31 Mayıs 2016 Salı

Topraklarını Genişletme ve Etnik Arındırma Sırası Kürtlerde mi?



Irak’taki Genişleme

ABD’nin Irak’a saldırısının ardından Irak’ın Kuzeyinde Özerk Kürt Bölgesi’nin şekillenmeye başladığı 1990’lı yıllarda Kürtlerin Irak’da nüfusun %15-17’sini oluşturduğu, Kürt bölgesinin ise 82.000 Km2 ile Irak topraklarının %19-20’sine karşılık geldiği Batılı kaynaklarca dile getiriliyordu.

Yıllar sonra, 2014 Haziranında IŞID’in Musul’a ve ardından Irak nüfusunun %12’sini oluşturan (3 milyon) Türkmen’in ağırlıklı olarak yaşadığı bölgelere saldırısı ve işgali Barzani liderliğindeki Kürt Bölgesel Yönetimi’ne topraklarını genişletmek için altın bir fırsat sundu.

IŞID’in Mandali’ye kadar uzanan sayısız yerleşim yerini: Altun köprü, Tazeh, Tavuk, Beşir, Tuzhurmatu, Kara tepe, Kefri, Kanakin vb. şehir ve kasabaları ele geçirmesi buralarda yaşayan Türkmenlerin ve aynı zamanda IŞID teröründen korkan Sünni Arapların da topraklarını terk ederek Kürt bölgelerine sığınmalarına yol açmıştı.

2014 Kasımında Barzani Peşmergeleri, ABD öncülüğündeki koalisyonun hava desteği ve askeri uzmanlarının katkılarıyla IŞID’i ele geçirdiği topraklardan geri püskürttüler. Ardından da bu topraklara el koydular. Farklı haber kaynakları, bu el koyma eylemiyle Kürtlerin hâkimiyeti altındaki toprakları %40 oranında genişlettiğini söylemekteler.[1]

Nitekim İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch), 25 Şubat 2015’te yaptığı açıklamada, çatışmalar nedeniyle kaçarak Kürt bölgesine sığınan Arapların, Türkmenlerin, güvenliğin sağlanmasıyla beraber yaklaşık altı ay önce terk ettikleri topraklarına geri dönmek istediklerini, ancak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin buna izin vermediğini kamuoyuna duyurmuştu. Ayrıca örgüt, Peşmegelerin aynı bölgelerden kaçan Kürtlerin geri dönmelerine izin verdiğini, hatta başka bölgelerden gelen Kürtleri de Arap halkın evlerine ve topraklarına yerleştirdiğini belirtmişti.[2]

İnsan Hakları İzleme Örgütü uzmanlarından Letta Tayler’in bu durum karşısında getirdiği eleştiriler aslında her şeyi açıklıyor:

‘’ Kürdistan’da yaşayan Iraklı Arapları yalıtmak olduğu gibi evlerine geri dönme haklarını reddetmek, İslam Devleti’nin tehditlerine karşı haklı güvenlik önlemleri ölçütlerinin çok daha ötesine gidebilmektedir. … Iraklı Kürt güçlere silah yardımı yapan ABD ve diğer ülkeler açık bir şekilde endişelenmelidir ve terörizme karşı savaş gerekçesi ardına sığınan ayrımcılığa müsamaha etmemelidirler’’[3]

Tayler’in bu ifadelerinin yanı sıra bölgedeki sığınmacı Araplarla ve Arapların evlerine yerleşen Kürtlerle yaptığı görüşmelerin yer aldığı video kaydının orijinalini aşağıda sunuyoruz.




Letta Tayler’in ifade ettiği gibi ABD ve AB yönetimleri IŞID teröründen, mezhep-din temelinde arındırma politikalarından kaçan insanların Kürt bölgelerine sığınarak güvene kavuştuklarını, Peşmergeler sayesinde katliamdan kurtulduklarını dünya kamuoyuna büyük bir reklam kampanyasıyla yaydılar. Ancak, aynı egemenler Kürt Bölgesel Yönetimi’nin bu vesileyle kendi topraklarını temelsiz ve adaletsiz biçimde genişletmelerini ve genişlettiği topraklarda yaşayan Araplara, Türkmenlere karşı uyguladığı ayrımcılık, etnik tasfiye politikalarını ise inanılmaz bir beceriyle perdelediler.

Iraklı milletvekili ve Türkmeneli Partisi Genel Başkanı Riyaz Sarıkahya, bölgede yaşananları söyle özetliyor:

‘‘Bölge yeniden yapılandırılmaktadır. … Batı tarafından. Başta Amerika… Bunun içinde gizli çalışmaların yapılması gerekiyor. … Eski yapılandırmayı yıkmak için bir müteahhittir IŞİD. … Amerika’nın bir müteahhidi olarak bakıyoruz. IŞID’in Irak’ta Şii bölgelerinde hiçbir çalışması yok, etkinliği sıfır. Bağdat içinde sıfır, Kürdistan bölgesinde sıfır. Genelde IŞID’in yoğunlaştığı Sünni ve Türkmeneli bölgesi ile Arap Sünnilerin yoğun olduğu bölgelerdir. Burada nüfus konusunda ciddi kaydırmalar oldu. Ciddi anlamda göç ettirmeler oldu. Yaklaşık 2,5 milyon insan göç ettirildi. Bunun yaklaşık bir milyonu da Türkmendir. Musul ve Diyala Türkmenleri. İki ilin hemen hemen yüzde yüzü göç ettirildi.’


IŞID’in, Şii halka, Yezidilere ve kendisine boyun eğmeyen Sünni Araplarla Türkmenlere yaptığı katliamların video görüntülerini kamuoyuna yayarak yarattığı psikolojik ortam da iç göçü kışkırtmıştır. Vahşet görüntüleri etnik-dini arındırma politikalarına güç vermiştir. Musul ve Kerkük bölgesinde yaşayan Arap ve Türkmenler, IŞID saldırıları karşısında korku ve panik içinde kaçmış ve tüm bölge bir anda boşalmıştır. IŞID aracılığıyla Arap ve Türkmenlerden temizlenen bu geniş coğrafya, kısa bir süre sonra, göstermelik bir savaşla Kuzey Irak Yönetiminin kolluk güçlerine, Peşmergelere terk edilir. Böylelikle de Büyük Ortadoğu Projesi kapsamına uygun olarak Irak Bölgesel Kürt Yönetimi, siyasi haritalarını hiçbir adil gerekçe ortada olmadığı halde, arkalarına aldıkları emperyalist desteğe dayanarak %40 oranında genişletir. Onca demagojinin, bilgi kirliliğinin gizlediği apaçık gerçek işte budur.





Suriye’deki Genişleme

Benzer gelişmeler 2014 Temmuzundan bu yana Suriye’de de yaşanıyor. İç savaş öncesinde Kürtlerin Suriye’de nüfusun %6-7’sini, bölgelerinin ise 15.000 Km2 ile Suriye topraklarının %8’ini oluşturduğu söyleniyordu. Üstelik bu nüfusun en az dörtte biri, Suriye tarihinin derinliklerine inen bir geçmişe sahip değildi. Özellikle 1925 ve sonrasında Türkiye’de patlak veren Kürt isyanlarının yenilgiye uğraması sonucu kaçıp gelen ya da Irak’taki baskılardan yılıp Suriye’ye sığınan Kürtlerden oluşmaktaydı.

Kısacası Suriye’nin bütün Kuzey toprakları boyunca uzanıp Akdeniz’e ulaşacak bir Kürt devletinin ne tarihsel ne de demografik hiçbir savunulur gerekçesi bulunmamaktaydı. Bu yüzden olsa gerek, bu konuda en iddialı Kürt örgütlerinden PYD’nin (PKK’nın) talepleri bile aralarında doğrudan bir temasın olmadığı birkaç bölgeyi kapsayan Kanton yönetimlerinin kurulmasıyla sınırlı kalmıştı.

Bugün bu tablo tümüyle değişmiştir. İddialar ve talepler artık sınırsız bir hal almıştır. Geçen hafta Suudi Arabistan ve İsrail birlikte hazırladıkları Orta-Doğu’ya yönelik yedi maddelik bir planı ABD’ye sundular. Suudi Arabistan Kralı Salman Bin Abdülaziz’in danışmanlarından Enver Macid Eşki ile İsrailli diplomat Dore Gold (muhtemel İsrail Dışişleri bakanı) Washington’daki Dış İlişkiler Konseyi’nde (CFR) birlikte raporu tanıttılar. Bu yedi maddelik planın bir maddesinin Türkiye-Irak ve İran’ın %30’unu, Suriye’nin de %18’ini kapsayacak şekilde 42 milyonluk bir Kürt devletinin kurulmasını içerdiği kamuoyuna yansıdı. Buradan, yukarıda belirttiğimiz %8’lik Suriye Kürt bölgesinin %18’e çıkarılacağını anlıyoruz.

Bunun adı artık işgal ve yayılmadır. Ortaya çıkan tablo açık ve nettir: Kürt bölgelerindeki egemen siyasi güçler (KDP ve PKK) IŞID ile savaşın arkasına saklanarak, NATO’dan, ABD’den aldığı emperyalist destekle fütuhata girişmiştir. Bugün bu coğrafyada tanık olduğumuz trajik gelişmelerin azımsanmayacak bölümü bu fetih hareketinin neticesi olarak karşımıza çıkıyorlar.

Örneğin IŞID’in denetimindeki ( dolaylı emperyalist müdahale öncesinde yüzde 30’u Kürt, yüzde 10’u Türkmen, yüzde 10’u Ermeni ve yüzde 50’si Araplardan oluşan) Tel Abyad’da IŞID ile PYD arasında gerçekte bir çatışma yaşanmadığı yabancı basında yer aldı. Buna rağmen Tel Abyad ile birlikte 368 köyün IŞID tarafından PYD güçlerine terk edildiği biliniyor. Kaçısın esas nedeni havadan yapılan bombalama ve saldırılardır. ABD öncülüğündeki koalisyon uçaklarının bu köylere yoğunlaştırdığı hava bombardımanı nedeniyle kaçan 60 binden fazla insanın resmi açıklamalara göre 23 bini, yerel kaynaklara göre de 40 bini Türkiye’ye sığındı. Sığınmacılar uçakların önceleri belirli noktaları vurduğunu ancak son on gündür sivil-asker ayırt etmeden rastgele her yeri bombalamaya başladığını ve bu nedenle canlarını kurtarmak için bütün mallarını bırakıp kaçtıklarını söylüyorlar.

Bir kısım sığınmacı da topraklarını doğrudan PKK ve PYD baskısı nedeniyle terk ettiğini belirtiyor:

‘’PKK’lıların bombardımandan haberleri varmış zaten. Ben evimi, tarlamı bırakmak istemedim. Gitmezsen demek ki IŞID’lisin, o zaman senin evini bildiririz. Uçaklar burayı da vurur, dediler. PKK kendisine direnen herkese sen IŞID’sin diyor. Aynısını IŞID yapıyordu, kim onlara direnirse yok kâfirsiniz, yok mürtetsiniz diyorlardı’’

‘‘PYD bizi sürdü, geri de dönemiyoruz. Topraklarımızı Kürt Kantonu ilan ettiklerini söylüyorlar’’

Emperyalizmin PYD’ye Olan Desteği

Eylül 2014’te Galler’in Newport şehrinde düzenlenen NATO zirvesinde IŞID’in Irak ve Suriye halkları, bölge NATO ülkeleri için ciddi tehdit oluşturduğu belirtilmiş ve 26 NATO ülkesinin katılımıyla IŞID’e karşı uluslararası koalisyon oluşturulmuştu.

ABD-AB, IŞID’in Kobane’ye saldırısı sürecinde PYD ile oluşturduğu işbirliğini daha ileri noktalara taşıdı. PYD (PKK) güçlerini silahlandırdı ve askeri eğitim verdi. Geliştirilip güçlendirilen bu işbirliği Cezire ve Kobane Kantonlarının birleştirilmesini getirdi. Önümüzdeki günlerde Efrin Kantonu’nun da bu iki Kantonla birleştirileceği söyleniyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Irak’ta işaret ettiği gelişmeler bugün Suriye’de yaşanıyor. IŞID’in saldırılarından, ABD bombardımanından kaçanlar güvenli gördükleri Kürt bölgelerine ve Türkiye’ye sığınıyorlar. Arap ve Türkmen göçmenlerin geride bıraktıkları boş coğrafya, savaşın galibi Kürt silahlı güçlerine kendi topraklarını genişletme fırsatı veriyor. Muhtemelen bu boş coğrafya, başka bölgelerden gelen Kürt nüfusla doldurularak demografik değişime tabi tutulacak.

Bugün solcuyum, devrimciyim diyen hiç kimse Kürtlerin, aslında tarihsel ve demografik hiçbir hak talebinde bulunamayacağı bölgeleri kapsayacak biçimde topraklarını genişletmesine gözlerini kapayamaz. Yayılma ve işgal IŞID’e karşı yürütülen haklı savaş sayesinde meşrulaştırılamaz. Günümüze bazı sol kesimler ‘ezilen halkın milliyetçiği olmaz’, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’, ‘Rojava deneyimi-Kanton pratiği’, ‘YPG’nin oluşturduğu çok kimlikli, çok sesli demokratik, laik sistemin sahiplenmesi’ nin ardına gizlenerek bu trajediye ortak oluyorlar. Emperyalizmin hegemonyası altındaki bu kesimler, ABD’nin Orta-Doğu politikalarını ilerici-sol kamuoyunda meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Haziran ayı içinde Suriye’de yaşananlara ilişkin gerek Birgün Gazetesi’ndeki haberlerin veriliş içeriği gerekse Mustafa Sönmez’in ‘Rojava’ya bin selam’ [4] yazısına bakın. Ya da Halkevi çevresine ait Sendika org.’ta bu dönemde PYD’lilerle yapılan bir dizi röportaja ve haberlere göz atın. Hiç birinde bırakın emperyalizmi, ABD kelimesini dahi göremeyeceksiniz. ABD’nin ve Avrupa’nın çeşitli gazeteleri Suriye’deki ABD PYD işbirliğine geniş yer verirken, bahsettiğimiz sol çevreler ise yaptıkları haberlerde, yorumlarda ABD’nin rolünü gizlemek için büyük çaba harcıyorlar.

Farklı etnik ve farklı inançtaki toplulukların feodal-dini düzeninin yıkılması ve yerine vatandaşlık temelinde laik ulus devletin inşası ileri bir gelişmeydi. Günümüzde acımasız neo-liberal emperyalist politikalarla, uluslarüstü şirketlerin çıkarları doğrultusunda, ulus devletlerin parçalanarak etnik ve dini temelde ‘pseudo-devletler’ e dönüştürülmesi tam anlamıyla gerici bir yönelimdir. Bu gerici, çağ dışı yönelim Sol ve ilericiler tarafından savunulamaz. Emperyalizme bağımlı baskıcı ulus devlete karşı mücadele ayrımcı etnik mikro milliyetçiliği meşru kılmaz.

Haluk Başçıl
03.07.2015
anafikir.gen.tr

[2] Irak Kürdistanı: Yeri değiştirilen, yalıtılan ve gözaltına alınan Arap ahali http://www.hrw.org/fr/news/2015/02/26/kurdistan-irakien-des-residents-arabes-ont-ete-deplaces-isoles-et-detenus
[3] Age.


Uluslararası Af Örgütü Suriye Raporu

Suriye: ABD müttefiklerinin köylerde yaptığı yıkım savaş suçudur

Uluslararası Af Örgütü’nün Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirilen bir araştırmaya dayanılarak hazırladığı ve bugün ((13 Ekimde ç.n.) yayınladığı rapora göre, Suriye Kürt partisi Partiya Yekîtiya Demokrat (PYD) tarafından kontrol edilen Özerk Yönetim savaş suçu olacak düzeyde çok ev yıkıyor ve insanları göçe zorluyor. Özerk Yönetim, Suriye’de İslam Devleti (İD) isimli silahlı gruba karşı savaşan ABD’nin liderlik ettiği koalisyonun önemli bir müttefiki.

Yayınlanan video, görgü tanıklarının ifadeleri ve uydu görüntüleri ile ciddi bir istismarı, binlerce sivilin göç etmeye zorlandığı ve özerk yönetim altındaki köylerin tamamen yerle bir edildiğini gösteriyor. Bunun sebebi çoğu zaman bu kişilerin İD ve silahlı gruplara sempati duyduğunun ya da bu gruplarla bağının olduğunun düşünülmesi.




“Sivillerin evlerini kasten yıkarak, bazen de köyleri tamamen yakıp yıkarak, buralarda yaşayanları zorla başka yerlere göç ettirerek, özerk yönetim otoritesini istismar ediyor, uluslararası savaş hukukuna karşı geliyor. Saldırılarının büyüklüğü savaş suçuna denk.” diyor Uluslararası Af Örgütü’nün kıdemli kriz danışmanı Lama Fakih.

“İslam Devleti’ne karşı verilen mücadelede özerk yönetim savaşın içinde kalan sivillerin haklarını gasp ediyor. Büyük yıkım ve tecritlere tanık olduk, ama bunlar savaşın sonucunda olmadı. Bu rapor, önceden İD kontrolünde olan ya da küçük bir azınlığın İD’yi desteklediğinden şüphelenilen köylerde sivillerin bilerek ve koordineli şekilde cezalandırdığını gözler önüne seriyor.”

Bazı siviller köylerini terk etmedikleri takdirde ABD’nin yönettiği hava saldırıları ile tehdit edildiklerini söylüyor.

Uluslararası Af Örgütü araştırmacıları Temmuz ve Ağustos 2015 arasında el Hasakeh ve el Rakka çevresinde 14 kasaba ve köyü ziyaret ettiler. Bu bölgelerde Özerk Yönetim altındaki ev ve köylerdeki yıkımı araştırdılar.

Uluslararası Af Örgütü’nün ortaya çıkardığı uydu görüntüleri de Tel Hames yakınındaki Hüsseyiniye köyündeki yıkımın büyüklüğünü gösteriyor. Bu görüntülerde Haziran 2014’te sağlam olan 225 yapıdan Haziran 2015’te geriye yalnızca 14 tanesinin kaldığı görünüyor, yıkım %93.8 oranında.


Photo Credits: Before Pleiades / Airbus After Pleiades / Airbus


Şubat 2015’te Özerk Yönetim’in askeri kanadı olan YPG bölgenin kontrolünü İD’den aldı ve yıkım ve tecrite başladı. Hüsseyiniye’yi ziyaret eden araştırmacılar yıkılmış evlerin kalıntılarını gördü ve görgü tanıkları ile görüştü.

Bir görgü tanığı, “Bizi evlerimizden çıkarıp evleri yakmaya başladılar… Buldozer getirmişlerdi… Bütün köy ortadan kalkana kadar her evi tek tek yıktılar.” dedi.


Satellite imagery from Husseinya village taken in June 2015 © CNES 2015, Distribution AIRBUS DS


Suluk kasabasının güneyindeki köylerde bazı tanıklar YPG savaşçılarının kendilerini İD’yi desteklemekle suçladığını ve gitmezlerse ateş etmekle tehdit ettiklerini söyledi.  Bazı köylerde birkaç tane İD destekçisi olduğu bilinse de, çoğunluk desteklemiyordu.

Bazı köylerde ise köylüler YPG savaşçılarının onlara köylerini terk etmelerini, yoksa hava saldırılarının başlayacağını söylediklerini anlattılar.

“Bize gitmezsek ABD koalisyonuna terörist olduğumuzu söyleyeceklerini ve uçakların gelip bizi ve ailelerimizi öldüreceğini söylediler.” dedi köylülerden biri, Safvan.

YPG ise zorunlu göçün hem sivillerin güvenliği için hem de askeri sebeplerle gerekli olduğunu söyledi.
“ABD’nin liderlik ettiği koalisyonun Suriye’de İD ile savaşında Özerk Yönetim’in yanında savaşan diğer devletlerin Özerk Yönetimin yaptıkları istismarı görmezden gelmemesi gerekir. Tecrit ve kanun dışı yıkımlar konusunda halkın önüne çıkmalı ve askeri yardımların uluslararası savaş hukukunu çiğnemek için kullanılmadığının garantisini vermeliler” dedi Lama Fakih.

Özellikle bir saldırıda, YPG savaşçıları bir eve benzin döküp köylüler hala içerdeyken ateşe vermekle tehdit etti.

“Akrabalarımın evine benzin dökmeye başladılar. Kayınvalidem içerdeydi ve gitmeyi reddediyordu, onun da üstüne benzin döktüler. Kayınpederimi dövdüler. Ben de ‘Evimi yaksanız bile buraya çadır kurarım. Burası benim yerim. Burada kalacağım’ dedim” dedi Bassma.

Bu kanun dışı uygulamalara maruz kalanların çoğu Arap ve Türkmen de olsa, Suluk gibi karışık nüfuslu bazı kasabalarda Kürtlerin de evlerine dönmeleri engelleniyor.  Abdi Köy gibi daha küçük yerlerde de yine bazı Kürtler de zorla göç ettirildi.

Uluslararası Af Örgütü’nün yaptığı bir röportajda Asayiş’in başı sivillerin zorla göç ettirildiklerini, ama bunların küçük, “izole vakalar” olduğunu söyledi. YPG sözcüsü de sivillerin kendi güvenlikleri için göç ettirildiklerini söyledi.

Ancak birçok kişi köylerin çatışma alanı olmadığı, cepheden uzak olduğu ve patlayıcı riski olmadığı halde göç ettirildiklerini söylediler. Ordunun gerçekten mecbur kalmadıkça sivilleri zorla göç ettirmesi uluslararası savaş hukukunun ihlalidir.

“Özerk Yönetim acilen sivillerin evlerinin kanun dışı tahribatını durdurmalı, evleri yıkılan sivillerin zararlarını karşılamalı, zorunlu göçleri durdurmalı ve sivillerin köylerini yeniden inşa etmelerine izin vermelidir” dedi Lama Fakih.

Çeviri: anafikir.gen.tr
                                                                                                                                         17.10.2015

28 Mayıs 2016 Cumartesi

28.01.1994 tarihli Cumhuriyet Gazetesi / APO'nun MİT Bağlantısı

   




   Mumcu’nun son çalışması Apo-MİT ilişkisi üzerineydi. Mumcu'yu bu ilişkiyi araştırmaya iten temel neden ise Apo'nun boşandığı eşi Kesire Yıldırım’ın babası ile erkek kardeşinin MİT'le ilişkili oldukları iddiasıydı. Mumcu bunun yanı sıra Apo'nun devletten burs alarak okumasını ve Şafak Bildirisi olayında, önce askeri savcı tarafından "komünizm propagandası, askeri kanunlara karşı itaatsizliğe teşvik, askeri kuvvetleri tahkir, suç olan fiili övmek ve suç işlemeye tahrik" suçlarından Türk Ceza Yasası'nın 142, 153, 159, 311 ve 312 maddelerince cezalandırılması istenirken yalnızca boykot eylemine katılmaktan 3 aya mahkum edilmesini de "anlamlı" buluyordu. Hem bu ceza 12 Mart döneminde SBF öğrencilerine ve öğretim üyelerine "hiç de sempati ile bakmayan" dönemin askeri savcısı Baki Tuğ'un esas hakkındaki mütaalası çerçevesinde veriliyordu. Mumcu ayrıca, uzun süre Apo'nun yakınında bulunan ve Ağrılı Pilot Necati olarak bilinen kişinin de MİT ajanı olma olasılığı üzerinde duruyordu. (Kürt Dosyası-Uğur Mumcu).

   Abdullah Öcalan kimdi?

   Nasıl devletten burs alabilmişti?

   Nasıl, 5 ayrı ceza maddesinden yargılanması istenirken 3 aylık ceza ile kurtulabilmişti?

   Mumcu işte bu soruların yanıtlarını arıyordu.

   Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ndeki verilere göre, Abdullah Öcalan'ın künyesi şöyle:

   "Şanlıurfa ili Halfeti ilçesi Ömerli Köyü'nde 1948 yılında doğmuştur. Anne adı Üveyş, baba adı Ömer olup üçü erkek, dördü kız, toplam 7 kardeşten ilk erkek evlattır. Feodal bir düzen içinde otoriter ve kavgacı anne elinde ve zavallı, pasif bir baba etkisinde, özenle ve biraz da şımartılmış olarak büyümüştür. Abdullah Öcalan, babası söz konusu olduğunda, 'Ondan hoşlanmıyorum' demekten çekinmez. İlkokulu Türkçe konuşulan İslamlaşmış bir Ermeni köyü olan Cibin'de, ortaokulu ise Nizip'te okumuştur. Askeri bir okula girmek arzusuna rağmen giremeyen, Öcalan, Ankara Tapu Kadastro Meslek Lisesi'ni parasız yatılı olarak bitirmiştir. İlkokul çağlarında başlayan dine ilgisi, Lise yıllarında daha artmıştır. Daha sonra 2 yıl Diyarbakır'da memur olarak çalışmış, sonra İstanbul Hukuk Fakültesi'ne girmiştir. Orada bir yıl eğitimi takiben Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne geçmiştir. 1974-1975 eğitim - öğretim yılında devamsızlık nedeniyle sınıfta kalmıştır."

   Evet, Öcalan Ankara SBF'de okurken 31 mart günü dağıtılan Şafak Bildirisi nedeniyle 7 nisan günü gözaltına alındı, 27 nisanda da tutuklandı. Hakkında önce TCK’nın 142, 153, 159, 311 ve 312. maddelerinin uygulanması istenen Öcalan, daha sonra 'Şafak Bildirisi dağıttığı yolunda herhangi bir delil bulunmadığı' gerekçesiyle 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'nın 16/1 maddesi uyarınca boykota katılmak eyleminden üç ay hapis cezası aldı ve dosyası da kapandı.

   Öcalan 24 Ekim 1972'de tahliye oldu. Olay nedeniyle Fakülte Yönetim Kurulu toplandı. Aynı davada yargılanan ve Öcalan ile birlikte iddianamede, hakkında en ağır ceza istenen Metin N. Yalçın’a okuldan 15 gün uzaklaştırma cezası verildi. Öcalan ise yalnızca dikkat çekme cezası aldı. (Kürt Dosyası. Uğur Mumcu).

   Öcalan aynı dönemde, 01.11.1971-31.10.1975 yılları arasında SBF'de Maliye ve Gümrük Bakanlığı'nın bursu ile okudu. Burs almak için 21 yaşını geçmemiş olmak koşulu aranırken Öcalan burs bağlandığı günlerde 22 yaşındaydı. Burs alan öğrencinin sonradan da olsa "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin mevzuatına göre memleket için zararlı sayılan fıil ve hareketlerde bulunmaması ve bu çeşit faaliyetlere katılmaması" koşulu vardı. Öğrenci eylemlerine katılan öğrencilere burs bağlanması da o gün için olanaksızdı. Devamını yine Mumcu'nun son araştırmasından okuyoruz:

   "1 Aralık 1971 günü burs bağlandı. Öcalan 17 Şubat 1972 günü taahhütname imzalamıştı. 7 nisan günü gözaltına alındı. Bursu bağlanacak mıydı? Cezaevinden çıktı, bursu aldı. Burs hiç aksatılmadan 01.11.1971 gününden 01.11.1974 gününe kadar üç yıl süre ile ödendi. Bakanlık bursu devamsızlık nedeniyle 31. 10,1975 günü kesildi."

   Öcalan, Sıkıyönetim Mahkemesi'nde 5 ayrı ceza maddesinden yargılanırken, yalnızca 3 ay hapse mahkum oluyor, burs bağlanması için belirlenen yaş sınırını geçmişken burs alabiliyor, fakülte yönetim kurulunca aynı eylemdeki arkadaşı 15 gün okuldan uzaklaştırma cezası alırken ona yalnızca dikkat çekme cezası veriliyordu.

   Öcalan’ın bu dönemdeki yaşantısında “tesadüflerle” şansı hep yaver gidiyordu. Mumcu da “bu pek yaver giden şansın” nedenini araştırmaya başlamıştı. Belki 24 ocak günü, kendisinin bile farkında olmadığı bu "tesadüflerin" nedenine ulaşacakken "nasırına bastığı" kimileri, bunun ortaya çıkmasını engellemek istediler. Mumcu, özellikle Öcalan'ın nasıl olup da Sıkıyönetim Mahkemesi'nden 3 ay ceza ile hem de Baki Tuğ gibi bir savcının elinden kurtulduğunu merak ediyordu. Mahkeme dosyalarına ulaşmıştı. Ancak "düğümü çözecek belge" dosyanın içinde yoktu.

   Olayı bir de Tuğ'dan soruşturdu. Aradığı belge ise o dönemde MİT’in Öcalan'la ilgili olarak Sıkıyönetim Mahkemesi'ne gönderdiği "bizim mensubumuzdur" şeklindeki yazıydı. Tuğ'la görüştü. 12 Mart dönemi askeri savcısı, bugünün DYP Milletvekili Tuğ, o döneme ilişkin elindeki dosyaları inceleyeceğini ve birkaç gün içinde kendisini haberdar edeceğini söyledi. Ama 24 ocak günü Mumcu'nun yaşamına belki de bu ulaşmak istediği belgenin eline geçmesini engellemek isteyen güçler son verdiler.

   Baki Tuğ, olaydan 4 gün sonra Sabah Gazetesi muhabiri Nezih Tavlaş ile görüşürken, "Apo'nun gözaltına alındıktan sonra salıverilmesi için size telkin geldiği, talimat verildiği yolunda iddialar var. Bunlar doğru mu? " şeklindeki sorusu üzerine şunları söylüyordu:

   “Ben o tür bir olay hatırlıyorum. Ancak Apo'yla mı ilgiliydi, başka bir mensupla mı ilgili, onu çözemedik. Sayın Mumcu'ya da söylediğim şuydu. Bana böyle bir şey gelmişti. 'Onunla ilgili mi değil mi, bende resmi yazı olacak dedim. Ben o yazıyı ararken o olay oldu."

   "Yazı bu şahsa dokunmayın ya da bırakın diye mi geldi" sorusuna da "Dokunmayın mealinde değil, 'Bizim mensubumuzdur’ şeklindeydi. Yalnız o mu, değil mi çözemedik. O belgeyi arıyordum ben. Aradığım belge oydu. Bulsaydım onu verecektim. Mumcu'ya söylediğim sürede istediğim belgeye henüz ulaşamadım. Bunu kendisine en son telefon görüşmemizde bildirdim. İncelemem 15 gün daha sürecek. Belgede bir şahıs ismi var, MİT besabına çalışan bir sanığın ismi. O belgeyi arıyorum. Onu bulursak Mumcu'nun aradığı düğüm çözülecek" yanıtını veriyordu.  Ancak Tuğ bu konuşmayı, daha sonradan yalanlıyor ve böyle bir belgenin kendisinde olmadığını da kaydediyordu.

   Güneydoğu'da bir dizi kanlı eyleme imzasını atan Abdullah Öcalan'ın MİT'le ilişiği var mıydı, yok muydu? İşte buna giden yolda, Mumcu da, kanlı bir suikastin kurbanı oldu. Mumcu bu iddialarla ilgili araştırma yaparken geçmişteki örnekleri de çoğaltıyordu. 15 Ekim '1992 tarihli "Gözlem" köşesinde "Kim Bu Pilot?.." başlıklı yazısında, Mumcu, 1979'da o dönem Doğu Perinçek'in başyazarlığını yaptığı Aydınlık Gazetesi'nden şu alıntıyı yapıyordu:

   "... çevresine topladığı, AYÖD'den atılan gençlerle grubunu kuran Apo, şiddet eylemlerine 1977'den sonra başladı. Bu dönemde "Kontrgerillacılar'la ilişkiye geçtiği söylenen Apo'nun I977'de evlendiği Karakoçanlı Kesire adlı kızın babasının da MİT elemanı olduğu öne sürülüyor..." (6 Ağustos 1979- Doğu Perinçek).

   Mumcu, 15 ekim tarihli yazısında, Ortadoğu'daki örgütlere başta CIA olmak üzere, her devletin ajanının sızdığını belirtirken Perinçek'in yazısında ver alan, "Apo'nun Kontrgerillacılarla işbirliği yaptığı" iddiasının da altını çiziyordu. Mumcu 10.5.1992 tarihli "Apo'ya TC bursu" başlıklı yazısında,  Apo'nun Maliye Bakanlığı'ndan aldığı bursu irdelerken yazının son bölümünde de şu soruyu soruyordu:

   "TC burslu Abdullah Efendi'nin o günlerde devletin başka kuruluşları ile de ilişkisi olmuş mu? Olmuşsa ben hiç şaşırmam!"

   Mumcu'nun bu sorusuna yanıt, ölümünden bir hafta sonra, 12 Mart döneminin savcısı Baki Tuğ'dan "üstü kapalı" olarak geliyordu. Baki Tuğ, 31 aralık tarihli Hürriyet Gazetesi'nde yayımlanan haftalık bir söyleşide, "Apo'nun MİT'le bağlantısı var mı" şeklindeki soruya şu yanıtı veriyordu:

   "Bilmiyorum. Apo'nun geçmişte belki MİT'le işbirliği olabilir, ama bugün de bu ilişkinin devam ettiğine inanmıyorum. Çünkü MİT'le hala irtibatı olan bir insan, Güneydoğu'nun Türkiye'den bölünmesini hem savunacak hem de Türkiye'nin milli bütünlüğü ile ilgili bir örgütle işbirliği halinde olacak. Bunu düşünemiyorum."

   Tuğ, "ilişki varsa nasıl yorumlamak lazım" sorusuna da "Öyle bir şey varsa ortada iki tarafın da ihaneti vardır. Devletin de onun da" yanıtını veriyordu.

   Bu arada, Apo'nun Suriye'de oturduğu evin bir üst katında MİT'çı emeklı bir yarbayın oturduğu, sık sık Apo'yu ziyarete giden bir yazarın da MİT mensubu bir bacanağının olduğu söylentiler arasında. Ama bu konularda dikkati çeken bir başka nokta ise Apo'ya bugüne kadar hiçbir şey yapılamaması. Bu konudaki sorulara, gerek emniyet mensupları gerekse askeri yetkililer net bir yanıt veremezken, "Apo'nun öldürülmesi olanaksız mı" sorusuna ise her zaman, "istenildiği anda öldürülebilir" karşılığını verdiler. Bu konudaki en çarpıcı değerlendirmeyi ise Aktüel dergisinin 23-29 Aralık 1993 tarihli 129. sayısında eski MİT'çi, yeni özel ordunun beyni Korkut Eken, "Apo'yu öldüreceğiz" diyerek yaptı. Eken, "Bu sorunu çözer mi" sorusunu, "Sorunun yüzde 60'ının çözümü demektir bence" diye yanıtlarken "O halde neden bugüne kadar öldürülmedi" sorusuna da "çok çarpıcı" şu karşılığı verdi: "Devletin politikası o. Ona bir şey diyemem, Ama bize emir versinler, biz her yere gideriz ve yaparız gerekeni."

   Evet, özel ordunun beyni Apo'nun bugüne kadar öldürülmeme nedenini "devletin politikası" olarak açıklarken yazar Yalçın Küçük, "Mumcu'nun bana anlattıkları, Apo'nun MİT olabileceği kuşkusunu uyandırmıştı" diyordu.(31Ocak-6 Şubat l993.Sayı:06, Nokta dergisi).

   Bütün bunlara Apo ne diyordu? 14 Nisan 1993 tarihli Tempo dergisinde "MİT bana yardım etmedi, ama yanlış değerlendirdi" başlıklı yazıda, Apo ana başlıklar halinde şu sözleri sarf ediyordu:

   "MİT'in beni koruyup kollaması değil de yanlış değerlendirmesi söz konusudur. Uğur Mumcu sanıyorum bunu değerlendiremiyor. Keşke benimle konuşsaydı kendisine pek çok veri verebilirdim.  Uzun uzun anlatabilirdim. PKK'yı PKK yapan, bu konuda sağladığı veya benim vasıtamla sağladığı gelişmedir. MİT burada büyük bir yanılgı yaşadı. Ki Cüneyt Arcayürek'in ilginç bir değerlendirmesi vardır; '1978 yılında büyük bir gaf yapıldı. Hatta yılan bir karış iken bir asker potini kaldırıp ezebilecekken bu gaftan ötürü altından çıkamayacak bir duruma geldik şimdi" dedi, 12 Eylül'e nasıl gelindi sorusuna cevap arayışında. Şimdi basın bunu bilmiyor veya Uğur Mumcu bence bunu biraz açığa çıkardı."

   Bir süre önce yine faili meçhul bir cinayete kurban giden JİTEM kurucularından Ahmet Cem Ersever ise Aydınlık Gazetesi'ne konuşurken Apo'nun MİT ajanı olamayacağını belirtiyor, ama bir yerde de kapıyı şu sözlerle tam olarak kapatmıyordu.

   "Öcalan ile ilgili SBF'den silik bir kişilik, pasif, kavgaya, gürültüye dahi girmez. Hiçbir olaya girmez' tarzında bilgi aldık. 1970'li yılların başında Abdullah Öcalan böyle bir kişilik. 1975'te gruplaşmalar başlıyor. Gruplaşmaya başlamadan önce, belki, bakın olmuştu demiyorum, MİT’le "oralarda ne oluyor. Ne bitiyor' biçiminde bir temas kurulmuş olabilir. Ben bunun ötesinde birşey olduğunu zannetmiyorum."

   Mumcu, Apo'nun MİT’le ilişkisini araştırırken kanlı bir suikastin kurbanı oldu. Ama şimdi devlet, geçmiş dönemde de olsa bu tür bir ilişki konusunda bazı bilgileri belgeleyen Mumcu'nun katilini nasıl bulacak?


Cumhuriyet- 28.01.1994

27 Mayıs 2016 Cuma

Zafer Astsubay’ın Katili


Giresun’da bir roketli saldırıyla şehit edilen Jandarma Bçvş. Zafer Çalışkanın katili kim?

PKK’nın diğer silahlı terör örgütleriyle birlikte hareket etme kararı aldığını ve onları silahlandırarak şehirlerde taşeron olarak kullanacağını hepimiz Duran Kalkan’ın açıklamasıyla öğrenmiştik.

Giresun’da meydana gelen saldırı bu durumu tam olarak kanıtlıyor.

Peki, bu kadar büyük çaplı bir saldırıdan niye kimsenin haberi olmadı? Çokbilmiş bazı gazetecilerin hep sorduğu gibi “İstihbarat nerede?”

Saygı Öztürk bu konuyla ilgili yazısında Giresun’da PKK’ya karşı alınan tedbirlerden ve bu işte emeği geçenlerden söz etti, ama nedense çok önemli bir eksik bıraktı.

Bakınız, Giresun Jandarma Bölge Komutanlığı’nı Tuğg. Veli Küçük kurdu. Saygı Öztürk’ün yazısında her ne kadar adı geçmese de söz ettiği sol terör örgütleri Karadeniz’e sızma kararı aldığında gönüllü olarak yaptı bu görevi...

Dönemin J. Gn. K. Orgeneral Fikret Özden Boztepe durumun hassasiyetinden dolayı takviye komando taburu göndermek istedi ama Veli Küçük kabul etmedi. Çünkü bölgenin yoğun ormanlık yapısı olası bir çatışmada çok zayiata hatta kaza ölümlerine neden olabilirdi. Onları bu bölgede barınamaz hale getirmek gerekiyordu.

Kimsenin aklına gelmeyecek dahice bir yöntemle müthiş bir istihbarat ağı kurdu. PKK ya da diğer sol terör grupları, bir köye hatta kendilerinin açık destekçileri olan kişilere bile geldiklerinde, anında ihbar ediliyorlardı. Örgütlerin en büyük korkusu artık asker değil güvensizlikti. Nereye gitseler birkaç saat ya da en fazla bir gün sonra asker oraya damlıyordu.

Olmadı... Başaramadılar... Tuğg. Veli Küçük, daha sonra bedelini Silivri zindanlarında ödeyeceği bir büyük başarıya imza atmış ve bu da dönemin istihbarat raporlarına ve ders notlarına girmişti. Silah kullanmadan, bölgeyi bir çatışma alanına çevirmeden terörün önüne geçmişti.

Elbette Veli Küçük’ün bunu nasıl yaptığını anlatmayacağım size... Ama o kadar haber elemanının, o istihbarat ağının başına ne geldiğini anlatayım da Zafer Çalışkan astsubayımızın katili kim, siz karar verin...



Veli Küçük, Ergenekon tertibiyle tutuklandığında bugün firarda olan polis ve savcılar onun bütün defterlerine el koydular. Veli Küçük’ün defterleri sadece Giresun’daki değil bütün Türkiye’deki bu haber elemanlarının isimleriyle doluydu. Devlet sırrıydı! Açıklanması casusluktu. Vatana ihanetti.

Kızı ve avukatı Zeynep Küçük feryat etti. “Bunları iddianameye koymayın, Genelkurmay’a sorun, bunlar devlet sırrıdır, bütün bir istihbaratı çökertirsiniz” diye...

Genelkurmay’a soruldu.

“Sakın açıklamayın, sakıncalıdır, sırdır” dediler.

Ama...

O davanın savcıları bildiğiniz gibi değildi. Başka türlüydüler. Çarşaf çarşaf yayınladılar o isimleri mahkeme dosyasının içinde... Prof. Emin Gürses, bir İngiliz akademisyen arkadaşının kendisine “MI6 bu bilgileri almak için belki yüz milyonlarca Pound’u gözden çıkarırdı ama bedavaya sahip oldu” dediğini bir duruşmada anlattı.

Bütün istihbarat ağı deşifre olup, devlete güvenecek ve Kandil’den gelen roketleri kimlerin ateşleyeceğini devletine anlatacak adam kalmayınca da...

Şimdi sorun bakalım kendinize, kimdir Zafer Çalışkan astsubayın katili?


Oktay YILDIRIM
Aydınlık/15.05.2016

Tarihimizin En Kötü Sayfası




Anlayabildiğimiz kadarıyla güvenlik güçleri silahlı PKK unsurlarını “ara-bul-yok et” yöntemiyle tasfiye ediyor; yerleşim yerlerinden kaçanların kırsal kesimde tertiplenmelerini ya da Irak’ın kuzeyine yeniden yerleşmelerini, hatta Kandil’de rahat etmelerini önlemeyi amaçlayan bir strateji izliyor. Bu stratejinin iki sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, nüfus hareketliliği ve çatışmalar Kürt kökenli yurttaşlarımızı silahlı PKK unsurlarından fiziki olarak ayırıyor. İkincisi, çatışmadan kaçan silahlı PKK unsurları Suriye’nin kuzeyinde, ABD koruması altındaki bölgelerde toplanıyor.

Bu iki sonuç, sorunun kökten çözümü için önemli bir fırsat sağlıyor. Evini barkını terk etmek zorunda kalan Kürt yurttaşlarımızın güvenlik, barınma, eğitim, sağlık gibi sorunlarının devlet tarafından hızla ve kalıcı olarak çözülmesi; bu arada, Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerin, ABD korumasına rağmen PKK unsurlarından tamamen temizlenmesi gerekiyor. Bu temizlik sürecinin, yine ABD korumasına ve Biden’ın feryatlarına rağmen, Cerablus’ta başlayıp Fırat’ın doğusunda devam etmesi silahlı bir güç olarak PKK’nin tasfiyesinde önemli bir adım olabilir. Sınıra bitişik destek alanlarının varlığı bu türden çatışmalarda sonuç alınmasını önler.

PKK’nin stratejisi ise, yine anlayabildiğimiz kadarıyla, bölgede mevzi direnişten vazgeçerek bombalı tuzaklarla zarar vermek ve çatışmaları mümkün olduğu kadar batıya kaydırmak, böylece bir Türk-Kürt savaşı çıkarmaktır. Bugüne kadar halkımızın sabır ve tevekkülü sayesinde gerçekleşmeyen bu türden bir çatışmanın kendilerine hem bölgesel hem de uluslararası alanda manevra imkânı sağlayabileceğini düşünüyorlar.

Bu arada HDP, siyasi parti olmaktan çıkarak PKK’nin halkla ilişkiler ve uluslararası propaganda aygıtına dönüştü. Ülke içinde gerçek kimliğini saklamaya gerek görmüyor ve mekik diplomasisiyle PKK için uluslararası kamuoyu oluşturmaya, seçim ittifakı önerisiyle CHP’yi zorlamaya çalışıyor; Meclis’in dışına düşmesi halinde sürgünde bir “Kürt parlamentosu” kurmak için hazırlık yapıyor.

Halkın seferberliğini, açık ve net siyasi hedefleri, tarihi/ideolojik tutarlılığı (yurttaşlık hukukuna dayanan ulusal birlik, laiklik, tam bağımsızlık) ve diplomasiyi (komşularla barış) zorunlu kılan bu çatışma ortamında iktidar partisinin yönetici kliğinin hedefi MHP ve HDP’yi baraj altında bırakarak parlamentoda çoğunluğu ele geçirmek ve anayasal rejimi değiştirerek modern toplumu ümmete dönüştürmekten ibarettir. “Kürt sorunu”nu da ümmet anlayışıyla çözmeyi düşünüyorlar.

Bu ortamda iktidara hâkim olan klik, düşme ve yargılanma korkusunun verdiği bir cüretle hareket ediyor. Batı’dan gelen tepkileri (diktatörlük hevesi, yolsuzluk vs hakkında) ve baskıları (“terör tanımı”nın değiştirilmesi vs) halkın PKK’ye duyduğu öfkeye yaslanarak karşılıyor ve bütün faşizm özentileri gibi şovenist bir demagojiyle, “dünyaya posta koyan lider” pozuyla gücünü artıyor.

Mutlak iktidara yürüyen ve mafya yöntemleriyle iş tutan bir partide bölünme olmaz. Bu türden yapılar varlıklarını biat kültürüne borçludurlar. Kriz koşullarında bu biat kültürünü, klasik faşizm teorilerine uygun biçimde, bütün topluma yaymaya çalışacaklardır.

Mücadelenin hedefleri AKP’nin devrilmesiyle sınırlı tutulamaz, çok daha geniş kapsamlı olması gerekir. Siyaset kulislerinden, seçim ortamlarından değil, sokaklardan kitlesel olarak muhalefet etmek, gericiliğe ve diktatörlüğe karşı evrensel direnme hakkını kullanmak; savaş ve çatışma ortamının tarikatçılara, hırsızlara, yolsuzlara, tecavüzcülere yaramasını önleyecek millî demokratik bir devrimci siyaset dili geliştirmek gerekir. “Bunlar devrilirse daha beteri gelir” diye düşünmek potansiyel muhalefeti felç etmekle eşdeğerdir; çaresizliktir. Bir kırılma, büyük bir değişimi, pek çok olasılığı gündeme getirecektir. Ayrıca şu yaşadığımızdan daha beteri olamaz. Yüz yıla yaklaşan tarihimizin en kötü sayfasındayız.


Yavuz ALOGAN
Aydınlık/14.05.2016