Geriye doğru bakıldığında 28 Şubat, Cumhuriyet ilkelerine bağlı devlet bürokrasisinin irticaya karşı son bir refleksi olarak görülüyor. İslam’ın ulusalcı türünü ve kalkınmacı “millî ekonomi”yi savunduğu için Erbakan’ın gitmesini isteyen dış güçler 28 Şubat’a örtülü destek verdiler. Ayrıca Erbakan D-8 girişimiyle emperyalist tahakkümden bağımsız bir iktisadi alan yaratmaya çalışarak, Türkiye, Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya, Pakistan’dan oluşan bir tür “ortak pazar” kurmaya çalışıyordu. Girişimin altı ilkeyi simgeleyen altı yıldızlı bir de bayrağı vardı; sloganları ve ilkeleriyle uluslararası alanda “sömürü değil, adil düzen” istiyordu.
Emperyalizmin bu “milli şeriat” hareketinin içinde teşhis ettiği modern görünümlü “işbirlikçi şeriat” hareketini gayet ince yöntemlerle nasıl örgütleyip iktidara yerleştirdiğini biliyoruz. AKP iktidara gelmeden beş yıl önce CIA’nın yan kuruluşu Rand Corporation ABD’nin Tayyip Erdoğan’ı Başbakan, Abdullah Gül’ü Dışişleri Bakanı yapacağını neredeyse ilan etmiş, 20 Ekim 1996 tarihli Aydınlık gazetesi bu haberi kapaktan duyurduğunda kimse inanmamıştı.
Özetle, Amerikan emperyalizmi 28 Şubat’ta TSK’nın “laiklik hassasiyeti”ni kullanarak Türk şeriatçılarına takla attırdı. “Millî görüş” düşüncesinden sıyrılarak dört ayak üstüne düşen işbirlikçi şeriatçıların ağzından “adil düzen”, “tahakküm”, “milli ekonomi” gibi sözler bir daha hiç duyulmadı. Müslüman ortak pazarı gibi görüşleri terk ederek “yeşil kuşak” projesiyle bütünleştiler; Osmanlı’nın eski imperium’unda, yani hâkimiyet alanında, emperyalizmin Sünni taşeronluğuna soyundular. Elinde mikrofon, “Ben BOP’un eş başkanıyım; bu görevi yapıyoruz biz” diye dolaşan bir Erbakan düşünülebilir misiniz?
28 Şubat’a dışarıdan yol verdiler, ama sınırlı tuttular; daha doğrusu “1000 yıl sürmesi”ne izin vermediler. Yoksa hareket kendi yolunda ilerliyordu. Belki de dış güçler hareketin sisteme ters düşmeye başladığını “yeşil sermaye” şirketlerinin listeleri basında yer aldığında fark ettiler. “Batı Çalışma Grubu” gibi işlevsiz bir yapılanmayla olay sulandırıldı ve sahneden çekildi.
Bununla birlikte, 28 Şubat’ın programı bugün de güncelliğini korumaktadır. Laiklikle ilgili yasaların uygulanması istenmiştir; 8 yıllık kesintisiz eğitim ve “tevhidi tedrisat” kanunu uygulanacaktır; tarikatlar kapatılacaktır ve tarikatlara bağlı okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilecektir; “kıyafet kanunu”na uyulacaktır vs.
O sırada Cumhurbaşkanı olan Demirel’in ince diplomasisini, ama en önemlisi kendi içlerindeki Amerikan ajanlarının baskısını aşamadılar herhalde. 28 Şubat hareketi başarısızlığa uğradı. Ortaya çıkan sonuç amaçlananın tam tersi oldu.
İnsan geçmişe baktığında hayretler içinde kalıyor. Mesela o sırada Fethullah Hocaefendi Hazretleri, Yalçın Doğan’a verdiği röportajda, “kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar” vs diyerek askerleri övüyordu.
Engels, “tabanca kılıcı daima yener” demiş, tarihte zorun bir irade işi olmadığını söylemiştir. Zor kullanmanın önkoşulları iradeden önce gelir. Yarım devrim olmaz; maddi koşullardan kaynaklanmayan ve o koşulları dönüştürmeyi amaçlamayan hiçbir devrimin başarı şansı yoktur. Özetle, zor kullanacaksanız sistemi anlayacaksınız, koşulları hazırlayacaksınız, siyasi programınızı kararlılıkla uygularken dış etkilere kapalı olacaksınız, ateş edemeyecekseniz silah çekmeyeceksiniz. Aksi halde eyleminiz sadece karşı çıktığınız kuvvetleri güçlendirir.
Zâtı Şahane’nin sadrazamı azletmesi olayını Kılıçdaroğlu 28 Şubat’a benzettiği için aklıma geldi bütün bunlar. ODA tv’nin haberine göre, Sare Davutoğlu azledilen sadrazamın sabaha kadar göz yaşı döktüğünü söylemiş. Ne kadar acıklı! Adam onca oy almış, icraat yapmış, lâkin kadrini kıymetini bilememişler. Ana muhalefet öyle diyor. Üstelik bu durum “demokrasi”ye de aykırıymış.
Topunuzun demokrasisini sevsinler!
Yavuz ALOGAN
Aydınlık / 10.05.2016