30 Kasım 2015 Pazartesi

Ortadoğu Uzmanı Fransız Thierry Meyssan'dan Önemli Bir Makale Daha: FRANSA'NIN UYGULADIĞI POLİTİKA DA TÜRKİYE'DEN ÇOK FARKLI DEĞİL !


Fransa Cumhuriyeti rehin alındı

Geçtiğimiz beş yıl boyunca Fransız halkı ‘uzak’taki savaşlar hakkında haberler duyuyordu ama ne olup bittiği konusunda hiçbir fikri yoktu. Basın, ordunun Libya’da giriştiği harekat konusunda vatandaşları bilgilendirdi ama Fransız askerlerinin Levant’ta (Doğu Akdeniz) üstlendiği görevleri hiçbir zaman sayfalarına taşımadı. Bu konuda yazdığım makaleler geniş bir okuyucu kitlesi buldu ama genellikle ‘oryantal’ bir sapma olarak algılandı. Kişisel tarihime rağmen beni bir ‘aşırılıkçı’ ya da ‘komplo teorisyeni’ olarak değerlendirmek oldukça kabul edilebilir bir saptamadır. Makalelerim politik spektrumun çok farklı alanlarında yer alan, gerçekten ‘aşırı’ uçta ve komplocu olan internet siteleri tarafından tekrar yayınlandı. Buna rağmen ne kimse yazdıklarımla ilgili bir şeyi tartışma konusu yaptı ne de Fransız hükümetinin kurduğu ittifaklar konusunda dile getirdiğim uyarıları ciddiye aldı.

Ve şimdi, aldırış edilmeyen gerçekler birdenbire su yüzüne çıktı.

Fransa, 13 Kasım 2015’te, Paris’in beş farklı bölgesinde en az 130 kişiyi katleden çok sayıda militanın saldırısına uğradı. Belki daha sonra parlemento kararıyla uzatılacak olan, 12 gün için, ülke çapında Olağanüstü Hal ilan edildi.

Charlie Hebdo olayıyla doğrudan hiçbir bağlantı yok

Fransız basını bu saldırıları, operasyonel tipi tamamen farklı olan Charlie Hebdo olayıyla bağlantı kurarak açıklamaya girişti. Ocak’taki saldırı önceden saptanmış kişileri öldürmek için tasarlanmıştı; oysa bu yeni saldırı rastgele seçilmiş, olabildiğince çok sayıda insanı öldürmek için koordine olmuştu.

Bugün biliyoruz ki Ocak ayındaki saldırının hemen öncesinde Charlie Hebdo’nun genel yayın yönetmeni, ‘anti-İslam’ kampanyasına [1] devam etmesi için Yakın Doğu’dan 20 bin Euro’luk bir ‘hediye’ almıştı; katillerin Fransız haberalma teşkilatıyla bağlantıları vardı [2]; kullanılan silahların kaynağı Resmi Gizlilik Yasası tarafından örtüldü [3]; Bu saldırının İslamcı bir operasyon olmadığını [4] ve bir devlet tarafından hemen üstlenildiğini [5] ve bu üstlenmenin Cumhuriyet’e düşman topluluklar [6] arasında yankıları olduğunu daha önce ortaya koymuştum – Birkaç ay sonrasında demograf Emmanuel Todd tarafından çok akıllıca geliştirilmiş bir fikir [7].

Paris’e kadar yayılan savaş Batı Avrupa için bir şok oldu. Bu yeni saldırı, 2004 yılında Madrid’de gerçekleşen saldırılarla kıyaslanamaz. İspanya’da ateş edenler, ‘kamikazeler’ yoktu. Dört farklı noktaya yerleştirilmiş 10 tane bomba vardı. [8] Fransa’da şu anda patlayan ‘korku’ ise, daha geniş bir Ortadoğu halklarının günlük birikiminden oluşmuştur ve benzer olaylar, 2008 yılında 3 gün süren Bombay saldırılıarı gibi, farklı yerlerde bulunabilir. [9]

13 Kasım saldırganları Müslüman olmalarına ve yoldan geçenleri öldürürken “Allahu Ekber” diye bağırmalarına rağmen, daha önceki olayların İslamla ya da ‘medeniyetler çatışması’yla bir bağlantısı yoktur. Bu militanlar, kurbanlarının Müslüman olup olmadığını sorgulamadan, rastgele öldürme emri almışlardır.

Yine benzer biçimde, bir tür etkisi mutlaka olmasına rağmen, IŞİD’in Fransa’ya karşı iddia ettiği ‘saldırı nedenini’ işin gerçeği olarak kabul etmek saçmalık olacaktır. Gerçekten de bu terörist organizasyon bir intikam almak istiyorsa, saldırması gereken yer Moskova olmalıydı.

Fransa en azından 2011 yılından beri terörist bir devlettir

Bu tür olayların açıklanması her zaman belirsiz kalacaktır. Çünkü devlet-olmayan bu grupların arkasında her zaman, bu olaylara sponsorluk yapan devletler vardır. 1970’lerde kendisini ‘Filistin davası ve devrimi’ ile özdeşleştiren Venezüellalı Ramirez Sanchez, ‘Çakal’ olarak da bilinir, SSCB’nin örtük desteğini almıştır. Çakal örneği 1980’lerde Libya, Suriye ve İsrail için terör saldırıları gerçekleştiren -‘Abu Nidal’ olarak bilinen- Sabri al Banna tarafından tekrar hayata geçirilmiştir. Bugün ise çok sayıda devletin desteğini alan bulutumsu bir terör ağı vardır.

Devletler bir ilke olarak, terörist gruplara verdikleri desteği reddederler. Buna rağmen Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius Aralık 2012’de Marakeş’te yapılan ‘Suriye’nin Dostları’ toplantısında El Kaide’nin Suriye şubesi Nusra için “iyi iş çıkardılar” demekten geri durmamıştır. [10]

Konumu nedeniyle, BM tarafından ‘terörist örgüt’ olarak listelenen bir grubu desteklediği için mahkemeye çıkarılma riski olmayan Mr. Fabius, bu beyanıyla ülkesini terörizmin kazanına atarak Fransız halkı için büyük bir risk yaratmıştır.

Gerçekte Fransa, en azından 2011 yılından beri El Kaide’yi desteklemektedir. O sıralar İngiltere ve ABD, ‘Arap Baharı’ olarak bilinen ABD projesi için yan yana gelmişlerdi. Bu operasyonun amacı bütün seküler Arap rejimlerini devirerek, bu ülkelerdeki iktidarları Müslüman Kardeşler tarafından idare edilen diktatörlüklere teslim etmekti. Londra ve Paris bu operasyonu Tunus ve Mısır’da devam eden ayaklanmalar sırasında tanımış olmalarına rağmen, daha önceden Libya ve Suriye’de rejim değişikliği için suç ortaklığı yapmışlardı. [11] Libya’da, İtalyan Özel Güçlerinin desteğiyle Bingazi katliamlarını gerçekleştirmiş ve sonra da El Kaide’nin yardımıyla cephanelikleri ele geçirmişlerdi. Ağustos 2011’de, NATO’nun saldırısı altındaki başkentte, Khamis El-Kaddafi’nin koruması altında kaldığım Hotel Rixos’un ‘Allahu Ekber’ haykırışlarıyla bir El Kaide birimi tarafından kuşatıldığına tanıklık edebilecek durumdayım. Bu grubun adı Trablusgarp Birliği’ydi ve Mehdi el-Harati komutası altında, Fransız subaylar tarafından idare ediliyordu. Aynı Mehdi el-Harati, komutanı Abdelhakim Belhaç’la birlikte ‘Özgür Suriye Ordusu’ adı verilen, gerçekte ise El Kaide’nin bir kolu olan ve Fransız Sömürge bayrağı altında savaşan grubun kurulmasında da hazırdı.

Suriye’de, insanlığa karşı korkunç suçlar işleyen silahlı grupları sevk ve idare eden Fransız subaylarının varlığı ise birçok kez tanıtlanmıştır.

Daha sonra ise, Fransa çok daha karmaşık ve tehlikeli bir oyun oynamaya başladı. Ocak 2013’te yani Dışişleri Bakanı’nın El Kaide’ye verdiği desteği açıladığı konuşmasından bir ay sonra, aynı El Kaide’ye karşı Mali’de bir operasyon başlattı. Bu operasyon Suriye’ye sızmış olan ajanlarına karşı ilk tepkiyi ortaya çıkardı.

Tabii ki siz bunların hiçbirini bilmiyorsunuz, çünkü Fransız demokrasisinin birçok kurumu olmasına rağmen, Fransa’nın Arap dünyasında yürüttüğü politikalar hiçbir zaman kamuya açık bir biçimde tartışılmadı. Anayasanın 35. maddesini ihlal edilerek girilen Libya ve Suriye savaşları parlamentoda yapılan birkaç saatlik bir yüzeysel tartışma sonrasında oylama bile yapılmadan gerçekleştirildi. Fransız vekiller, açık ki, başkanın kişisel alanı olarak gördükleri ve günlük hayatta bir önemi olmadığını düşündükleri dış politika konusunda, hükümeti denetlemek için sahip oldukları anayasal haklarından vazgeçtiler. Oysa, şimdi herkesin görebildiği gibi, 1789’un İnsan ve Vatandaşlık Hakları’nın dört temel maddesinden biri olan ‘barış ve güvenlik’ (Madde:2) tamamıyla dış politikaya dayanır. Daha beterleri de var.

2014’ün ilk günlerinde, liberal ABD’li şahinler Irak-Şam İslam Emirliği’ni şimdiki Daeş’e dönüştürmeye çalışırlarken, Fransa ve Türkiye İslam Emirliğiyle savaşabilmesi için El Kaide’ye silah ve cephane gönderdi; 14 Temmuz 2014’te [12] Güvenlik Konseyi’ne verilen bir belgeyle sabittir. Ancak daha sonra Fransa bu gizli operasyona dahil oldu ve uluslararası anti-IŞİD koalisyonuna katıldı. Herkesin bildiği gibi bu koalisyon adının tam tersini yaptı ve Daeş’i bombalamak yerine bir yıl boyunca Daeş’e silah sevkiyatı yaptı [13]. İran’la 5+1 anlaşmasından durum daha da evrim geçirdi. ABD terör örgütüne sırtını çevirdi ve IŞİD’i Haseke’ye doğru geri püskürttü [14]. Fransa ise IŞİD’le Ekim 2015’te, yani sadece bir ay önce savaşmaya başladı. Savaşma nedeni katliamların durdurulması değil, IŞİD’in Suriye ve Irak’ta hüküm sürdüğü toprakların bir kısmını işgal etmek ve Kürt nüfus büyük çoğunlukta azınlıkta kalacak olmasına rağmen, ‘Kürdistan’ adı verilen yeni bir sömürge devlet kurmaktı. [15]

Bu perspektifle Fransa Marksist-Leninist YPG’yi, eski müttefiği IŞİD’e karşı verdiği savaşta desteklemek için uçak gemisini gönderdi; henüz bölgeye ulaşmadı. Ancak amaç bir sömürge devleti kurmaksa bu politik referansın anlamı ne?

IŞİD’i kim yönlendiriyor?

IŞİD suni bir yaratımdır. Sayısız devlet ve çokuluslu gücün kullandığı politik bir araçtan başka bir şey değildir.

Ana finans kaynağı petrol, Afgan uyuşturucuları -Fransa henüz bunun kendisinde yapacağı etkileri anlamamıştır- ve tarihi eser kaçakçılığıdır. Çalıntı petrolün Batı Avrupa’ya satılmadan önce serbestçe Türkiye’den geçtiğini ise artık herkes bilmektedir. Çalınmış petrolün miktarı göz önüne alındığında Türkiye’nin IŞİD’e verdiği destek konusunda kimsenin şüphesi kalmamıştır. [16]

Üç hafta önce, Suriye Arap Ordusunun bir sözcüsü Türkiye, Suudi Arabistan ve BAE tarafından düzenlenen 3 uçak seferiyle IŞİD savaşçılarının Suriye’den Yemen’e sevk edildiğini açıkladı. Bu üç ülkeyle IŞİD arasındaki ilişkilerin BM Güvenlik Konseyi’nin kalıcı kararlarının yok sayılması anlamına geldiğinden kimsenin kuşkusu yoktur.

Haziran 2012’deki ilk Cenevre Konferansı sonrasında, ABD devlet aygıtı içindeki bir fraksiyonun Beyaz Saray’ın hilafına kendi politikalarını yürüttüğünü detaylı bir biçimde açıklamıştım. Bu komplo ilk önce, 2007’de IŞİD’in kurucu ortağı olan, Obama’nın tekrar başkan seçilmesinden bir gün sonra kelepçe takılarak yönetimden alınan CIA başkanı David Petraeus tarafından yönetiliyordu [17]. Daha sonra sıra, başkanlık değişimi sürecinde ‘talihsiz bir kaza’ nedeniyle görevi devralmasını önlenen (Libya Konsolosunun cihatçılar tarafından öldürülmesi) Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a gelecekti. Sonuç olarak çatışma UNO’daki ofisinden görevi yürüten büyükelçi Jeffrey Feltman ve sahte anti-IŞİD kolisyonu başkanı General John Allen’la devam etti. İran’la yapılan 5+1 anlaşmasına daim muhalif olan ve Suriye Arap Cumhuriyeti’ne saldırmak konusunda kararlı olan ABD derin devleti içindeki bu grup, Obama yönetimi içindeki üyelerini de korudu. Her şey bir yana, bu grup, devletten daha büyük finansal olanaklara sahipti ve kendi operasyonlarını yürüten çokuluslu şirketlerin desteğini arkasına almıştı. Kısacası Obama’ya ihtiyaçları yoktu. Örnek vermek gerekirse, Exxon Mobile petrol şirketi (Katar’ın gerçek sahibi), KKR Yatırım fonu ve Academi özel ordu (eski Blackwater).

Böylece Fransa, sözkonusu çokuluslu şirketler için çalışan lejyoner bir devlete dönüştü.

Fransa, şantaj nesnesi

1 Kasım 2015’te Fransa Başbakanı Manuel Walls Fransa’nın terörizem karşı savaşa girdiğini açıkladı [18].

12 Kasım’da -İçişleri Bakanlığı’na bağlı- Suç ve Yasal Karşılık için Ulusal Gözlem Komitesi işsizlikten sonra Fransa halkını en çok kaygılandıran şeyin terörizm olduğunu açıkladı [19].

13 Kasım sabahında İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve, silah trafiğini önlemek için 20 maddelik bir plan açıkladı [20].

Belli ki hükümet daha fazla saldırı bekliyor ve Fransa kendisine saldıran örgütle görüşmeler yapıyor. Fransa gereklerini yerine getirmeyeceği bağlantılara girdi ve çok açık ki ihanet ettiği terörist liderlerin şantajıyla karşı karşıya.

Saldırı sabahı hastane acil servisleri terörist saldırılara karşı bir tatbikat yapıyordu [21]. Aynı rastlantı 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e, 11 Mart 2004’te Madrid’e ve 7 Temmuz 2005’te Londra’ya yapılan saldırılar sırasında da gerçekleşmişti.

Geçici sonuç

Takip eden Fransız hükümetleri değerleri Cumhuriyet’le bağdaşmayan devletlerle ittifaklar kurdular. Fransız halkı adına gizli savaşlara dahil oldular ve sonra geri çekildiler. Başkan Hollande, Genelkurmay Başkanı General Benoit Puga, Dışişleri Bakanı Laurent Fabius ve Fabius’tan sonra bakanlık koltuğuna oturan Alain Juppe şimdi şantaj kurbanıdır. Ülkeyi içine sürükledikleri karmaşa ortalığa dökülmeden bu şantajdan, ortalığa dökülürse de yargılanmaktan kurtulamazlar.

28 Eylül’de Rusya Devlet Başkanı Putin BM’deki kürsüden ABD’ye ve Fransa’ya seslendi; “Bu durumdan sorumlu olanlara sormak istiyorum. En azından ne yaptığınızın farkında mısınız?” Korkarım ki bu soru yanıtsız kalacak, çünkü bu insanlar abartılmış özgüvene, her durumda kendi sıra dışı doğalarına ve dokunulmazlıklarına dayanan kararlarını hiçbir zaman kamuoyuna açıklamadılar [22]. Ne Fransa ne de ABD Putin’i dinledi, şimdi ise çok geç.


voltairenet.com
25.11.2015

[1] «Charlie Hebdo : les révélations de la dernière compagne de Charb», Thibault Raisse, Le Parisien, 18 octobre 2015.
[3] « Les armes de Charlie-Hebdo couvertes par le Secret-Défense », Réseau Voltaire, 17 septembre 2015.
[4] « Qui a commandité l’attentat contre Charlie Hebdo ? », par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 7 janvier 2015.
[5] « Charlie Hebdo a bon dos », par Thierry Meyssan, Réseau Voltaire, 12 janvier 2015.
[6] « De quoi ont peur les politiques et les journalistes français ? », par Réseau Voltaire, 25 janvier 2015.
[7] Qui est Charlie ? : Sociologie d’une crise religieuse, Emmanuel Todd, Seuil,‎ 5 mai 2015, 252 p.
[8] « 11 mars 2004 à Madrid : était-ce vraiment un attentat islamiste ? », « Attentats de Madrid : l’hypothèse atlantiste », par Mathieu Miquel, Réseau Voltaire, 11 octobre et 6 novembre 2009.
[9] The Siege, Adrian Levy & Cathy Scott-Clark, Penguin, 2013.
[10] « Pression militaire et succès diplomatique pour les rebelles syriens », par Isabelle Maudraud, Le Monde, 13 décembre 2012.
[11] Voir le témoignage de l’ancien président du Conseil constitutionnel Roland Dumas sur LCP.
[12] Lire l’intervention du représentant syrien « Résolution 2165 et débats (aide humanitaire en Syrie) », Réseau Voltaire, 14 juillet 2014.
[13] Ce point est ignoré de la presse occidentale, mais a été largement discuté un an durant par la presse arabe et perse. La vérité a éclaté au grand jour lorsque cinquante analystes du CentCom ont dénoncé les mensonges des rapports sur la Coalition, qu’une enquête interne a été déclenchée et que, finalement, le général John Allen a été contraint à la démission. Voir notamment : « Stewart, Brennan et Cardillo dénoncent les manipulations du Renseignement au Pentagone » et « Le général Allen présente sa démission (Bloomberg) », Réseau Voltaire, 12 et 23 septembre 2015.
[16] Pour en savoir plus : « Le rôle de la famille Erdoğan au sein de Daesh », Réseau Voltaire, 26 juillet 2015.
[17] Daesh a été initialement constitué en Irak dans le cadre d’un plan visant à mettre fin à la Résistance à l’occupation états-unienne. Pour ce faire, les USA ont créé des milices anti-chiites —dont l’Émirat islamique en Irak, futur « Daesh »—, puis des milices anti-sunnites. En définitive, les deux groupes de population ont oublié l’armée d’occupation et se sont battus entre eux.
[18] «Valls: la France engagée contre le terrorisme», AFP et Le Figaro, 11 novembre 2015.
[19] «La grande peur du terrorisme», Timothée Boutry, Le Parisien-Aujourd’hui en France, 13 novembre 2015.
[21] Cf. Intervention du Dr Patrice Pelloux, président de l’Association des médecins urgentistes de France, sur France Info à 10h26 et au journal du soir de France2, le 14 novembre 2015. «Comment le Samu s’est préparé aux attentats simultanés de Paris», Kira Mitrofanoff, Challenges, 15 novembre 2015.
[22] « Discours de Vladimir Poutine à la 70ème Assemblée générale de l’Onu », par Vladimir Poutine, Réseau Voltaire, 28 septembre 2015.

29 Kasım 2015 Pazar

FIRSAT VERECEK MİYİZ?

“İrticai faaliyetlerin odağı” olan ilk parti 1970’te kurulan Milli Nizam Partisi’dir. Çok partili hayata geçtiğimiz 1945’ten bu yana sağcı parti ve akımların içinde gizlenen anti-Kemalist, şeriatçı akım ilk kez bu partiyle birlikte siyaset sahnesine kendi kimliğiyle çıktı.

Fakat Erbakan’ın başında olduğu bu akım şimdikilerden farklı olarak işbirlikçi değil, “millî” bir yapıya sahipti. Mesela montaj sanayiine, IMF gibi kurumlara, II. Savaş sonrasının yeni-sömürgecilik yöntemlerine kesinlikle karşıydı. Millî sermayeden yanaydı. Fakat bu millî yapı, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine de karşıydı, ulusalcı değil ümmetçiydi. Onlarınki, sözlük anlamına uygun, “din ve millete ait” olma anlamında “millî” idi.

Tarihsel olarak bunların iki özelliği olmuştur. Birincisi, Ortadoğu’daki Sünnileri birleştiren bir tür emperyal sistemin lideri olmak istemişlerdir; ikincisi, Kemalist devrimleri “batı taklitçisi” olarak görmüşler ve bunların toplumdaki köklerini kemirip yok etmek için ellerinden geleni yapmışlardır.

Başka deyişle, bunların “milli” olmaktan anladıkları, “ulusal” olmak değil “dini” olmak, “ulus” değil “ümmet” olmak, Medeni Kanun’dan tutun da klasik müzik ve edebiyata kadar Batı’dan gelen her şeyi yok etmektir. Savundukları eşitlik anlayışı Aydınlanmacı, anayasal bir yurttaşlar eşitliği değil, Allah’ın huzurunda kulların eşitliğidir. Bu yüzden “yaratılanı yaratandan ötürü severler.”

ANASIR-I İSLAM

On üç yıl iktidarda kaldılar, oy oranları % 50’lerde dolaştı, özelleştirmedikleri bir şey kalmadı. En önemlisi, eğitim sistemini laisizmden arındırmayı başardılar. Yetiştirdikleri “kindar ve dindar nesil” on yıl sonra ülkenin her yerinde yönetime talip olacak. Şubat 2013’te RTE, Mustafa Kemal’in devrimlerden önce Musul meselesiyle ilgili sözlerini bağlamından kopararak, Meclis Kürsüsü’nden “Bizim temelimiz anasır-ı İslamdır” dedi. Buna göre bizim temelimiz devrimlerle oluşan ulusal toplum değil, İslam unsurlarıdır; yani bizler, yurttaşlardan oluşan ulusal bir topluluk değiliz, Muhammed’in ümmetinden oluşan, kitabî dinin kurallarına bağlı, egemenliği kayıtsız şartsız millete değil Allah’a ait gören ulvî unsurların fertleriz.

HESAPLAŞMA VAKTİ

Kemalizm ile hesaplaşmalarını bir türlü tamamlayamayan sevgili sosyalist arkadaşlar, işte biz bu yüzden, ülkemiz aydınlanma devriminin sınırlarına kadar geriletildiği için ve o sınırların ötesinden sosyalizme sıçrama imkânı olmadığı için Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine sahip çıkıyoruz. Demokratik devrimini tamamlamış bir kapitalist ülkeden sosyalizme geçilebilir, fakat ortaçağ ideolojisiyle parçalanmış bir kasaba kapitalizminden, kuvvetler ayrılığının olmadığı, temelini mafya ekonomisinin oluşturduğu bir sultanlık rejiminden hiçbir yere geçilemez.

Eylül 2012’de şimdiki Başbakan, “ulus-devlet’le hesaplaşma vakti geldi” dediğinde, sosyalist soldan birilerinin çıkıp, “Lan bu ne diyor?” dememesi bende büyük bir telaş (telaş!) uyandırdı. Zira bu sözlerle emperyalizmin Soğuk Savaş sonrası yaydığı yeni insan hakları anlayışı, etnik ve dini ayrımcılık, kapitalizmin kolay sömürülecek pazar arayışları arasında derinlemesine bir çakışma vardı.

Bu dönem boyunca sosyalist solun bir kısmı Kemalizm’le hesaplaşmasını derinleştirmeye çalıştı. “Seyyit Rıza onurumuzdur” pankartının arkasında solcuları görmek, Kobani olayını İspanyol İç Savaşı gibi sunan saçmalıkları okumak, Rojava’ya çiçek götürenleri izlemek benim telaşımı iyice artırdı.

ÇÖZÜLMÜŞ SORUNLAR

Sosyalist solun bir kısmı iki önemli sorun saptadı: Kürt sorunu ve Din sorunu. Nasıl çözeceksiniz? “Türk-İslam sentezi”yle gericiliği ülkenin başına musallat eden Kenan Evren rejimini Kemalizm ile özdeşleyerek mi? Yoksa Ernest Renan’dan ve Kısas-ı Enbiya’dan başlayıp kapsamlı bir okuma mı yapacaksınız? Siz Marx’a ve Lenin’e gelene kadar atı alan Üsküdar’ı geçmiş olmayacak mı? Sakın siz daha kısa pantolonla gezerken bu sorunlar çözülmüş olmasın? Geriye dönük olarak okuyun biraz; yıllar önce Mahir Çayan Kemalizm, Doğu Perinçek “Milli Demokratik Devrim”, M. Ali Aybar “emperyalizm” hakkında ne demiş?

Politikleşmiş bazı akademisyenler, son seçimlerin ardından yine “solcular halkın değerlerine yabancı” demeye başladılar. Robespierre’den, Proudhon ve Bakunin’den Lenin’e ve Mao’ya kadar bütün devrimciler halkın değerlerine yabancılaşmış oldukları için devrimci oldular. Bir şeyi dönüştürmek için o şeye biraz yabancı olmak gerekir. Dönüştürmek istediğiniz değerle bütünleşirseniz ve o değerin taşıyıcılarına tam bir anlayış gösterirseniz, çözeceğiniz hiçbir sorun kalmaz. Üstelik AKP’nin gericileştirici gücünü de anlayamazsınız. Onlar ideolojik olarak çökerttikleri orta sınıfların lümpenleşen küçük burjuva kültüründe yanaşmacılık ilişkileriyle yuvalanıp oy devşirerek iktidar oldular. Yine de özledikleri rejimin çok uzağındalar. Yıprattılar, ama yenisini kuramadılar.

Ama kurabilirler, çünkü büyük bir fırsat yakaladılar. Muhalefet kendi iç hesaplaşmalarına gömülürken, sosyalist kardeşlerimiz Kemalizm’le hesaplaşıp Kürt sorununu çözmeye çalışırlarken, onlar devlet içindeki kadrolarını pekiştirecekler, anayasal rejimi değiştirmeye çalışacaklar, Yankee emperyalizminin bölgesel taşeronluğuna soyunacaklar. Yeni Şafak gazetesi “Cumhuriyet bir geçiş süreciydi, şimdi parantezi kapatıyoruz” diye yazdı. Bizler o parantezin içindeyiz.

Fırsat verecek miyiz? Bütün sorun budur.

Yavuz ALOGAN / Aydınlık-14.11.2015

ABD’den PYD’ye karadan silah sevkıyatı



ABD, ‘kara gücüm’ dediği PKK’nın Suriye kolu PYD’ye silah ve mühimmat desteğini sürdürüyor. Geçen aylarda PYD’ye havadan 50 ton silah gönderen ABD, ikinci sevkiyatı Erbil üzerinden karayoluyla gerçekleştirdi.

ABD, Türkiye’nin tepkisine rağmen PKK’nın Suriye kolu PYD’ye (YPG) destekte ısrar ediyor. Daha önce PYD’ye havadan silah ve mühimmat desteği veren ABD, Türkiye’nin tepkisi üzerine silah ve mühimmat yardımını PYD’ye değil, Demokratik Suriye Güçleri’ne yaptığını öne sürmüştü. PYD lideri Salih Müslim’in ABD’den silah ve mühimmat desteği aldıklarını söylemesine rağmen ABD iddiaları reddetmiş ve yardımı PYD’ye değil “Arap muhaliflere” yaptığı konusunda ısrar etmişti. “Yardım yaptım” dediği “Demokratik Suriye Güçleri”nin ana gövdesini PYD’nin oluşturduğunu gizlemeye çalışmıştı.

BU KEZ KARADAN

Bu tartışmalar sürerken, Obama’nın Antalya’da G20 zirvesinde Erdoğan’la ikili görüşmesi öncesinde ABD’nin PYD’ye yeni silah ve mühimmat yardımı yaptığı ortaya çıktı. Reuters’a bilgi veren ancak adının açıklanmasını istemeyen ABD’li bir yetkili, cumartesi günü tamamlanan mühimmat yardımının bu kez havadan değil karadan yapıldığını belirtti. ABD’li yetkili, mühimmatın Suriye’ye nasıl sokulduğu konusunda bilgi vermezken “mühimmatın Suriye’ye ABD askerleri tarafından sokulmadığını” söylemekle yetindi.

FOX NEWS DE DOĞRULADI

PYD’ye silah sevkıyatını Fox News de doğruladı. Fox News, ABD’li askeri bir yetkiliye dayandırdığı haberinde bu kez silah yardımının havadan değil karadan, Erbil üzerinden Batı’ya aktarıldığını yazdı.

NEREDEN GİTTİ?

ABD’nin PYD’ye karadan silah ve mühimmat yardımı yaptığının ortaya çıkması, silahların hangi yoldan ulaştırıldığı sorusunu gündeme getirdi. ABD’nin Irak’ta ve Barzani bölgesindeki üslerine dikkat çeken uzmanlar, buraya indirilen silah ve mühimmatın Barzani kontrolündeki bölgeden ve KDP ile PYD’nin hakim olduğu bölgeyi birleştiren Semelka kapısından geçmiş olabileceğini vurguladılar. Bölgede şehir şehir, ilçe ilçe, köy köy araştırma yapan ve bölgeyi gezen bir üniversite öğretim üyesi de istenmesi halinde Barzani bölgesinden PYD’ye silah sevkıyatının yapılabileceğini, şu anda zor durumda olan ve geleceğini ABD’ye bağlayan Barzani’nin de ABD’nin her isteğini yerine getireceğini söyledi.

TÜRKİYE KULLANILDI MI?

Silah sevkıyatı ile ilgili olarak bir başka yol da Türkiye yolu. Daha önce Erbil’den çıkan peşmergelerin Ayn El Arab’a (Kobani) Türkiye üzerinde gittiklerini, silah ve mühimmatlarının da Habur üzerinden ve Türkiye topraklarından taşındığını kaydeden yetkililer, “Şu anda zor olsa da imkansız değil. Hükümet talimat verirse mümkündür” ifadesini kullandılar.

STİNGER FÜZELERİ VERMİŞTİ

ABD, PYD’ye ilk mühimmat yardımını 11 Ekim’de havadan yapmıştı. Bu mühimmatın içinde karadan havaya hedefleri vuran Stinger füzeleri olduğu ortaya çıkmış, güvenlik uzmanları “PYD bu füzeleri Rusya ve Suriye’ye karşı kullanamaz. Tek ihtimal bu füzelerin Türk jetlerine karşı kullanılacağı” tespitini yapmıştı.

ABD ELÇİSİ UYARILMIŞTI

Türkiye, ilk silah yardımının ardından ABD Büyükelçisini çağırarak Türkiye’nin PYD konusundaki endişeleri anlatılmış ve elçi uyarılmıştı. ABD yetkilileri, Türkiye’nin tepkisi üzerine, silah ve cephanenin PYD’ye değil, Suriye’nin kuzeyinde yeni oluşturdukları Suriye Demokratik Güçleri adı verilen gruba gönderildiğini açıklamıştı. ABD’nin IŞİD’e karşı kurduğunu ileri sürdüğü Doğal Kararlılık Operasyonu’nun sözcüsü Albay Steve Warren da geçen hafta ABD’nin bundan böyle YPG’ye silah ve mühimmat sağlamayacağını açıklamıştı. 

Aydınlık/ 17.11.2015

Bir arada yaşamın sonu

“Bataclan gece kulübüne, sahiplerinin Musevi olmasından dolayı saldırı planlıyorduk.”

Yukarıdaki ifade, 2011 yılında Fransız İstihbarat Servici (DCRI) tarafından sorgulanan “İslam Ordusu” adlı örgüte üye bir zanlıya ait...


HOLLANDE KİME SAVAŞ İLAN ETTİ?

13 Kasım gecesi Paris’te yaşananlar dünyanın dikkatini bir kez daha IŞİD, El Kaide ve bu örgütlerin Avrupa’daki destekçilerine ve amaçlarına çekti.

2015’in ilk günlerinde gerçekleştirilen Charlie Hebdo saldırısı sonrası Aydınlıkta “Fransa iç savaşa mı gidiyor?”¹ başlığı ile yayınlanan yazımızda, siyasal İslamcı örgütlerin Fransa’daki örgütlenme ağları ve Fransa’nın kolonyal geçmişinin bu saldırılarla bağı üzerinde durmuştuk. Yazıda kullandığım ‘iç savaş’ ibaresini abartılı bulanlardan eleştiriler aldım. Son saldırılardan sonra Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, “Bu saldırılar savaş sebebi. Önümüzdeki günlerde askerler Paris sokaklarında devriye gezecek” ifadelerini kullandı. Hollande’ın kullandığı ifadeler ve Fransa’daki gelişmeler maalesef öngörümüzün emareleri olarak değerlendirilebilir.

Basında, Fransa’da Müslüman, Musevi ve Hıristiyan nüfus arasındaki bağların gevşediği ve bir arada yaşamın zorlaştığı yönünde haberler artıyor. 

Müslüman nüfusun yaşadığı Paris ve diğer büyük şehirlerin banliyölerinde, güvenlik önlemlerinin artırıldığına yönelik bilgiler basına yansıdı. Büyük bir gözaltı dalgası bekleniyor.
2006 ‘da Paris ve Marsilya’nın yan mahallelerinde patlak veren, ikinci kuşak Müslüman gençlerin isyanı, son dönemde siyasal İslamcı örgütlerin etkin örgütlenmesiyle terör eylemlerine dönüşmüş durumda...

SALDIRI NE İLK NE DE SON

13 Kasım Paris saldırısı ne ilk ne de son olacağa benziyor. Son saldırıyı anlamak için Avrupa’nın başkenti kabul edilen Paris’te son dönemde yaşanan terör saldırılarını ve konuyla ilgili diğer bilgileri kısa da olsa hatırlamakta yarar var. 2012 yılının Mart ayı içinde, Fransa’nın güneyinde bulunan Toulouse ve Montbaun şehirlerinde gerçekleştirilen 3 farklı silahlı saldırıda Fransız askerleri ve Musevilere ait özel bir okul hedef seçilmiş, 7 kişi hayatını kaybetmiş, 4 kişi ise ağır biçimde yaralanmıştı. Saldırıların faili, 23 yaşındaki Cezayir asıllı Fransız vatandaşı Muhammed Merah, 2 gün süren polis operasyonunda öldürülmeden evvel yaptığı telefon görüşmesinde, “Yahudiler, Filistin’de erkek ve kız kardeşlerimizi öldürdüğü için bu eylemleri yaptım” ifadelerini kullanmıştı. 2015’in ilk günlerinde Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’nun, Paris’te bulunan ofisine yapılan saldırıda içinde dergi çalışanları ve polislerin de bulunduğu 12 kişi hayatını kaybetmiş, 4’ü ağır 11 kişi ise yaralanmıştı.

Ertesi gün ise Paris’in diğer bir mahallesinde polise ve Musevilere ait bir markete düzenlenen saldırıda 5 kişi yaşamını yitirdi. Saldırıları düzenleyen Kouachi kardeşler ve Amedy Coulibaly, Kuzey Afrika kökenli Fransız vatandaşları... Eylemlerinin nedeni olarak Charlie Hebdo’nun Hazreti Muhammed’i hedef alan karikatürleri ve Filistin’de yaşanan İsrail işgalini gösterdiler. 13 Kasım gecesi Paris’i kana bulayanların ise Fransa’nın Suriye politikasına cevap olarak bu eylemi düzenlediği iddia ediliyor.

AFP’ye konuşan bir görgü tanığı, Bataclan gece kulübündeki saldırganların “Bu, başkanınız Hollande’ın suçu, Suriye’ye müdahale etmemeliydi” ifadelerini kullandığını belirtti.

Bu farklı saldırıların nedenleri, hedefleri ve gerçekleştirenlerin kimlikleri benzerlikler taşıyor.

Faillerin çoğunluğu Kuzey Afrika asıllı, Fransa’da doğup büyümüş, büyük şehirlerin fakir yan mahallelerinde ikamet eden Fransız vatandaşları... Bu yazı kaleme alınırken, Paris’i kana bulayan saldırının faillerinin sadece bir kısmı ortaya çıkmış, aralarında pek çok Fransız vatandaşı olduğu bilgisi basına yansımıştı.

Benzerlikler taşıyan bu eylemlerin, Avrupa tipi bir arada yaşamın somutlaştığı Paris’te, farklı kültür, din ve milletlerden gelen topluluğun birbirinden kopması ve düşmanlaşmasına neden olması muhtemel. 

Kuzey Afrika ve Afrika asıllı Fransız vatandaşları arasındaki işsizlik oranı, banliyölerdeki “communautarisme”, kamusal alanda dini sembollerin öne çıkışı bu durumun ilk emareleri... Charlie Hebdo dergisine düzenlenen saldırılardan sonra okullarda zorunlu tutulan 1 dakikalık saygı duruşuna Müslüman olan birçok Fransız vatandaşının uymadığı bilinen bir gerçek.

Bakalım bu saldırılardan sonra ilan edilen 3 günlük yasa Fransızlar bir millet olarak katılabilecek mi?

Özetle, farklı din ve etnik grupların bir arada yaşadığı Yugoslavya, Irak, Filistin ve Suriye’de yaşanan savaşlara destek veren Batı medeniyetinin fırlattığı kaos bumerangı bugün kendine dönmektedir. Balkanlarda ve Ortadoğu’da farklı milletlerin bir arada yaşamasına izin vermeyen Batı medeniyeti, bugün aynı yangını evinde yaşamaya başlamıştır.

Elbette ki bu saldırının altında, derin stratejik dengeler, istihbarat oyunları yatmaktadır fakat en önemlisi insanların bir arada yaşama kültürünü biraz daha zayıflatmasıdır.

Onur Sinan GÜZALTAN / Aydınlık- 17.11.2015

Cihatçılar Nasıl Manipüle Ediliyor? Ve Kim Yapıyor?



Avrupalı liderler kendi ülkelerinde var olmalarına neden oldukları cihatçıların sayısını ve bu cihatçıların işledikleri cinayetleri gördüklerinde korkuya kapıldıklarını söylüyorlar. Ancak, İngiltere ve Fransa’da çevrelerinde takdir gördüğü düşündükleri bazı insanların başkalarını boğazlayabilen caniler olarak neden aniden Suriye ve Irak’a gittiklerini anlamaya çalışan, sesi yükselen insanların olduğunu görüyoruz. İnsanoğlundaki akıl yürütme prosesinin henüz sonuna kadar gitmeksizin, söz konusu bu kişilerin aslında “zihinsel manipülasyona” tabi tutuldukları şeklinde bir olgudan bahsediliyor: Şöyle ki, Avrupa’dan bölgeye gelen cihatçılar zihinsel manipülasyona uğramışlarsa, geçtiğimiz bu son 13 yılda, başka cihatçılar da aynı zihinsel manipülasyon sürecinden geçmiş olabilirler. Ve bundan dolayı yaşanan bütün olup bitenler hakkında duygu ve düşüncelerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor.

Avrupalıların “terörizme karşı mücadele” konusundaki anlayışı derinden değiştirebilecek bu konuyu mercek altına almadan önce, aslında uzun zamandan beri bilinçli olarak destekleyip, finanse ettikleri ve bugün bize yeni gördüklerini söyledikleri işlenen cinayetlerden endişelen Avrupalı liderlerin hipotezlerine dönmek istiyorum.
François Hollande’ın kafa keseme olayına desteği
Avrupalı liderler, kendi kişisel sorumluluk muhasebesini yapmadan, vatandaşları arasında teröristlerin çıkması ve başka diyarlarda cepheye sevk edilme olgusu karşısında aciz kalmasını anlamamız mümkün değil. Kafa kesme olayları yeni bir fenomen değil. Bu olaylar, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etme sürecinde uygulamaya konulmuş, Libya Arap Cemahiriyesi ve Suriye Arap Cumhuriyetine karşı açılan savaş nedeniyle de yaygın bir hal almıştı.


Libya “Arap Baharı” olayları 16 Şubat 2011 günü akşamı Bingazi’de yapılan bir gösteriyle başlamış, Libya El-Kaidesi olan Libya İslami Mücadele Grubu (GICL) militanları tarafından Hüsyin El-Cevaifi ve Shahaat kışlalarına, El-Abrag hava üssüne düzenlenen koordineli saldırılarla devam edilmişti. Cihatçılar 17 Şubat sabahı Zaviya ve Misruta kışlalarına, Zwara,Sabrahta, Acdabiya, Derna ve Zentan ordu evlerine saldırmışlardı. İsyancılar bu saldırıların çoğunda bazı askerleri astıkları ve bazılarının da kafalarını kestiklerine dair kanıtlar var.

Fransa Devlet Başkanı François Hollande, 6 Temmuz 2012’ de «Suriye Dostları» toplantısı vesilesiyle, Suriye Arap Cumhuriyetine karşı savaş açılmasını talep etmek üzere, 120 ülke ve uluslararası organizasyonu kabul ediyor. Hazır bulunan ve platformda oturan Ebu Salih alkışlanmıştı. Bu genç, “ılımlı” Özgür Suriye Ordusu “serbest sahası” Baba Amr’daki İslam Emirliği militanları tarafında 150 Suriyelinin boğazlanma işini sahneye koymuştu. 


Dünya’daki hiçbir demokrasi yönetiminde, böylesi cinayetleri işleyen canilere bu kadar aleni destek veren bir devlet başkanı hala görevinin başında kalmaya devam edemez. Parlamenterlerin bu cinayet olaylarının Cumhurbaşkanlığına/Devlet Başkanlığına “ayrılmış bir alan” kapsamına girdiğini kabul etmiş gibi davranan Fransa’da aynı şey söz konusu.

Suriye “Arap Baharı” olayları Deraa’da başladı. Cuma namazı çıkışında 15 kadar kişiden oluşan bir grup sıkıyönetim ve Suriye Cumhuriyet yönetimi karşıtı pankart taşıyarak gösteri yapmışlardı. Cihatçı militanlar, kısa bir süre sonra, İsrail işgali altındaki Golan tepelerini izleyen, şehrin bir az dışında kalan askeri bir istihbarat binasına saldırdılar [1]. Beklemedikleri bu olay karşısında askerler ağır kayıplar verdi ve aralarından birisinin de kafası kesilmişti.

Ancak, kafa kesme olayını kınama bir yana, Atlantik İttifakı üyesi ülke yönetimleri cihatçı militanları alkışladılar ve saldırıya maruz kalan Suriye devletini kınadılar. Kafa kesme yöntemi daha sonra terörizm için ilham kaynağı haline geldi. Kafa kesme olayı, Cemahiriye yönetiminin düşmesinden ve İslami Mücadele Grubunun/Libya El-Kaidesinin Suriye’ye transfer edilmesinden sonra, önce Libya’da olmak üzere genel bir uygulama haline geldi. Bununla birlikte, savaş vermenin tek bir yolu, kafa kesme yöntemi değildir. Cihatçıların, öldürdükleri kişilerin cesetlerini parçalara ayırma ve halka açık yerlere atma gibi alışkanlıkları da var.

Atlantikçi ve Körfez monarşi yönetimlerinin televizyon kanalları, Suriye Arap Cumhuriyeti Ordusu Şubat 2012’de Baba Amr’daki İslam Emirliğini bombardımana tuttuğunu, Baba Amr’ın yeni bir Stalingrad gibi direniş gösterdiğini iddia ettikleri zaman, bu “Emirliğin” aslında ne olduğuna dair açıklama getirmeden imtina ettiler. DAİŞ/IŞİD örgütünün gıpta edilecek hiçbir yanı bulunmuyordu. İslami bir mahkeme Cumhuriyeti destekleyen Sünnileri ve kâfirleri, yani Sünni olmayan kişileri (Alevileri, Şiileri ve Hıristiyanları) ölüme mahkûm ettiği şeklinde sıradan bir olay gibi sunuluyordu. Alman Der Spiegel dergisinin bir sayısında yer verdiği gibi, 150 Suriyelinin kamuya açık bir şekilde boğazı kesilmişti [2]. France24 ve El-Cezire kanalları muhabiri gazeteci Ebu Salih de bütün bu olayları alkışlamıştı.
Diğer yandan, NATO üyesi ülkelerin bu insan kasaplarını kınamaları bir yana, Fransa Devlet Başkanı François Hollande 06 Temmuz 2012’de, gazeteci muhabir Ebu Salih’i Paris’te ağırlamış, 120 ülke ve uluslararası organizasyon temsilcilerinin Ebu Salih’i alkışlamasını sağlamıştı.

Çünkü NATO’nun gözünde Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) “ılımlı” elemanlardan meydana geliyordu [3]. Bu durumda, komşuların boğazının kesilmesinin de “ılımlı” bir yolu vardı.
Hiçbir şey, başka yamyamlık sahneleri bile Baba Amr İslam Emirliği eski komutanı Ebu Sakar’ın YouTube üzerinde yayınlanan görüntülerinde söylediği sloganı değiştiremeye yetmeyecek. Yani, komşuların ciğerlerini ve kalbini yemenin de “ılımlı” bir yolu vardı.

Avrupalı cihatçıları kim seferber ediyor?
Avrupalı siyasi liderler aleni olarak Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’a suikast düzenlenmesini istediler ve El-Kaide örgütüne de açıkça destek verdiler. Bu konuda en çarpıcı örnek olarak, Fransa Dış İşleri Bakanı Laurent Fabius’un durumunu gösterebiliriz. Fabius 17 Ağustos 2012’de şöyle bir açıklama yapmıştı; “Söylemekte olduğum cümlenin ne anlama geldiğinin farkındayım: Beşar Esad toprağın üzerinde olmayı hak etmiyor” [4]. Fabius 12 Aralık 2012’de El-Kaide örgütünü savunmaya geçti. Sahada faydalı işleri gördüğünden dolayı, El-Kaide’nin Suriye kolunu ABD’nin düzenlediği terörist örgütler listesinde yer almasına itiraz etti [5].

Bundan dolayı, Avrupa’dan bölgeye gelen cihatçıların sıradan teröristler gibi algılanmaması gerekiyor: Onlar sadece amirlerine itaat ediyorlar. Bununla birlikte, bu cihatçıların işledikleri suçlara daha önce değer atfeden siyasiler görevlerine hala da devam ederlerken, bazı cihatçı militanlar suçlanmışlardı.

Şayet Avrupa’dan gelen cihatçılar daha baştan itibaren suçlu olup, cezaevine konulmuşlarsa, kendi ülkelerinin yasaları yapmalarını yasakladığı eylemleri (tecavüz, yağma ve cinayet) Suriye’de yerine getirebilme hakkı ve yetkisinin onlarda olduğunu kim düşünebildi? Cihatçılar günümüzde sosyal medya üzerinde organize olabilen olağan insanlardır.

Daha genç yaştaki insanları, birer cani olarak seferber edecek düzeyde, sosyal ağlar üzerinde ve forumlar düzenleme marifetiyle manipüle etmek, yerine göre dillerini, kültürlerini ve tarihlerini bilmek büyük bir bilgi birikimi ve uzmanlık gerektirir. DAİŞ/IŞİD örgütü paralı askerlerinin böylesi bir organizasyonu kurabileceklerine gerçekten inanıyor musunuz? Bu tarzdaki manipülasyon süreçleri için sosyal medya üzerinde bilgi alış-verişi için en azından belli özelliklere sahip ekipmana ihtiyaç var. Hedef kişilerin psikolojik zafiyetlerinin bilinmesi ve bu kişileri harekete geçirmek üzere nasıl bir dil kullanılması gerektiği yönde sosyal donanıma sahip olunması gerekiyor. Bu tür operasyonlar yalnızca uzman çalışma gruplarının ve Irak kırsalında gelen bazı kişilerin üstesinden gelebileceği işler değildir.

Bu gençler (erkek veya kadın) belirli bir gruba/topluluğa mensup oldukları ve söz konusu topluluğu savunmak üzere silah kullanmaları gerektiği yönde ikna edildikleri zaman, hemen Türkiye’ye gönderilir. Vardıkları yerde, Türk istihbarat servisinin himayesinde gelişme kaydeden DAİŞ/IŞİD tarafından teslim alınır. Suriye veya Irak’a gönderilmek üzere önce beklemeye alınırlar. Bekleme dönemde bazı ilaçları/ uyuşturucu madde alırlar. Tamamıyla bir ölüm makinesi haline gelene kadar eğitime tabi tutulurlar.
Şartlandırma konusunda CIA ve Mossad araştırmaları
Normal insanların birer cani haline gelmesi araştırmalarının temel ilkeleri ABD Ordusu ve CIA tarafından, Project Chatter (1947-1953), Project Bluebird (1951-1953), Project Artichoke (1952-1953) ve Project MKultra (1953-1973) adı altında yapılan çalışmalar sırasında tespit edilmişti [6]. Nazi bilim insanları tarafından daha önce yürütülen bu programları, ABD’liler yeniden gündeme getirdiler. Hipnoz olma, duyusal yoksunluk, sosyal izolasyon, cinsel istismar durumları ve çeşitli işkence etkilerinin sonuçlarını değerlendirmeye aldılar. Burada önemli bir soruya cevap verilmesi söz konusu: “Bir insanın kendi öz iradesine rağmen, kendini koruma hissiyatı gibi insanın doğasında var olan temel yasalar varken, yapması istenilen her türlü eylemi yerine getirecek kadar o insanı kontrol altına alma imkânı var mı?” Bu yönde yürütülen araştırma sonuçlarının bulunduğu arşivler, CIA direktörü Richard Helms’in talimatı üzerine, 1973’te büyük oranda tahrip edilmişti. Ancak, Senator F.Grank Church’ın başında bulunduğu Senato anket komisyonu çalışmaları ve CIA’nın başka bir direktörü Amiral Stansfield Turner’ın çalışmaları, 30’dan fazla üniversitenin 150’den fazla sayıda ayrı deneysel proje araştırmalarına katıldığını gösteriyor. Bu deneysel araştırmalar, ABD’de ve NATO’ya üye ülkelerde, deneye tabi tutulan kişilerin bilgisi olmadan yürütülmüştü.

CIA’nın son zamanlarda açtığı arşivlere göre araştırmayı yapan kurumun 1951’de, Fransa’da, Pont Saint-Esprit adlı bir yerleşim yerinde, halkı haberdar olmadan şartlandırma deneyi yaptığı anlaşılıyor. Havadan atılan LSD kimyasal medde 7 kişinin öldüğü ve geri dönüşümü olmayan 32 patolojik vakanın yaşandığı toplu bir cinnet/delilik olayına neden olmuştu [7].

ABD bu tarz araştırmaları yürütme işini İsrail’e transfer ederek, 1973’te son vermişti. 2001’de tekrar başladı ve bu amaçla, Prof. Martin Seligman yönetiminde Guantanamo’da X-Ray kampını organize etti [8]. Kobaylara bir şeyi yaptıklarını itiraf ettirmek üzere işkenceye başvurma değil de, gururla yaptıklarını iddia ettikleri hayali bir telkin söz konusuydu. ABD kongresinin bu tarzda işlenebilecek cinayetler konusundaki araştırma sonuçlarını yayınlanması her zaman ertelendi [9].

NBC kanalında yayına verilen «Kriz» dizisi CIA kimyagerleri eliyle ABD askerlerinin içine sürüklendikleri şartlar konusunu işliyor. 

Bu türde yaşanan gerçek olaylar her zaman belgelendi. Popüler kültür başlığı altında işlendi, ABD’de yayın yapan televizyon kanalları ve sinema sektörü de dâhil, bilim-kurgu eserler/ çalışmalar kapsamında verildi.

Bu deneysel araştırmaların bazı sonuçları yaşandığını kabul edecek olursak, ABD ve İsrail yönetimlerinin öldürmek üzere normal bazı insanları şartlandırabildikleri ve o insanların hangi şartlarda kamikaze intihar saldırısında bulunabildiklerini görmeleri imkân dâhilinde olduğuna da katılmamız gerekiyor. Bu durumda kamikaze saldırılarını düzenleyen uzman grubun El-Kaide olduğu yönündeki genel algının da tamamen değişmesi gerekiyor.

Bombalı kamyonla Suriye’de kamikaze saldırısı. 2004 yılında Beslan (Rusya) okulunun rehin alınması Çeçen cihatçıların bir eylemi olarak sunuldu ve İçkerya İslam Emirliği adına Şamil Basayev tarafından gerçekleştirildiği iddia edildi. Çoğu çocuk olmak üzere 376 kişi ölmüştü. Ancak çoğu cihatçıların bu tarzda siyasi-dini bağlılıklarının olduğu henüz bilinmiyordu. Yapılan otoposi sonucunda rehin alma olayı faillerinin, özellikle karmaşık bazı maddeler olmak üzere, kimyasal madde etkisi altında harekete geçtikleri görülmüştü.
İdeolojik pazarlama
CIA’nın çalıştırdığı Nazi doktorların yaptığı ve Dr. Seligman yönetiminde daha yakın zamanlarda yapılan deneysel araştırmalar sonucunda eğitilip, bölgeye sevk edilmiş insanlarmış gibi görünen Avrupa’dan gelen cihatçıların durumuna gelince, bu cihatçılar son yıllarda Vahhabi ideolojisiyle maskelendiler. Bütün bu fanatizm olayları “İslam adına” işlenmiş gibi sunulup, algılanıyor.

Cihatçıların çoğu, El-Kaide veya DAİŞ/IŞİD ile temasa geçtikleri ana kadar Vahhabizmin ne olduğunu bile bilmiyorlar. Suudi Arabistan Hanedanlığı, Katar Emirliği ve Birleşik Arap Emirlikleri, 1979’dan bu yana Vahhabizm ideolojisinin, İslam’ın radikal bir kolu olduğu kabul edilecek kadar Arap dünyasında ve Avrupa’da kök salmasını başardılar. Vahhabi ideolojisi kendisini gerçek İslam olarak sunuyor ve diğer İslami teoloji ekollerini, Şiiliği ve İslam’ın geleneksel dört mezhebini sapkın olmaya mahkûm ediyor. Konuya ilgi duyan okuyucular Vahhabilik mezhebi kurucusu Muhammed bin Abdülvahab’ın yazılarına başvurabilirler. Yazıları okuyanlar Abdülvab’ın Sünnilerin İslam’dan olmadığını savunduğunu görecekler

Gazeteci, yazar ve jeopolitik uzmanı Jean-Michel Vernochet daha yakınlarda (Les Egarés - Sapkınlar/Yolunu Şaşıranlar adlı kitabıyla) dönemin İngiliz yönetimi Türk Halifeliğiyle mücadele etmek ve Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak üzere yerine göre Arap milleti mitosunu ve Vahhabi mezhebini nasıl da dayanak aldıklarını gösterdi [10]. Bu açıdan mantık yürütecek olursak, DAİŞ/IŞİD örgütü, sapkın olarak kabul ettiği Fatımilerin, Abbasilerin ve Emevilerin halefi olarak değil de, kendine özgü bir tarzda Halifeliği restore ediyor diye görmemiz gerekiyor.


O halde ne yapmalı?
Her şeyden önce, emperyalizme karşı direnç gösteren yönetimleri devirme gibi operasyonlar da dâhil, cihatçı örgütlere verilen her türlü desteğin kesilmesi ve bu örgütleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere kamu desteği sağlayan siyasetçilerin iktidardan uzaklaşması gerekiyor.

Suudi Arabistan Krallığı, Katar Emirliği ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından iktibas edilmesi de dâhil, Vahhabi ideolojisine verilen desteğin kesilmesi gerekiyor. Bu totaliter yönetimlerde kadınlara eşit hakların verilmesi ve vatandaşlarına kamuya açık yerlerde inançlarının gerektirdiği her türlü dini vecibeyi yerine getirme özgürlüğünün sağlanmasının talep edilmesi gerekiyor. Avrupa ülkelerinde dinsel faaliyet gösteren Vahhabi imamların kontrol altına alınması ve din adına suç işleme imasında bulundukları zaman tutuklanmaları gerekiyor.

Sonuç itibariyle, ABD yönetimi bünyesinde de cihatçı örgütlerin zihinsel manipülasyon çalışmalarını organize edip, finanse edilmesini sağlayan Senatör McCain [11] gibi siyasiler karşısında Başkan Obama’nın bu konudaki politikasının desteklenmesi gerekiyor.

Bu tarzda harekete geçme marifetiyle cihatçıların bölgeye seferber etme işine son vermesini sağlasa da, Suriye ve Irak’a daha önce giriş yapmış cihatçıların sorununa bir çare olmayacak. Bu durumda, bölgedeki cihatçılar sorunu hukuki bir sorunu teşkil ederken, Suriye Arap Cumhuriyeti bu kişileri bir çeşit uzlaşma programına tabi tutacak şekilde, cezai sorumluluktan muaf tutulmalarını sağlaması gerekiyor.

                                                                                             26.11.2014


[1] El-Cezire kanalı bu olaylardan sonra Suriye polisinden işkence görmüş çocuklar haberini yaymıştı.
[3] Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) sahada faaliyet göstermezken, İstanbul ve Paris’te bazı büyük otellerin salonlarında faaliyet göstermeye devam ediyor. Suriye’deki bazı silahlı gruplar NATO silahlarını aldıklarında, daha da almayı umut ettiklerini beyan ettiler.
[5] « Pression militaire et succès diplomatique pour les rebelles syriens », Isabelle Maudraud, Le Monde, 13 décembre 2012.
[6] Resmi belgeler 4 adet CD şeklinde düzelenmiş, indirilebilir. Tıklayınız.
[7] « Quand la CIA menait des expériences sur des cobayes français », par Hank P. Albarelli Jr., Réseau Voltaire, 16 mars 2010.
[8] « Le secret de Guantánamo », par Thierry Meyssan, Оdnako (Russie), Réseau Voltaire, 28 octobre 2009. Voir aussi « La CIA admet avoir « retourné » des prisonniers de Guantánamo », Réseau Voltaire, 26 novembre 2013.
[9] « Brennan confirme la censure du rapport sénatorial sur la torture », Réseau Voltaire, 30 janvier 2014.
[10] Les Égarés, Jean-Michel Vernochet, Sigest ed, 2014.
[11] ““Arap Baharı” Orkestrası Şefi John McCain ve Halife”, yazan Thierry Meyssan, Tercüme Nizamettin Karabenk, Réseau Voltaire Sitesi, 18 Ağustos 2014; « John McCain a admis être en contact permanent avec l’Émirat islamique », Réseau Voltaire, 19 novembre 2014.