« Propaganda » sözcüğü, Protestanlık karşısında Katolikliğin
yaygınlaştırılmasından sorumlu, « Congregatio de Propaganda Fide » adlı Roma
kurumuna göndermede bulunuyor.
Propaganda hileden farklı niteliğiyle
dikkat çeken bir askeri yöntemdir. Propaganda genellikle desteğini kazanmak
için kendi saflarını kandırmaktır. Antik dönemdeki ilk örneği Truva Atı olan
hile ise rakibi yanıltmayı hedefler. Çoğunlukla karşılaştığımız gibi, ticaret
alanında olduğu gibi siyasette de bu askeri tekniğin birçok sivil uygulamasına tanık
olundu.
İlk başlarda monarşik ve oligarşik
rejimler, özellikle şatafatlı resmi törenlerle ve kamusal mimariyle güçlerini
ortaya sermekle yetinirlerken, demokratik rejimler, ortaya çıktıklarından beri
propagandayı kullandılar. Böylece Atina demokrasisinin Sofizmden, yani herhangi
bir varsayımı mantıklı olarak sunmayı deneyen bir düşünce okulundan yararlandı.
XVI ncı yüzyılda bir tüccar ailesi olan
Medici’ler, kendi tarihlerini yeniden yazmak ve kökenlerini patrici’lere
dayandırmak için bir yöntem tasarladılar. Amaçlarına ulaşabilmek için «
sanatsal himaye » yoluna giderek, sanat eserleri aracılığıyla yalanlarını
somutlaştırmaları için ülkelerindeki en büyük sanatçılardan yardım istediler.
Ardından, Avrupa’da din savaşları
yaygınlaşırken, Papa XV.Gregorius, Katolik inancını Protestanlık karşısında
korumak ve yaymak amacıyla bir bakanlık (« dikasterion ») olan İnancın
yayılması için papazlar topluluğu’nu (« Congregacio de Propagande Fide »)
kurmuştur. « Propaganda » sözcüğünün kökeni işte bu kuruldur.
Ocak
2015’te Charlie Hebdo çizerlerinin öldürülmesi sonrasında, Sınır Tanımayan
Gazeteciler Örgütünün yöneticilerinden biri olan Joachim Roncin « Je suis
Charlie » (Ben Charlie’yim) sloganını lanse eder. Bu slogan kısa sürede bireyin
kalabalık içerisinde erimesi imkanı olarak karşılığını bulur ve ardından her
bir saldırı dolayısıyla kullanılır (örneğin Mart 2016 saldırıları sonrasında «
Ben Brüksel’im »). Bu sloganı yinelemeyi reddedenler ise sapkınlık ve «
komploculukla » suçlanırlar.
Sanayi devrinde propaganda
Sanayi devrimi
kırdan kente kitlesel göçlere neden olmuş, kentlerde kabalık toplulukların
oluşmasını ve işçi sınıfının doğuşunu tetiklemiştir. « Kitleler » siyaset
alanına dahil olurken, Fransız sosyolog Gustave Le Bon « kalabalıkların »
psikolojisini yani geniş bir grup içerisinde bireye çocuk muamelesi yapılması
sürecini inceler. Bu amaçla modern propagandanın temel ilkesini tanımlar:
yönlendirilebilir olmak için bireyin önce kalabalık içerisinde boğulması
gereklidir.
İngilizler Birinci
Dünya Savaşının başında, Eylül 1914’te, Dışişleri Bakanlığı nezdinde gizli
olarak Savaş Propaganda Ofisini (« Wellington House ») oluştururlar.
Medici’lerin modelini örnek alarak, düşman Almanlara hayali suçlar isnat eden
metinler yayınlamaları için dönemin ünlü yazarlarını –Arthur Conan Doyle, HG
Wells ya da Rudyard Kipling gibi- ve bunları resimleştirmeleri için ressamlar
işe alırlar. Sonrasında, gazetelerinde bu düzmece olayları yayınlamaları için
belli başlı gazetelerin —The Times, Daily Mail, Daily Express, Daily
Chronicle— patronlarını da maaşa bağlarlar.
Bu model, Nisan 1917’de Kamu Enformasyon
Komitesi’ni (« Committee on Public Information ») kuran Başkan Woodrow Wilson
tarafından da yeniden ele alındı. Bu kurum güzel söz (« Four Minute Men »)
yaygınlaştırmaları için binlerce yerel önderden yararlanmasıyla ünlüdür.
Bünyesinde bilhassa ünlü « I want you! »yu ortaya çıkaran biri afişlerden
sorumlu ve diğeri de film yaratımını deneyen bölümler kurarak görsel
propagandayı geliştirir. Özellikle ünlü yazarları maaşa bağlamak yerine, Edward
Bernays (Sigmund Freud’un yeğeni) ve Walter Lippmann’ın yönetiminde, her gün
gazete patronlarına aktardıkları olağanüstü, korkunç ve çarpıcı öyküler
yaratmaktan sorumlu bir grup psikolog ve gazeteciyi işe alır. Böylece iktidarın
sanatçıları yönlendirmesinden bilimsel kurallara göre sistematik bir şekilde
üretilen öykülerin anlatımı ( « storytelling » ) aşamasına geçilmiş oldu.
Walter Lippman, Birinci Dünya Savaşı süresince ABD
propagandasını yönettikten sonra, insanların kolaylıkla yönlendirilebileceğine
ikna oldu. Dolayısıyla ona göre, yönetilenlerin rızasını üretmeyi hedefleyen
bir yem olarak kabul edilmesi dışında demokrasi olanaksızdı.
Anglosaksonlar sadece imgelemi etkilemeyi
ve savaşın bir moda fenomeni olarak kabulünü hedeflerken, Almanlar insanları
kendilerine anlatılan hayali öykülere bizzat katılmalarını sağlayacak imkanları
araştırırlar. Bireylere bir rol oynama imkanı veren üniformaların
genelleştirilen kullanımından ve çoğunluğun görüşünü ortaya koyan –siyasal ve
sportif- devasa mizansenlerden yararlanırlar. Hiç kuşku yok ki « modern
propaganda », yani eleştiremeyeceğimiz ve yeniden sorgulayamayacağımız
inançların yayılması bu dönemde geliştirilmiştir. Siyah üniformalarla meşaleli
yürüyüşlere katılan birey, artık bizzat kendini sorgulamaksızın ve aynı zamanda
hem geçmişini hem de gelecek vizyonunu yeniden düşünmeksizin Nazi inançlarını
yeniden sorgulayamaz. Bunun dışında, Joseph Goebels Enformasyon Bakanlığında,
gazetecilerin kullanmaları gereken « dil unsurlarını » belirlediği günlük bir
brifing düzenleme geleneği oluşturur. Burada artık sadece ikna etmek değil ama
kalabalıkların göstergelerini değiştirmek de söz konusuydu. Ayrıca radyo ve
sinema gibi yeni iletişim araçlarını ilk olarak kullanan Almanlar olmuştur.
Hatta evlere televizyon ekranları kurarak, propaganda için insanları evlerine
dahi davet etmişlerdir.
Goebbels propaganda sanatını bireylere
karşı bir mücadele aracı olarak görüyordu. Entelektüel dirençleri kırmak için
yinelemenin, « kafa karıştırmanın » öneminin altını çizdi. Televizyon kullanımı
kalabalık psikolojisinden yeniden bireyselliğe geri dönüşe yol açtığı için bu
sorun daha da önem kazanıyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonunda, Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu, SSCB ve Fransa’nın yönlendirmesiyle propagandayı
yasaklayan ve çelişkili haberlere erişimi teminat altına alan bir dizi kararı
onayladı (110 [1], 381 [2] ve 819 [3] sayılı kararlar). Her bir üye ülke bu ilkeleri iç hukukuna yansıttı.
Ancak, propaganda her şeyden önce bir Devlet uygulaması olmasına rağmen, genel
olarak propagandaya karşı yürütülen soruşturmalar ancak Kamu Bakanlığı yani
Devlet tarafından açılabiliyordu. Dolayısıyla da hiçbir şey değişmemiş oldu.
Soğuk Savaş boyunca ABD ve Sovyetler
Birliği propaganda anlamında sıkı bir rekabete giriştiler. Yaygın olarak
bilinenin aksine bu ülkeler, geçmişin yeniden yazımı dışında propaganda alanına
çok yenilik getirmemişlerdir. Resmi fotoğrafları rötuşlayarak ve bunları kullanan
liderleri yok ederek şu ya da bu akımı silmişlerdir. ABD’liler ise Sovyetlere
yönelik radyo yayınlarını (Radio Free Europe) ve Müttefiklerine yönelik ise
sinemanın (Hollywood) kullanımını geliştirmişlerdir. Eş zamanlı olarak,
uygulanan devlet politikalarını sonradan haklı göstermekle yükümlü, –sözüm ona
özel ve bilimsel- kalıcı yapılar düşünce laboratuarları (« think-tanks »)
yaratarak, bu alana yenilik katmışlardır. Adlarından da anlaşılacağı gibi
bunların işlevleri, üniversite öğretim üyelerinin yapabileceği gibi araştırmak
ve önermek değil ama kelimenin Sofist anlamıyla geliştirilen uslamlamaları test
etmekti.
Daha da ilginci, üçüncü dünyada milliyetçi
isyanlarla karşı karşıya kalan ABD Ordusu, komünist isyancıların şevkini kırmak
ve yeni sömürgeci rejimleri ayakta tutmak için propaganda tekniklerinden
yararlanmıştır. Buraya kadar psikolojik savaş, düşmanları komutanlıklarına
güvenemeyeceklerine ve önlenemez bir bozgunu engellemeleri gerektiğine ikna
etmek için çaba harcıyordu. Örneğin Filipinlerde General Edward Landsale,
ormanda dehşet salan ve insanları yiyip yutan mitolojik bir dev yarattı ve bunu
sahneye koydu. Böylece ormanda saklanan direnişçilere yardım götüren halkın
gözünü korkuttu.
Uydular ve sayısal veri devrinde propaganda
Son yirmi beş yıl içerisinde üç fenomenin
bir araya gelişine tanık olduk: gösteri toplumu, uydular ve sayısal verinin
ortaya çıkışı.
1-Gösteri toplumu
Televizyon bir gösteri olduğuna göre,
propaganda öncelikle gösterişli olayların düzenlenmesini varsayar.
Örneğin Kuveyt ve Irak’ın yeniden
birleşmesini mütecaviz bir savaş (1990) olarak sunmak için, ABD Savunma
Bakanlığı, bir sözde hemşirenin gözlemlerine kulak veren bir mizansen
düzenleyen, Hill & Knowlton adlı halkla ilişkiler şirketini kullandı. Hemşire,
içerisinde bulunan 312 bebeği ölüme terk ederek Kuveytlilere ait bir doğum
hastanesinin kuvözlerini çalan Iraklı askerler gördüğünü ifade ediyordu.
1999 yılında bu alanda bir eşik daha
aşıldı: NATO, basın ajanslarının filme alması için devasa bir olay organize
eder ve ardından hemen kendi yorumunu dayatır. Üç gün içerisinde, 290 000
Arnavut asıllı Makedonya’ya göç eder. Söz konusu görüntüler UÇK’nin terörizmine
karşı Yugoslavya’nın bastırma girişiminin Müslümanların ortadan kaldırılması
planıyla özdeşleştirilmesine (Alman Savunma Bakanı Rudolf Scharping’in bir
icadı olan « at nalı » planı) ve bunun sonucunda da Kosova savaşının
meşrulaştırılmasına yol açar.
Daha da büyüğü 2001 yılında iki yolcu
uçağı, hemen sonra çöken New York’taki World Trade Center’in ikiz kulelerine
çarptıklarında yaşandı. Bu olayın yanı sıra açıklanamayan başka olaylar da
yaşandı: Başkan Yardımcısının büroları bir yangın sonucunda kül oldu,
Pentagon’da iki patlama yaşandı ve New York’ta bir üçüncü bina da çöktü. Her
türlü soru işaretini ortadan kaldırmak üzere anlatımın tutarsızlığı yönteminden
yararlanıldı, yetkililer canlı yayına atfedilebilecek çelişkilerin arkasına
sığındılar. Televizyonlar günlerce, izleyicilerin eleştirel ruhunu tüketene dek
sadece iki kuleye çarpan uçakların görüntülerini arka arkaya yayınlayıp
durdular. Şokun etkisiyle kongre sürekli olağanüstü durumu (Patriot Act)
onayladı ve birçok savaşın başlatılmasına imkan verildi.
Yönlendirme, mesajın uzun süre görülmesine
olanak tanıdığında, izleyicilerin bunu kabul etmeye davet edilmesiyle, ardından
da onların aldatıldıklarını ve aslında yalandan ibaret olan bildiklerini
izlemeye zorlandıklarını ifşa ettiğinde mükemmeliyete erişir.
Böylece 2003 yılında dünya, Saddam
Hüseyin’in bir heykelini deviren Iraklıların görüntüsüyle karşı karşıya kalır.
Başkan George W.Bush canlı yayında heykelin ayaklarına balyozla darbeler
indiren bir göstericinin kendisine Berlin Duvarının çöküşü sırasındaki
görüntüleri hatırlattığı yorumunu yapar. Bu arada geniş plan çekimde, meydanın
ABD Ordusu tarafından kuşatıldığı ve sözde göstericilerin gerçekte küçük bir
aktör grubundan ibaret olduğu görülür. Ardından ekrandaki yorumcular sanki
hiçbir şey olmamış gibi işlerini yapmaya devam ederler [4].
2-Uydular
ABD Ordusu 1989 yılında yeni haberleşme
uydularını kullanarak, Atlanta’daki bir yerel haber kanalını, dünyanın ilk
uluslararası « kesintisiz haber » kanalına dönüştürür. Zaman yokluğunun hile
yapma imkan vermediği görüntülerin gerçekliğini doğrulamak için canlı yayının
kullanılması söz konusudur. Aslında canlı yayın, görüntülerin incelenmesine ve
doğrulanmasına imkan vermez [5].
CNN, Çin’de eski Başbakan Zhao Ziyang’ın
darbe girişimini, Tienanmen Meydanında kanla bastırılan bir halk ayaklanması
gibi gösterir [6]. Polisin bir göstericiyi öldürdüğü yalanına inandırarak Çek
Cumhuriyetindeki « Kadife Devrimini » göklere çıkarır. İon İliesku’nun
Çavuşesku’ya karşı gerçekleştirdiği darbeyi meşru göstermek için, bir morgdan
alınmış kadavraları gösteri sırasında polis tarafından kurşunlanmış
göstericiler ya da işkence kurbanları olarak sunulduğu Temeşvar toplu mezarının
bulunması olarak gösterir, v.s.
Aynı ilkeden hareketle Katar Emirliği,
Müslüman Kardeşlerin sözcüsü haline getirmek üzere 2005 yılında, Arap-İsrail
söyleşi kanalı olan El Cezire’yi yeniden ele alır [7]. Bu televizyon kanalı 2011 yılında Arap baharları operasyonunda
merkezi bir rol üstlenir. Ancak izlenme oranı CNN ile aynı çizgiyi izler:
hayali özel haberlerle başlangıçta kazandığı büyük başarı, yalanları ortaya
çıkınca izleme oranının büyük bölümünü kaybetmesiyle birlikte ortadan kalkar.
Yurtdışına yönelik radyo yayını ilkesi,
CIA’nin Küba açıklarında uçurduğu bir AWACS uçağı aracılığıyla yayınladığı
Radio Marti ile geliştirildi. 2012 yılında Suriye’ye ait televizyon
kanallarının uydu hizmet sağlayıcılarından çıkarılması ve yerlerine rejimin
yıkıldığı ve yöneticilerinin yurt dışına kaçtığı yolunda yalan programlar
yayınlanması için geniş kapsamlı bir proje yürürlüğe sokuldu. Bunun için
Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın kaçışına ilişkin sahte görüntüler üretildi. Ancak,
ArabSat üzerinde NASA’nın Avustralya’daki bir üssünden yayınlanan bir başka
sinyal Suriye televizyonunkinin yerini aldığı sırada, Suriye ve Rusya’nın
tepkileri karşısında söz konusu operasyon iptal edildi [8].
3-
Sayısal veri
Aynı dönemde özellikle de bilgi işlemin ve
internetin yaygınlaşmasıyla birlikte sayısal teknolojide yaşanan gelişme,
kalabalıkların çok da fazla dağılmasına yol açmaksızın bireyin rolünün yeniden
önem kazanmasına neden olur.
CIA 2007 yılında, Kenya’da Luos’ların
yaşadığı bölgelere, Kikuyus’ların Cumhurbaşkanlığı seçiminde hile yaptıklarına
dair anonim SMS’ler gönderir. Söz konusu mesajların Luos’lar arasında hızla
yayılmasıyla birlikte çatışmalar çıkar ve binden fazla kişi ölür ve 300 000
kişi göç etmek zorunda kalır. Sonuç olarak « STK »lar arabuluculuk teklif
ederler ve Raila Odinga’nın iktidara gelmesi dayatmasında bulunurlar [9].
CIA aynı yıl cep telefonlarıyla çekilmiş
anonim görüntülerin güvenilirliğini test eder. Dar açı çekimlerinden oluşan bu
sekanslar, bağlamın görüntülenmesine imkan vermiyor ve kaynaklarının belirsiz
olması bunların nerede çekildiklerini bilmemizi engelliyor. Oysa, Myanmar’daki
« Safran Devrimi » sırasında kendilerini ateşe veren rahiplere ya da askerlerin
zulmüne dair görüntüler gerçek kabul edildi. Televizyon kanalları tarafından
yeniden yayınlanan bu görüntüler bu yolla tüm dünyaya ulaştı.
Yalan koalisyonu
Propaganda teknikleri alanında son
yıllarda gelişme yaşanmadı. Ancak bir yalan koalisyonunun oluşturulmasıyla
birlikte tahkim edilmiş oldular. Bugüne kadar her bir Devlet kendi kampanyasını
yürütürken, 2002 yılındaki Irak savaşı sırasında ABD, Birleşik Krallık ve
İsrail Savunma Bakanlıkları arasında başlayan daha sonra Katar ve Suudi
Arabistan’ın katılımıyla genişleyen bir koalisyon oluşturuldu. Bu koalisyon
önce, kitle imha silahlarının varlığına inandırmak üzere Irak’taki BM
gözlemcilerini yönlendirmeye çalıştı. Ardından bunu başaramayınca, uluslararası
medya kuruluşlarını zehirlemeye başladı [10].
2011 yılında, Trablus’un yeşil meydanına
isyancıların gelişine ilişkin görüntüler yine aynı koalisyon tarafından
Katar’daki bir açık hava stüdyosunda çekilmiştir. Önce İngiliz Sky News
televizyon kanalında yayınlanan görüntüler, daha henüz yeni başlamışken Libyalıların
savaşın bittiğine inanmasını sağlamış ve böylece NATO’nun fazla kayıp vermeden
(ancak Libya tarafında 40 000 kişi ölmüştür) kenti ele geçirmesi sağlanmıştır.
Saif el-İslam Kaddafi, önceki gün Sky tarafından çekilen sözde görüntüleri
yalanlamak için söz konusu meydana gidip kendini taraftarlarına alkışlatmak
zorunda kalmıştır.
Bu yalan koalisyonu, başlangıçta 120
Devlet ve 16 uluslararası örgütün katıldığı –tarihin tanık olduğu en geniş
koalisyon- Suriye’ye karşı yürütülen savaşta büyük gelişme kaydetmiştir.
2011 Ekiminde NATO, ülkenin kuzeyinde
Cebel el-Zaiye’de bir örnek köy örgütler. Türk Başbakanının özel kalemi
aracılığıyla Batılı gazeteciler birer birer buraya götürülürler. Gazeteciler
burada Özgür Suriye Ordusu’nun halk tarafından yoğun bir şekilde
desteklendiğine tanık olurlar. Öte yandan, bir İspanyol gazetecinin bu özgür «
Suriye » Ordusunun Komutanlarını –El Kaide’nin Libya’daki liderleri Abdülhakim
Belhac ve Mehdi el-Harati- tanımasıyla operasyona hemen son verilir [11]. Ancak bunun çok da önemi yoktur, çünkü firar eden Suriye Arap
Cumhuriyetinin eski askerlerinden oluşan geniş bir ordunun gerçekten var olduğu
görüntüsü kendini kabul ettirmiştir artık.
2012 yılında bu kez dünya, bir ay boyunca
rejim askerlerince kuşatılmış ve talan edilmiş Baba Amr’daki devrimcileri
keşfeder [12]. Oysa mahalle gerçekten kuşatma altında olmakla birlikte
bombalanmamıştır çünkü 72 Suriyeli askerin bizzat kendileri bir süpermarket
içerisinde kuşatılmışlardır. Cihatçılar daha sonra suçu Suriye Arap Ordusu’na
yüklemek üzere Hıristiyanlara ait evleri havaya uçururlar. Kalın ve kara bir duman
tabakasının görülmesi için binaların çatılarında araç lastikleri yakılır.
France24 ve El Cezire kanalları, olay yerinde bir devrim mahkemesine başkanlık
yapan « yurttaş gazetecileri » muhabir olarak ücretlendirirler. Bu mahkemenin
mahkum ettiği ve halkın önünde boğazları kesilen 150 şehidin bedenleri
ekranlarda bombardıman kurbanları olarak gösterilir [13]. Yine olay yerine gelen, Jonathan Littell adlı
Fransız-İsrail-ABD vatandaşı bir yazar « devrimin » güzel olduğuna tanıklık
eder. Son olarak « rejimin vahşetine » dair görüntüler ve bir tanıklık da
yayınlanır.
Birleşik Krallık
2013 yılında, cihatçı gruplara hizmet veren bir iletişim şirketi kurar. Bu
şirket, Cumhuriyete karşı olan kalabalık bir halkın var olduğu izlenimi verecek
şekilde, 100’e yakın grup için logolar çizer, cep telefonu aracılığıyla video görüntüleri
çeker ve broşürler hazırlar. İngiliz SAS komandolarıyla birlikte hareket eden
şirket, örneğin en önemli grup olan İslam Ordusu’na ilişkin bir mizansen
hazırlar. Suudi Arabistan, Ürdün üzerinden teslim edilen zırhlılar sağlar.
Subaylara rütbe takılması töreninde kullanılmak üzere cihatçılara İspanya’da
üretilen üniformalar dağıtılır. Bunların tümü, düzenli birlikler gibi organize
ve Suriye Arap Ordusuyla rekabet edebilecek bir ordu izlenimi vermek amacıyla
sahneye konularak filme alınır [14].
Gerçekten de ortada bir iç savaş olduğu düşüncesi dayatılmak istenirse de
görüntülerde çoğunluğu yabancı olan birkaç yüz figürandan başkası görülmez.
Thierry Meyssan
Çeviri
Osman Soysal
Osman Soysal
Voltairenet-16.05.2016
[1] « Mesures à
prendre contre la propagande en faveur d’une nouvelle guerre et contre ceux qui
y incitent », Réseau Voltaire, 3 novembre 1947.
[2] « Condamnation de
la propagande contre la paix », Réseau Voltaire, 17 novembre
1950.
[3] « Renforcement de
la paix par la suppression des obstacles au libre échange des informations et
des idées », Réseau Voltaire, 14 décembre 1954.
[4] « La chute de
statue de Saddam Hussein », par Jean-Sébastien Farez, Réseau
Voltaire, 15 avril 2003.
[5] « L’effet CNN
», par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 19 mai 2003.
[6] “Tienanmen 20
anni dopo”, Domenico Losurdo, Rete Voltaire, 9 giugno 2009.
[7] « Wadah Khanfar,
Al-Jazeera et le triomphe de la propagande télévisuelle », par
Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 23 septembre 2011.
[8] « L’OTAN prépare
une vaste opération d’intoxication », par Thierry Meyssan, Komsomolskaïa
Pravda (Russie), Réseau Voltaire, 10 juin 2012.
[9] « Le dessous du
prix Nobel de la paix 2009 », par Thierry Meyssan, Réseau
Voltaire, 13 octobre 2009.
[10] « Un réseau
militaire d’intoxication », Réseau Voltaire, 8 décembre 2003.
[11] «Islamistas
libios se desplazan a Siria para "ayudar" a la revolución»,
Daniel Iriarte, ABC (España), Red Voltaire , 19 de diciembre de
2011.
[12] « Les
journalistes-combattants de Baba Amr », par Thierry Meyssan, Réseau
Voltaire, 3 mars 2012.
[13] “The Burial
Brigade of Homs: An Executioner for Syria’s Rebels Tells His Story”,
Ulrike Putz, Der Spiegel, March 29th, 2012.
[14] “Birleşik Krallık
cihatçıları nasıl sahneye koyuyor”, Voltaire İletişim Ağı ,
15 Mayıs 2016.