“Ergenekon Tezgahı”nın başlangıcı, genellikle, Ümraniye’deki
bir gecekonduya yapılan baskının gerçekleştiği tarih olan 12 Haziran 2007
olarak kabul edilir. Ancak, bana göre aslında operasyon 17 Mayıs 2006 tarihinde
Danıştay 2.Dairesi’ne yapılan silahlı saldırı ile başlamıştır. Tam o tarihlerde
de, nasıl bir tesadüfdür ki, 2007 yılında, “Taraf” adlı “mevkute” yayın
hayatına atılıyor, Ahmet Hüsrev Altan yönetiminde ve CIA bağlantılı Chris MASON’ın
eşi Yasemin ÇONGAR’ın desteğiyle “Ergenekon Kumpası”na, yayınladığı düzmece
belgelerle en büyük desteği veriyordu. O günlerde de, “bizim sazanlar” okudukları
“Radikal”den “”Taraf”a geçiş yapıyor (şimdilerde Cumhuriyet, Birgün
okumaktalar), bu adamların yazılarını “kendilerinden geçercesine”
özümsüyorlardı. O günlerde, yine iktidarda olan AKP’ye bugünkü kadar muhalif
değildiler! Ve hatta, AKP’nin “demokratik bir açılım” içinde olduğunu
düşünüyorlar ve alkışlıyorlardı. Yine nasıl bir tesadüfdür ki, Ergenekon
sürecinin tavsadığı 2012 yılında, “Ahmet Altan” ve “Yasemin Çongar” isimli “işbirlikçiler”
görevlerini yapmış olmanın “huzuru” içinde Taraf’tan birlikte ayrılıyorlardı..
İşte o
süreçte, Türkan Hoca’nın göz altına alındığı tarihten birkaç gün sonra, 21
Nisan 2009 tarihinde, şimdilerde hiç utanıp sıkılmadan ortalarda dolaşan
(Cumhuriyet’e bile gayet rahat bir şekilde röportaj verip, hala “Ergenekon”
herzeleri yumurtlayan) Ahmet Hüsrev Altan, Türkan Hoca’nın göz altına
alınmasıyla ilgili aşağıda okuyacağınız yazıyı kaleme alıyor, “Ergenekon”u “direk”, Türkan Hocayı
da bir “kıymık” olarak değerlendiriyordu. Kendi ifadesiyle “vatanı bir kadın
memesine satabilecek” olan ve aslında "sadece kendini seven" bu zalim adamdan da başka bir şey beklenemezdi zaten…
Türkan
Hoca, bu toplumun gönlünde kalıcı yerini almıştır ve yıllar boyu bu topluma
verdiği hizmetlerle anımsanacaktır; lakin, sen içindeki “direkle” ölünceye
kadar nasıl oturup kalkacaksın bilemiyorum!
Direk ve kıymık
Bu
da bir yetenek.
Bir direğin üstündeki kıymığın, o direkten daha büyük ve daha önemli olduğunu söyleyebilmek ve taraftar bulmak öyle kolay bir iş değil.
Bunun
için onları kutlamalıyız önce.
Şimdi
ortada adına “Ergenekon” denilen kocaman bir direk var.
Bir de bu direğin üstündeki kıymıklar.
Türkan Saylan’ın görüntüsü bir kıymıktı.
İşin
özü değil, görüntüsüydü insanın gözüne batan.
Cüzam konusunda büyük mücadeleler vermiş hasta bir kadının evinin aranması, görüntüsüyle insanı huzursuz ediyordu.
Böyle bir şey olmasın istiyordunuz.
Ama özüne baktığınızda, “hukuksuz” bir iş olmadığını görüyordunuz.
Saylan’ın yönetimindeki kuruluş, çocukları fişliyor, üstelik darbeci kuruluşlarla da ciddi ilişkileri bulunuyor.
Öyle bir yer ve o yerin yöneticisinin evi aranır.
Ama “görüntü” insanın içini sızlatıyor, sızlatmaması da mümkün değil.
Değil de, hayat da sadece “görüntü” değil, o görüntünün bir de arka planına bakmalı.
Orada bir haksızlığa ve hukuksuzluğa rastlamıyorsunuz.
Tijen
Mergen meselesi biraz daha farklı.
Türkan Hanım’ın Ergenekoncularla şöyle ya da böyle bir ilişkisi olduğu biliniyor, Mergen’in böyle bir ilişkisinin işaretleri ise ortada yok.
Mergen’in gözaltına alınması keyfî bir davranış izlenimi yaratıyor.
Sebep ne olursa olsun, kimse kimseyi “canı istediği” diye, bir belgeye, bir kanıta dayanmadan gözaltına alamaz.
Böyle bir uygulama sonuna kadar eleştirilmeli.
Polis ya da savcı Mergen’in gözaltına alınma nedeni olarak ortaya bir belge koyana kadar da bunu eleştirme hakkını herkes kullanır, kullanmalı.
Ama bu iki olay, “direğin” üstündeki kıymıklar.
Ve, bir haftadan beri medya bizi “kıymığın” direkten önemli olduğuna inandırmaya çalışıyor.
Kıymıkları
temizlemeli, onların insanın vicdanına batmasını engellemeliyiz.
Ama direği de unutmamalıyız.
O direk, darbe girişimlerinden, cinayetlerden, suikastlardan, cephaneliklerden, toplumun içine yayılan gizli örgütlerden, planlardan, çetelerden, fişlemelerden oluşuyor.
Bir ucu Ergenekon’un içine giren JİTEM’in Güneydoğu’da işlediği cinayetler, ölüm kuyularına attığı kurbanlar duruyor önümüzde.
Kıymıklardan şikâyet ederken bu “cinayetleri” unutacak mıyız?
Yok mu sayacağız?
Bir “şeriatçı” eylemi olarak sunulan, gazetelerin çarşaf çarşaf yazılarla “irticanın ayak sesleri” olduğunu iddia ettiği Danıştay Cinayeti dün Ergenekon davasına dahil edildi.
“Allah’ın
askeriyim” diye bağırdığı söylenen katilin Ergenekon’un tetikçisi olduğuna kani
olan mahkeme, dosyayı Ergenekon davasına ekledi.
Direk bu işte.
Bir Danıştay yargıcını öldürtüp, suçu “şeriatçıların” üstüne atmak, görmemiz gereken direk.
Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalarla, Ergenekon cephaneliğinden çıkan bombaların aynı kafile numaralarına sahip olması, toplumun canevine kadar giren direk.
Devletin içinde bir başka “devlet” örgütlenmiş.
Cinayetler işlemiş.
Adamlar öldürmüş.
Kendine devletin içinden ve toplumun her kesiminden yandaşlar bulmuş.
Önemli bir kısmı hâlâ dışarıda ve bu davayı önleyebilmek için elinden gelen her şeyi yapıyor.
Medyanın önemli bir kısmı da onlara yardım edebilmek için kendini parçalıyor.
Gerçeği, o koca “direği” saklamaya uğraşıyorlar.
Danıştay cinayeti, “Ergenekon davasının” bir parçası olarak yeniden yargının önüne çıkacak.
İlişkiler bir daha gözden geçirilecek.
Bakalım görelim şimdi, Danıştay yargıcının Ergenekon tarafından öldürülmüş olma ihtimali, medyayı direğin üstündeki “kıymıklar” kadar ilgilendirecek mi...
Yoksa “Danıştay cinayeti” diye fısıldayıp, “Türkan Hanım” diye bağıracaklar mı?
Sonsuz, sınırsız, arsız bir kurnazlıkla davranıyorlar.
Bütün bu darbe girişimlerini, cinayetleri, örgütleri, ölüm kuyularını sadece “AKP’ye muhalefet” diye sunabilmek için insanın gerçekten ar damarının çatlamış olması gerekiyor.
Cinayete, “muhalefet” mi diyorsunuz siz?
Kürtleri öldürüp kuyulara atmak “muhalefet” mi?
Her yere cephanelikler gömmek “muhalefet” mi?
Karargâh Evleri kurmak “muhalefet” mi?
Bombalar atmak “muhalefet” mi?
Bir siyasi partiye siyasetle “muhalefet” edilir, cinayetle değil.
Bir siyasi partiye siyasetle “muhalefet” edilir, darbeyle değil.
Türkiye, darbelerden, cinayetlerden kurtulmak zorunda, kurtulacak da.
Ortada “direk” gibi cinayetler duruyor.
Elimize
batan “kıymıkları” temizlemeliyiz, bunlara karşı çıkmalıyız ama kıymığın
direkten büyük olmadığını da bilmeliyiz.
Kıymık elimize batıyor ama “direk” öldürüyor.
O tabutlar, öldürülmüş insanların o kemikleri sizi Türkan Hanım’ın “kırmızı mendili” kadar ilgilendirmiyorsa, bu, sizin vicdanınızın o mendil kadar olmasındandır.
Ahmet Hüsrev ALTAN / Taraf / 21 Nisan 2009 Salı