazîz Hanın ölümünün intihar olmayıp suikast sebebiyle olduğu belirtildi.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bakanlar dışında birçok devlet adamının katılmasıyla bir heyet toplayarak mahkeme kararlarının aynen tatbiki veya değiştirilmesi hakkında tek tek tekliflerinin bildirilmesini istedi. 9 Temmuz günü Yıldız Sarayında eski sadrâzamlardan Safvet Paşanın başkanlığında toplanan 25 kişilik heyetten 15 kişi kararların aynen uygulanmasını, 10 kişi ise cezâların hafifletilmesini istedi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, heyet üyelerinin yazılı mütâlaalarını tek tek inceledikten sonra kendi yetkisine dayanarak îdâm cezâlarının hepsini ömür boyu hapse çevirdi. Sivil ve askerî rütbelerini, nişanlarını ve madalyalarını kaybeden mahkûmların on birinin de cezâlarını Hicaz eyâletindeki Taif Kalesinde çekmeleri kararlaştarıldı. Mahkûmlar cezâlarını çekmek üzere Taife gönderildi. Böylece Osmanlı târihinde karanlıkta bırakılmak istenen bir cinâyet de aydınlığa kavuşturuldu."

   Görüldüğü gibi, Vikipedi'nin kaynağı siteye göre olay gayet basit:
1) YILDIZ MAHKEMESİ, otuz ikinci Osmanlı Pâdişâhı Abdülazîz Hanın tahttan indirilerek şehit edilmesine sebep olanları yargılamak için kurulmuştur.
2) Zamanında olaya "intihar" süsü verilerek, üzerine gidilmemiştir.
3) Ancak olaydan 5 yıl sonra, Sultan İkinci Abdülhamîd Han bizzat veya vâsıtalı olarak yaptığı soruşturma neticesinde amcasının iddia edildiği gibi intihar etmeyip, sûikastle öldürüldüğü kanaatine varmış ve  olayın resmî olarak soruşturulmasını istemiş.
4) "Ulu Hakan" Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bakanlar dışında birçok devlet adamının katılmasıyla bir heyet toplayarak mahkeme kararlarının aynen tatbiki veya değiştirilmesi hakkında tek tek tekliflerinin bildirilmesini istemiş. 9 Temmuz günü Yıldız Sarayında eski sadrâzamlardan Safvet Paşanın başkanlığında toplanan 25 kişilik heyetten 15 kişi kararların aynen uygulanmasını, 10 kişi ise cezâların hafifletilmesini istemiş. Hoşgörülü ve bağışlayıcı  Sultan İkinci Abdülhamîd Han ise, heyet üyelerinin yazılı mütâlaalarını tek tek inceledikten sonra kendi yetkisine dayanarak îdâm cezâlarının hepsini ömür boyu hapse çevirmiş.
5) Sivil ve askerî rütbelerini, nişanlarını ve madalyalarını kaybeden mahkûmların on birinin de cezâlarını Hicaz eyâletindeki Taif Kalesinde çekmeleri kararlaştarılmış ve mahkûmlar cezâlarını çekmek üzere Taife gönderilmiş. Böylece Osmanlı târihinde karanlıkta bırakılmak istenen bir cinâyet de aydınlığa kavuşturulmuş."

Söz konusu site'deki "masal" böyle bitiyor. "Masal" diyorum, çünkü gerçek bir tarihsel öykü bugüne aktarılıyorsa bunu yapan kişinin kaynak göstermesini bekleriz, böyle bir kaynak yok (Bu aktarma işini yapan kişi eğer bugün 150 yaşında ve hala yaşıyorsa o başka !). Masal biraz erken de bitirilmiş; Taif süreci ve bu süreç sonunda oradakilere, örneğin Mithat Paşa ve Damat Mahmud Celaleddin Paşa'ya ne olduğu konusunda bir bilgi vermiyor bize...Merak ediyoruz doğrusu; "zamanında amcasının iddia edildiği gibi intihar etmeyip, sûikastle öldürüldüğü kanaatine varmış ve  olayın resmî olarak soruşturulmasını istemiş olan" bağışlayıcı ve demokrat ulu hakan, Taif'te olanlar için de soruşturma istemiş mi acaba? Ne de olsa işin içinde bir "boğulma" (ya da boğdurulma) eylemi var; Bu işi "Ulu Hakanımız" yaptırtmayacağına göre, mahkumlar ya intihar etmiş olabilirler ya da bir örgüt (örneğin Ergenekon) işi olabilir değil mi ? Masal yazıcılarımız, masal dinlemekten hoşlananlarımız için bu boşluğu doldurmalılar bence...(ETÖ iyi boşluk doldurur, onlara öneririm!)

19 Mayıs 2011 Perşembe

DR.HİKMET BORAN (TIBBİYELİ HİKMET)

   Hikmet Boran (d. 1901 - ö. 1945); Balıkesir'in Savaştepe bucağında doğmuştur. Posta-Telgraf memurlarından Hakkı Bey’in oğludur. Ailesi Abhazya'dan sürülerek Çerkes göçmenleri arasında Trabzon'a gelmiştir. 1922 yılında askerî Tıp Fakültesi'nden mezun olmuştur. Orhan Boran'ın babasıdır.

 Ancak 31 delegenin katıldığı Sivas Kongresi’nde, Mustafa Kemal'e hitaben yaptığı konuşması ile tanınmıştır. Hikmet Boran, Milli mücadele sırasında İzmir'e giren ilk birlikte subay olarak görev almıştır. Mustafa Kemal'in, eserini emanet ettiği, Türk Gençliğinin aynasıdır. Hikmet bey; savaş yıllarından sonra hayatını genel cerrah olarak sürdürmüş, yakalandığı veremden kurtulamayarak genç yaşta vefat etmiştir.

1919'un Mart ayında, İstanbul'da, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmişti. Tıbbıye öğrencileri, okulu kurtarmak için çare aramaktaydılar. Okulun kuruluş yıl dönümü olan 14 Mart'ı topluca kutlamaya karar verdiler. Asıl maksatları işgal kuvvetlerine karşı ayaklanmaktı. Aynı gün, tıbbıye 3. sınıf talebesi olan Hikmet Bey önderliğinde büyük bir gösteri yaparak okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk Bayrağı astılar. Bunu gören işgal kuvvetleri, olaya müdahale ettilerse de durduramadılar. Bu sebeple 14 Mart, tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına resmen çıkışının yıl dönümü ve bugünkü Tıp Bayramı'nın sebebini oluşturdu. Tıbbıyelilerin, temsilci olarak seçtikleri Hikmet Bey, İstanbul'dan kaçtı ve Sivas'a giderek Sivas Kongresi'ne iştirak etti.

İstanbul Askeri Tıp okulu 3. sınıf öğrencisiyken, Tıp öğrencilerinin temsilcisi olarak katıldığı Sivas Kongresi’ndeki konuşması ile tanınmıştır. 7 Eylül 1919’da yapılan ikinci celsede verilen önergede Hikmet Bey'in de imzası vardır. Kongrenin 9 Eylül 1919 gecesi, mandacılık tartışmasında bu konuyla ilgili olarak Atatürk’e hitaben yaptığı konuşmada, 

« Paşam, murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı mahal (örnek olarak), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz). » 

demiştir. Bu sözler, duyduğu çoşku ve heyecanla söylenmiş olup büyük etki yaratmıştır.

Bu konuşmayı Mustafa Kemal şu sözleriyle değerlendirmiştir:

« Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın butun ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır,’" diyerek Hikmet Bey’e dönmüş ve "Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamiz tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm! »

Mustafa Kemal'in bu sözleri üzerine Hikmet Bey de yerinden fırlayarak: "Var ol Paşam!.." demiş ve Mustafa Kemal’in elini öpmüştür.


Mustafa Kemal Atatürk, milli meselelerde askeri tıp öğrencilerinin öncü olduğu kanaatini çeşitli zamanlarda dile getirmiştir. Sivas Kongresi'nde Hikmet Bey'i alnından öperek; "Daima ilerici ve devrimci fikirlere alemdarlık etmiş olan tıbbiye’nin mümessili olan genç." diye tanıtması, Türk hekimleri için bir övünç kaynağı olmuştur.


Cumhuriyetin ilanından sonra bir gün sofra sohbetlerinde Atatürk, Hikmet Bey'i hatırlayarak, kendisinin bulunup milletvekili olmasını emretmiştir. Ancak bulunamayınca, yanlış bir haber olarak "öldü" denmiştir. Buna çok üzülen Atatürk, sofra sohbetini sona erdirmiştir. Atatürk'ün 1938'de vefatından sonra ise Hikmet Bey'in sağ olduğu ve Albay rütbesiyle bir askerî hastanenin başhekimliğini yapmakta olduğu öğrenilmiştir.

Kongreden sonra Hikmet Boran, yakın arkadaşı Yusuf Balkan’la birlikte, Dr. Adnan Adıvar’ın başhekim olduğu Ankara Cebeci Askeri Hastanesi’nde, bakteriyoloji uzmanı Tabip Albay İbrahim Tali Öngören’in başında bulunduğu laboratuvarda aşı yapımında çalıştılar. İki arkadaş, İbrahim Tali Bey’le beraber kendi üzerlerinde tifüs aşısı denenmesini, gönüllü olarak kabul ettiler. Bu davranış, kobay olarak kullanılmayı kabul etmek demekti. Gösterdikleri bu fedakârlık üzerine, Mustafa Kemal tarafından Hikmet ve Yusuf Beyler’e rütbe verilmiş ve maaş bağlanmıştır. Daha sonra da bu genç Tıp öğrencileri, Mustafa Kemal’den izin alarak Kurtuluş Savaşı’na katılmışlardır. Bir yıl kadar sonra Hikmet bey, tekrar İstanbul'a dönerek tahsilini tamamlamıştır.

1940'lı yıllarda, siyasetten uzak durmak için, kendi arzusuyla şark hizmetine gitmiştir. Sarıkamış'ta görev yaparken, bir erin, kar yüzünden, mahsur kaldığını öğrenmiş ve ona yardım etmeye gitmiştir. Ere ulaşmış, fakat bu sefer de ikisi birden mahsur kalmışlardır. Geceyi karlar arasında geçirdikten sonra, sabah birlikleri tarafından kurtarılmışlardır. Genç er sağlığına kavuşmuş, fakat Hikmet Bey tüberküloza yakalanmıştır. İstanbul'a senotoryuma nakledilen Hikmet Bey son 1 yılını burada geçirmiştir. O sırada Galatasaray Lisesi'nde yatılı okuyan oğlu Orhan Boran, bu bir yıl boyunca her hafta sonunu babası ile birlikte senotoryumda geçirmiştir. Fakat, maalesef, Hikmet Bey, streptomisinin bulunuşundan 1 yıl önce tüberküloz nedeniyle vefat etmiştir.

Tabip Yarbay Hikmet Boran'ın kabri, Karacaahmet Kabristanı'nın içindeki şehitliktedir.